Engels etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Engels etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Haziran 2017 Perşembe

Marksizm Nedir?

Marksizm Nedir?

Neil Faulkner

Marksizm kimi zaman Alman felsefesi, Fransız sosyalizmi ve İngiliz iktisadının bir bileşimi olarak sunulur. Bu doğru ama eksiktir. Marksizmi pratikten kopuk, yalnızca teorik bir mesele olarak ele alır, yani özünü tamamen gözden kaçırır.

Marksizmin temel fikirlerini, 1843-47 arasında Karl Marx (1818-83) ile Friedrich Engels (1820-95) formüle etti. Onların ortak çalışması, düşünce alanında, bilimde Isaac Newton, Charles Darwin, Sigmund Freud ve Albert Einstein’ın başarılarıyla karşılaştırılabilecek bir devrimi temsil ediyordu. İnsan toplumunun bütününü anlamak için tümüyle farklı bir paradigma yarattılar. Ama düşünsel devrimlerinin öznesinin tam da insan toplumu olmasından ötürüdür ki laboratuvarları, içinde yaşadıkları toplumsal dünya olmak zorundaydı. Marx ile Engels’in o zamanın kitle mücadelelerine katılmış faal devrimciler olması, Marksizmi mümkün kılmıştı.


Özellikle de fikirlerini, 1848 devrimlerinin siyasi ateşinde sınayıp iyice geliştirdiler. Marx, Köln’de yayınlanan devrimci gazete Rheinische Zeitung’un editörlüğünü yapmıştı. Engels, Prusya’nın işgal ettiği Renanya Palatinliği’ni savunarak devrim ordusunda askerlik yapmıştı. 1849’da devrimin yenilmesiyle her ikisi de sürgüne gitmek zorunda kaldılar.

Marx ile Engels, felsefe, toplum ve iktisat hakkındaki çağdaş fikirleri alıp bizzat tecrübe ettikleri somut gerçeklik temelinde bunları dönüştürdüler. Marksizmi “materyalist” [maddeci] olarak tarif etmek bu anlamda doğrudur (karşıtlık “idealizm”ledir –deneyime dayanmayan ve uygulamada başarıyla hiç sınanmamış teoriler).

Her ikisi de Alman felsefesi eğitimi almıştı. Diyalektik anlayışı Marksizmde çok önemli bir yer tutacak Georg Hegel’in (1770-1831) fikirleri o dönemde felsefeye hâkimdi. İki kavrama dayanıyordu: “Bütün şeyler kendi içlerinde çelişkilidir” ve “çelişki, tüm hareketin ve yaşamın kökenidir; bir şey ancak bir çelişki içerdiği sürece hareket eder, itkiye ve etkinliğe sahip olur”.

Hegel’in diyalektiği idealistti. Esasen insan düşüncesindeki değişikliklerle ilgilenen Hegel, özellikle de tarihi, Mutlak Ruh dediği, kendisi ve kendisiyle uyuşmayan gerçeklik arasındaki çelişki sayesinde dünyayı değiştiren yüce fikrin açınımı olarak düşünüyordu. Marx, idealist diyalektiği materyalist bir diyalektiğe dönüştürerek, baş aşağı duran Hegel’i ayakları üzerine oturttu. Vurguladığı nokta basitti: Önem taşıyan çelişkiler, gerçek dünyada var olur, insanların kafasında değil; dolayısıyla, tarihe yön veren, fiilî toplumsal kuvvetlerin çarpışmasıdır. Düşüncenin rolü, bu kuvvetleri anlayarak insan müdahalesinin daha iyi yöneltilmesini ve daha etkili olmasını sağlamaktır.

Gerçek dünyayla uğraşmaya başlamak, içerisinde ortaya çıkan yeni kapitalist ekonomiyi incelemek demekti. İngiliz iktisatçılar kılavuzluk etmişti. Bu açıdan Marx ile Engels üzerinde en fazla etki yapan David Ricardo (1772-1823) idi. Ricardo, kapitalizmin mizacıyla ilgili iki büyük keşif yapmıştı. İlki, “bir metanın değerinin, onun üretimi için gereken göreli emek miktarına bağlı olması” idi. Başka bir deyişle, tüm zenginliğin kaynağı sermaye değil insan emeğidir. İkincisi, “kârlarda bir düşüş olmadan emek değerinde artış olamayacağı”nı fark etmesiydi. Başka bir ifadeyle, emeğin kazancı sermayenin kaybıydı ve bunun tersi de geçerliydi. Ücretlerle kârlar arasında zıt yönlü bir ilişki vardı.
Gelir bölüşümü anlaşmazlığının (sınıf mücadelesinin), kapitalizme içkin olması bunun gereğiydi. Böylelikle Ricardo, sistemin son derece çelişkili ve potansiyel olarak patlamaya hazır olduğunu ortaya koymuştu. Bundan ötürüdür ki çalışmaları, anayolcu klasik iktisadın ulaştığı en yüksek noktayı temsil ediyordu. Takipçileri, kendi bilim dallarının devrimsel sonuçlarından uzaklaştılar ve burjuva iktisadı giderek yozlaşarak, bugün olduğu üzere açgözlülüğün ve serbest piyasa kaosunun ideolojik açıdan haklı çıkarılmasına indirgendi.

Öte yandan Marx, Ricardo iktisadının bilimsel içgörülerini takip etmeyi sürdürdü. Kapital’in ilk cildini 1867’de yayınlaması, Marx’ın en parlak başarısıydı. (İkinci ve üçüncü ciltler, makalelerinden düzenlenerek ölümünden sonra sırasıyla 1885 ve 1894 yıllarında yayınlandı). Bu metinler, modern dünya ekonomisine dair herhangi bir ciddi analizin en temel başlangıç noktası olma özelliklerini hâlâ koruyorlar.

Fransız sosyalizmi, Marx ile Engels’i düşünsel açıdan etkileyen üçüncü şeydi. Büyük Fransız Devrimi’nden doğan ve onun gerçekleştiremediği insanlığın kurtuluşu vaadiyle güçlenip gelişen Fransız sosyalizmi, reformist-ütopyacı ve devrimci-komünist kanatlara bölünmüştü. Comte de Saint-Simon, Charles Fourier ve İngiltere’de Robert Owen gibi ütopyacılar, akılcı argümanın, iyi örneğin ve kademeli reformun, toplumsal dönüşümü sağlamaya yeteceğine inanıyorlardı. Gracchus Babeuf ve Auguste Blanqui’nin temsil ettiği komünistler, böyle hayallere kapılmayarak sömürücü sınıfların alaşağı edilmesi için silahlı ayaklanmanın gerekli olduğunda ısrar ediyorlardı. Gizli bir yeraltı hareketinin doğrudan eyleminin, kitlelerin topyekûn ayaklanmasını tetiklemeye yeterli olacağını varsaymaları, onların hatasıydı.

Marx ile Engels, aynen Fransız sosyalistleri gibi sömürüden ve yoksulluktan nefret ediyorlardı. Ütopyacılar gibi daha iyi bir dünya hayal edebiliyor ve komünistler gibi buna ulaşmak için devrimci eylemin gerekli olduğundan şüphe etmiyorlardı. Ama her iki kesimle de derin anlaşmazlıkları vardı. Zenginlerin gönüllü olarak servet ve iktidarlarından vazgeçecekleri gibi naif düşüncelerinden ötürü ütopyacıları suçluyorlardı. Ordusu, polisi ve hapishaneleriyle devletin, komplocu bir darbeyle devrilebileceğini hayal etmelerinden ötürü komünistleri de hedef alıyorlardı. Ancak milyonları seferber edecek bir halk devrimi devleti ezebilir, mülkiyet sahibi sınıfların malına, mülküne el koyabilir ve demokrasiye, eşitliğe, işbirliğine dayanan yeni bir düzen inşa edebilirdi.

Büyük Fransız Devrimi, yeterli büyüklükteydi ama tek yaptığı yeni tür bir sömürücü toplum yaratmak oldu. Eksik olan, evrensel menfaatleri olan bir devrimci sınıftı. Devrimci burjuvazi, iktidarı kendisi için istiyordu. Sans-culottes ve köylüler, küçük mülk sahipleriydi. En yoksulu bile kendine ait bir atölyeye ya da çiftliğe sahip olmanın hayalini kuruyordu. Ama Manchester’ın yeni sınai işçi sınıfı oldukça farklıydı. Mesele mülksüz ücretli emekçiler sınıfı olmaları değildi yalnızca. Tekstil fabrikalarında ve hızla büyüyen büyük şehirlerde yoğunlaşan işçiler, koşulları yüzünden insanlığın kurtuluşunu kolektif çözümler temelinde tasarlamaya mecbur bir sınıftı. İngiltere’deki Çartist hareket, işçi sınıfının gerçekten de devrimci potansiyeli olduğunu göstermişti.

1789 dersleri, 1848 deneyimi ve Engels’in Manchester işçi sınıfı üzerine yaptığı çalışmalar, hepsi aynı yöne işaret ediyordu –tarihin muammasına yönelik bir çözüme. Muamma şuydu: İnsan emeği verimliliğinin tarih boyunca sürekli artması, yokluğu ortadan kaldırma kapasitesinin yükselmesi anlamına geliyordu. Ama milyonlar yoksulluk içinde yaşarken küçük bir azınlık abartılı bir zenginliğin keyfini sürüyordu. Muamma, dönüp dolaşıp özne sorununa geliyordu: Dünyayı, insan emeğinin insanların ihtiyaçlarına hizmet etmesini sağlayacak şekilde kim yeniden düzenleyebilirdi?
Cevap işçi sınıfıydı. Bu kısmen, sömürülen, sistemde yerleşik menfaatleri olmayan, “zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan” bir sınıf olmasından ötürüydü. Ama bu antik Roma’nın köleleri ve Ortaçağ Avrupası’nın serfleri için de geçerliydi. Belirleyici bir ikinci etken daha vardı. İşçiler, özel mülkiyete bireysel temelde el koymak suretiyle kendilerini özgürleştiremezler. Devasa ve giderek büyüyen bir küresel iş bölümünün bir parçası olduklarından ancak üretim araçlarının, dağıtımın ve mübadelenin ortaklaşa kontrolünü ele alarak kapitalizme karşı inandırıcı bir alternatif ortaya koyabilirler. Bu nedenle, sınai işçi sınıfı, insanlığın bir bütün olarak kurtuluşundan genel menfaati olan tarihteki ilk sınıftı. Bu sınıfın tarih sahnesine çıkması Marksizmi mümkün kılmıştı.

Proletaryanın devrimci potansiyelini fark etmek Marx ile Engels’in en önemli düşünsel başarısıydı. Bu nedenledir ki emekçilerin kapitalizme karşı verdiği sınıf mücadelesi Marksizmin kalbinin attığı yerdir.
https://www.youtube.com/watch?v=lTodLjm7vyc

Marksist Dünya Tarihi, Neil Faulkner, Yordam Kitap, 2012

16 Nisan 2016 Cumartesi

 Bayan Tussaud'nun Mumdan Figürleri

Bayan Tussaud'nun Mumdan Figürleri

Ateşi Çalmak 3
Galina Serebryakova

 Bayan Tussaud'nun kendi balmumu heykeli
XV. Louis’nin krallığı döneminde doğmuş olan Bayan Tussaud, XVIII. yüzyılın sonunda, bir arının çalışkanlığı ile, kolay işlenir mum kullanarak yaşadığı yüzyılı canlandırmıştı ama porselen ve boyalı mumlarla yaptığı bu şey; sadece yaşamın sahte altın kaplamasını, yalancı sırmasını, rengarenk elbiselerin çeşitliliğini, perukların buklelerini, yeni doğan kibirli asilzade takımının cilvelerini yansıtmaktı.


Önceleri geçim zorluğu çeken, sık sık iş aramak zorunda kalan, ancak çevik, ticari yeteneğe ve bir suret çıkarıcının becerikli elleri ve keskin gözlerine sahip, kızlık adı Mary Treshold olan Bayan Tussaud, Paris’teki ilk mumdan figürler müzesini kurarak kısa sürede zenginleşti.


Saray hanımefendileri, kurallar uyarınca kirli bıraktıkları pis vücut ve saçlarını kat kat pudralar altında gizleyerek birbirleri ile yarışırcasına kendi mumdan kopyalarını yaptırırlarmış. Üçüncü sınıfın zenginleri de onları taklit ederlermiş. Ortaya çıkan bu mumdan ikizler pahalı elbiseler ile giydirilip özel bölmelere kaldırılırmış. Bu, 1789 yılına dek devam etmiş. Devrim fırtınası, Fransız monarşisinin birçok kuklasını devirmiş, mum figürler müzesinin sahibesi iflas etmiş.


Kuklaların pembe yanaklarından takma benleri –soyluların modacıları tarafından icat edilmişlerdi– sökmeye, oldukça abartılı bir şekilde kabartılmış saçların üzerine üç renkli kokartlar takmaya ve kraliyet hanımlarını Sans-culotte kızlar gibi giydirmeye girişen Madam Tussaud’nun çabaları sonuçsuz kalmış çünkü alev alev yanan Voltaire’in sırıtan, mumdan dişlerini ve kısa bir süre sonra giyotinin kesin olarak hesaplaşacağı sosyetik bayanların ıvır zıvırlarını seyretmek için pek az yurttaş çarşı ve meydanlardaki seyyar temaşalara gidiyormuş.


Madam Tussaud, daha fazla kazanç getirmeyeceği anlaşılan kuklaları sandıklara saklayarak başka geçim kaynakları aramaya koyulmuş. Devrimci kutlama alanlarında dekorasyonlar yapmış ve kazandığı paralarla durmaksızın eşya almış. Onun hesabınca, bu eşyalar bir süre sonra büyük kârlar getirecekmiş.


Üstün bir koku alma yeteneğine sahip bu atak kadın, mallarına el konulan, giyotine gönderilen ve ülkeden kaçan karşıdevrimcilerin nadide eşyalarının yok pahasına satıldığı açık arttırma salonlarının sürekli ziyaretçisi olmuştu. Cellat Samson’dan, uzun pazarlıklar sonunda, körelmiş “halk ustura”larından birisini elde etmeyi başardı, kararan bıçağın üzerinde, Marie-Antoinette ve Danton’un kan izlerini buldu.


Terör günlerinde bu girişken kadın, portatif iskemlesiyle ölüm sehpasının hemen yanına yerleşiyordu. Usta parmakları ölülerin yüzlerini resimliyor, henüz soğumamış kesik kafaların kalıplarını çıkarıyordu. Tarihi değeri olan eski püskü şeyleri toplayan kadının küçük  odası, hapishane ve morg artıklarıyla dolmuştu.


Thermidor ’dan sonra, Madam Tussaud, fiyatı hızla artan bir “hazine”ye sahipti. “Mücevherlerinin” arasında Bastil’in ana kapısının aşırılan anahtarı, Robespierre’in kaftan ve perukları, üzerinde Saint-Just’un notlarının bulunduğu kitaplar, Konvansiyon’un el yazması kararnameleri, son devrimcilerin idam edilmeden önce giydikleri maskeler –yok olan devrimin kanlı izleri– vardı.


XIX. yüzyılın başında, Madam Tussaud’nun, yeni asilzadelerin ilgisini mumdan figürlere çekmeye çalışması boşunaydı; ressam David ve dâhi heykeltıraş Canova’un muhteşem yaratılarından sonra bu süslü püslü kuklalar son derece iğrenç görünüyorlardı.


Düş kırıklığına uğrayan ve yoksullaşmaya başlayan Madam, Fransa’yı terk ederek Manş’ı geçip mumdan döküntülerini, umursamaz, ağırkanlı İngiltere’ye taşıdı. Devrim kaygısı tanımayan Britanyalılar, her tarafı su ile çevrili adalarından, kargaşa dolu kıtayı ilgi ve korkuyla izlemekteydiler. Yarı deli, tek kollu Nelson, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sözlerinin izini taşıyan her şeyi gemi toplarıyla acımasızca ateşe tutarak İngilizlerin huzurunu koruyordu.


Mumdan figürler müzesinin sahibesi, sakin, kanaatkâr Londra’da barınak buldu. Çok şey vaat eden afişler tarafından davet edilen zengin, aylak seyirciler “Madam Tussaud’nun hazırladığı” Fransız Devrimi görüntüsünü uzun uzun inceliyorlardı: Kanlı bir çarşaf altında Marat, bunun yanı sıra hapishane parmaklıkları ardında Joséphine Beauharnais, şüphe uyandıracak kadar Prens Conti’ye –mumdan figürler müzesinin ilk destekçisi– benzeyen bir Sans-culotte. Uzunca bir bıçağı olan garantili giyotin ve kesilen kellelerin içine düştüğü sele, etrafına seyirci kalabalıkları topluyordu.


İngilizler, atalarının gerçekleştirdiği kanlı devrimlerden yüzyıl sonra, şimdi oldukça gergin sinirlerini, yabancı “dehşetlerin” soğuk duşu altına büyük bir istekle tutuyorlardı.


Ama hep aynı kanlı kafalar da gün geçtikçe Londralıların ilgisini çekmemeye başladı. Yorulmak bilmeyen kukla ustası, aceleyle, seyircileri etkilemek amacıyla başka yollar denedi. Mumdan figürler müzesine canlılık getirdi: Asık suratlı Napolyon’un yanı sıra modern bir sirk palyaçosu ortaya çıktı. Marat, sahte senet ve İngiliz bankasından para çalmaktan asılan züppe Henry Fauntleroy tarafından arka plana itildi; Marie-Antoinette ise, bu dönemde bir Londra batakhanesinde ölen Leydi Hamilton’un gölgesinde kaldı.


Madam Tussaud, mumdan kopyalarının yaşamını elinden geldiğince renklendirmeye çabalıyordu. Ona göre, Londra değerli bir modeldi. İleri yaşlılık döneminde de madamın temel ilgisi suçlar, tüyler ürpertici katliamlar ve polisiye dramlarda yoğunlaşıyordu. Yıpranmış, yılların etkisiyle erimiş ihtiyar kadın, acımasız İngiliz mahkemelerinin de sürekli misafiri idi, kan kokan ve kanla bezeli her şeyi hırsla koleksiyonuna katıyordu. İnsan zehirleyenler, çocuk katilleri, hırsızlar, kundakçılar onun modelleriydi. Yıpranmış darağacı urganlarını, öldürmek ve işkence yapmak için kullanılan her tür silahı, kurbanların kafataslarını satın alıyordu.


Müzenin sergileri her yıl değişiyordu. Eskiyen tiyatro ünlüleri, sansasyonel kazaların kurbanları ve nihayet devrimlerin düşürdüğü ya da istifalarını veren hükümetler acımasızca yok ediliyordu. Kısa bir süre önce put gibi tapılan insanlara, mezarlara atılmadan, camdan gözler takılır, saç, kirpik ve sakal yapıştırılırmış. Ateş, sararmış vücutları ve özensizce boyanmış kafaları anında eritiyormuş.


Uzmanların usta elleri, mumdan maskeler yaratmış. Sonra bu maskeler, ölçüsü uyan figürlere geçirilerek, gazetelere yansıyan sansasyonlar, hükümet değişiklikleri, başarı ve trajediler gözetilerek yeni kahramanlara uyarlanıyormuş.


Yarı karanlık salonda, eski bakanlar, yerlerini hızla yeni kabine üyelerine veriyordu. Büyük Britanya’nın toplumsal yaşamında etkili olmuş şahsiyetler –İrlandalı Palmerston, İskoçyalı Gladstone ve kraliçenin gözdesi D’İsraeli– özel vitrinlerde duruyordu.

...

Hiçbir şey, hatta Bayan Tussaud’nun dalkavuk heykeltıraş kalemi bile, cimri Lord Palmerston’un kısacık beyaz saçlarla çevrili, sarkık dudaklı, adeta yırtıcı bir hayvanınkini andıran yüzünün kendini beğenmiş ve iktidar hırsını yansıtan ifadesini yok edemiyordu.


“O artık altmış altı yaşında,” dedi Engels. “Palmerston, Byron’la birlikte okumuş ve o da şiir yazmaya çalışmış ama çok kötü.”


“Öyle mi!” diye şaşkınlığını dile getirdi Jenny. “Ona şair demek için bin şahit ister. Dış görünüşü ile daha çok bir tefeciye benziyor. Peki ama Britanya siyasetinin gidişatı üzerinde bu kadar büyük bir etkiyi nasıl elde etmiş?”


“Özelliklerini birleştirerek. O, asla bir Demosthenes[6] değil ama alaycı kindarlık, intikamcılık ve kurnazlık onda bol miktarda var. Çok sinsi biri. Kariyerinin başında Peel ve Gladstone gibi fanatik bir Tory’ymiş ama 1830 yılından sonra uluslararası siyasetin farklı yönde olduğunu sezerek Whig’lere[7] katılmış. Bu onun değerini artırmış. İtalyan ve Macar devrimcilere ikiyüzlüce yaltaklanmaya başlamış, Kossuth’a sarılıyor ama bahse girerim ki, artık, dünyadaki tüm gericilere parasal destek sağlıyor. Palmerston acımasız ve yalancı ama en çok nefret edip korktuğu güç ise Rusya.”



“Küfürbaz yüzsüzlüğü olayların akışındaki her tür değişikliğe karşı onu koruyor,” diye karıştı sohbete Marx. “İhanet ederken, daha ihanet ettiği esnada birdenbire himayeci olarak ortaya çıkmayı becerebiliyor; açıkça düşmanı olanı hoşnut edip müttefikini çaresizliğe itebiliyor; gerektiği anda güçsüze karşı güçlü ile işbirliği yapabiliyor ve kaçarken cesur sözler söyleme sanatını başarıyla uygulayabiliyor. Ona göre, halk kitlelerine hiçbir hak tanınmamalı ve onlara verilen fiziksel cezalar tamamıyla gerekli şeyler.”


Bu arada müze temizlikçisi, elinde yumuşak bir bez ve fırça ile mumdan kuklaya yaklaşıp saygı ile eğilerek bakan Palmerston’un papuçlarını sildi. Jenny, Karl ve Friedrich kahkahalarına hâkim olamadılar.


“Ve işte huzurlarınızda William Ewart Gladstone’un ta kendisi, İskoçyalı burjuva, yarı başpiskopos, yarı düzenbaz. Henüz genç, daha kırkını geçmemiş. Sözde uhrevi dünyaya adanmış, göklerde geziyor; fiiliyatta ise, tamamıyla fani çıkarların peşinde koşan cimrinin teki ve bir politikacıdan daha becerikli,” diye yine söze başladı Engels.


Yerleştirildiği yerden, siyah elbiseli uzun boylu bir adam heykeli güvensiz ve dikkatli bir şekilde bakıyordu. Gaddarlığını açığa vuran kabarık dudaklarının ortaya çıkardığı irade çizgisi, kendini beğenmiş çıkık bir burun, sabırsızlıkla şişmiş burun delikleri ve yana taranmış, düz saçların altındaki “temiz” alın, Protestan papazının orijinalinde de mumdan kopyasında da aynıydı. Anında dikleşebilecek, biraz düşük güçlü omuzlar, yumruk halinde sıkılmış ellerin despotik jesti, sanki kaba bir emrin sözlerini sert hareketlerle desteklememek için kendisini zor tutuyor gibiydi ve aynı zamanda yapmacıktan kabullenen, bir şeyleri beklercesine eğilmiş büyük başı, Gladstone’un karakterinin çelişkili yanlarını çok iyi anlatıyordu.


Onun hemen yanında duran, tam zıddı, Kraliçe Victoria’nın gözdesi D’İsraeli ise başka türlü bakıyordu. Alaycı gözlerle bakan ve İspanyol soylularına benzeyen bu zayıf, esmer adamdaki her şey, içtenliği, yakıcı bir şöhret düşkünlüğünü ifade ediyordu. Başarılardan şımarmış, sınır tanımayan, arsız ama zeki D’İsraeli’nin politik ateşliliği, sabırsızlığı, bir tüccar oğlu olan, atlamak için en uygun anı hazır bir şekilde bekleyen Gladstone’un içine kapanıklılığını, yapmacıklığını ve hesapçılığını daha da çok açığa çıkarıyordu.


Karl, olay ve tarih sırasına göre duvar boyunca yerleştirilmiş mumdan figürler arasında en sevdiği şair Shelley’yi dikkatlice aradı. İskoçya’nın büyük köylü ozanı Burns ve hayalci Keats gibi Shelley de burada yoktu. Ama Jenny, Shakespeare’i gördü. Shakespeare, asık suratlı Swift’in yanı başında, dantel kolluk içerisindeki elini kaldırmış bir halde duruyordu.


Mumdan Dickens, gizlemediği bir can sıkıntısıyla, kalabalığın içerisinde sıkıldıklarını vurgulayan oldukça tanıdık yüzleri fark ediyordu: Başındaki şapkasıyla tepesine ipekten çorba kâsesi devrilmiş gibi duran cılız bir bayan; “iyi eğitim” görmekten aptallaşmış ağırbaşlı, hastalıklı bir genç; kel bir şüpheci; viski seven, dumanı tüten tabağının başında duran emekli bir denizci; sivri kafalı bir pinti; süslü püslü yalancı bir sofu; ağırkanlı solgun bir klerk; tüm sevgisini kedilerine veren, geçkince yalnız bir kız. Seyirciler, Norman istilacılardan çağdaş Windsors’lara dek tarih sırasına göre dizilmiş tüm Britanya hanedanlıklarının kral ve kraliçelerinin mumdan figürleri yanında diğer kuklalara nazaran çok daha uzun süre kalıyorlardı. Kıskanç Elizabeth ve rakibi İskoç kraliçesi karşı karşıya duruyorlardı. Burada da ressamlar mum yardımı ile Maria Stuart’ın idam sahnesini tasvir etmişlerdi.Cellat, kırmızı bir sıvının aktığı kesik kafayı (kaba bir benzetmeyle) elinde tutuyordu.


İskoç kraliçesinin oğlu Jakob, İngiliz-İskoç tahtının çapkın, sarışın “bakiresi”nin ardılı; her ikisini de Westminster Manastırı’nın gömütlüğüne gömerek katili ve kurbanını barıştırmış. “Müze”, bu prensibe bağlı kalarak “gergin ruhların” eski düşmanlıklarını ortadan kaldırmış. Bundan dolayıdır ki, pehlivan cüsseli VIII. Henry, üçünü ölüm sehpasına gönderdiği altı karısıyla tekrar bir araya getirilmişti. Numaralanmış Georg’lar, Wilhelm’ler ve Charlotte’lar, Büyük Britanya’nın bugünkü kraliçesi, Alman Victoria’ya kıskançlıkla bakıyorlardı.


Engels, Marx ve karısı, bu tuhaf, mumdan tarihi geçidi, alaycı bir şekilde konuşarak, bakışarak gezdiler.


“İngilizler, Bayan Tussaud’nun eserleri ile pek gurur duyuyorlar. Ama bu eserler bana, gerçek sanatın parodisi gibi geliyor,” dedi Jenny.


“Kötü bir oyun ile bulvar gazeteciliğinin karışımı bir şey,” dedi Karl.


“Bu belki de, bozulmuş zevklerin gerçek yansıması ve Kraliçe Victoria’nın imparatorluğunun altın dönemini yaşadığının sergilenmesidir,” diye ekledi Engels.



Galina Serebryakova, Ateşi Çalmak 3, Evrensel Basım Yayın