Ortadoğu Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ortadoğu Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Aralık 2019 Cumartesi

Knossos Sarayındaki Duvar Resimleri Ne  Kadar Gerçek?                                                 Yazılı Kanıtlarla Desteklenmeyen Görsellerde Yorumlama Sorunu

Knossos Sarayındaki Duvar Resimleri Ne Kadar Gerçek? Yazılı Kanıtlarla Desteklenmeyen Görsellerde Yorumlama Sorunu

Dilara Kahyaoğlu

[Bu yazıda yazılı kaynakların olmadığı veya az sayıda olduğu dönemlere ait görsellerin, buluntuların  yorumlanmasında ne derece gerçeğe yaklaşılmaktadır, eski görseller bize ulaşırken bozulmaya uğruyor mu, kanıt nedir, inanç nedir, teori nedir, kuşku iyi bir şeydir ama nereye kadar kuşku duyulmalı gibi konuları tartışıyor, soru soruyorum.]
Knossos Sarayı'ndan Bir Duvar Resmi, Girit.  
Orijinallerin parçaları şuradadır: Ulusal Arkeoloji Müzesi, Atina, Yunanistan / Bridgeman Sanat Kütüphanesi.

Minoslu sanatçılar bina duvarlarını canlandırmak için sıva üzerine canlı renklerle boyanmış büyük duvar resimleri yapmışlardır. Bu resim Knossos'taki sarayda, havada takla atmakta olan bir gencin bir boğanın üzerinde gerçekleştirdiği akrobatik performansı gösteriyor. Bazı bilim insanları bu tehlikeli sıçramanın dinsel bir nedeni olduğunu düşünüyor. Yani onlara göre bu gösteri bir dinsel ritüel. Bir kısım bilim insanı ise bu gösterilerin sadece eğlence amacıyla yapıldığını, sirkteki gösterilerden bir farkı olmadığını dile getiriyor.

İşin doğrusu amaçlarının ne olduğunu bilemiyoruz. Sadece tahminde bulunuyoruz çünkü elimizde bunu neden yaptıklarını bize anlattıkları bir yazılı belge yok. Sadece görsellerden yola çıkarak yapılan yorumların yüzde yüz doğru olduğunu düşünmek hatalı bir yaklaşımdır hatta bu konularda yorum yapanların dili tartışılmaz bir kesinlik taşısa bile yine de bir kuşku payı bırakmalıyız çünkü bu resimleri günümüzün bakış açısıyla yorumluyoruz. Gerçekte binlerce yıl önce yaşamış bu insanların kültürüne tam anlamıyla nüfuz edebilmiş değiliz. Bu yorum, yazılı belgeleri hiç olmayan veya az sayıda olan kültürler için söz konusu.  Oysa Mısırlılar ve Sümerlerden bize ulaşan; kendilerini ifade ettikleri, kültürlerini anlattıkları o kadar çok yazılı belge var ki. Bu nedenle bu uygarlıkların görsellerini doğru yorumlamakta oldukça başarılıyız. O yorumlara güvenebiliriz çünkü onlar yazılı kanıtlarla, bilimsel bulgularla desteklenmektedir.



Knossos'a sarayına geri dönecek olursak... Ne yazık ki, zaman ve depremler Minos uygarlığına ait bu resimlerin çoğunu ciddi şekilde tahrip etmiştir. Ve maalesef bizim birebir gerçek zannettiğimiz Knossos duvar resimlerinin bugün gördüğümüz sürümleri büyük ölçüde hayatta kalan resimlerin sonradan boyanmasıyla elde edilmiş rekonstrüksiyonlardır. Bu resimlerin boyanmasını sağlayan ve orijinal görsellere müdahale eden kişi ise Knossos'u bulan ilk kişi olan  Arthur Evans'tır. Arkeolojk çalışmaların hemen başında gerçekleşen bu tip müdahaleler, diğer bir deyişle tahrip etme, bir çok eski sanat eserinin orjinalliğinin bozulmasına yol açmıştır. Hatta bazı iddialara göre bazı resimler icat edilmiştir.

Özellikle ilk dönemlerde yapılan kazılar ve elde edilen buluntulara dair yorumlar için her zaman bir kuşku payı ile yola çıkmalı, kendimizi araştırma yapmaya teşvik etmeliyiz. 
Altamira Mağarası yukarı kesiminden bir sahnenin, bir sanatçı tarafından yeniden çizimi
Kaynak: Max Raphael, Prehistoric Cave Paintings, 1945

Altamira, Yukarı Kesim
Aynı sahnenin daha dar bir çerçeveden çekilmiş fotoğrafı

Düşünme, Tartışma Sorusu
* Binlerce yıl önceden kalan mağara resimleriyle ilgili yorumları okudunuz mu?
Okumadıysanız biraz bekleyin ve o resimleri inceleyerek aklınıza gelen fikirleri not edin sonra o yorumları okuyarak karşılaştırma yapın, arada fark var mı?

*Şunları da dikkate alarak düşünmeye devam edelim;
*Sizin aklınıza gelen fikirleri destekleyecek kanıtlarınız var mı?
*Peki okuduğunuz bilim insanlarının yorumlarını destekleyecek kanıtlar var mı? 

*Önemli Bir Uyarı ve Son Soru
Kanıtla, inancı birbirinden kesin olarak ayırmak gerekir.
Kanıt olarak ileri sürdüğünüz veya sürdükleri argümanlar; inanç mı, bilimsel bir kanıt mı? 
Bu sorunun da cevabını vermek gerekir.

Bilimsel ilerlemenin temel koşullarından biri yorum yapmak, soru sormak, tahminde bulunmaktır. Buna "Tez" ve/veya "Teori" diyoruz. Önemli olan bu iddianın yanlışlanabilir veya doğrulanabilir özellikler taşımasıdır. Tezler bunun için yapılır, bilimsel ilerlemenin yolunu açar. Ama bunun bir bilimsel bir tahmin, bilimsel bir tez olduğunu görmezden gelirsek, bir inanç gibi kesin bir dille "bu budur" diye ifade edersek bu artık bilimsel bir tez olmaktan çıkar bir dogma olur. Böylesi durumlar, kim yaparsa yapsın; araştırmanın, farklı düşüncelerin önünü keser, bilimsel ilerlemenin damarlarını tıkar.

Şunu da eklemek gerekir: Bazı teoriler zaman içinde çok sayıda bulguyla kanıtlanmıştır. Onlar artık bir teori olmaktan çıkmış birer olguya dönüşmüşlerdir. Örneğin Evrim Teorisi. İlk ortaya atıldığında adı teoriydi, şimdi de o ilk an'a ait ismiyle anılıyor. Bu durum bazı kişilerin gerçeği görmesini engellediği gibi, "teori" kelimesinin, karşı-kanıtmış gibi kullanılmasına yol açıyor. "Adı üstünde işte, bu sadece bir teoridir" diyorlar. Köprünün altından çok sular aktı geçti. Bu teorinin gerçekliği, sayılamayacak kadar çok olguyla, bulguyla kanıtlandı hala daha kanıtlanmaya devam ediliyor bunun tartışılacak bir yanı yoktur, Evrim bir olgudur. Tıpkı Vegener'in Kıt'a Kayması Kuramımın (Levha Tektoniği) gerçek olduğunun ortaya çıkması ve kıt'aların kaymasının bugün artık bir olgu olarak kabul edilmesi gibi. Oysa Wegener bunu ilk ortaya attığında şüpheyle karşılanmış hatta kendisiyle dalga geçilmişti.
Levha Tektoniği
Kaynak


23 Ekim 2019 Çarşamba

Paşaların Kaçması ve Mondros Ateşkes Antlaşması

Paşaların Kaçması ve Mondros Ateşkes Antlaşması

Dilara Kahyaoğlu
2011-19

Şam'ın (Damascus)  geç düşmüş olması savaşın gidişi açısından çok da belirleyici değildi.
Çünkü hem İngilizler hem de Araplar (ki bundan pek bahsedilmez Türkçe ders kitaplarında)
1918 yılında Halep'e kadar ulaşmışlardı zaten.
Diğer yandan İran Körfezi'nden gelen İngiliz birlikleri yukarı (kuzeye) doğru çıkarak Musul'a ulaşmıştı.
Sonradan hatırlanan ve son zamanlarda sıkça sözü edilen Kut ul Amara savunmasının bu genel tabloyu bozacak
bir gücü hiç olmamıştı.  Aksine ana birlikler bu savunma ceplerine sıkışmış alanlara az sayıda kuvvet bırakıp
onları oraya mıhlayıp oyalamayı, zamanı gelince de tutsak alınmalarını hedeflemişlerdi.
Böylece bir engelden kurtulan ana birlikler ilerlemeye devam etti.  Aşağıdaki haritaya bkz.

İngiliz birlikleri körfezden yukarıya çıkıyor. Kut ul Amara cebini de görmek mümkün haritada.
Önü kesilemeyen birlikler kuzeye ilerlemeye devam etmiş ve Musul yakınlarına gelmiş.
Haritaların kaynağı; A Military Atlas of the First World, Arthur Banks, 2001/4
Kendi taramalarım.  DK


Osmanlılar, Kanal Cephesinde başlayan savaşın sonuna doğru İngiliz ve Arap birlikleri karşısında kuzeye kadar gerileyişlerini sürdürdüler. Dolayısıyla ordunun Filistin'de ve Irak cephesinde İngilizler ve Arap birlikleri karşısında yenilgiye uğraması ve 1 Ekim'de Şam'ın düşmesi üzerine, [*] Talat Paşa hükumeti 5 Ekim'de İngiltere ile ateşkes sağlamak için ABD'nin arabuluculuğuna başvurdu çünkü ABD başkanı Wilson'ın yayınladığı ilkelere güveniyorlardı. İleri gelen pek çok okumuş kişi başkan Wilson'ın yardımıyla içinde bulundukları badireyi en az hasarla atlatacağına inanıyordu. Hatta öyle ki bir ara Wilson Prensipleri Cemiyeti dahi kurulmuş, ABD mandası isteyen kişiler bu görüşlerini çekinmeden dillendirmeye başlamıştı. Bu türden gelişmeler bize durumun ne kadar vahim olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Çaresizliğin içinde çare üretmeye çalışan farklı görüşlere sahip taraflar vardı. Wilson İlkeleri için bkz. 

Bu arada 29 Eylül'de Bulgaristan ateşkes imzalamış, bu ülkeye giren Fransız ve müttefik ordularının İstanbul'a yönelmesi olasılığı doğmuştu.
Osmanlıların cephede yenilmesi ve Anadolu'ya kadar gerilemesi yanında müttefikleri
Bulgaristan da zor durumdaydı. Haritada İtilaf devletlerinin bir çok koldan Bulgaristan'a girdiği ve
Avusturya Macaristan'ın arkadan çevirdiği görülüyor.
Haritanın kaynağı; A Military Atlas of the First World, Arthur Banks, 2001/4

Savaşı durdurmak için yapılan ateşkes antlaşmalarını kronolojik açıdan incelediğimizde
İttifak devletlerinin hangi sırayla savaştan çekildiğini görebiliyoruz. Görüldüğü gibi Almanya, Osmanlı'dan sonra
ateşkesi imzalamıştır. Osmanlı ile ilgili söylenen "müttefiklerimiz kaybettiği için biz de yenilmiş sayıldık"
iddiası bir şehir efsanesidir. Osmanlı Devleti, Çanakkale cephesi hariç her cephede savaşı kaybetmişti. Diğer
Müttefik devletler de -Almanya hariç- her cephede kaybetmişti. Almanya yalnız kaldı, savaşı sürdürmeye gücü yetmedi.
Almanya içindeki gelişmeleri de unutmamak lazım. Deyim yerindeyse Almanya bir anlamda içten patlamıştır.
Şu kaynağa bkz. 

8 Ekim'de Talat Paşa kabinesi istifa etti. Eski sadrazamlardan Ahmet İzzet Paşa'nın 14 Ekim'de kurduğu kabinede, İttihatçı olduğu halde hükumetin Alman yanlısı savaş politikasına karşı çıkan ve İngiliz dostu olarak tanınan Rauf Bey (Orbay) Bahriye Nazırı oldu. 18 Ekim'de Osmanlı'da esir bulunan İngiliz generali Townsend, Osmanlı'nın ateşkes şartlarını iletmek üzere bir gemiyle gizlice Midilli'ye gönderildi.

24 Ekim'de İngiliz hükumeti Limni'de bulunan Amiral Calthorpe'a ateşkes görüşmelerini başlatma yetkisini verdi. Ertesi gün Türk hükümetinin görevlendirdiği Rauf Bey, Zafer römorkörüyle Foça'dan Midilli'ye geçti; burada kendisini karşılayan İngiliz kruvazörüyle Limni adasına ulaştı.

27 Ekim'den itibaren dört gün süren çetin müzakereler sonunda 30 Ekim akşamı antlaşma imzalandı. 1 Kasım sabahından geçerli olmak üzere Osmanlı Devleti ile Britanya İmparatorluğu arasında ateşkes ilan edildi. Mondros Ateşkes Antlaşmasının tam metni için linke tıklayınız. http://www.ttk.gov.tr/wp-content/uploads/2016/11/7-Mondros.pdf

Mondros'un verdiği yetkiyle Anadolu'da bir çok yer işgal edildi.  Özellikle 7. maddeyi gözden
geçirdiğimiz zaman zaten tek başına bu maddenin bile İtilaf güçlerine işgal etme yetkisi
verdiğini görebiliyoruz.
Mondros Ateşkes Antlaşması ağır şartları olan bir antlaşmaydı. Bunun imzalanmış olması bile Osmanlı devletinin ne kadar çaresiz kaldığını göstermektedir. En ağır antlaşmayı Osmanlılar imzaladı iddiası da doğru değildir. Savaşın sonundaki barış antlaşmalarıyla birlikte durumu değerlendirdiğimizde kaybeden bütün devletlerin parçalandıklarını, en ağır koşullarla sınırlandırıldıklarını görürüz. Nitekim bu antlaşmalara duyulan öfke II. Dünya Savaşı'nın da tohumları atmıştır. 

Osmanlı açısından şunu da ayrıca belirtmek gerekir. Belli başlı İtilaf güçleri, savaş sırasında yapılan gizli antlaşmalarla Osmanlı devletinin topraklarını paylaşmışlardı. Kimin nereyi alacağı belliydi. Wilson İlkelerine rağmen bu iddialarını hayata geçirmek için uğraştılar ve Mondros'un işgallere yol açan maddelerini de esas olarak bu amaçla ateşkes antlaşmasına yerleştirdiler. Sevr Antlaşması incelendiğinde kazanan devletlerin nihai amaçlarının ne olduğu açık seçik bir biçimde görülebilir. Ama işler istedikleri gitmedi, evdeki hesap çarşıya uymadı. Bu başka bir konu buna geleceğiz. 
Paşaların Kaçması
Almanya'da yaşayan araştırmacı-yazar Dr. Mete Soytürk ünlü paşalarla, toplam dokuz üst düzey İttihatçı'nın kaçışlarını bizzat organize eden Alman Deniz Kurmay Yüzbaşı Hermann Baltzer'in bu konuyu ele alan yazısını bularak, Türkçe'ye çevirdi.

Yüzbaşı Baltzer'in paşaları 1 Kasım 1918 gecesi İstanbul'un çeşitli köşelerinden toplayıp, Tarabya'da dermirli Alman torpido gemisine nasıl götürdüğünü ve oradan Sivastopol'a nasıl yolcu ettiğini anlatan yazısı Kasım 1933'de "Orientrundschau" adlı dergide "Dünya Savaşı'nın üç büyük Türkü, Talat, Enver ve Cemal Paşa'nın Romantik Sonları. 1 Kasım 1918'den bir anı" başlığı altında yayınlanmış.

4 Kasım 1918 tarihli İkdam gazetesinin ilk sayfasında paşaların kaçtığı haberi verilmiş
üstte Talat, solda Cemal ve sağda Enver paşaların fotoğrafı var. 
"üç paşa daha kaçtı" başlıkta böyle yazıyor
İşgal altındaki İstanbul'dan üç paşa ve arkadaşlarını kaçıran Balztzer, bu olaydan sonra İstanbul'da 8 ay daha kalmış ve bu sürede sürekli İngiliz ve Fransız işgal güçlerinden subayların sık sık "Paşaların ne zaman ve nasıl yurtdışına çıktıkları" yolunda sorularıyla karşılaşmış.

Baltzer'in 1933'te bu olayı anlatmasına rağmen, Türkiye'de halen bu konuda farklı açıklamalar bulunuyor ve tarih kitaplarında paşaların, bir Alman denizaltısıyla İstanbul'dan kaçırıldıkları ileri sürülüyor.

Savaşın yenilgiyle sonuçlanmasının ardından iktidardan düşürülen İttihatçı liderlerle ilgili olarak İstanbul'da "Galata Köprüsü üzerindeki sokak feneri direklerine asılacakları" yolundaki söylentilerin ortalığı kapladığı sırada, İstanbul'daki Alman Akdeniz Filosu Karargahı'nda paşaların kaçırılmasına karar verildiğini belirterek yazısına başlayan Yüzbaşı Baltzer, yakın tarihimizin bu ilginç dönüm noktasına tanıklığını aşama aşama anlatıyor.
“1 Kasım 1918'de, İstanbul'da Alman Akdeniz Filosu Karargahı'nda Türkiye'nin 1914 yılında bizim yanımızda savaşa girmesini borçlu olduğumuz, eski bakanlara nasıl bir yardımda bulunabileceğimiz konuşuldu. Bunun üzerine karargahın en genç kurmay subayı olarak ben paşaların kaçırılması planını gerçekleştirmeye aday oldum."
Kaçırma operasyonuna akşam saat 21.00 sularında başladığını anlatan yüzbaşı, askeri demiryollarına ait bir motorla Eminönü'nden denize açıldıklarını, önce Moda iskelesinde, parolayı sorduklarında "Enver" yanıtını aldıktan sonra Talat Paşa, eski İstanbul Valisi Bedri Bey ve beş kişi aldıklarını, ardından Arnavutköy'den yanında birkaç kişiyle birlikte Enver Paşa'yı, son olarak da Boyacıköy'den Cemal Paşa'yı alarak, Tarabya açıklarında duran Alman torpidosuna götürdüklerini, ayrıntılarıyla açıklıyor. Tüm yolcuların ellerinde küçük birer valizle geldiklerini, motora biner binmez feslerini çıkarıp, birer şapka taktıklarını da yazmış Yzb. Baltzer.

Daha sonra olanları da Alman Amiral Albert Hopman'ın anılarından okuyalım.
Burada torpidonun 3 Kasım sabah 08.00'de Sivastopol Limanı'na girdiğini açıklayan Amiral, geminin kaptanının karargahına gelerek, paşaların yanında olduğunu, Almanya'ya gitmek istediklerini söylediklerini kaydediyor. "Gidip eski dostların ellerini sıkmak istedim, fakat gizlilik gereği bundan vazgeçtim" diyen Amiral Hopman, siyah gözlük takmış ve kılık değiştirmiş olan Enver Paşa'yla karargahının bulunduğu otelde karşılaştığını, ancak tanımamış gibi yaptığını anlatıyor. Amiral'in anılarına göre; Enver Paşa, burada Almanlardan Kafkasya'ya gidebilmek için araç istediğini, olumsuz yanıt alınca da bir Tatar yelkenlisiyle Karadeniz'e açıldığını ve maceralı bir yolculuk sonunda hedefine ulaştığını açıklıyor.

Bilindiği gibi Sıvastopol'a 3 Kasım'da ulaşan paşalar, İstanbul'u bir daha göremediler. Enver'den burada ayrılan Talat ve Cemal paşalarla, arkadaşları Almanya'ya gittiler. Talat Paşa, 1921'de Berlin'de Soghomon Tehlirian tarafından vurularak öldürülmüş. Cemal Paşa 1922'de Tiflis'te suikasta uğramış, Enver Paşa da 1922'de Tacikistan'da Bolşevik Ruslarla girdiği bir çatışma vurularak öldürülmüştür.

Mehmet Talat Paşa'nın kemikleri, 1943 yılında alınan Bakanlar Kurulu Kararı ile Türkiye'ye geri getirilmiş ve Hürriyet-i Ebediye şehitliğine gömülmüştür. TBMM'nin 1926 yılında kabul ettiği bir kanunla ailesine ev tahsis edilmiş ve şehit aylığı bağlanmıştır.
Hürriyeti Ebediye Anıtı: 31 Mart'ın anısına dikilen bir anıt, şehitlik
Abide-i Hürriyet diğer adıyla Hürriyet-i Ebediye Abidesi, 31 Mart Vakası'nda ölenlerin anısına İstanbul'un Şişli ilçesinde Hürriyet-i Ebediye Tepesi'nde dikilmiş olan anıttır. Türkiye'de yapılmış ilk ulusal anıttır.
1909'da yapımına karar verilen anıt için Mimar Muzaffer Bey'in projesi seçilmiştir. Anıtın altı da üçgen biçiminde bir cami olarak yapılmıştır. İkinci Meşrutiyet'in 3. yıldönümü olan 23 Temmuz 1911'de Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın
hazır bulunduğu bir törenle açılmıştır.
Anıtın yer aldığı alanda 31 Mart Vakasında ölen Kurmay Binbaşı Ahmet Muhtar, Deniz Binbaşı Salih, Üsteğmen Bekir ve
68 er defnedilmiştir.
Sonraki yıllarda anıt ve çevresindeki alan, bazı 2. Meşrutiyet ve İttihat ve Terakki hareketi önde gelenlerinin defnedildiği bir anıt mezarlığa dönüştürüldü. Talat ve Enver paşa burada gömülüdür.


Cemal Paşa, 21 Temmuz 1922'de, Türkiye'ye dönme hazırlıkları içindeyken Tiflis'te Karakin Lalayan ve Sergo Vartanyan adlı iki Ermeni komitacı tarafından öldürüldü. Mamafih, bu suikastın, Stalin'in emriyle, o sırada Gürcistan Çeka'sının başında olan Lavrenti Beria tarafından tertiplendiğine dair iddialar vardır. Cenazesi Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir tarafından Erzurum'a getirilerek Karskapı Şehitliği'ne defnedildi.

Biraz da Enver'den bahsedecek olursak; Kendisi yakın arkadaşlarıyla birlikte yurttan ayrıldıktan sonra  Rusya'ya geçti. Anadolu'daki Milli Mücadele hareketine katılmak istediyse de Mustafa Kemal bunu kabul etmedi. 1920 Eylül'ünde Bakü'de "Şark Milletleri" toplantısına katıldı ve Batum'da Türkistan'ı kurtarma hareketini başlattı. Turan Kağanlığı'nı kurmak için büyük uğraşlarda bulundu ve Türkistan Türklerini birleştirerek Basmacı İsyanı'nı başlattı. 4 Ağustos 1922'de Kurban Bayramı sırasında Tacikistan'da, Belçivan yakınlarında Agop Melkovian komutasındaki Bolşeviklere karşı yapılan bir çarpışmada üzerine düşen havan topuyla şehit oldu ve orada gömüldü. Tacikistan'daki naaşı 1996 yılında Türkiye'ye getirildi ve ölüm yıldönümü olan 4 Ağustos 1996'da Şişli Abide-i Hürriyet Tepesi'ne defnedildi. Törene dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, bakanlar ve Enver Paşa'nın torunları katıldılar


EK 1 
Mondros Ateşkes Antlaşması (tam metin) http://www.ttk.gov.tr/wp-content/uploads/2016/11/7-Mondros.pdf
Okumak için tıklayarak büyütünüz. 








[*] Metinde kimi yerlerde kaynak olarak gösterilen Wikipedia şu anda açılmıyor bilindiği gibi bu site Türkiye'de yasaklı. Bu durumda açılan sayfanın adres kısmına iki sıfır yazınız. O zaman açılır. Şöyle: https://tr.00wikipedia.org/wiki/Talat_Paşa
tr. 'dan sonra iki sıfır yazılacak. 

16 Ekim 2019 Çarşamba

Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı'nda

Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı'nda

Dilara Kahyaoğlu
2011-19
Savaş zamanının Osmanlı yöneticileri
Kaynak: Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Askerleri, Atlas Dergisinin eki, 
Savaşa Giriş Nedenleri
Savaş öncesinde ülkenin karşı karşıya kaldığı siyasi, ekonomik, askerî ve toplumsal koşullar ile yönetici elite (İTC yöneticileri) egemen olan siyasi-ideolojik bakış açısı gözden geçirildiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa girme nedenlerini şöyle sıralamak mümkündür:
• İtilaf Bloku'nda yer alan devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’na karşı izledikleri saldırgan politikalar
• Son savaşlarda kaybedilen toprakların geri alınmak istenmesi
• Ekonomik bağımsızlığın kazanılmak istenmesi
• Almanya’nın savaştan üstün çıkacağı düşüncesi
• Osmanlı-Alman yakınlaşması
• Turan İmparatorluğu kurma düşüncesi
Yukarıda ana hatlarıyla verilen nedenler, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa sürüklenmesinde başlıca rolü oynadı.
Seferberlik ilanından sonra Sultanahmet'de yapılan destek mitinginden bir sahne
Kaynak: Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Askerleri, Atlas Dergisinin eki, 



Osmanlı –Alman Antlaşması
Trablusgarp ve Balkan Savaşlarından ağır yenilgiyle çıkan Osmanlı İmparatorluğu, dünya savaşından hemen önce ordu ve donanmasını modernleştirme ve siyasi yalnızlıktan kurtulmak için de bazı diplomatik girişimlerde bulundu. İngiltere’ye yakınlaşma ve İtilaf Devletleri blokunda yer alma çabası sonuçsuz kaldı. Bu durum karşısında yalnızlıktan kurtulmak isteyen Osmanlı İmparatorluğu, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Alman yanlısı üyelerinin (başta Enver Paşa olmak üzere) baskısıyla Almanya’ya daha çok yakınlaşmaya başladı. İki ülke arasında 27 Temmuz 1914’te başlayan ittifak görüşmeleri 2 Ağustos 1914’te antlaşmayla sonuçlandı. Osmanlı Hükümeti üyelerinin bir bölümünün haberi olmaksızın imzalanan ittifak antlaşmasının en önemli hükümleri şunlardır:
• İki devletin Avusturya-Macaristan ile Sırbistan arasında çıkan bir anlaşmazlıkta tam bir tarafsızlık içinde bulunması,
• Avusturya-Macaristan ile Rusya’nın savaşa tutuşması halinde Almanya’nın da buna katılmak zorunda kalması durumunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun da savaşa girmesi,
• Almanya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun tehditle yüz yüze kalması durumunda silahla Osmanlı’yı savunması.
Osmanlı’nın Savaşa Girişi
Goben ve Breslau'nun İngiliz savaş gemilerinden kaçarken çizdiği rota
En son olarak önce Çanakkale'ye daha sonra İstanbul'a geliyor
Siyah çizgiler Alman, sarı çizgiler İngiliz gemilerinin rotalarını gösteriyor.

Osmanlı Hükumeti, antlaşmanın onaylandığı gün genel seferberlik kararı aldı ve tarafsızlığını ilan etti. Ancak antlaşmanın onaylanmasından sonra Alman-Rus Savaşı başladığından Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa girmesi gerekiyordu. Oysa ittifak antlaşmasından haberi olmayan İtilaf Devletleri, Osmanlı Hükümeti’nin tarafsız kalacağını ilan etmesinden hoşnut kaldıklarını açıkladılar. Osmanlı Hükümeti de, İtilaf Devletlerinden kapitülasyonların kaldırılması, Ege Adalarının kendisine geri verilmesini ve Mısır sorununun çözümlenmesini istedi. İngiltere, bu istekleri kabul etmedi.

Osmanlı İmparatorluğu politik manevralarına rağmen hızla savaşa sürüklenmekten kurtulamadı. Akdeniz’de İngiliz donanmasının takibinden kaçan Goeben ve Breslau adlı iki Alman savaş gemisinin 10 Ağustos’ta Çanakkale Boğazı’nı geçerek Marmara Denizi’ne girmesi Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa katılması sürecini hızlandırdı. Uluslararası hukuka göre gemilere savaş sonuna kadar el koyması gereken Osmanlı Hükümeti, bunları satın aldığını açıkladı. Gemilere Türk bayrağı çekti, adlarını Midilli ve Yavuz olarak değiştirdi ve personele de fes giydirdi.

Yavuz Zırhlısı'nın Alman Komutanı Souchon ileTürk ve Alman kurmay heyeti.
Resimde görüldüğü gibi Alman subayları da fes ve Osmanlı üniforması giymiş.
Kaynak: Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Askerleri, Atlas Dergisinin eki, 
Almanya, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa girmesi yönünde baskılarını arttırdı. Oysa Osmanlı Hükumeti çeşitli gerekçeler öne sürerek savaşa hemen girilmesini arzu etmemekteydi. Bir yandan da diplomatik ataklarını sürdürerek 19 Ağustos 1914’te Bulgaristan’la dostluk antlaşması imzaladı. Yıllardan beri Osmanlı İmparatorluğu’nun sömürülmesine neden olan kapitülasyonları 7 Eylül 1914’te tek taraflı olarak kaldırdığını ilan etti. Ancak Almanya ve Avusturya başta olmak üzere ilgili devletler itiraz ettiler.

Almanya, bir oldu bitti ile Osmanlı İmparatorluğu’nu savaşa sürükleyerek üzerindeki yükü hafifletmeye çalıştı. Nitekim Osmanlı Hükumeti tarafından donanma komutanlığına getirilen Alman Amirali Souchon (Zuşon) başta Yavuz ve Midilli olmak üzere Osmanlı donanmasını 29-30 Ekim 1914’te Karadeniz’e çıkartarak (Enver Paşa’nın bilgisi ve onayı dahilinde) Odessa ve Sivastopol gibi Rus limanlarını bombardıman ettirdi. Bu olay üzerine Rusya 2 Kasım’da, İngiltere ve Fransa da 5 Kasım’da Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan ettiler. Osmanlı İmparatorluğu da 12 Kasım 1914’te bu devletlere resmen savaş açarak çöküşünü hızlandıracak adımı attı.
Savaş propagandası posterinde Osmanlı Devleti Avusturya-Macaristan ve Almanya'nın
yanında yer almış olarak gösterilmiş.


Padişah Mehmed Reşad savaşa girildikten kısa bir süre sonra Almanya ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin isteğiyle İtilaf Devletlerinin egemenliği altındaki Müslümanları onlara karşı ayaklandırmak amacıyla 23 Kasım 1914’te Kutsal Cihat (Cihad-ı Mukaddes) ilan etti. Ancak bu girişimi de savaş sırasında bir yarar getirmediği görüldü.


Osmanlı İmparatorluğu’nun Savaştığı Cepheler
Osmanlı İmparatorluğu şu cephelerde savaştı:
• Kafkasya ve Doğu Anadolu Cephesi
• Irak Cephesi
• Kanal Cephesi
• Çanakkale Cephesi
• Galiçya Cephesi (ana cephe değildir)
Daha ayrıntılı incelemek için linke gidiniz.
Kafkasya ve Doğu Anadolu Cephesi: Bu cephenin açılmasının temel nedeni Güney Kafkasya ve Kuzey İran’a girip Rusya’nın arkasını çevirerek bu ülkeye ölümcül darbe vurmak, Kafkaslardan Hindistan’a ulaşmak ve Orta Asya Türkleriyle birleşerek bir Turan İmparatorluğu kurmaktı. Osmanlı-Alman askerî planı doğrultusunda açılan bu cephe, Başkomutan Vekili Enver Paşa emrindeki 190 bin kişilik ordu, sözü edilen hedeflere ulaşmak için 22 Aralık 1914’te Sarıkamış Harekâtı’na girişti. 9 Ocak 1915’e kadar devam eden taarruz soğuk, yolsuzluk, açlık, hastalık ve iyi planlama yapılmamış olmasından dolayı Osmanlı Ordusu’nun 60 bin kişilik kaybına rağmen (bazı kaynaklarda 90 bin) başarıya ulaşamadı. Bunun üzerine karşı saldırıya geçen Rus Ordusu, Şubat-Temmuz 1915 arasında Artvin, Erzurum, Muş, Bitlis, Rize, Trabzon ve Erzincan gibi önemli kentleri işgal etti. Çanakkale Savaşı’nın sona ermesinden sonra 16. Kolordu Komutanlığı’na atanan Mustafa Kemal (Atatürk), 6-7 Ağustos 1916’da başlattığı taarruz sonucu Muş ve Bitlis’i Rus işgalinden kurtardı. Bu cephedeki savaşlar Bolşevik İhtilâli’nin patlak vermesinden sonra, Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan Erzincan Mütarekesi ile (18 Aralık 1917) sona erdi. 3 Mart 1918’de imzalanan Brest-Litovsk Barış Antlaşmasıyla tamamen kapandı.


Rus propaganda posterinde gülen Rus askeri İstanbul'da Ayasofya'nın
önünde keyfi yerinde, eğlenirken..  
Irak Cephesi: İngiltere savaşın başlamasından kısa bir süre sonra Hindistan ile deniz bağlantısını sağlamak, bölgedeki Alman tehlikesini ve varlığını ortadan kaldırmak ve petrol yönünden zengin kaynaklara sahip bu bölgeyi ele geçirmek için Basra Körfezi’ne askeri harekât düzenledi. Bununla birlikte İran petrolünün bulunduğu Abadan’ı güvenlik altına almak ve kuzeye doğru ilerleyerek Ruslarla birleşip, Osmanlı kuvvetlerinin İran’a girip Hindistan’ı tehdit etmesini önlemek de İngilizlerin amaçları arasındaydı. Osmanlı Ordusu, 29 Nisan 1916’da Kut-ül Amare’de İngiliz kuvvetlerini bozguna uğrattı. Binlerce İngiliz askeri esir alındı. Ancak ordusunu takviye eden İngiltere, yeni bir taarruzda bulunarak 11 Mart 1917’de Bağdat’a girdi.


Süveyş Kanalı'nın avantajları
Kanal Cephesi:
Osmanlı İmparatorluğu Mısır’ı geri almak, bu bölgedeki İngiliz varlığını ortadan kaldırarak Süveyş Kanalı’nın kontrolünü ele geçirmek amacındaydı. Almanya da bu bölgeye özel önem veriyordu. Bu nedenle, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin/Partisi’nin önemli aktörlerinden biri olan Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Suriye ve Filistin’deki 4. Ordu Komutanlığı’na atandı. Cemal Paşa komutasında Osmanlı Ordusu, Şubat 1915’te Kanal’ı geçmek için iki girişimde bulundu. Ancak başarısızlığa uğradı. Padişah Mehmed Reşad’ın ilan ettiği Kutsal Cihat (Cihad-ı Mukaddes) bu cephede de etkili olmadı. Araplar, Mekke Şerifi Hüseyin’in önderliğinde İngiliz Ordusu’yla iş birliğine girerek büyük bir ayaklanma çıkarttı. Osmanlı kuvvetleri bu cephede ağır yenilgi aldı.


Çanakkale Cephesi: İngiltere ve Fransa, Boğazları ve İstanbul’u almak, Osmanlı İmparatorluğu’nu savaş dışı bırakmak, Karadeniz’e çıkarak Rusya’ya her türlü yardım ve savaş gereçleri ulaştırmak ve Batı Cephesi’ndeki yüklerini hafifletmek üzere Çanakkale’de bir cephe açmayı planlamışlardı. İngiliz Bahriye Nazırı Winston Churchill’in ısrarı sonucu İngiliz ve Fransız gemilerinden oluşan bir filo, 19 Şubat 1915’te Kumkale ve Seddülbahir tabyalarını dövmeye başlamasıyla bu cephede savaş başlamıştı. İngiliz-Fransız Donanması, 18 Mart 1915 günü Boğaz’ı geçmeye çalıştı. Ancak bu güçler, ağır bir yenilgiye uğrayarak geri çekilmek zorunda kaldı. Bunun üzerine Gelibolu Yarımadası’na asker çıkaran İtilaf Devletleri, Osmanlı Ordusu’nun olağanüstü direnişiyle karşılaştı. Ağustos 1915’te Osmanlı kuvvetleri Anafartalar ve Conkbayırı’nda büyük başarılar kazandı. İngiliz ve Fransızlar, 19 Aralık 1915’ten itibaren kuvvetlerini geri çekmeye başladılar. 8-9 Ocak 1916’da da bu cepheyi tamamen boşalttılar. Bu cephede kazanılan zafer, Bolşevik İhtilali’nin başarıya ulaşmasını etkiledi.

Çanakkale Cephesi'nin genel komutanı Alman General Liman Von Sanders 
cephede ele  geçen İngiliz silahlarını inceliyor (ortada)
Yanında; 3. ordu kumandanı Esat Paşa ve kurmay albay Fahrettin Altay var. 

Galiçya Cephesi: Alman, Avusturya-Macaristan birlikleri, 1915 yılının kış aylarında Rusya’ya karşı düzenledikleri ortak saldırı sonucunda Galiçya’yı ele geçirmişlerdi. Ancak Rusya, 1916 yılının Nisan ayı sonlarında karşı bir saldırıya geçerek Avusturya-Macaristan’ı gerilemeye zorlamıştı. Osmanlı Hükümeti de zor durumda kalan ortaklarına 33 bin kişilik bir askerî birliği yardıma gönderdi. Osmanlı kuvvetleri ağır kayıplar verdi.

Osmanlı İmparatorluğu’nu Parçalayan Gizli Antlaşmalar
Avrupalı emperyalist devletlerin Şark Meselesi (Doğu Sorunu) adını verdikleri Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılması girişimi, savaş sırasında yapılan gizli antlaşmalarla doruk noktasına ulaştı.
Gizli Antlaşmalarda Osmanlı Devleti'nin paylaşımı

 İngiltere, Fransa ve Rusya Arasında Boğazlarla İlgili Yapılan Antlaşma: İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını ele geçirmek için yıllarca çaba gösteren Rusya, İngiltere başta olmak üzere Avrupa devletlerinin karşı çıkmasından dolayı amacına ulaşamamıştı. İngiltere ve diğer Avrupa devletlerinin bu politikası 19. Yüzyılın sonlarından itibaren değişmeye başladı. Nitekim Rusya, 1913 yılında İstanbul ve Boğazlar konusunda ilgili devletlerle pazarlıklara girişti. Birinci Dünya Savaşı başladıktan sonra da Boğazlar sorununu kendi çıkar ve amaçları doğrultusunda çözmek üzere 4 Mart 1915’te İngiltere ve Fransa’ya bir nota verdi. Rusya bu notada; İstanbul ve Boğazlar Sorunu’nun yüzlerce yıllık Rus isteklerine göre çözümlenmesini, İstanbul kentini, Boğaziçi’ni, Marmara Denizi’nin ve Çanakkale Boğazı’nın batı kıyılarını ve Midye-Enez hattına kadar Güney Trakya’nın kendisine verilmesini istedi. Ayrıca İstanbul Boğazı’nın doğu kıyısıyla, Sakarya Nehri ile İzmit Körfezi’nin sonradan saptanacak bir noktası arasında kalan toprakların ve Marmara Denizi’ndeki Adalar’ın Rusya’ya katılması notanın diğer koşulları arasındaydı.

İngiltere 12 Mart 1915’te, Fransa ise 10 Nisan 1915’te Rusya’ya verdikleri notalarla bu istekleri kabul ettiklerini bildirdiler. Buna karşılık Rusya da, bu iki devletin Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli bölgeleri ile Asya’da bulunan topraklar üzerindeki çıkar ve amaçlarını kabul ettiğini açıkladı.

Londra Antlaşması: İngiltere, Fransa ve Rusya, Nisan 1915 tarihli Londra Antlaşması’yla İtalya’nın savaşa girmesi koşuluna bağlı olarak bu ülkeye Antalya iline yakın olan Akdeniz bölgesinde adil bir pay verilmesinin uygun olacağını belirtmişlerdi. Yine bu üç devlet, İtalya’nın Uşi Antlaşması (1912) gereğince geçici olarak elinde bulundurduğu Oniki Ada üzerinde egemenliğini tam olarak kurmasına yardımcı olacaklardı. İtalya da, üç İtilaf Devleti’nin (Fransa, İngiltere ve Rusya) Arabistan ile Müslümanlarca kutsal sayılan yerlerin bağımsız Müslüman yönetim altında bırakılmasına dair olan açıklamasını kabul edecekti.

Sykes-Picot Antlaşması (Seyko-Piko): İngiltere ve Fransa, Rusya’nın Boğazlar ve çevresini alması, İtalya’ya da Anadolu’dan pay ayrılması üzerine Ortadoğu topraklarını paylaşmak için harekete geçtiler. Ayrıca savaş başladıktan sonra Mekke Şerif’i Hüseyin’i kışkırtarak kendi saflarında savaşmaya ikna eden İngiltere, Ortadoğu’yu kontrol etmek için büyük bir mesafe de almıştı. İşte bu hızlı gelişen uluslararası gelişmeler sonucunda İngiltere ve Fransa, Ortadoğu topraklarını paylaşmak üzere 16 Mayıs 1916’da anlaştılar. Bu antlaşmanın görüşmelerini Fransa adına Georges Picot, İngiltere adına Sir Mark Sykes sürdürdüğü için antlaşmaya bu ad verildi. Bu antlaşmaya göre Adana, Antakya bölgesi, Suriye kıyıları ve Lübnan Fransa’ya, Musul hariç Irak, İngiltere’ye bırakıldı. Fransa ve İngiltere’nin bu bölgelerde istedikleri yönetimleri kurabilmesi, Suriye’nin diğer bölgeleri ile Musul ve Ürdün’ü kapsayan Büyük Arap Krallığının kurulması da bu antlaşmanın maddeleri arasındaydı. Hiç kuşkusuz kurulacak Arap İmparatorluğu’nun koruyuculuğunu Fransa ve İngiltere üstlenecekti. Ayrıca bkz. 

Saint Jean de Maurienne Antlaşması (Sen Jan dö Moriyen): İtalya; İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan gizli antlaşmaların ortaya çıkması üzerine 19 ve 20 Kasım 1916’dabu üç ülkeye nota vererek bir takım isteklerde bulundu. Bir dizi diplomatik girişim ve gelişmelerin sonucunda 19 Nisan 1917’de İngiltere ve Fransa arasında Saint Jean de Maurienne Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre İtalya, üç müttefiki arasında imzalanan antlaşmayı kabul edecekti. Ancak Anadolu’dan Antalya, Konya, Aydın ve İzmir gibi önemli şehirleri kendi topraklarına katacaktı.
Balfour Deklarasyonunun orjinal metni ve Lord Balfour 


Balfour Deklarasyonu: İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Balfour 2 Kasım 1917’de Uluslararası Siyonizm Hareketi’nin liderlerinden Lord Rothschild’e bir mektup göndererek Filistin’de Yahudilere bir “ulusal yurt” kurulması çabasının ülkesi tarafından destekleneceğini bildirdi. Ancak bölgenin Yahudi olmayan halklarının hakları ihlal edilmeyecekti. İngiliz Dışişleri Bakanı bu girişimle çok sayıda Yahudi’nin yaşadığı ABD’nin sempatisini ve desteğini sağlamayı amaçladı. Diğer İtilaf Devletleri Hükümetleri tarafından da desteklenen bu bildiri, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Filistin üzerinde kurulacak olan “manda” sisteminin temelini oluşturdu.
...
Birinci Dünya Savaşı sırasında imzalanan gizli antlaşmalar, Avrupalı emperyalist devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamaya yönelik yaklaşık 150 yıldır sürdürdükleri girişimlerin en çarpıcı halkasıydı. Çelişkilerle dolu idi. Araplara büyük bir imparatorluk vaat eden İngiltere, Ortadoğu’yu Fransa ile paylaşmıştı. Bolşevikler bu antlaşmaları açıklayarak oyunun ortaya çıkmasını sağladılar.

Osmanlı askerînden 550.000’i cephelerde şehit düşmüştür. 2.167.841 yaralının, yarıya yakını sakat kalmıştır. 103.731 kayıp ve 129.644 esir olmuştur. Esaret altında ölenlerle birlikte ölen sayısı 600.000 civarındadır.

OKUMA PARÇASI
Galiçya Cephesinde Savaşan Apti Topal Anlatıyor, Çanakkale - Kayadere Köyü'nden 1315 (1899) yılında doğdum. Askere aldıklarında İngiliz kaçmıştı Çanakkale’den. Galiçya cephesine yolladılar bizi. 5 senede geldim askerden.

Önce Eceabat’ın Yalova köyüne götürdüler bizi. Cephane vapuru gelmişti. Bir tayyare geldi, iki bomba attı. Biri deniz kenarına kuma düştü, öteki de denize. Bizi 200 kişi ayırdılar. O gece cephaneleri boşalttık gemiden sabaha kadar. Harp gemisiydi, bizimdi. Yalova köyü ağzında indirdik cephaneleri gemiden. Ya Barbaros’tu, ya Turgut’tu. Bilmiyorum. Çamların içinde askerler hasta yatıyorlardı. Biz 40 gün durduk orada. İstirahat ettik. Soğandere'ye götürdüler bizi sonra. Soğandere'de talim terbiye gördük. İngiliz kaçmıştı o zaman. Seddülbahir Soğanderesi'nde 3 ay kadar kaldık. Yürüyüşe çıkardıklarında hep cesetlerle doluydu ortalık. Bir gün Enver Paşa ile başka paşalar geldi. Bizi teftiş ettiler. 400 kişi kadar ayırdılar bizi. Siz Galiçya’ya gideceksiniz dediler.
Yaya başladık yürümeye. Araplı, yeğen köy, Uzunköprü’ye geldik. Bindirdiler trene Uzunköprü’de. Bulgar içinden, Sofya’dan geçtik, Romanya’ya, Galiçya’ya geldik.
.....
Aramızda bir dere var düşmanla. Yağmur da nasıl yağıyor, karavana da gelmiyor. Tam 18 gün aç durduk. 18 gün yiyecek bir şey bulamadık. Zabitlerden emir geldi ki: "taş sarın belinize" diye. Göbeğime taş koyup kayışla bağladım. Epey durduk öylecene iki tane çiğ patates bulup yedim.

Almanlar bozulunca cephede bizi de geri çektirler. Çıplak dedikleri yere. Çıplak Tepe’de mevzilerde bir ay Ruslarla savaş yaptık. Avusturyalılar kaçtılar. Sonra orduların yerlerini değiştirdiler. Sağa bizi, sola Almanı, ortaya Avusturyalıları aldılar. Tekrar cephe tuttuk. Bir buçuk ay kaldım orda. Bir karavana yedik hücuma kalktık. İkinci hücumda ben yaralandım. Şarapnel tuttu beni. Bizim asker bozuldu. Çok şarapnel attılar. Ben yaralı kaldım yerde, yatıyorum. Gâvur askerleri geldiler. Tüfeğimi attılar. Çantamda cephane vardı. Onu da attılar uzakça bir yere. Ateş ederim diye mi korkuyorlar acaba. Gâvur askerinin biri de bir dilim ekmek koydu göğsüme. "su" dedim. "yok" dedi omuzlarıyla. Geçtiler yukarı doğru gittiler. Çok kıştı. Bir gâvur askeri geliyor, elinde süngüsüyle koşarak. Beni süngüleyecek herhalde. Bir başkası koştu geldi. Çatra patra, çatra patra konuştular. Götürdü onu, uzaklaştırdı benim yanımdan. Ne merhametli gâvurlar da var yarabbim. İki saat geçmedi arası bizim asker imdat gelmiş. Bir hücum etti bizimkiler. Gâvurlar lap lap düşüyorlar. Bir de kaldırdım kafamı şöyle bir baktım. Arpa demeti gibi döşemişler gâvurlar.

Sabah oldu. Beni alıp sargı mahalline götürdüler. Bir subay var, yazıyor. Dedim ki:
-Müslümansan yanıma gel, beyim. Geldi.
-Bir kaput atın üstüme, bir de su verin, dedim.
-Şimdi asker yolladım suya, gelince çok vericem, dedi.
Sonra doktorlar geldiler.
"Bunun yarası ağır, burada sarılmaz. Büyük sargı mahalline götürün" dediler.

Sabahleyin bir gâvur arabası geldi. Atlı araba. Atıverdiler bizi içine. 4-5 kişi yaralı varız arabada. Arabacı gâvur askeri bir kamçı vurdu atlara. Dört nala kalktı hayvanlar. Yaram çok acıdı sarsıntıdan. Kafama karanlık çöküverdi. Gâvurun saçından tuttum. Bir darttım. Badırdandı gâvur. "arkandaki adam ölecek" dermiş. Bir daha vurdu kamçıyı atlara. Gâvur haklı. Dolaşıverdik sargı mahalline vardık. Bir subay geldi başıma. Baktı bana:
-Haaa dedi. Bir düdük çaldı. Sıhhiye askerleri koştular, geldiler.
Subay:
-İndirin şunu yarasını temizleyin çabuk sargılayın, atın trene, dedi.
4 gün 4 gecede Gedik kasabasına geldim. Avusturya'da bir kasaba. Hastanede çok iyi baktılar bize. Francala verdiler. Kıtlıktı o seneler. Haftada iki gün ziyaret günüydü. Çokcası kadınlar gelirdi ziyaretçi olarak; sigara, bisküvi, bazan da para dağıtırlardı yaralılara. Pani doktor derdik erkek doktorlara. Hemşireler de öyle derdi.

Pavla diye bir hemşire vardı. 20-25 yaşlarında. Yaşıyorsa selam söylerim. Çok güzeldi. Bana çok baktı. Ah! O Pavla yok mu? Viyana'da: "Bir kadın vereceğiz, bir de dükkân vereceğiz, kalırsanız" diye ilan ettiler. Kalmadık. Cahillik ettik. Kalsana be adam, kalsana. Banger olacaktık. Bak şimdi millet oralara gitmek için birbirini yiyor.

Avusturya'da bir hastanede iki sene yattıktan sonra Edirne’ye geldim. Biraz Bakırköy hastanesinde kaldım. Sonra Büyükdere'ye götürdüler. 2 sene de böyle geçti. Köye gelince 5 sene oldu. Edirne'ye geldiğimde bir heyet beni muayene etti. Avusturya hastanesinden bana verdikleri kâğıtları hep yırttılar. Türkiye ödeyemez bu maaşı dediler. Avusturya hastanesinde "sana tam maaş yazdık" demişlerdi. Edirne'de 75 kuruş maaş yazdılar.

Madalyam yok. Üç ayda bir 30 bin lira falan maaş alıyorum. 60 senedir alıyorum bu maaşı.

Sağ kalçamda kırık var. Sağ yanıma yatamıyorum.
Bizim köyden Kuvayı Milliye’ye katılanlar oldu. Ben nasıl gideyim. Yaralıyım, sakatım.
...
Ninenin adı "yete" idi [karısı]. 4 çocuğum oldu. Biri yaşıyor. Ben de onun yanında yaşıyorum. Kaynak: http://www.canakkale.gen.tr/gaziler/g5.html
Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında Ortadoğu

ÇALIŞMA SORULARI

1. Savaşın nedenleri verilirken “son savaşlarda kaybedilen yerler…” cümlesi geçiyor. Burada kastedilen son savaşlar hangileridir. Ve hangi toprakların geri alınması hedefleniyor?

2. Osmanlı-Alman ittifakının tarihine dikkat ediniz. O sırada büyük savaş başlamış mıydı?

3. Goeben ve Breslau’nun yaptığı saldırıyı, Franz Ferdinand’ın öldürülmesi olayına benzetebilir miyiz? Neden? Düşüncelerinizi argümanlarla destekleyiniz.

4. Odessa ve Sivastopol günümüzde hangi devletin sınırları içindedir?

5. Sultan Reşad’ın cihat ilanı etkili oldu mu? Osmanlılar Araplardan destek alabildi mi? Tartışınız.

6. Hangi Cepheleri Osmanlı Devleti açtı, hangilerini İtilaf devletleri? Saptayarak yazınız.

7. Çanakkale Cephesi’nin açılış nedenini ve sonuçlarını maddeler halinde özetleyiniz.

8. Gizli Antlaşmalar hangi tarihlerde imzalanmış? Neden daha önce değil?

9. Gizli Antlaşmalar sonucu ortaya çıkan durum ilgili haritada verilmiştir. Buna göre Osmanlı Devleti’ne nereleri kalmaktadır? Saptayarak yazınız.

10. Gizli Antlaşmalarda verilen kararlardan hangisi veya hangileri sonuca ulaşmıştır? Tartışın ve yazın.

11. Savaş öncesi ve sonrası durumu gösteren haritaları kıyaslayarak değişen duruma ilişkin en az beş saptama yazınız.

12. Okuma parçasını okuyarak duygu ve düşüncelerinizi yazınız.

13. Çanakkale Cephesi'nin genel komutanının Alman General Liman Von Sanders olduğunu biliyor muydunuz? Evet veya hayır demeniz yeterli değildir. Nasıl? Neden? sorusuna da yanıt vererek açıklayınız.


Kaynak belirtilmeden kullanılamaz

14 Ekim 2019 Pazartesi

Zihin Haritasıyla Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı'na Girişi

Zihin Haritasıyla Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı'na Girişi

2011-19
Zihin Haritasıyla Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı'na Girişi
Harita bana aittir DK


Çalışma Soruları

1. Elinizdeki kaynakları ve zihin haritasını değerlendirerek şu soruyu tartışınız. "Osmanlı Devleti Müttefikleri yenildiği için, yenilmiş sayıldılar" iddiası doğru mu? Görüşlerinizi argümanlarla destekleyiniz. 

2. Haritada Osmanlıların ağır antlaşmalar imzalamasının nedeni olarak kısaca, "gizli antlaşmalar" denilmiştir. Ne demek bu? Burada anlatılmak istenen fikri açıklayınız. Somut örnekler vererek açıklamanız gerekmektedir. 

3.  Elinizdeki kaynakları ve zihin haritasını değerlendirerek şu soruyu tartışınız. "Osmanlı Devleti, Almanlara ait iki savaş gemisi Rus topraklarını bombaladığı için savaşa girmiş sayıldı" iddiası doğru mu? Görüşlerinizi argümanlarla destekleyiniz. 
4. "Osmanlı Devleti için savaşa giriş kaçınılmazdı" tezini doğru  buluyor musunuz? Görüşlerinizi argümanlarla destekleyiniz. 

5. Yukarıdaki soruyu (4.) bu sefer de biraz farklı soralım. Osmanlı'nın, Almanyanın yanında savaşa girmek dışında başka seçenekleri var mıydı? Somut örnekler vererek açıklamanız gerekmektedir. 

6. Haritada eksik bulduğunu yerler var mı? Varsa bunların neler olduğunu maddeler halinde yazınız.


Kaynak Gösterilmeden Kullanılamaz

4 Temmuz 2019 Perşembe

Tigris (Dicle) İsminin Mitolojik Kökeni

Tigris (Dicle) İsminin Mitolojik Kökeni



Dicle Nehri (Tigris) 
Dionysos, tutkun olduğu Alphesiboia isimli Asya'lı nympha'yı elde etmek için binbir çare düşünmüş, sonunda bir kaplan olup kızı kovalamaya başlamış. Koşa koşa bir ırmağın kıyısına gelmişler, kız ırmağı geçebilmek için tanrının kolları arasına girmeye razı olmuş. Dionysos'tan gebe kalıp Medos'u doğurmuş. Medos, Med'ler boyuna adını verdiği gibi, geçilen ırmağa da Tigris (Dicle) yani Kaplan ırmağı denmiş.

Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 

5 Mayıs 2019 Pazar

Mami ve Enki'nin İnsanı Yaratışı ve "Tarihteki" İlk Ayaklanma

Mami ve Enki'nin İnsanı Yaratışı ve "Tarihteki" İlk Ayaklanma

Sümerlere ait bir silindir mühürde yer alan, tanrılarla ilgili semboller
Tanrılar Arasında Görev Paylaşımı
Tufan efsanesinin değişkelerinden [versiyon] biri olan ve tufanda sağ kalan kişinin adı ile anılan Atrahasis mitinin giriş kısmında, tanrıların da insanlar gibi güçlüklerle karşı karşıya kaldığı zamanlarda tanrısal dünyanın durumu tarif edilir. Aslında bu dönemde bile, toplumda bir tabakalaşma söz konusudur. Yedi büyük Anunnaki tanrıları aylak ve hakim tabakayı oluştururken, İgigi tanrıları emekçiler gibi bender inşa etmek ve onların efendileri olan tanrıların [büyük] yeryüzündeki yiyeceklerini yetiştirmek için gece gündüz toprağı kazmakta idiler. Anunnakiler arasında babaları Anu kral (sarru), kahraman Enlil de onların maliku yani danışman idi. Böylece yeryüzündeki bir modele göre tasavvur edilen küçük saray, bir de savaşçı genç tanrı olan Ninurta'nın üstlendiği komuta (guzalu) görevini içine almaktaydı. Nihayet Ennugi de gözeticiydi (gallu). İdari ve İcra işlevi ihtiva eden görevler, evrenin yetki alanlarına bölünmesiyle birlikte oluşmuştur. Bu yetki alanları, tanrıların büyük üçlüsüne yani Anu, Enlil ve Enki-Ea'ya [Sümerce metinlerin Enki, Akatça metinlerin ise Ea diye adlandırdığı tanrı] Bölüşme kaderin çekilişiyle yapılır: "Zarlar (isqam iddu) atıldı ve ayrıldılar". Ancak daha önceleri bir törensel davranış yerine getiriliyor ki, bu davranışın, kaderin tayin ettiğini kabul etme simgesi olarak el sıkışmayla eşdeğer olduğu görülüyor. Anu'ya gök, Enlil'e yeryüzü düşmüştür. Enki-Ea'ya gelince, ona yeraltı sularının önünü kesen kaya bırakılmıştır. Tanrılardan her biri kendi alanını ele almıştır: Anu göğe çıkıyor, Ea ise Apsu'ya, evine iniyor. Üçlüdeki her tanrının taşıdığı unvan bu durumda öğretici mahiyettedir. Sarru terimi kral, Anu'yu nitelendirmekte olup problem yaratmamaktadır. Krallık görevi verilen kişiyi adlandırmak için en sık kullanılan terimdir. Göğün krallıkla olan bağları açıktır. Üstün yetkiyi ifade eden terimin gösterdiği üzere, soyut türemiş niteliğine sahip anutu Sümercede göğün adı olan An ve Sümerce ile Akadcada Gök tanrısının ismi olan An­, Anu'dan neşet etmiştir. Etena miti anlatmaktadır ki, tanrılar insanlar için yeniyıl bayramını belirlediğinde, insanları yönetecek kral tayin etmemiştir. "Bu zamanlarda ne türban, ne taç giyinilmiş, ne asalar lapisle süslenmiş, ne de tahtlar henüz kurulmuştur. Taç, türban ve asa göklerde Anu'nun önüne konulmuşlardı. Onun (İştar)'ın halkının hükumeti yoktu. O zaman krallık göklerden indi."(Etana, I. levha, ı4-ı 6. satırlar). Böylece krallığı simgeleyen eşyalar, yeryüzünde bir üstün yetkinin yaratılmasından önce varolmuştur.

Enlil'e gelince, onu niteleyen ve tanrıların Danışmanı olarak tercüme edilen malku veya malik-ili terimi, tarihsel olarak teyid edilen bir görev manasına gelmektedir. Ancak bu terim, daha sonra göreceğimiz gibi, Enlil'in mitte yerine getirdiği görevi tarihsel gerçek çerçevesinde tam olarak kapsamamaktadır. Ea'nın taşıdığı unvan, güç ve nadir rastlanan bir terim olan ve reis veya prens anlamına gelen naşşiku ve nişşiku'dur. Onun tanrısal kişiliğinin özelliği, mitin başında tasvir edilen toplumsal hayatın organizasyonunda, üçlüdeki diğer tanrıların aksine görev almamasından kaynaklanmaktadır. O, ifade ettiği ögeye derinden bağlı olan ve onun bütün özelliklerini taşıyan bir varlıktır. Diğerleri gibi bu mitte merkezi bir rol oynaması da bundandır. Çünkü o esnekliği sayesinde, bütün zor durumlara -ki çoğu kez bunlar sorumlusu olmadığı durumlardır- uyum sağlayabilmekte ve uygun çözümler getirebilmektedir.

Öte yandan Ea'nın yetkisi sınırsızdır ve Mezopotamya'daki birbiri ardından gelen toplumların uzun tarihi boyunca, başından sonuna dek yerden fışkıran suyun yani uygarlığın temel ögesinin tanrısı olarak kalmıştır.

Baştaki toplumsal-siyasal açıklamadan sonra mit, kırk yıldan beri İgigilerin tabi bulunduğu zorlu çalışmayı ve sefaletlerinin temel sebebi olarak gördükleri Enlil' e karşı duydukları kızgınlığı tasvir etmektedir.

Tanrıların Üzerine Yüklenen Yükün Adaletsiz Paylaşımı
Yükün tanrı kategorileri arasında adaletsiz paylaşımı konusu, Sümer mitinde de yer almaktadır. Enki ve Ninmah gibi tanrılar, kanallar kazmaya ve bentler inşa etmeye uğraşan tanrıların işini sadece denetliyorlardı. Zorluk çeken tanrılar hayat şartlarından şikayet etmekte ve bunun sorumlusu olan tanrıya karşı homurdanmaktadırlar. Tepkiyi çeken tanrı ise "üstün yetenekli tanrı" ve O, suyun aktığı Engur'da bulunan ve hiçbir tanrının göremeyeceği tapınağının derinliklerinde yeralan yatağı üzerinde uzanmış vaziyette, yarattığı tanrıların şikayetini dikkate bile almadan sessizce uyumaktadır. (13. satır ve sonrası) Enki'yi, tanrılara yardımcı olması için kinsi"vekil" olarak adlandırılan bir varlık-ki tanrılar işlerini onun üzerine yıkabilsin- yaratmaya ve böylece bilgi ve maharetini kanıtlamaya teşvik eden annesi tanrıça Nammu olacaktır.

Atrahasis mitinde, emekçi tanrılar ile Enlil'i birbirine düşüren çatışma daha ayrıntılı ele alınmış ve biçimlenmiştir. Her şeyden önce, İgigilerin Enlil'e karşı olan isteklerinin gittikçe belirginleştiği görülmektedir. Başlangıçta, ne istediklerinden emin değildirler ve işlerini hafifleten kumandan (guzalu) Ninurta'ya dahi göz dikmişlerdir. "Enlil'i yerinden etme" kararını sonra alırlar (I. levha, 44 satır). İsmi bir boşluktan dolayı bilinmeyen İgigilerden bir tanrı, dikilir ve Enlil'e savaş ilan edilmesi için kardeşlerine çağrıda bulunur. Tanrılar onun çağrısına iş aletlerini, çapa ve sepetlerini (marru, tupşikku) ateşe vererek cevaplandırırlar. Savaş açıldığında kesin bir adım atılmış olur. Mitin, gerçekçi bir şekilde tasvir ettiği sahne, tarihte vuku bulan buna benzer köylü ayaklanmalarından biridir. 

Yanmakta olan bütün bu tarım aletlerinden gelen kızıl ışıklar tarafından henüz aydınlanan gecede, tanrılar "birbirine tutunup Enlil'in tapınağının önüne gelirler" (I. levha, 68-69. satırlar). Ortak düşman karşısında İgigileri birleştiren dayanışma, elele Enlil'in evine, Ekur Tapınağı'na doğru yapılan bu gece gezisinin etkisinde ve sadeliğinde ifade bulmaktadır. Tapınak hemen kuşatılır. Ancak tanrı hiçbir şeyin farkında değildir. Buna karşılık Ekur'un kapıcısı Kalkal geceyi beklemektedir. O, Enlil'in habercisi Nuşku'yu uyandırmaya koşar. Nuşku da hemen ayaklanmadan habersiz sessizce uyuyan tanrının odasına doğru yönelir. Destanın metni, uyuyan tanrı olaylardan haberdar edilmeden, iki kez kuşatma yapıldığında ısrar etmektedir. Bu ısrarın tesadüfi olmaması mümkündür. Çünkü o, bir taraftan metinde bahsedilen "gece gündüz işi yüklenmiş olan" (dullam izbilu muşi u urri) emekçi tanrıların durumu ile hakim tanrının dinlenmesi olayı arasındaki çatışmayı; diğer taraftan da her şeyi bilen ve hiçbirşeyi gözden kaçırmayan üstün tanrının bulunduğu vaziyeti gözler önüne serme eğilimindedir. Kölelik yapan ve kaderlerinden yakınan tanrılar ile uyuyan tanrı taslağının, yukarıda zikrettiğimiz Sümerlerin Enki ve Ninmah mitinde de görüldüğü bir gerçektir. Yine de iki durum arasında farklılıklar vardır.

Emekçi Tanrıların (İgigiler) Enlil'e Karşı Ayaklanması
Enlil'in aksine Enki-Ea her şeyi gördüğü için değil, düşündüğü için bilmektedir. Enlil'inkine karşılık, onun bilgisi gök ışıklarına ve hava gücüne özgü oida-video tipinde değildir. Bu, Enki'nin evinin bulunduğu Apsu'nun yeraltı durgun suyuna mahsus ışık geçirmez bir bilgidir. Diğer taraftan, farklı dillerde yazılmalarına karşın biri Sümer, diğeri Babil kaynaklı olan iki mit arasında ortak noktalar fazladır. Atrahasis mitinde İgigiler ve hakim tanrı arasındaki çatışma, Enki ve Ninmah'ın hikayesinde görülmeyen önem ve yoğunluk kazanmaktadır. Bu hikayede Enki, annesi Nammu'ya, emekçi tanrıların yerine geçecek olan bir varlığın yaratılması fikrini uygulamaya koyması için yardım edecektir. Atrahasis mitinde ise tanrı Enlil, emekçi tanrıların gelişinden dolayı şaşırmış ve hayrete düşmüştür. Savaşın kapısının önünde olduğu haber verilince, Enlil'in verdiği emir son derece manidardır "Nuşku kapını kapat, silahlarını al ve ön tarafıma geç" (I. levha, satır 87-88. satırlar). Görüldüğü gibi, Enlil'in şaşkınlığı sürmektedir. Nuşku'nun cevabı çarpıcıdır: "Efendim, sizin kendi çocuklarınız söz konusudur. (kelimesi kelimesine: Çocuklar, sizin çocuklarınızdır.) Neden çocuklarınızdan korkuyorsunuz?" (I. kez tekrarlanan ve asi tanrılar ile Enlil'i birbirine bağlayan kan bağı bile onu teskin edemiyor. Enlil, öncelikle habercisi Nuiliku'nun verdiği tavsiyeye uyarak, yardımlarını rica etmek üzere Anu'yu gökten indirmek istiyor ve Apsu'nun da Ea'yı çıkarma [? çeviri den mi] önerisine uyuyor. Meclis (puhrum), Gök tanrısı Anu ve Apsu'nun kralı Enki dışında bütün Anunnakileri toplar. Enlil durumu büyük tanrılara anlatmak üzere söz alır. Her şeyin kendisine yönelik olmasından ve savaşın kendi kapısı önünde vuku bulmasından hala şaşkındır. Anu, Nuşku'ya İgigilerden bu şekilde davranmalarının sebebini sorup öğrenmesini telkin eder. Enlil ise tam aksine, Nuşku'yu silahlanmış bir şekilde asi tanrıların toplantısına katılmak ve savaşın teşvikçisini belirlemekle görevlendirmiştir. Anu 'nun önerisi ile Enlil' in Nuşku aracılığıyla İgigilere gönderdiği mesaj arasındaki farklılık, durum değerlendirilmesindeki temel ayrılığı göstermektedir. Anu, hoşnutsuzluğun sebebini anlamaya çalışmakta, Enlil ise İgigileri isyana iten hususları sorgulamadan sadece muhtemel suçlunun bulunmasıyla ilgilenmektedir. Çözüm getirmek için huzursuzluğun sebeplerini öğrenmek isteyen Anu, yasal yetkiyi temsil ederken, yürütücü gücün temsilcisi olan Enlil ise sadece ceza vermeye çalışmaktadır.

İgigilerin cevabı açıktır. Olanlardan tek kişi değil, savaşı [?] ilan eden bütün tanrılar sorumludur. "Aşırı çalışma bizi öldürmekte, işimiz ağır, acımız büyüktür." (I. levha, 162- 163. satırlar). Enlil bu sözlere beklenmedik bir tepki gösterir. Ağlamaya başlar ve sonra da Anu'dan tanrısal görevi yanında götürmesini (parsam-tabal) (I. l evha, 170-171. satırlar) ve savaş dolayısıyla tehlikeye düşen yetkisini kendi üzerine almasını ister. Aynı zamanda, Enlil, Anu'ya isyancılardan birini Anunnakilerin yanına çağırmasını ve ibret olsun diye öldürmesini de ister. İşte burada yine Enlil ile Anu ve Ea arasındaki farklılık kendisini göstermektedir. Anu, daha sonra da Ea'nın, işten bitkin düşen ve iniltileri tanrılar tarafından bile duyulabilen İgigileri savunduğu görülür.

Ama yine de biri, ibret için olmasa da kurban edilecektir. Gerçi Enki, bilge olan ve aynı zamanda Belet-ili ve Nintu (doğuran hanım) diye adlandırılan tanrıların ebesinden, tanrıların yerine zinciri taşısın diye bir canlı varlık, bir lullu  yaratmasını teklif eder. Tanrıça, görevi her şeyi arıtmak olan Enki- Ea'dan işe koyulabilmesi için kil ister. Atrahasis mitinde insanın doğuşunun başlangıç noktasını, eril unsurla dişil unsurun birleşmesi oluşturduğu için, unsurlardan hiçbiri tek başına böyle bir işe girişmek istemez (I. Levha, 1 89-203. satırlar). Mitin biyolojik açıdan bize sunduğu çevrimyazı son derece zengin ve karışıktır. İnsanın yaratılması bir dizi faaliyetler arasında gelişmektedir. Bu faaliyetler kah tanrı Ea, kah tanrıça Belet-ili tarafından yapılmaktadır. İki tanrı arasında bir çeşit diyalog kurulmuş gibi bir manzara vardır ve bu diyalog her iki tanrıya da özel bir hareket alanı sağlamıştır. İki veya üç girişimden sonra, diğer Anunnaki tanrıları grup halinde tiyatro oyununa katıldıklarında, iki başoyuncunun jest ve kelimelerini kuvvetlendiren ve onaylayan bir koro görüntüsü oluştururlar.

Yazılı metinler, bazen önemli noktalarda büyük eksiklikler gösterebilirler. Buna rağmen bunları, insanın yaratılışına yol açan mitik gelişmeyi sunuş biçimlerine göre ikiye ayırabiliriz.

Enki İnsanı Yaratıyor
Tanrı Ea tarafından sağlanan ve temel elemanı oluşturan kilden hareketle, mitik gelişmenin ilk kısmı, ceninin elde edileceği esas maddenin yaratılmasına (prima materies) kadar gelmektedir. Bunun da evreleri vardır: İlk aşama, ayın on yedinci ve on beşinci günü, tanrı Enki-Ea'nın hazırladığı arıtma banyosu ile başka yerlerde bilinmeyen We ya da We-ila adında bir tanrının öldürülmesidir. We ya da We-ila tanrısının adı, insan anlamına gelen (a) welum teriminden kaynaklanan bir kelime oyunu da olabilir. Tanrıça Nintu, etemmu'ya sahip canlı maddeyi yaratır.

Öldükten sonra geri dönmeyen ve toz olmayan ölümsüz unsur, varlığını sürdürmeye ve canlılardan dua ve bağış istemeye devam etmektedir. Enuma eliş'te bu ölümsüz unsur, tanrı Kingu tarafından insanın yaratılışı sırasında verilmiştir. Ancak Gılgameş Destanı'nda (I. Ievha, 33-35. satırlar), Aruru'nun Enkidu'yu yarattığı zaman diliminde yoktur. Bu durum aynı tanrının teodike'sinin pasajında geçen eserini zikretmektedir. (XXIV (B), 258. satır).

Hamuru yoğuran ve hazırlayan kişinin Nintu (doğuran hanım) adını taşıyan tanrıça olması, kadın unsurunun, dışarıdan sağlanan maddelerle canlı varlığın ortaya çıkacağı malzemeyi yarattığı anlamına gelmektedir.

İgigi tanrıları, bu şekilde elde edilen hamur üzerine tükürürler (I. Ievha, 233-234. satırlar). Emekçi tanrıların bu davranışını açıklamak için Lambert-Millard ve Lambat'ın önerdiği gibi, çömlekçinin tekniğine değinmemizin uygun olduğunu sanmıyorum. Gerçekten de, Mezopotamya'daki çömlekçiler, şekil verecekleri topağı koparmadan evvel hamurun üzerine tükürür. Biz bunu sadece Gılgameş Destanı'ndaki (I. levha, 34. satır) pasajdan değil; tanrıça Belet-ili'nin hamurun üzerine nasıl tükürdüğünü anlatan, Atrahasis şiirinin Neo-Asur pasajından da öğreniyoruz. (Lambert­ Millard, s. XI, 5 satır: 771-771-ta [ta-at]-ta-di eli ti-it-ti şa;  tanrıça hazırladığı kilin üzerine tükürüyor). Her şeyden önce, İgigi tanrıları genel olarak çömlekçinin sanatı ile ilgili hiçbir şey yapmamışlardır. Özellikle burada kazma ve küfeyi kullanan kişiler olarak görünmektedirler. Çömlekçinin hareketleri ise yalnızca teknisyenlik görevini üstlenen Ea ve Belet-ili tanrılarına mahsustur. İgigilerin kil üzerine tükürmesi, işçi tanrıların önceki durumu üzerlerinden atmaları anlamına gelmektedir. İgigilerin konumunu, bundan böyle zincire boyun eğen ve küfeyi taşımak zorunda kalan insan üstlenecektir. Kırk yıl toprak üzerinde acı çeken İgigiler, kilin üzerine tükürerek açıkça geçmişleri ile olan kopuşu ifade etmektedirler. Yorumcuların dikkatini çekmiş görünmeyen önemli bir ayrıntı da şudur: Destanın başından itibaren ilk defa bu pasajda, kil üzerine tüküren İgigiler "Büyük tanrı" olarak nitelendirilmiştir (ilani rabuti, I. levha, 233 satır). Bu da artık onların Anunnakiler gibi, bütün haklara sahip tanrılar oldukları anlamına gelmektedir.

Şiirin ilk kısmı tanrıça Mami'nin** bir konuşması ile biter. Mami tanrılar tarafından kendine verilen görevi yerine getirdiğini beyan eder. Tanrılar, tanrıçadan insanı yaratmasını istemişlerdir. Tanrıça, onları kurtarır ve bağımsızlığı tesis eder. Geriye Enki-Ea'nın tasarladığı ve ilk malzemeleri (prima materies) hazır olan tasarıyı gerçekleştirmek kalıyordu.

İkinci kısımda olaylar, bit-şimti'ye "kaderin belirlediği yer"e taşınıyor. Gerçekten bu andan itibaren, ana rahminde oluşan ceninin gelişmesine ve doğum sırasında dışarı çıkışına ilişkin çeşitli süreçler söz konusudur. Ea ve Mami 'nin bit-şimti'de yaptığı hareketler, şiirin ilk kısmında olduğu gibi birbirine uyumlu görünmektedir.

Tanrı Ea, çömlekçi marifetine mahsus bir iş yapmaya başlamıştır. O, tanrıça Mami'nin önünde toprağı "işliyordur". Ancak bu olay sadece teknik bir ilgi değildir (bkz. M.-Th. Barrelet, Figurines et relieft en terre cuite du Musee du Louvre, s. 32). Bunun altında başka bir mana yatmaktadır. Toprağın işlenmesi dölyatakları sassurati'nin (ki bunlardan daha önce bahsedilmemektedir) toplanmasından (I. levha, 25 l satır) yani ceninleri almaya hazır hale gelmesinden sonra olmuştur. Çiğneme işlemi, toprak malzemesinden hava kabarcıklarını çıkarmak üzere yapılan teknik bir çalışmadır ve burada cinsel simgecilik görmemek mümkün değildir. Tanrı, toprak üzerine ayağının izini bırakmak suretiyle, tanrıça Mami kadar kendi eseri de olan bu canlı maddeyi bir şekilde damgalamaktadır. İgigilerin tükürme meselesinde olduğu gibi, olay her zaman teknik ve simgesel olmak üzere iki planda oynanmaktadır. Bundan sonra Mami'nin dua okuduğunu ve Ea'nın yardım ettiğini anlatan iki satır dışında (254 satır), tanrı Ea insanın yaratılışına müdahale etmeyecektir. Artık her şey Mami'nin eseridir. Sanki erkeğin yaratıcı gücünün doruk noktasına ulaştığı hissettirilmek istenmektedir. Tanrıça Mami, duasını bitirdikten sonra hamurdan on dört topak koparıp yedisini sağ, yedisini de sol tarafına yerleştirir. Ortaya da bir kalıp koyar ve anlamı henüz bilinmeyen bir işlem yapar. Takip eden olaylar, bir Yeni-Asur parçasında muhafaza edilmiştir: Kaderin yaratıcısı Ana tanrıça, burada "iffet ve bilgi dolu" dölyataklannı zorluyordur. Yedisi erkek, yedisi de kız olmak üzere on dört çocuk doğuracaktır. Bu pasaj, hamurdan koparılan on dört topağın, 25 1. satırda bahsedilen dölyataklarına yerleştirildiğini göstermektedir. Bu dölyatakları, anlama yeteneğine sahiptir. Çünkü insanlığın neşet edeceği yedi çift ana örneği yaratma amacı güden tanrıça Mami'nin emirlerini yerine getirebilmektedir.

Son satır (Asur değişkesi, l4 satır) ise olanları ve olacakları zikretmektedir: "İşte Mami'nin insan ırkı için tasarladığı kurallar buradadır". Bunlar hem hamile kadının, hem de lohusanın uyması gereken kurallardır.

Eski Babil metni, bir boşluktan sonra olayları tekrar ele aldığında, genç kızlarda göğüslerin gelişmesi ile ergenlerin (272- 273. satırlar) yanaklarında sakalların çıkması arasında bağlantı kurar. Bu demektir ki, Nintu olarak adlandırılan tanrıça biraraya getirilen dölyataklarının başında oturmuş ayları saymaktadır.

Doğum zamanı geldiğinde başını örten tanrıça, neşeli bir şekilde bir ebe kadın gibi davranır. Hayır duasını ederken de beline bir kuşak bağlayacaktır. Arkasından da, lohusanın evinde dokuz gün kalacak olan unla bir figür çizer ve bir de tuğla koyar. Bu, insanın yaratılış hikayesinin sonudur. Takip eden satırlar ise evlilik kurumu ile ilgilidir. Destanın metninde, evlilik kutlamalarının da dokuz gün süreceği belirtilmiştir. Lohusalık dönemi (Levitik, XII, 2) ile düğünün gün sayısı arasındaki koşutluk, Eski İsrail'de de vardı (Tekvin, XIX, 27; Yargıçları, XIV, 1 2, 1 7).

Tanrılar, Enki'nin Yarattığı İnsanı Yok Etmek İstiyor: TUFAN
Tanrı Enki-Ea'nın, insanın yaratılışında oynadığı üstün rol, Atrahasis şiirinin tamamında ve özellikle Enlil ve diğer tanrılar insanlığı tufan yolu ile yok etmeye karar verdiklerinde, onun insanlara olan ilgisini açıklamaktadır. Şiirin bütünü incelendiğinde, Enki-Ea ve Belet-ili'nin davranışlarında, insanın yaratılışı ile sonuçlanan ortak çalışmalar boyunca sergilenen farklılığı görmek mümkündür. Enki-Ea, Enlil tarafından tehdit edilen insanlara Atrahasis 'in yardım etmesini sağlamaya çalışır. Geminin (eleppu) (lll. levha, 22 satır) icad edildiği ana kadar da zekâsını kullanmaktan asla vazgeçmez. Gemi, Atrahasis'i tufandan kurtarmak için, Enki-Ea tarafından toprak üzerine çizilmiştir. Belet-ili (Nintu), tanrılar tarafından insanlara karşı alınan kararlan öngörecek durumda olmadığından bu kararları kabul etmektedir. Öyle ki, halkının büyük tanrılar tarafından boğdurulduğuna inandığından, Anu'ya karşı bile öfkesini dile getirmemektedir. Belet-ili 'nin rolü, bir dölyatağı olarak programlanmış ve her zaman edilgen ve sabit kılınmıştır. Ea ise şekilleri biçimlendiren ve kaderi tayin eden yaratıcı tanrı olarak kendini göstermektedir.

İkinci kısımda kavga yeniden alevlenir. Ancak bu kez tanrı Enlil, demografik artışın dayanılmaz bir şeklini hubris oluşturan insanlarla karşı karşıya bulunmaktadır. Kısacası, insanlığın nüfus artışı karşısında bütün araçlarla savaşa girişen Enlil olduğu halde, tanrısal üstünlük bir başarısızlık ya da yan-başarısızlık sergileyecektir. İnsanlar, Enlil'in kararlaştırdığı tufanla yok edilemeyecektir. Enki-Ea tarafından kendisine bahşedilen ölümsüzlük sayesinde, hakim tanrı onurunu kurtarır ve dört ayağı üstüne düşer. Enlil'in yeryüzünde sahip olduğu saray, önemsiz bir olayın başlangıç noktasını oluşturmasına rağmen, Enlil'in otoritesini sarsan kavganın anlamı ve önemi bambaşkadır.

Mitolojiler Sözlüğü, Dost Yayınları, s. 1054-1057


*Ana başlığı ve ara başlıkları ben yazdım. Koyulaştırmayı ben yaptım. Tarihteki ilk ayaklanma derken;  tarihteki kelimesini tırnak içine alarak yazdığımı hatırlatayım. Sümer tabletlerinde yazılanlara bir göndermedir ve bu tabletler (yazılı kaynaklar, belgeler) mitolojinin bir parçası olarak görünse de (bu yüzden tırnak içinde) tarihteki ilk kayıtlardır. Bundan öncesini bilmiyoruz. Sümer tarihi (ve genel anlamda tarih) bunlarla başlıyor. DK

** Mami; tanrıça Ninhursag'tır


Şunlara da bkz. 

İlahi Savaş Sanatı

Sümer Yaratılış Mitosları

Gılgamış'ta Nuh Tufanı

Nibiru Gezegeni'nden Enki'nin Hikayesi

Sümer Silindir Mühürleri

Mezopotamya Uygarlıkları