Neil Faulkner etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Neil Faulkner etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Kasım 2017 Pazartesi

Uygarlığın Yayılması ve Merkez - Çevre İlişkisi

Uygarlığın Yayılması ve Merkez - Çevre İlişkisi

Neil Faulkner
Ur kentinin temsili olarak canlandırılması
https://www.realmofhistory.com/2017/07/27/reconstruction-ur-city-sumerian/

Dünyanın ilk sınıflı toplumu Sümer’de milattan önce 3000’li yıllarda ortaya çıktı. Başrahipler ve şehir yöneticilerinden oluşan bir seçkinler grubu, kendilerini toplumun üstünde konumlandırdı ve sıradan yurttaşları kendi çıkarları için sömürmeye başladı.
Giderek karmaşıklaşan toplum, onlara özel siyasi-dini roller tahsis etmiştir. Bu roller onlara mülkiyet ve artı değer üzerinde hâkimiyet vermiştir. Ancak kıtlığın ve yoksulluğun kural olduğu bir dünyada bu hâkimiyeti kendilerini zenginleştirmek ve kendi iktidarlarını desteklemek için kullanmışlardır.
Aynı anda ya da birazcık sonrasında birtakım başka yerlerde aynı şeyler olmuştur. Medeniyet tek bir merkezden dışarıya doğru yayılmamıştır: koşulların uygun olduğu yerlerde bağımsız biçimde ortaya çıkmıştır.

Sümer’de rahipler yönetici sınıfın çekirdeğini oluşturmuş, tapınak varlıkları onlara zenginlik sağlamış ve tapınak zigguratları onların en gösterişli eserleri olmuştur. Şehir yöneticileri ve savaş liderleri, teokratik seçkinler arasından seçilmiştir.
Mısır’da gerçek bunun tersidir. Şahin kavminin lideri ve efsanevi ilk firavun Menes, Nil Deltası’nı (Aşağı Mısır) ve Nil Vadisi’ni (Yukarı Mısır) askeri fetihle birleştirmiştir. Merkezileştirilmiş bir devlet yaratarak kendisini tanrı-kral (firavun) ilan etmiştir.
Rahipler, memurlar, tüccarlar, zanaatkârlar ve köylülerin hepsi firavunun emri altındaydı. Yönetici sınıf –rahipler ve memurlar- mülklerini ve konumlarını kralın himayesine borçluydular. Eski Mısır Krallığı’nın (M.Ö. 2705-2250) sembolik anıtları piramitler tapınak değil, kral mezarıydılar.
Sümerli rahipler ve şehir yöneticileri gibi, Mısırlı firavunlar da “kent devrimi”nin kültürel ambalajını geliştirdi: sulama çalışmaları, uzun mesafeli ticaret (özellikle madenler, kereste ve taş konusunda), okuryazarlık ve kayıt tutma, numerik gösterim ve geometri, standart ağırlıkları ve ölçüler, takvim ve zaman kaydetme, astronomi bilimi.
Kent ambalajı devletin ve seçkinlerin ihtiyaçlarını yansıtıyordu. Nil sularının denetimi, verimli hasadı, büyük üretim fazlasını ve sağlıklı bir işgücünü garantiye aldı. Resmi ticaret çalışmaları, silah üretimi, anıtsal mimari ve lüks tüketim için ihtiyaç duyulan hammaddeleri güvence altına aldı. Bilgili bir bürokrasi, devlet iktidarının bağlı olduğu vergi ve işçilik hizmetlerini yönetti.
Bağımsız “kentsel devrimler” birkaç farklı yerde ortaya çıktı. Bu, tüm insanların en üst düzey başarılara erişebilir olduğunu gösterir. Diğerlerine örnek olacak “üstün ırklar” ya da “uluslar” yoktur. Tarihsel farklılıkları belirleyen kültür ve şartlardır –biyoloji değildir.
Milattan önce 2600 dolaylarında İndus Vadisi’nde (Pakistan) kentsel uygarlık ortaya çıktı. Mohenjo-Daro’nun büyük anıtları ve ikamet edilen mahalleleri bir milkare alanı kapsar. Kazılarda çıkan damga pulları, standart ağırlıklar ve ölçüler, komplike bir yönetime işaret eder.
Kuzey Çin’in Sarı Nehir bölgesinde bulunan antik Anyang, neredeyse 10 km. uzunluğunda ve 4 km. genişliğinde duvarsız bir kompleksti. Muhtemelen milattan önce 13. yüzyılda Şang Hanedanı’nın başkentiydi. Kazılar, zengin kral mezarlarını, büyük miktarda süslenmiş bronz zulasını ve on binlerce çatlak ve yazılı kehanet kemiğini gün yüzüne çıkardı.
Meksika’daki Teotihuacan, zirvede olduğu milattan sonra 450-650 yılları arasında 8 mil kare büyüklüğünde ve 150 bin civarında nüfusa sahip bir Maya şehriydi. Merkezinde dev piramitlerin hâkim olduğu anıtsal bir kompleks vardı. Güneş Piramidi’nin tabanı 210 metrekare ve yüksekliği 64 metreydi.
Büyük Zimbabve (M.S. 1100-1500) Afrika’nın kalbinde 20 bin nüfuslu bir kentti. Zenginliğinin temelinde büyükbaş hayvancılık, zirai tarım ve altın, bakır, fildişi, köle ticareti yatıyordu. Zambezi ve Limpopo arasında 100 bin kilometrekare genişliğinde bir alanı vardı.
Eskiden akademisyenler uygarlığın tek bir merkezden yayıldığına inanırlardı. “Eski doğudan çıkan ışık”tan bahsederlerdi. Bu, 19. yüzyılda “Beyaz Adamın Sorumluluğu” –Avrupalı emperyalistlerin uygarlaştırma misyonu- fikirleri ile donatılmıştı.
Arkeoloji bunun aksini ispatlamıştır: uygarlık, birbirinden bağımsız olarak farklı yerlerde, farklı zamanlarda gelişti. Mesaj, tüm dünya halklarının ortak beşeriyeti ve eşit yaratıcı potansiyeli paylaştığı.
Ancak başlıca medeniyet merkezlerinin, kendilerini çevreleyen toplumlar üzerinde etkisi olmuştur. “Çekirdek” ile “çeper” arasında her zaman bir ilişki olur.
Mısırlı firavunlar Lübnan’dan kereste, Kıbrıs’tan bakır, Sudan’dan altın elde etmiştir. Kimi zaman bu bir barışçıl takas meselesi olmuştur. Lübnan’daki Biblos kenti kereste ticaretiyle zenginleşmişti. Yerel tüccarlar, Mısır dilini okuyabilen tezgâhtarlar çalıştırmışlardır. Kültürel etkileşim vardı.
Başka zamanlarda bu bir fetih meselesi olmuştur. Kuzey Sudan fethedilmiş ve altın vergisi vermeye zorlanmıştı.
Çekirdek ve çeper arasındaki etkileşim bu nedenle çok yönlüydü –ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel.
Ticarete olan rağbet tüccarları, deniz kaptanlarını ve gemi inşacılarını cesaretlendirmişti. Kürekçiler tarafından hareket ettirilen uzun tekneler, milattan önce 3000yılından itibaren Ege Denizi’nde kullanılmıştır. Troya Kalesi milattan önce 2700 yılında Çanakkale Boğazı girişindeki bir limanı korumak için inşa edilmiştir.
Minos Uygarlığı’nın “Thalassokrasi”si (deniz hakimiyeti), milattan önce 1950-1450 yılları arasında Girit’in merkezi konumu ve adalıların kargo gemilerini derin gövdeli, yüksek kapasiteli, yelken gücüyle giden biçimdeki devrim niteliğinde tasarımları üzerinden egemenlik kurmuştur.
Minos Girit medeniyeti yöneticileri, geniş alana yayılmış, taştan yapılan, duvar resimlerinin ve devasa seramik kapların olduğu kilerlerin yer aldığı saraylarda yaşamıştır.
Homeros, kahramanı Odysseus’u seyahat yorgunu bir görünüşte tanımlar, onun “yaşamını hantal bir gemide, dışarıya giden malları hakkında endişelenerek harcayan, aşırı kârlarla eve geldiğinde gözünü yükünden ayırmayan bir tüccar gemisi kaptanı gibi” olduğunu söyler.
Böylece çeper, ticarete olan rağbet ile değişmiştir. Çeper, savaş tehdidiyle de değişmiştir. Akkad kralı Sargon, milattan önce 2330 sonrasında Mezopotamya şehirlerini birleştirmiş ve Pers Körfezi’nden Akdeniz’e dek uzanan bir imparatorluk yaratmıştır. Eski Krallık (Mısır medeniyetinde milattan önce üçüncü bin yıla verilen isim; ç.n.) firavunları, Sina’yı bakırı için fethetmişlerdir.
Süpergüç militarizmle tehdit edilen çeperdeki küçük devletler ve kabileler savaş için örgütlenmişti. Bronz Çağı dünyasına savaşçılar, silahlar ve savaş filoları egemendi. Ağır çekimdeki silahlanma yarışı, yüzyıllar boyunca hız kazandı. Duvar resimleri malların yüklendiği gemileri gösterir, ama aynı zamanda silahlanmış adamlarla dolu gemileri de gösterir.
Ticaret ve savaş vasıtasıyla ve malların, insanların, fikirlerin hareketi yoluyla çekirdek ve çeper toplumları birbirini etkilemiştir.
Kültürün paylaşımı ve yayılması, arkeologların “difüzyon” dedikleri şeydir. Bu, bilgi ve üretkenliğin gelişmesindeki başlıca süreçlerden biridir. İlerleme bariyerlerle engellenir, köprülerle kolaylaştırılır.
Ancak rekabet eden seçkinler ve hasım ordular dünyası aynı zamanda ölüm, tükenme ve gerileme potansiyeli barındırır. Göreceğimiz üzere, Bronz Çağı medeniyetinin zıtlıkları insanlığı durmadan krize ve barbarlığa sürüklemiştir.

Neil Faulkner, Marksizm Penceresinden Dünya Tarihi, Yordam Kitap

15 Haziran 2017 Perşembe

Marksizm Nedir?

Marksizm Nedir?

Neil Faulkner

Marksizm kimi zaman Alman felsefesi, Fransız sosyalizmi ve İngiliz iktisadının bir bileşimi olarak sunulur. Bu doğru ama eksiktir. Marksizmi pratikten kopuk, yalnızca teorik bir mesele olarak ele alır, yani özünü tamamen gözden kaçırır.

Marksizmin temel fikirlerini, 1843-47 arasında Karl Marx (1818-83) ile Friedrich Engels (1820-95) formüle etti. Onların ortak çalışması, düşünce alanında, bilimde Isaac Newton, Charles Darwin, Sigmund Freud ve Albert Einstein’ın başarılarıyla karşılaştırılabilecek bir devrimi temsil ediyordu. İnsan toplumunun bütününü anlamak için tümüyle farklı bir paradigma yarattılar. Ama düşünsel devrimlerinin öznesinin tam da insan toplumu olmasından ötürüdür ki laboratuvarları, içinde yaşadıkları toplumsal dünya olmak zorundaydı. Marx ile Engels’in o zamanın kitle mücadelelerine katılmış faal devrimciler olması, Marksizmi mümkün kılmıştı.


Özellikle de fikirlerini, 1848 devrimlerinin siyasi ateşinde sınayıp iyice geliştirdiler. Marx, Köln’de yayınlanan devrimci gazete Rheinische Zeitung’un editörlüğünü yapmıştı. Engels, Prusya’nın işgal ettiği Renanya Palatinliği’ni savunarak devrim ordusunda askerlik yapmıştı. 1849’da devrimin yenilmesiyle her ikisi de sürgüne gitmek zorunda kaldılar.

Marx ile Engels, felsefe, toplum ve iktisat hakkındaki çağdaş fikirleri alıp bizzat tecrübe ettikleri somut gerçeklik temelinde bunları dönüştürdüler. Marksizmi “materyalist” [maddeci] olarak tarif etmek bu anlamda doğrudur (karşıtlık “idealizm”ledir –deneyime dayanmayan ve uygulamada başarıyla hiç sınanmamış teoriler).

Her ikisi de Alman felsefesi eğitimi almıştı. Diyalektik anlayışı Marksizmde çok önemli bir yer tutacak Georg Hegel’in (1770-1831) fikirleri o dönemde felsefeye hâkimdi. İki kavrama dayanıyordu: “Bütün şeyler kendi içlerinde çelişkilidir” ve “çelişki, tüm hareketin ve yaşamın kökenidir; bir şey ancak bir çelişki içerdiği sürece hareket eder, itkiye ve etkinliğe sahip olur”.

Hegel’in diyalektiği idealistti. Esasen insan düşüncesindeki değişikliklerle ilgilenen Hegel, özellikle de tarihi, Mutlak Ruh dediği, kendisi ve kendisiyle uyuşmayan gerçeklik arasındaki çelişki sayesinde dünyayı değiştiren yüce fikrin açınımı olarak düşünüyordu. Marx, idealist diyalektiği materyalist bir diyalektiğe dönüştürerek, baş aşağı duran Hegel’i ayakları üzerine oturttu. Vurguladığı nokta basitti: Önem taşıyan çelişkiler, gerçek dünyada var olur, insanların kafasında değil; dolayısıyla, tarihe yön veren, fiilî toplumsal kuvvetlerin çarpışmasıdır. Düşüncenin rolü, bu kuvvetleri anlayarak insan müdahalesinin daha iyi yöneltilmesini ve daha etkili olmasını sağlamaktır.

Gerçek dünyayla uğraşmaya başlamak, içerisinde ortaya çıkan yeni kapitalist ekonomiyi incelemek demekti. İngiliz iktisatçılar kılavuzluk etmişti. Bu açıdan Marx ile Engels üzerinde en fazla etki yapan David Ricardo (1772-1823) idi. Ricardo, kapitalizmin mizacıyla ilgili iki büyük keşif yapmıştı. İlki, “bir metanın değerinin, onun üretimi için gereken göreli emek miktarına bağlı olması” idi. Başka bir deyişle, tüm zenginliğin kaynağı sermaye değil insan emeğidir. İkincisi, “kârlarda bir düşüş olmadan emek değerinde artış olamayacağı”nı fark etmesiydi. Başka bir ifadeyle, emeğin kazancı sermayenin kaybıydı ve bunun tersi de geçerliydi. Ücretlerle kârlar arasında zıt yönlü bir ilişki vardı.
Gelir bölüşümü anlaşmazlığının (sınıf mücadelesinin), kapitalizme içkin olması bunun gereğiydi. Böylelikle Ricardo, sistemin son derece çelişkili ve potansiyel olarak patlamaya hazır olduğunu ortaya koymuştu. Bundan ötürüdür ki çalışmaları, anayolcu klasik iktisadın ulaştığı en yüksek noktayı temsil ediyordu. Takipçileri, kendi bilim dallarının devrimsel sonuçlarından uzaklaştılar ve burjuva iktisadı giderek yozlaşarak, bugün olduğu üzere açgözlülüğün ve serbest piyasa kaosunun ideolojik açıdan haklı çıkarılmasına indirgendi.

Öte yandan Marx, Ricardo iktisadının bilimsel içgörülerini takip etmeyi sürdürdü. Kapital’in ilk cildini 1867’de yayınlaması, Marx’ın en parlak başarısıydı. (İkinci ve üçüncü ciltler, makalelerinden düzenlenerek ölümünden sonra sırasıyla 1885 ve 1894 yıllarında yayınlandı). Bu metinler, modern dünya ekonomisine dair herhangi bir ciddi analizin en temel başlangıç noktası olma özelliklerini hâlâ koruyorlar.

Fransız sosyalizmi, Marx ile Engels’i düşünsel açıdan etkileyen üçüncü şeydi. Büyük Fransız Devrimi’nden doğan ve onun gerçekleştiremediği insanlığın kurtuluşu vaadiyle güçlenip gelişen Fransız sosyalizmi, reformist-ütopyacı ve devrimci-komünist kanatlara bölünmüştü. Comte de Saint-Simon, Charles Fourier ve İngiltere’de Robert Owen gibi ütopyacılar, akılcı argümanın, iyi örneğin ve kademeli reformun, toplumsal dönüşümü sağlamaya yeteceğine inanıyorlardı. Gracchus Babeuf ve Auguste Blanqui’nin temsil ettiği komünistler, böyle hayallere kapılmayarak sömürücü sınıfların alaşağı edilmesi için silahlı ayaklanmanın gerekli olduğunda ısrar ediyorlardı. Gizli bir yeraltı hareketinin doğrudan eyleminin, kitlelerin topyekûn ayaklanmasını tetiklemeye yeterli olacağını varsaymaları, onların hatasıydı.

Marx ile Engels, aynen Fransız sosyalistleri gibi sömürüden ve yoksulluktan nefret ediyorlardı. Ütopyacılar gibi daha iyi bir dünya hayal edebiliyor ve komünistler gibi buna ulaşmak için devrimci eylemin gerekli olduğundan şüphe etmiyorlardı. Ama her iki kesimle de derin anlaşmazlıkları vardı. Zenginlerin gönüllü olarak servet ve iktidarlarından vazgeçecekleri gibi naif düşüncelerinden ötürü ütopyacıları suçluyorlardı. Ordusu, polisi ve hapishaneleriyle devletin, komplocu bir darbeyle devrilebileceğini hayal etmelerinden ötürü komünistleri de hedef alıyorlardı. Ancak milyonları seferber edecek bir halk devrimi devleti ezebilir, mülkiyet sahibi sınıfların malına, mülküne el koyabilir ve demokrasiye, eşitliğe, işbirliğine dayanan yeni bir düzen inşa edebilirdi.

Büyük Fransız Devrimi, yeterli büyüklükteydi ama tek yaptığı yeni tür bir sömürücü toplum yaratmak oldu. Eksik olan, evrensel menfaatleri olan bir devrimci sınıftı. Devrimci burjuvazi, iktidarı kendisi için istiyordu. Sans-culottes ve köylüler, küçük mülk sahipleriydi. En yoksulu bile kendine ait bir atölyeye ya da çiftliğe sahip olmanın hayalini kuruyordu. Ama Manchester’ın yeni sınai işçi sınıfı oldukça farklıydı. Mesele mülksüz ücretli emekçiler sınıfı olmaları değildi yalnızca. Tekstil fabrikalarında ve hızla büyüyen büyük şehirlerde yoğunlaşan işçiler, koşulları yüzünden insanlığın kurtuluşunu kolektif çözümler temelinde tasarlamaya mecbur bir sınıftı. İngiltere’deki Çartist hareket, işçi sınıfının gerçekten de devrimci potansiyeli olduğunu göstermişti.

1789 dersleri, 1848 deneyimi ve Engels’in Manchester işçi sınıfı üzerine yaptığı çalışmalar, hepsi aynı yöne işaret ediyordu –tarihin muammasına yönelik bir çözüme. Muamma şuydu: İnsan emeği verimliliğinin tarih boyunca sürekli artması, yokluğu ortadan kaldırma kapasitesinin yükselmesi anlamına geliyordu. Ama milyonlar yoksulluk içinde yaşarken küçük bir azınlık abartılı bir zenginliğin keyfini sürüyordu. Muamma, dönüp dolaşıp özne sorununa geliyordu: Dünyayı, insan emeğinin insanların ihtiyaçlarına hizmet etmesini sağlayacak şekilde kim yeniden düzenleyebilirdi?
Cevap işçi sınıfıydı. Bu kısmen, sömürülen, sistemde yerleşik menfaatleri olmayan, “zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan” bir sınıf olmasından ötürüydü. Ama bu antik Roma’nın köleleri ve Ortaçağ Avrupası’nın serfleri için de geçerliydi. Belirleyici bir ikinci etken daha vardı. İşçiler, özel mülkiyete bireysel temelde el koymak suretiyle kendilerini özgürleştiremezler. Devasa ve giderek büyüyen bir küresel iş bölümünün bir parçası olduklarından ancak üretim araçlarının, dağıtımın ve mübadelenin ortaklaşa kontrolünü ele alarak kapitalizme karşı inandırıcı bir alternatif ortaya koyabilirler. Bu nedenle, sınai işçi sınıfı, insanlığın bir bütün olarak kurtuluşundan genel menfaati olan tarihteki ilk sınıftı. Bu sınıfın tarih sahnesine çıkması Marksizmi mümkün kılmıştı.

Proletaryanın devrimci potansiyelini fark etmek Marx ile Engels’in en önemli düşünsel başarısıydı. Bu nedenledir ki emekçilerin kapitalizme karşı verdiği sınıf mücadelesi Marksizmin kalbinin attığı yerdir.
https://www.youtube.com/watch?v=lTodLjm7vyc

Marksist Dünya Tarihi, Neil Faulkner, Yordam Kitap, 2012