Modern Türkiye Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Modern Türkiye Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat 2020 Perşembe

Gezi: Beyazıt Meydanı Mayıs 2019

Gezi: Beyazıt Meydanı Mayıs 2019

Dilara Kahyaoğlu
Mayıs 2019

Yağmurlu ve bulutlu mayıs ayında bir gün burayı gezerken durup bu meydana baktığımda soluğum kesildi bir an. Burası neresiydi? Uzun zamandır buralara gelmemiş ve işin doğrusu meydanla ilgili haberleri de takip etmemiştim. İstanbul Üniversitesinde okuduğum için iyi bildiğimi iddia ettiğim bu yeri artık tanımıyordum.

Üniversitenin önündeki merdivenlerin önü 2019 Mayısı'nda bu haldeydi
Karşıda görülen mavilik Marmara Denizi
Maviliğe doğru dümdüz yürüdüğümüzde Kumkapı'ya ineriz
Bu meydanı hiç bir zaman bu kadar kötü durumda görmemiştim
Mimar Turgut Cansever’in 1958 yılında tasarladığı, İstanbul Üniversitesi’nin ana giriş kapısı
önündeki merdivenler de yıkılmış

Bu bölge Bizans İmparatorluğu zamanında yerleşime açılmış. 4. yüzyıla kadar Forum Tauri (Boğa heykelinden dolayı Boğa Meydanı olarak anılıyormuş) adıyla bilinen meydan, Theodosius'tan itibaren onun adıyla anılır olmuş.  Bugün bu meydandan kalanlar Veznecilerde bulunuyor.

Theodosius Forumu'nun kalıntıları
Arkada görülen binalar Fen ve Edebiyat Fakülteleri (yeşil damlı pembe boyalı)
Sütunların üzerileri ağaç gövdelerinden esinlenerek süslenmiş

Bu dağınıklığın, kötü görünümün sebebi sadece etraftaki tarihi binalarda
görülen restorasyon olabilir mi? Değil. Şu habere bkz. 
Burada görülen Tarihi Beyazıt Camii bir restorasyon aşamasından geçiyor.



İstanbul Üniversitesi'nin giriş kapısı meydanın en yüksek noktasında
yer alıyor. Merdivenler de kötü durumda. Burada restorasyon faaliyeti başlatılmış
daha sonra da her şey olduğu gibi bırakılıp çalışmalar durdurulmuş.
Şu kaynakta bu konuda bir haber var

Meydanın Veznecilere doğru görünümü
Soldaki uzun beyaz bina Eczacılık Fakültesi, onun önündeki tarihi yapıda
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü faaliyet gösteriyor

Üniversite kapısının sağ tarafı
Buradan sağa doğru dönersek Sahaflar Çarşısı'na,
dosdoğru gidersek Mahmutpaşa'ya doğru gidiliyor.


Beyazıt Devlet Kütüphanesi
Dışarıdan metruk bir görünüme sahip bu yapı 2015-17 arasında restorasyon geçirmiş.
İnanılmaz. Resmi büyüterek pencerelere ve camlara bkz.

Beyazıt Devlet Kütüphanesinin yanındaki sokakta satıcılar var.
Yıllar önce de vardı. 

Sahaflar Çarşısı'na bu aradan giriliyor
Beyazıt Meydanı'nın genel görünümü
Meydanın eski görünümleri için yazının en altında yer alan fotoğraflara bkz. 

Beyazıt Meydanı'nın genel görünümü

Tarihi Çınaraltı 


Kütüphanenin önü


Tarihi Çınaraltı'nın görünümü içler acısı
Eskiden bu çınarın altında salaş bir kır kahvesi vardı,
şimdi etrafı çitlerle çevrilerek kapatılmış.

Sahafların girişi


Sahafların Girişi

Fotoğraflar: Birce Simay Kahyaoğlu
Birce'nin çekmediği fotoğrafların kaynaklarını resim altı yazısında belirttim. 


Eski Fotoğraflarda Beyazıt Meydanı


Bu fotoğraf 1958'den önceki bir tarihe ait olmalı,
çünkü, Mimar Turgut Cansever’in 1958 yılında tasarladığı, İstanbul Üniversitesi’nin
ana giriş kapısı 
önündeki merdivenler resimde görünmüyor.


Kaynak


Kaynak
Beyazıt Meydanı'nda Cumhuriyet Bayramı kutlaması, 1933
Beyazıt Meydanı, 1960'lar
Serasker Kapısı ve Beyazıt Meydanı (1920'ler)
Beyazıt Meydanı'nı yenileme çalışmaları, 1958
Beyazıt Meydanı, 1957
Bir yıl sonra burada meydanı düzenleme çalışmaları başlayacak (üstte)
Beyazıt Meydanı
Beyazıt Meydanı, projesinin büyütülmesini beklemekte,
Cumhuriyet Gazetesi haberi, 18 Eylül 1963
Beyazıt Kulesi’nden Beyazıt Meydanı Yönü

Kaynaklar: 
http://www.doganhasol.net/beyazit-meydaninin-oykusu-beyazit-meydani-bugunku-haline-nasil-geldi.html

http://www.byzantium1200.com/forum-t.html

http://www.byzantium1200.com/beyazit.html

http://www.byzantium1200.com/tauri.html

https://tr.wikipedia.org/wiki/Theodosius_Forumu

https://kentselmorfolojisempozyumu2018.files.wordpress.com/2019/04/m-28.pdf

https://docplayer.biz.tr/47866054-Hodri-meydan-ii-beyazit-meydani-ii-kulluk-kahvesi.html


24 Şubat 2020 Pazartesi

Türkiye'de Üniversitenin Kısa Tarihi 1900-1982

Türkiye'de Üniversitenin Kısa Tarihi 1900-1982


Murat Katoğlu

İstanbul Üniversitesi Merkez Binası, Beyazıt
Harbiye Nezaretine ait olan bu yapı Abdülaziz döneminde (1864) inşa edilmiştir.
Mimarı, Sarkis Balyan'dır.
Fotoğraf. Birce Simay Kahyaoğlu
Yükseköğretim ve özellikle üniversite konusu 19. yüzyılın ortalarından itibaren aydınların ve yöneticilerin başlıca eğitim davalarından biri olmuştur. Yirminci yüzyıla girerken, 1900 yılına kadar Osmanlı İmparatorluğunda tam üç Darülfünun kurma girişiminin her biri kısa ömürlü ve başarısız olmuştur. 1900'de Abdülhamit II' nin cülusunun 25. yılında kurulan 4. Darülfünun kalıcı olabilmiştir. İstanbul'daki bu Darülfünun II. Meşrutiyet yıllarına kadar adeta bir «nekahat» yaşamı sürmüş ve idealist Osmanlı yöneticilerinin bin bir çabasıyla ayakta kalabilmişti. Her ne olursa olsun, bugünkü İstanbul Üniversitesinin kaynağını 1900'de kurulan «Darülfünun-u Şahane»ye dayandırmak yanlış değildir. Darülfünun, Avrupa'ya ayak uydurma, imparatorluğu yeniden dinamizme kavuşturma ve yaşatma çabasındaki Osmanlı devlet adamlarının, bunu sağlamak için zorunlu koşul olan insan kaynağını yetiştirmek amacıyla özlemini çektikleri bir düştü. «Olmazsa olmaz» bir kuruluştu. Düşü gerçeğe dönüştürmek için sultan üzerinde her türlü etkiyi yıllarca denediler ve yılmadılar. Sonunda, ciddi gerekçelerin yanına, Abdülhamit II'yi ikna edecek vesileler de ekleyerek Darülfünunu şeklen olsa da kurdurdular.


Bu gerekçeler arasında: İstanbul'da Darülfünuna gitmek isteyen çok sayıda gencin birikmesi; bu gençlerin İstanbul'da öğrenim göremezlerse bazılarının yurtdışına gidip kontrol dışı eğitimden (!) geçmeleri ihtimali; Sultanın cülusunun 25. yılı onuruna bu önemli kuruluşun imparatorluk hayatına kazandırılması gibileri, herhalde asıl nedenler değildi. Yeni sivil hayatın gereksinimlerini cevaplayacak nitelikli insan tipinin yetiştirilmesi; Avrupa bilimine ve dolayısıyla gelişmeye olanak sağlama; İstanbul’daki öğrenci potansiyeli; aydın devlet adamlarının bu konudaki kararlı tutum ve «fikri takip»leri Darülfünun-u Şahane'nin «Mekteb-i Mülkiye» binasında 1900'de açılmasını sağlamıştır.
Ancak bu kuruluş, mutlakıyet yönetiminin çeşitli kısıtlamaları yüzünden bir varlık gösterememiştir. Son derece sınırlı öğrenci alınmıştır; siyasal, sosyal, felsefi hatta dünya tarihini içeren disiplinler yoktur. Dersleri denetleyen maarif müfettişleri bir üniversite düzeyini engellemiştir. Bu durum, 1908 meşrutiyet devrine kadar sürmüştür. Darülfünun da II. Meşrutiyetin özgürlük koşullarından payını almıştır. Meşrutiyet ve I. Dünya Savaşı yıllarında ve hatta mütarekede Darülfünun canlanma göstermiş ve atılımlar yapılmıştır. Toplum içinde itibar kazanmıştır. Ders programı ile hoca kadrosunun zenginleştirilmesi ve Batılı bir içeriğe kavuşturulmasıyla, mevzuatı ile bir üniversite kimliğine yönelme bu dönemde başlamıştır.

Bu gelişmede kuşkusuz devrin siyasal ortamının ve bu ortamda etkili siyasi örgüt olan İttihat ve Terakki Partisinin rolü olmuştur. Bunun da nedeni, Partinin ileri gelenlerinden Maarif Nazırı Emrullah Efendi ile onu izleyen Ziya Gökalp'in varlıkları ve etkileridir. Gerçekten, 1908'den itibaren Darülfünun'un artık devam edip etmeyeceği değil, gelişimi ile ilgili sorunlar ön plana çıkmıştır. Darülfünun'un kalıcılığı perçinlenmiştir. Bugünkü üniversite yaşamındaki tartışmalar ilk kez o devirde ortaya çıkmıştır. Darülfünun'un bölümleri, öğretim kadroları, programlar, ders malzemesi, kütüphane, sömestr, seminer, yönetim organları ve üniversite varlığının gedikli tartışma konusu «özerklik» meşrutiyet yıllarında eğitim dünyasının gündemine girmiştir. Üniversite mevzuatının ilk esasları yine Meşrutiyet, I. Dünya Savaşı ve Mütareke yıllarında belirlenmiştir.

Elbet meşrutiyetin ilanından sonra bir anda önemli değişiklikler yapılamamıştır. Darülfünun'un gelişmeden payını alabilmesi için 1912'1eri beklemek gerekmiştir. Darülfünunla ilgili ilk nizamname (tüzük) o yıl, Emrullah Efendi'nin maarif nazırlığında yayınlanmıştır. Eğitim, öğretim, yönetim konularını düzenleyen bu tüzüğe göre, Darülfünun şeriye, hukuk, tıbbiye, fen ve edebiyat olmak üzere beş birimden oluşuyordu. Öğrencilerin kabulü çeşitli kurallara bağlanıyor ve belli bir düzey aranıyordu.

Burada, Darülfünun üzerinde ayrıntılarıyla durulacak değildir. Ancak Cumhuriyetteki gelişim çizgisiyle ilişkisi açısından bazı nitelikleri hatırlamak uygun olacaktır.

Dönemin bir önemli özelliği ilk defa kız öğrencilere yükseköğrenim görme olanağı verilmesi ise, ikinci bir niteliği de yabancı ve çoğunlukla Alman öğretim kadrosunun getirilmesidir. Kız öğrencilerin öğrenimi bazı bölümlerde ve özel sınıflarda yürütülmek istenmiştir. Hatta tepkiler dolayısıyla daha sonra ayrı bir binada sürdürülmüştür. Bizim için önemli yanı, bu düşünce ve uygulamanın da dönemin eseri olmasıdır. Alman hocaların tercih nedeni ise elbet birinci savaş yılları ve Alman ittifakıdır. Bu hoca kadrosu mütareke yıllarına kadar özellikle tıp ve fen bölümlerinde görevlerini sürdürmüşlerdir. Demek ki, yabancı öğretim kadrosundan yararlanmak yöntemi de yine Meşrutiyet devrinin ürünüdür.

Yine Meşrutiyet ve Mütareke yıllarının üniversite ve eğitim hayatına bir önemli armağanı da «muhtariyet yani özerklik kavramının gündeme alınmasıdır. Siyasal çevrelerin ve hatta Emrullah Efendi ve Gökalp'in partisi İttihat ve Terakki'nin aksi eğilimlerine karşın Darülfünun'un «serbest»liği, «hocaların ilim yapma hakkı», kısacası «özerklik» başta Ziya Gökalp olmak üzere devrin birçok aydınları tarafından savunulmuştur. Ziya Gökalp Darülfünuna adeta bir misyoner olarak gelmiştir. İttihatçılar kendisini buraya hem bir atılım, hem de eğitim alanındaki görüşlerini uygulaması amacıyla tayin etmişlerdir.

Gökalp, üniversite kavramına gerçekten büyük değer veriyordu. Ona göre üniversite bir ülkenin gelişmesinin başta gelen itici güçlerindendi. Ayrıca, eğitim hayatının güçlenmesi için de yine üniversite, yani üstün nitelikli insan gücü yetiştirmek birinci gereksinmeydi. Darülfünun'da yapılması gereken ilk iş, bir bilimsel çevre yaratmak, «Ruhunda ilimlerin metotlarını canlı olarak yaşatacak ve araştırmalarım buna göre yapacak» bilim adamlarını bir araya getirmekti. Bunun için son derece hoşgörülü olmak, «hükumetin üniversite işlerine karışmamayı prensip kabul etmesi» gerekirdi. Gökalp, gerçekten de zaman zaman «İttihat Terakki» ya da çevresinin baskılarına karşın, bilinçli bir direnmeyle üniversiteyi siyasal etkilere karşı savunmuştur.

Gökalp'in Darülfünun Edebiyat şubesindeki hocalığı altı yıl boyunca, 1919 Malta sürgününe kadar devam etmiştir. Onun üniversite ile ilgili tanımları ve kavrayışı şöyle özetlenebilir: Birincisi ve en önemlisi «özerklik» ilkesini benimsemesi ve fiilen uygulamasıdır


Karşıtlarına karşı elinde imkân bulunduğu halde, siyasi-idari eylemle değil daima kalemle cevap vermiştir. İkincisi, üniversite eğitiminin bir sistem içinde yürümesini savunmuş, bilimsel araştırmanın gerçekleri aramada tek yöntem olduğunu benimsetmeye çabalamış, öğretim kadar araştırma işlevinin de üniversitenin vazgeçilmez görevi sayılmasını savunmuştur. Üçüncüsü edebiyat şubesini yani fakültesini, «milli kültür» kavramının belkemiği olarak tanımlaması ve kurumlaştırmasıdır. Sosyal bilim metotlarıyla Türk araştırmacısının tanışmasına ve edebiyat fakültesi bünyesinde bunun kökleşmesine çalışmıştır. Tarihten, edebiyattan, mimarlıktan folklora kadar çeşitli alanlardaki etkileri günümüz üniversitelerinde ve düşünce dünyasında hala tartışılmaktadır. Dördüncü katkısı üniversitede bilimsel yayınları başlatması, ders kitapları, konferansların basımını sağlamasıdır. Beşinci önemli uygulaması, çok sayıda gencin yurt dışında öğrenime gitmesini gerçekleştirmesidir.
Gökalp'in üniversite hakkındaki görüşlerini uzun uzun anlatmak yerine şu manzumesini buraya almak onun düşüncelerini yansıtacak basit ama kestirme yoldur:

Diyorsunuz ki hükumetin idari
Velayeti fenlere de şamildir.
Ben derim ki, idare her hüneri
Bilmez, çünkü mütehassıs değildir.

Salahiyet, mansıp gibi yukardan
Verilmez, hep ihtisasla alınır.
Hiçbir âlim nüfuzunu hünkârdan
Almaz, gerçi ondan alır her nazır.

Bir müderris, ya ilmiyle taayün
Eylemiştir, sizden tayin istemez.
Yahut etmemişken taayün,
Ederseniz tayin, kalır bir çömez!

Bırakınız bunlar kendi kendine
Seçsinler, siz seyirci kalınız.
İlmi verin alimlere, siz yine,
Ele mülkün dizginini alınız.

Üniversite emirlerle düzelmez
Onu yapar ancak serbest bir ilim.
Bir mesleğe haricinden fer gelmez,
Bırakınız ilmi yapsın muallim.



Bununla birlikte özerkliğin Türkiye'nin üniversite mevzuatında ilkin yerini alması İttihat ve Terakki yıllarında olmamış, ancak 12 Ekim 1919 tarihli Darülfünun tüzüğünde, yani mütareke yıllarında gerçekleşmiştir. Tüzükte, özerkliğin doğal gereği olarak «Darülfünun Emini»nin yani rektörün müderrisler (profesörler) arasından seçilmesi esası da yer almıştır. «Darülfünun Divanı>ı yani üniversite senatosunun kurulması da 1919'daki bu tüzükle üniversite hayatına resmen girmiştir. Sömestr sistemi de aynı tüzükte yer almıştır. Böylece, bilimsel özerklik ve cumhuriyet üniversitelerinde de sürecek yönetim biçiminin, uzun yıllar tartışıldıktan sonra 1919'da gerçekleştiğini görmekteyiz.

1924 yılında cumhuriyet hükumeti, Darülfünun adını «İstanbul Darülfünunu» olarak kabul etmiş ve bu kuruluşa tüzel kişilik vermiştir. Özerklik devam etmiştir. Ancak, cumhuriyetin ilk yıllarında hükümet ve ona yakın çevrelerde, Darülfünunun kendisinden beklenen görevleri yerine getiremediği görüşü giderek kuvvetlenmiştir. Bu kuruma başlıca iki eleştiri yöneltilmeye başlanmıştır. Birincisi; Darülfünunda orijinal, ciddi, toplumun gereksinmelerini yanıtlayacak yararlı bilimsel çalışmalar yapılmamaktadır. İkincisi, Darülfünunun inkılaplara kayıtsız kaldığı ve olumsuz bir tutum takındığı ileri sürülüyordu.

1932'lere kadar Darülfünun konusu daima güncelliğini korudu ve ilgi uyandırdı. Ama cumhuriyet yöneticilerinin beklediği gelişme bir türlü sağlanamadı. Bu yaklaşım elbet cumhuriyetçilerin ve yeni­ rejim taraftarlarının değerlendirmesi idi. Ne var ki, toplumda bilinen yenilikleri peş peşe gerçekleştiren, beklentileri açık seçik belli olan genç cumhuriyetin yöneticileri Darülfünun konusunda da ciddi ihtiyaçlar içindeydiler ve bu konuya da kayıtsız kalamazlardı. Ardı ardına gelen kültür devrimlerinden Darülfünun da ister istemez payını alacaktı. Ya İstanbul Darülfünunu Ankara'ya belli bir uyum sağlayacak; ya Ankara Darülfünuna müdahale edecekti. Bilinen, ikincisinin gerçekleştiğidir.
1933 yılı, Fakülteler birliği anlamında «üniversite» sözünün Türkiye'de resmi mevzuata ilk defa girdiği yıldır. 2252 sayılı «İstanbul Darülfünununun İlgasına ve Maarif Vekâletince yeni bir üniversite kurulmasına dair kanun» 1933 Temmuzunun sonunda yayınlandı ve «üniversite» sözü burada ilk olarak kullanıldı.

Hükümet, üniversite reformu için incelemeler yaptırmak ihtiyacını duymuş, doyurucu ve bilimsel gerekçeler aramıştır. Bu amaçla, İsviçre'den danışman ve uzman olarak Profesör Albert Malch'ı getirmiş adı geçen profesöre Darülfünunu ve bazı yükseköğretim kurumlarını inceletmiştir. Profesör Malche'ın hazırladığı rapor, hükümetin 1933 reformunda dayandığı önemli bir belge olarak o zamandan beri anılagelmiştir. A. Malche raporu uzun bir çalışmadır ve Darülfünunla ilgili ayrıntılı saptamaları içermektedir. Çok çeşitli eleştiriler getirmektedir. Biz bu raporun içeriğine değil, etkisine kısaca değindikten sonra, 1933 reformunun temel özelliklerini şöylece özetlemeye çalışalım:
2252 sayılı 1933 kanunu ile özerklik kaldırılmış, İstanbul Üniversitesi Milli Eğitim Bakanlığına bağlanmış, Rektör de Ankara tarafından atanmıştır.

Darülfünun öğretim kadrosu geniş ölçüde elenmiş; 151 öğretim elemanından yalnız 59'u üniversiteye alınmıştır. Kadrosunun ikinci grubu, Batıda öğrenimini tamamlayıp başarıyla dönen Darülfünun dışı genç öğretim elemanlarıdır. Bunlar doktora şartı aranmaksızın doçent adayı olarak atanmışlar; daha sonra doçent unvanını kazanmışlardır. Üçüncü grubu ise yabancı profesörler oluşturmuştur. Bunların çoğunluğu da, Alman üniversitelerinde Nazi rejiminin etkisiyle barınmak olanağını yitiren bilim adamlarıydı. Cumhuriyet yönetimi tam bir bilinç ve hoşgörü anlayışıyla bu fırsatı değerlendirmiş ve geniş bir Alman profesör kadrosunu çeşitli fakültelerde yetkilendirmiştir.

1933 üniversite reformunun ifade edilen amacı, Türkiye'de Avrupa üniversitelerine benzer içerikte bilim kurumu meydana getirmekti. Üniversite “…hakikatleri araştırmak ve derinleştirmek, bilgiyi derlemek, yükseltmek ve yazmak gayelerini güdecek”ti. Üniversitenin «asıl mihveri ilimdir. Öğretim ve öğrenim ise, bu mihverden kaynaklanan semerelerdir». Cumhuriyetçilerin amacı, üniversiteleri bir «fikir yaratma santralı olarak çalışan derin düşünme ve inceleme» merkezleri halinde geliştirmekti. Olumlu ve olumsuz yönleriyle, 1933 reformu, ne olursa olsun üniversitenin gelişiminde önemli bir evredir. İzleyen yıllarda Batılı anlamda bir yapının, çok daha düzeyli bir eğitim standardının sağlandığı yadsınamaz.

Türkiye'de üniversitenin gelişiminde ikinci büyük aşama ve düzenleme 1946 yılındaki 4936 sayılı “Üniversiteler Kanunu” dur. Artık bu kanun yalnız İstanbul Üniversitesi, yani tek bir kurum için değil, genel bir kanundur. Aynı zamanda Ankara Üniversitesi de kurulmuştur. Kanunun 1. maddesinde; «üniversiteler, fakültelerden, enstitü, okul ve bilimsel kurumlardan oluşmuş, özerkliği ve tüzel kişiliği olan yüksek bilim, araştırma ve öğretim birlikleridir» ifadesi yer alır. Kısacası, özerklik, bu defa kanunla ve ağırlıkla üniversite kavramının bir parçası kılınmıştır. 4936 sayılı bu yasanın gerekçesinde de üniversitenin belkemiğini bilimin oluşturduğu görüşüne yer verilmiştir. Üstelik «üniversitelerin yüksek bilimleri öğretmek ve bilim kollarında uzmanlar yetiştirmek görevlerinin yanı sıra ve daha üstün bir önemle bilimsel çalışma ve araştırmalar yapmak, milletlerarası bilimin genel gelişmesine ve evrimine yardım etmek görevinin bulunduğu» da gerekçede belirtiliyordu. Üniversite öğretim üyelerinin “kendilerini tamamıyla bu mesleğe bağlamak” yükümlülüğünde bulundukları da yine gerekçede vurgulanıyordu. Kısacası 1946 yasası çağdaş ve evrensel anlamdaki bir üniversite anlayışının ürünüdür.

1946 yasası en uzun süre yürürlükte kalan üniversite kanunudur. Esasları itibariyle 1973'de çıkarılan 1750 sayılı yasaya kadar yürürlükte kalmıştır. Ancak, gelişim zincirinin önemli bir halkası da 1961 Anayasasıdır. İlk defadır ki üniversiteler bu anayasanın 120. maddesinde «özerk kuruluşlar» başlığı altında, bilimsel ve idari özerkliğe sahip kamu tüzel- kişilikleri olarak tanımlanarak yer almışlardır. Bu arada 1960'a gelindiğinde, 1955'de Trabzon'da Karadeniz Teknik Üniversitesi ve İzmir'de Ege Üniversitesi, 1957'de Ankara'da Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve 1958'de de Erzurum Atatürk Üniversitesi kurulmuş bulunuyordu. 1973'de çıkarılan 1750 sayılı yasa da eski kanundaki esasları korumuş, ufak tefek değişiklikler getirmiştir. Zaten bu kanun kısa bir süre önce 12 Mart 1971 askeri müdahale döneminin siyasal koşulları altında yapılan Anayasanın 120. maddesindeki değişiklik nedeniyle düzenlenmiştir. Siyasal baskılar sebebiyle yer alan bazı maddeler ise kısa süre sonra Anayasa Mahkemesince iptal edildi. İlerde bu konuya tekrar değinilecektir.

Zincirin şimdilik son halkası ise, 1982'de çıkartılan 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunudur. Bu kanunun başlıca özellikleri şunlardır: Üniversiteler ve 1982'ye kadar Üniversiteler Kanununun kapsamı dışında kalan bütün yükseköğretim kuruluşları, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı enstitü ve meslek okulları tek kanun çerçevesine alınmış ve tek bir merkezi üst yönetim olan Yükseköğretim Kurumuna bağlanmıştır. İkinci özellik, özerkliğin kaldırılmasıdır. Buna bağlı olarak önceki yasalarda seçimle gelen üniversite yönetim organları, rektör, dekan ve yüksekokul müdürleri, bölüm başkanları gibi bütün akademik yöneticiler atama ile görevlendirilmektedir. Dördüncü bir özellik de akademik unvan ve görevlerin yeni esaslara bağlanması, hatta Yükseköğretim Kurulu tarafından bu unvanların verilebilmesi ilkesinin getirilmesidir. Beşinci bir değişiklik, özel vakıf üniversitelerinin kurulabilmesinin mümkün kılınmasıdır. Altıncı özellik ise, yükseköğretimin paralı hale dönüştürülmesidir.



Türkiye Tarihi, Cilt 4, Cem Yayınevi, s. 397-403

14 Şubat 2020 Cuma

Gezi: İstanbul Üniversitesi Merkez Binası

Gezi: İstanbul Üniversitesi Merkez Binası

Dilara Kahyaoğlu
Mayıs 2019

Yağmurlu, bulutlu bir vakitte kızımla birlikte Eski İstanbul'u gezmeye karar verip yola çıkmıştık. Başlama noktamız, metrodan indiğimiz Vezneciler'di. Oradan fotoğraf çeke çeke merkez binaya kadar gelmiştik. Buradaki görseller o gün Birce'nin çektiği fotoğraflardır.  Ben de bu üniversite okudum ama bu binada değil. Buraya genellikle öğle yemeğimizi yemeye gelirdik. Bu binada hukuk ve iktisat fakülteleri vardı. Bu bina neler gördü neler... Mesela 16 Mart öğrenci katliamını gördü. O gece hepimiz burada gecelemiş, ertesi gün binadan çıkıp büyük bir yürüyüş gerçekleştirmiştik. Bu binayı ve çevresini hatırlamak bana neşe değil hüzün veriyor.
İstanbul Üniversitesi Merkez Binası, Beyazıt
1933 yılına kadar Darülfünun-ı Şahane, Darülfünun-ı Osmani ve İstanbul Darülfünunu adıyla eğitim veren kurum,
1 Ağustos 1933'te İstanbul Üniversitesi adını alır ve aynı yıl 18 Kasım'da Türkiye'deki ilk ve tek üniversite olarak eğitim
hayatına başlar.
Kayıtlara göre bu arazide Fâtih’in İstanbul’da yaptırdığı ilk saray yani Sarây-ı Atîk (Eski Saray) bulunmaktaydı.  II. Sultan Mahmud bu arazide (1836) Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’nin yönetildiği bir kışla inşa ettirir ve sarayın kalıntıları bu maksatla yıktırılır. Daha sonra buraya Abdülaziz zamanında Askerlik Dairesi yaptırılır. Bu dairenin adı daha sonra Harbiye Nezareti olarak değiştirilir. Bu bakanlığın ortadan kaldırılmasıyla da bu binalar Darülfünun yönetimine geçer. 

Merkez Binası'ndaki büyük bahçeden bir köşe
Bu bahçede her zaman kediler vardı, hala varlar
Tabelada, bahçe düzeninin İBB tarafından yapıldığı yazılmış (2005)



İstanbul Üniversitesi Merkez Binası, Beyazıt
Bu yapı Abdülaziz döneminde (1864) inşa edilmiştir. Mimarı, Sarkis Balyan'dır.*

Burası, üniversite reformu için çağrılan İsviçreli bilim insanı Albert Malche'nin  önerileriyle tamamen
yeni bir anlayışla açılmıştır. (1933)  Bu nedenle Darülfünun'un devamı sayılmasının doğru olup olmadığını
tartışmak gerekir.  Darülfünun'un (Darülfünun-u Şahane) açılış tarihi 1900'dür. 
Ondan önce 1870 yılında açılmış ama hemen bir yıl sonra kapatılmıştı.
Aslında 1900 yılında açılan Darülfünun, dördüncü üniversite açma denemesidir.
O nedenle üniversite çok önceden açılmıştır hatta Sahn-ı Seman'ın devamıdır
iddiaları gerçeği yansıtmaz, doğru değildir. 

İstanbul Üniversitesi Merkez Binası, Beyazıt
Osmanlı Devleti'nde bir dönem Harbiye Nezareti (Savaş Bakanlığı) olarak kullanılan 
İstanbul Üniversitesi rektörlük binası ve önünde bulunan Atatürk anıtı
Eskiden bu bölgede Eski Saray vardı, bu sarayın artık yıkıntı haline gelmiş kalıntılarını II. Mahmut
ortadan kaldırtmış ve burada bir kışla inşa ettirmişti. 

19. yüzyılın sonuna ait olan bu fotoğrafta merkez binanın eski hali görünüyor.
O zamanki adıyla Harbiye Nezareti binası (Savaş Bakanlığı)
eski adıyla Bab-ı Seraskeri..
Girişten, Merkez Binası'na giden ana yol

İÜ Merkez Binası'nın oldukça büyük bir bahçesi var

Bahçenin arkasında görülen bina, merkez binasıdır
Eski fotoğrafta da gördüğümüz gibi nezaret olarak kullanıldığı yıllarda burada bahçe yok.
Burası,1988 yılında dış cepheleri temizlenerek onarım geçirmiştir. 

Seraskerlik binası iken burada talim yapıldığı için bahçe yoktu. Ağaçlandırma Dârülfünun emini olduğu yıllarda
İsmail Hakkı Bey (Baltacıoğlu) tarafından başlatılmıştır.

Baltacıoğlu bu bahçeyi rektörlük yaptığı 1924-27 arası yaptırmış olmalı. Darülfünun rektörü iken üniversiteye
muhtariyetini (özerklik) sağlayan kanunun çıkarılması ve yürürlüğe konulması, üniversite binasının ilga
edilmiş olan Harbiye Nezâreti’ne nakli,
müderrislerin yalnız kendi dersleriyle uğraşmalarının sağlanması, üniversitenin
merkezî bir kütüphaneye kavuşturulması gibi işleri gerçekleştirdi. 1927’de rektörlükten istifa etti;

Anıtsal kapının iki yerinde yer alan köşklerden bir grup bina görünüyor
Bâb-ı Seraskerî olarak tanınan bütün bu yapılar, Seraskerlik Dairesi’nin Sultan Abdülaziz zamanında Neo-Rönesans üslûbunda yapılmış ana binasının girişini meydana getirmektedir. Mühendishâne’den yetişme Ali Paşa tarafından yapılan ve bina eminliğini Altunîzâde İsmâil Zühdü Paşa’nın yürüttüğü bu büyük binanın girişindeki âbidevî kapı ve yan köşklerin mimarı olarak da Fransız asıllı Bourgeois’nın adı geçmektedir. Nitekim İstanbul Arkeoloji müzelerinin ilk müdürlerinden Dr. A. Dethier’nin yazılarında mimarının Bourgeois olduğu belirtilir. Neo-klasik ve Mağrib üslûpları karışımı karma (eklektik) bir dış görünüşe sahip olan bu kapı ve köşk kompozisyonu, yan köşklerin planı ve düzeni açısından klasik ve klasik öncesi Türk mimarisinin izlerini taşımaları bakımından ayrıca dikkat çekicidir. Bu dönemlerde Batı etkilerini dış mimaride en çok gösteren yapılardan Dolmabahçe Sarayı’nda ve özellikle harem bölümünde de böyle bir durumla karşılaşılmaktadır. kaynak

Üniversitenin anıtsal giriş kapısının içeriden görüntüsü
Yeşil zemin üzerine altın varakla yazılmış bu kitâbe düzeni kapının iç tarafında da yer almakta, ancak burada Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin hattıyla tarih beyti, “Askere Nüzhet kulu tebşîr eder târîhini / Lutf-i Şâh Abdülazîz açtı der-i nasr-ı azîz” olan manzume bulunmaktadır. Kaynak

Anıtsal girişten girildiğinde uzaktan merkez binaları görünür

Kediler her yerde...

İstanbul Üniversitesi Merkez Binası'nın Anıtsal Girişi
Bugün İstanbul Üniversitesi merkez binasının giriş kapısı olan bu âbidevî kapı, güney (dış) tarafındaki yazıda belirtildiği üzere Dâire-i Umûr-ı Askeriyye girişi idi. Kesme küfeki taşı kaplamalı ve iki tarafından dendanlı kulelerle sınırlandırılmış olan üçlü bir giriş takı biçiminde inşa edilmiştir. Ortada geniş ve yüksek, hafif at nalı bir kemer ve iki yanında sütun demetlerine oturtulmuş daha alçak ve dar iki kemer vardır. Yanlardaki kuleler iki katlı olup üst katlara girişler arka taraftaki kapılarla sağlanır. Günümüzde ilâve edilmiş “İstanbul Üniversitesi” yazısının altında üçlü bir düzenleme ile Şefik Bey hattı, celîsülüs kitâbe bulunur. Ortasında diğerlerine göre daha irice “Dâire-i Umûr-ı Askeriyye” yazısı, bunun sağında Fetih sûresinin birinci âyeti (إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُبِينًا “Biz sana apaçık bir fetih yolu açtık”), solunda ise aynı sûrenin üçüncü âyeti (وَيَنْصُرَكَ اللَّهُ نَصْرًا عَزِيزًا “Seni kıymetli bir zaferle destekledik”) yazılıdır. Altında ise Şefik Bey’in imzası ile 1282 (1865) tarihi yer alır.

İstanbul Üniversitesi Merkez Binası'nın anıtsal girişi
En üstte Roma Rakamlarıyla 1453 (MCDLIII) yazıyor

Bu tarih bize İstanbul'un fethiyle bir bağlantı kurulduğunu gösteriyor.
Kitabede bulunan Fetih suresinin birinci ve üçüncü ayetleri de bu varsayımı doğrulamaktadır.
Unutmayalım burası savaş bakanlığının cümle kapısıydı ve kapıda altın çağı ima eden sözlerin yer alması,
geçmiş parlak başarılara özlem duyan Osmanlı askeri idareciler için yol gösterici olmuş olmalı.

Dış cephede Sultan Abdülaziz’in tuğrası “T.C.” harflerinin bulunduğu oval madalyonla kapatılmıştı.
2013 yılında bu konuda çıkan haberlerden sonra "TC" madalyonu kaldırılmış. Görüldüğü gibi Mayıs 2019'da çektiğimiz fotoğrafta Abdülaziz'in tuğrası var. 

Kaynak
Fotoğraflar: Birce Simay Kahyaoğlu


* Bu bilgiyi şuradan aldım. Ayla Ödekan, Türkiye Tarihi, cilt 3, Cem Yayınevi, s. 410

Metin için, şu kaynaklardan yararlandım: 
https://kaynaklarlatarih.blogspot.com/2020/02/19-yuzyl-osmanl-devletinde-sivillerin.html

https://kaynaklarlatarih.blogspot.com/2020/02/turkiyede-universitenin-ksa-tarihi-1900.html

4 Şubat 2019 Pazartesi

Johnson  Mektubu

Johnson Mektubu

Hikmet Özdemir


Türk hükümetleri dış politika alanında 1960’lı ve 1970’li yılların en büyük iki bunalımını NATO içindeki yakın komşusu  Yunanistan  ile  ve  Kıbrıs  sorunu  yüzünden ittifakın  lideri  ABD  yönetimi ile  yaşamıştır.  1964'de,  Londra ve Zürih Antlaşmalarına göre  Kıbrıs Türklerinin  haklarını korumak için  garantör  devlet sıfatıyla  ada­ya  asker  göndermek  isteyen  Türkiye'nin  müdahale  kararına  ABD Başkanı Johnson'un,  zamanın Türkiye Başbakanı İsmet İnönü'ye 1964 Haziranında  gönderdiği  mektup,  Türk  Hariciyesi  açısından  yeni  bir dönemin  başladığına  açık bir  kanıttır.
Johnson  Mektubu,  ABD  resmi  çevrelerindeki  Türkiye  görünümünün  her  iki  taraf  propagandacıları  tarafından  yayılanın  aksine, hiç  de olumlu olmadığını  ortaya çıkartmıştır. 
Mektubun  diğer önemli  yanı,  NATO'ya  ABD'nin  bakışım  göstermesidir.  Şöyle denilmektedir:

«Bay  Başbakan   [İsmet  İnönü'ye  hitap  ediliyor.]   NATO vecibelerine  de  dikkat  nazarınızı  çekmek  mecburiyetindeyim.  Kıbrıs'a  vaki  olacak  Türk  müdahalesinin  Türk­ Yunan  kuvvetleri  arasında  askeri  bir  çatışmaya  müncer olacağı  hususunda zihninizde  en  ufak  bir  tereddüt  olmamalıdır. 
Dışişleri   Bakanı   Rusk,   Lahey'de   yapılan   son NATO  Bakanlar Konseyi toplantısında  Türkiye  ile  Yunanistan  arasında  bir  harbin  'kelimenin  tam  manasiyle  düşünülemez'  olarak  telakki  edilmesi  gerektiğini  beyan  etmişti.  NATO'ya  iltihak  esası  icabı olarak,  NATO  memleketlerinin birbirleriyle harp etmeyeceklerini  kabul etmek demektir. Almanya ve Fransa,  NATO'da  müttefik olmakla  yüzyıllık  husumet  ve   düşmanlıklarını   gömmüşlerdir; aynı şeyin  Yunanistan ve Türkiye'den de beklenmesi gerekir.  Ayrıca  Türkiye  tarafından  Kıbrıs'a  yapılacak  askeri  bir  müdahale  Sovyetler  Birliğinin  meseleye  doğrudan  doğruya  karışmasına yol  açabilir.  NATO  müttefiklerimizin  tam  rıza  ve  muvafakatları  olmadan  Türkiye'nin girişeceği  bir hareket neticesinde ortaya  çıkacak bir  Sovyet  müdahalesine  karşı  Türkiye'yi  müdafaa  etmek  mükellefiyetleri  olup  olmadığını  müzakere  etmek  fırsatını bulmamış   olduklarını  takdir  buyuracağınız  kanaatindeyim.»
2 Temmuz 1964
Başkan Johnson, Medeni Haklar Yasasını imzalarken görülüyor,
hemen arkasında Martin Luther King var.
ABD Başkanı Johnson'un mektubunda da açıkça ifade  edildiği gibi  ABD'ye  göre   SSCB   dışında  bir   'düşman'   bulunmamaktadır; NATO  ittifakı  içinde  üyelerin  hükümranlık  hakları  yalnızca  Sovyetler  tarafından  ihlal  edilebilecektir.  Başka  bir  devlet,  Türkiye'nin  haklarına  saldırıda  bulunursa,  bu  devletin  NATO  üyesi  olması durumunda  Türk  Hükumetinin  kendi  gücü  ile  ona  karşı  koyması mümkün değildir.

ABD'nin  baskısından  çok,  deniz  ve  havadan  askeri  bir  harekat için  yeterli  teknik  güce  sahip  olamadığından  Kıbrıs'a  1964'de  müdahalede  bulunamayan Türkiye,  1974'te,  Ada  Türklerinin  haklarını korumak  için  ABD  ve  NATO'dan  bağımsız  tavır  geliştirmekte  tereddüt  etmemiştir.
Bununla  birlikte,  Kıbrıs'a  yapılan  müdahalenin  Türkiyeyi  dış politikada kesin  bir  yalnızlığa ittiği  de  bir başka  gerçektir.  Her ne kadar  Türkiye,  1965'den  sonra  başta  SSCB  olmak  üzere,  Bloksuz ülkelere,  özellikle  1973  petrol bunalımından sonra İslam  ülkelerine  yönelik bir dostluk ve işbirliği  politikası  izlemiş;  bunda  başarılı olmuşsa da, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve öteki uluslararası forumlarda  Kıbrıs'taki  askeri  harekatlardan  ve  1975'te  Kıbrıs  Türk Federe  Devletinin  kurulmasından  sonra  yükselen  karşı-propagandayı  etkisiz  hale  getirememiştir.  Bu  arada  1974-78  yıllarında  ABD Türkiye'ye  karşı  silah  ambargosu  uygulamıştır.

Çağdaş Türkiye Tarihi, 4. cilt, Cem Yayınevi, 1989, s. 252-53

10 Ocak 2019 Perşembe

Türkiye'deki NATO ve Amerikan Üsleri, Tesisleri

Türkiye'deki NATO ve Amerikan Üsleri, Tesisleri

Kendi taramamdır. Üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz.



1. 1988 yılına ait bu haritayı bir ansiklopediden tarayarak aldım. Yakın tarihi incelerken veya konusu geldiğinde en çok merak edilen noktalardan biri de Türkiye'deki ABD ve NATO üslerinin nerelerde olduğu, niceliği ve niteliğidir. Belirtildiği gibi harita açık kaynaklardan yararlanarak yapılmış (maalesef bu kaynakların isimleri yazılmamış bu eksi puandır). Aradan çok zaman geçtiği için şimdiki durumda bazı değişikliklerin olması muhakkak görünüyor. Bu haritanın doğrulanmaya ihtiyacı var. Bir belge olarak buraya bırakıyorum. Kaynak: Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansk., İletişim Yayınları, 1988, Cilt 7, s. 2172

2. Yakın dönemde başka bir kaynak da şöyle bir harita yayımlamış (2017)

Yayımlanma Tarihi: 15 Ekim 2017
Erişim Tarihi: 11 ocak 2019

3. Yine 2017'de Sputnik aşağıdaki haritayı yayımlıyor ve çeşitli bilgiler veriyor. 

Linke tıklayınız, görüntü daha iyi
Hatırlatmak için kısa bilgi
Kıbrıs'a yapılan iki harekat ve kuzey Kıbrıs'ın Türkiye'nin denetimine girmesi (ABD'nin yasağını dinlemeyerek haşhaş ekimin serbest bırakılması da bir diğer etkendir. İki olayda da Ecevit başbakandı) sonunda ABD'nin uyguladığı silah ambargosu üzerine; Türkiye, 25 Temmuz 1975 tarihli Bakanlar Kurulu kararnamesiyle “Türkiye’deki sayıları 21’i bulan bütün ABD üs ve tesislerini” kapattı (başbakan Demirel'di). İncirlik’i ise sadece NATO kullanabilecekti. Ambargo 1978’de ABD kongresi kararıyla kaldırıldı (başbakan Bülent Ecevit’ti). Türkiye’deki kapatılmış üs ve tesislerin -İncirlik dahil- yeniden Amerikalılar tarafından kullanıma açılması ise 12 Eylül generaller yönetimi tarafından alınan kararla mümkün oldu (18 Kasım 1980).
Dünyadaki ABD Askeri Üsleri
Kaynak:  Bugünün Uzun Tarihi, Y. Locoste, s. 47
2005 yılına dayanan verilerle yapılan bir harita olduğunu dikkate almak gerekir


Türkiye-Amerikan İlişkileri Kronolojisi (2003 yılına kadar)

ABD üsleri diktatörlükleri destekliyor 19 Mayıs 2017

Türkiye’deki Amerikan varlığı ve ikili anlaşmalar 8 Mayıs 2012, yazı dizisi


ABD, Yuri Gagarin'i Karamürsel'de öğrendi (bu haberin doğrulanmaya ihtiyacı var!) 18 Mayıs 2017

ABD: Diyarbakır Üssü hayati öneme sahip 13 Eylül 2016