Avrupa Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Avrupa Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Eylül 2022 Çarşamba

I. Dünya Savaşı Avrupa merkezli küresel savaş, 1914-1918

I. Dünya Savaşı Avrupa merkezli küresel savaş, 1914-1918



I. Dünya Savaşı, 28 Temmuz 1914 tarihinde başlayan ve 11 Kasım 1918 tarihinde sona eren Avrupa merkezli küresel bir savaştır. II. Dünya Savaşı'na kadar Dünya Savaşı veya Büyük Savaş olarak adlandırılmıştır. Savaşın taraflarından olan Osmanlı İmparatorluğu'nda "Genel Savaş" anlamında Harb-i Umumi
I. Dünya Savaşı Avrupa merkezli küresel savaş, 1914-1918

I. Dünya Savaşı Avrupa merkezli küresel savaş, 1914-1918



I. Dünya Savaşı, 28 Temmuz 1914 tarihinde başlayan ve 11 Kasım 1918 tarihinde sona eren Avrupa merkezli küresel bir savaştır. II. Dünya Savaşı'na kadar Dünya Savaşı veya Büyük Savaş olarak adlandırılmıştır. Savaşın taraflarından olan Osmanlı İmparatorluğu'nda "Genel Savaş" anlamında Harb-i Umumi

6 Ekim 2021 Çarşamba

15.yy Hümanizm, 16.yy Rönesans cagidir

15.yy Hümanizm, 16.yy Rönesans cagidir

"Özellikle İtalya'da, 1 6. yüzyıl tanımlanması çok zor bir yüzyıldır, çünkü akla tarihi çok konvansiyonel ve yanıltıcı bir şekilde çağiara ayıran bir sınıflandır­ma şeklini getirir.
Umberto Eco Kimdir

Umberto Eco Kimdir

"UMBERTO ECO (5 Ocak 1932-19 Şubat 2016) İtalyan yazar, edebiyatçı, eleştirmen ve düşünür. Gülün Adı ve Foucault Sarkacı gibi romanlarıyla bir anda dünya çapında tanınan Umberto Eco, aynı zaman­ da ortaçağ tarihi, estetiği ve göstergebilim uzmanıdır. 1971 'den

15 Temmuz 2021 Perşembe

Avrupa'da Eski Roma'dan İtibaren İsim ve Soyadı Verme Geleneği

Avrupa'da Eski Roma'dan İtibaren İsim ve Soyadı Verme Geleneği

 


Klan ve aile, Roma'nın kişi adları sisteminin temelini oluşturur. Patrici  sınıfı üyesi bütün erkeklerin üç adı vardır. Praenomen veya birinci ad genellikle on iki adlık kısa bir listeden seçilir ve genellikle kısaltılmış olarak yazılır:

1.       C (G) = Gaius

2.       Gn = Gnacus

3.       D = Decimus

4.       Fl = Flavius

5.       L = Lucius

6.       M = Marcıus

7.       N = Numerius

8.       P = Publius

9.       (Q) = Ouintus

10.        R = Rufus.

11.        S = Sextus.

12.        T = Titus

Nomen kişinin klanını, cognomen ise ailesini yösterir. Dolayısıyla "C. Julius Caesar” Juliler klanından (gens), Caesar ailesinden (domus) Gaius demektir.

Aynı soylu klan üyesi bütün erkekler, aynı nomen (klan adı) paylaşırlarken, onların baba tarafından bütün erkek akrabaları da, hem aynı nomen’i hem de aynı cognomen’i (aile adı) paylaşırlar. Dolayısıyla herhangi bir anda, ortalarda dolaşan ve her biri ancak kendi praenomen’i ile ayırt edilebilen birçok Julius Caesar vardır. Ünlü generalin babası L. Julius Caesar'dır. Aynı ailenin birçok üyesinin üç adı da aynı ise ek sıfat  veya lakaplarla ayırt edilirler:

P. Cornelius Scipio Tribun. MÖ396-395

P. Cornelius Scipio Barbatus (Sakal) diktatör 306

P. Cornelius Scipio Asina (Dişi Eşek) konsül 221

P. Cornelius Scipio konsül 218  Africanus’un babası

P. Cornelius Scipio Africanus Major (Yaşlı Afrikalı 230-184) General konsül 205. 194 Hanninal’e karşı zafer kazandı

P. Cornelius Scipio Asiaticus (Asyalı) Africanus'un erkek kardeşi

P. Cornelius Scipio Africanus Minör (Genç Afrikalı) Africanus Major'un oğlu

P. Cornelius Scipio Aemilianus Africanus Minör Numantinus (Numanth MÖ 184- 129). Africanus Minör'ün kabul edilmiş oğlu. Kartaca’yı yıkmıştır.

P. Cornelius Scipio Nasica (Burun), konsül 101

P. Cornelius Scipio Corculum (Küçük Kalp), Pontifex Maksimus 150

Marius veya M. Antonius gibi pleblerin nomeni yani klan adı yoktur.

Buna karşılık kadınlara, ya patrici için klan adının dişili ya da plebler için aile adının dişili olmak üzere tek bir ad verilir. Dolayısıyla, örneğin Julilerin bütün kızla­rının adı Julia, Livilerin kızlarının adı Livia olur. Kız kardeşler ayırt edilmezler. Marcus Antonius'un iki kızının da adı "Antonia"dır. Sonradan, biri Neron'un, öteki Germanicus'un annesi olmuştur. Marius'un bütün kızları "Maria"dır. Bu Roma kadınlarının tam bir bireysel kimliğe layık görülmedikleri aşağı konumun bir göster­gesidir.

Roma pratiğinin gösterdiği gibi, çoklu adlar, sadece bağımsız hukuki statüye sahip vatandaşlar için gereklidir. Bu nedenle Avrupa tarihinin büyük bölümünde, in­sanların çoğu çok daha azıyla yetinmiştir. Sahip oldukları şeyin tamamı bir ön ad veya "Hristiyan adı” ile soyadı ya da sıfat türünden bir tanımlamadır. Bütün Avru­pa dillerinde "Küçük John Büyük Tom’un oğlu”na benzer sözler vardır. Kadınlar, ki­şi adına ek olarak, kimin karısı ya da kızı olduklarını gösteren bir terim de kullanmışlardır. Slav dünyasında bu -ova veya -ovna sonekleri halini alır. Maria Stefanova (Lehçe). "Stefan’ın karısı Mary”; Elena Borisovna (Ruşça) "Boris'in Helen” demektir. Ünlü kişiler ve yabancılar, ait oldukları (kökenleri olan) yerlerigös­teren adlar almışlardır.

Ortaçağda, feodal soylular kendilerini, mertebelerini onaylayan fiefleriyle bir­leştirmek gereğini duymuşlardır. Sonuç olarak, von veya di gibi önekler veya -ski gi­bi öneklerle birlikte yer-esaslı soyadlarını benimsemişlerdir. Dolayısıyla Fransa prensi Charles de Lorainne. Almancada "Kari von Lotharingen”, Lehçede (Polonya dili) "Karol Lotarinski" olarak tanınacaktır. Esnaf örgütleri üyeleri, uğraşıtıkları zaaat veya ticaret dalını gösteren adlar kabul etmişlerdir. Son derece yaygın olan Bakers (Fırıncılar). Carters (Arabacılar), Millers (Değirmenciler),  Smiths (Demirciler), ai­le soyadları geleneğine oturan en büyük gruplardır. Daha yeni dönemlerde, devletler, bireyleri sayım, vergi toplama ve askere çağırma gibi tuzaklara düşürerek geleneği yasal zorunluluğa dönüştürmüştür. İskoçya Gaelleri ve Polonya Yahudileri, uzun süre soyadı kullanmaktan kaçınış iki eski topluluktur. Her ikisi de yüzyıllarca geleneksel ad biçimlerini baba adı (örne­ğin Yahudice "Abraham Ben Isaac” (Isaac'ın oğlu Abraham) veya kişisel sıfat-lakap kullanarak yaşalan bir cemaat özerkliğini kullanabilmiştir. İngilizce konuşan bazı ovalıların Rob Roy MacGregor (yaklaşık, 1660-1732) dediği ünlü dağ eşkıyası, kendi memleketi Inversnaid'de Rob Ruadh (Red Robert) olarak tanınmaktaydı. Gael ve Ya­hudi adlandırma tarzı, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında bürokrasinin kurbanı ol­muştur. Jakobit yenilgisinden sonra İskoç dağlıları, eskiden ender kullandıkları klan adlarına göre kaydedilmiş, bu nedenle Binlerce MacGregors, MacDonalds ve MacLeods türemiştir. Polonya'nın bölünmesinden sonra Rusya'daki Polonya Yahudileri ge­nellikle doğdukları kasabanın veya soylu işverenlerinin adını almışlardır. Prusya ve Avusturya'da kendilerine devlet görevlilerince Alman soyadları verilmiştir. 1795’ten 1006’ya kadar Varşova'daki Yahudi cemaati, kentin, kendi kafasına göre soyadı dağıtan Prusyalı yöneticisi E. T. A. Hofmann’ın merhametine kalmıştır. Şanslı olanlar Apfelbaum (elma ağacı), Himmelfarb (Gök rengi) veya Vogelsang (Kuş şarkısı) ile ye­linmişler, daha az şanslı olanlar Fischbein (Balık kemiği). Hosenduft (Pantolon koku­su) veya Katzenellenbogen’a (Kedi dirseği) razı olmuşlardır.

Norman Davies, Avrupa Tarihi, s. 192-194


21 Nisan 2021 Çarşamba

Domesday Book: "Kıyamet Kitabı"

Domesday Book: "Kıyamet Kitabı"

 

Bayeux işlemesi üzerinde Hastings Muharebesi sırasında Harold'ın ölümünün resmedilmesi

İngiltere’de 11. Yüzyılın ortalarına kadar hükümranlık süren Kral Edward'in hiç çocuğu olmamıştı. Bu yüzden ülkenin çeşitli yörelerinde yaşayan pek çok soylu taht üzerinde hak iddia etmeye başlamıştı. Normandiya Dükü William bunlardan sadece biriydi.

Dar bir geçit olan Manş geçidi ile İngiltere'den ayrılmış olan Normandiya bir zamanlar Şarlaman tarafından yönetiliyordu. Ölümünden hemen sonra Avrupalıların İskandinav dediği kuzeyden gelen denizciler Normandiya'yı işgal edip, burada bir dukalık kurmuşlardı.

Aslına bakılırsa İskandinav kökenli William'ın taç için hiç umudu yoktu. Bu yüzden bereketli toprakları ve otlakları olan İngiltere'ye bir sefer düzenlemeye karar verdi. Gemiler yaptırdı, silah ve yiyecek toplattı, iyi şövalye ve okçulardan oluşan donanımlı bir ordu kurdu. Hazırlıklarını tamamlayan William, Manş'ı geçip, 1066 Eylülünde İngiltere'ye ulaştı. İki hafta sonra Hastings Limanı'nda İngilizlere karşı bir zafer kazandı. Böylelikle İngiltere'yi fetheden William, Fatih William şanıyla anılmaya başlandı.[1] Artık Fatih William adıyla İngiltere kralıydı. William başa geçer geçmez yerli halka toprak dağıttı. Kendisini kabul etmeyen tüm köylüleri de öldürttü. Ülkenin en verimli arazilerine el koydu. Ülkenin soylularını etrafına topladı. Böylece iktidarını sağlamlaştırmış oldu.

Krallıkta yaşayan herkes düzenli olarak vergi ödemekle yükümlü olacaktı. İnsanlar, ne kadar çok araziye sahipseler o kadar çok vergi ödemekle mükelleftiler. Ödenecek vergileri düzenleyebilmek için derhal işe başladılar. Öncelikle el koyduğu hazinenin ne kadar olduğunu ve kimlerden ne kadar vergi alacağını bilmek istiyordu.


Tarihçilerin yazdığına göre William bu isteğini gerçekleştirebilmek için 1085 yılında soylular meclisini toplayıp, danışmanlarıyla birlikte meclisteki insanlarla bir görüşme yaptı. Bu görüşme sonucunda Kral; baronlarını ve yardımcılarını görevlendirerek, ülkede yaşayan herkesin mal varlığını saydırttı. Bu yapılana benzer mal mülk sayımlarına daha ö n c e Avrupa’da da rastlıyoruz. Bu sayımın asıl amacı Kral William'in ne kadar vergi toplayacağını bulmaktı.

Tam bir hesap çıkartılabilmesi için, baronlar var güçleriyle çalışmaya başladılar. Tarlaları, otlakları ve ormanları tek tek ölçüp kaydettiler. Sonra kimlerden ve hangi ürünlerden ne kadar vergi toplatılacağına karar verdiler. Bu iş için krallıktaki her kasabada, her köy ve malikanede tek tek incelemeler yaptılar.

Arazinin ne kadar olduğuna, arazi sahiplerinin kimler olduğuna ve bu insanların emirlerinde kaç köylü çalıştırdıklarına baktılar.

Değirmenler, otlaklar, nehirler, ormanlar tek tek tespit edildi.

Tüm bunlardan mevcut kanunlara g öre ne kadar kira alındığını öğrendiler. Kralın adamları işlerini bitirdiğinde koca İngiltre'de sayılmayan hiçbir şey kalmamıştı. Tüm kayıtlar her yörede toparlanarak, krala gönderildi. Sıra kâtiplerin işlerine gelmişti. Ülkenin dört bir yanından gelen kayıtlar, uzman kâtipler tarafından incelenerek bir kitap haline getirildi. Böylece tarihte o zamana kadar görülmemiş büyüklükte, son derece detaylı bir sayım yapılmış oldu. 19. yüzyıl tarihçileri tarafından incelemeye alınan bu kitaplar sayesinde, 11. Yüzyılın insanlık için, gelişen yaşam stilleri için ne kadar değerli bir süreç olduğu anlaşıldı. Kitaplar dönemlerine ait pek çok bilgiyi inanılmaz bir açıklıkla anlatıyordu. Köylülerin hangi ürünleri nerelerde, nasıl yetiştirdiklerini, demir veya tuz yataklarında kimlerin çalıştığını ve bu işi hangi yöntemlerle yaptıklarını, kimlerin balıkçılıkla geçim sağladığını tüm çıplaklığıyla öğrenmiş oldular.

Tüm Ortaçağ boyunca köylü halkın pek çoğu köleydi Bu sayımdan anlaşıldığına göre krallıkta yaşayan herkesin bir statüsü vardı. Eğer bir derebeyine ait olan toprakları eken köylülerdenseniz, siz de toprakla birlikte kiralanabiliyor hatta satılabiliyordunuz.

Bu mükemmel sayıma rağmen, belgelerin çözümlenmesine birtakım sorunlar yaşandı. Geçen sekiz yüzyıl içinde şehirlerin, kasabaların, köylerin isimleri çok fazla değişmişti. Ayrıca William'ın adamları belgeleri kaleme alırken, her şeyi farklı bir üslupla yazdıkları için, bu günkü araştırmacılar belgeleri gereğince açıklamakta zorlanıyorlar. 1 0 8 6 yılında gerçekleştirilen bu büyük sayımla, D o m e s d a y yasaları da oluşturulmuş oldu. Kral, yapacağı sayımdan insanların kaçmasını engelleyebilmek için kanunlar koydu. Bu kanunları içine alan yasa kitabının adı, her sorunun doğru olarak cevaplandırılacağı "hüküm gününden" alınmıştır.[2]

Yapılan sayım krallıktaki herkesi çok korkutmuştu. Buna rağmen hiç kimse sayıma karşı çıkma cesaretini gösterememişti.

Tüm bunların sonunda İngiliz halkı ağır vergilerle boğuşmak zorunda kalmıştı. Sayımdan sonra çıkartılan kitaplarda feodal lordların, vasalların (tebaa) ve köylülerin nasıl yaşayacakları da birtakım kurallarla açıklandı. Bu kurallara karşı çıkan bir tek insan bile olmadı

[1] Edward Ocak 1066'da öldükten sonra İngiltere'nin en güçlü ailesinden olan Harold Godwinson tahtta hakkı olduğunu iddia etti. Davası için yanına bir takım müttefikler aldı. Bazı kaynaklar der ki: Edward aslında tahtı kuzeni I. William'a verecekti fakat ölüm döşeğindeyken Harold'a verdi. William İngiltere üzerinde 15 senedir siyaset tayin ediyordu. Harold'ın kral olmasıyla İngiltere'ye savaş açtı. İngiltere tahtına geçmeyi planlıyordu. https://tr.wikipedia.org/wiki/Hastings_Muharebesi

[2] İngilizce Domesday Book (Kıyamet Günü Kitabı) İngiltere'de Kral I. William'ın emriyle arazi sahipleri ile bu kişilerin elindeki mülkler konusunda yapılan sayıma ilişkin özgün kayıtlara ve sayım sonuçları özetine verilen ad. Zamanında "İngiltere'nin özelliklerini belirleme" adı altında yürütülen araştırmaya, halk arasında kurtuluşu olmayan hükümle karşı karşıya gelme anlamında Domesday [dumsdey] (kıyamet günü) adı takıldı. Zamanla yaygınlaşan bu ad 12. yüzyıl ortalarında genel bir geçerlik kazandı. Araştırma, geniş ayrıntılar içermesi ve Ortaçağda gerçekleştirilmiş en çarpıcı idari uygulama olarak kabul edilir

29 Ocak 2020 Çarşamba

Oryantalist Tabloların Ders İçi Etkinliklerde Kullanılmasına Bir Örnek

Oryantalist Tabloların Ders İçi Etkinliklerde Kullanılmasına Bir Örnek

Dilara Kahyaoğlu

Bu resimle ilgili bilgi daha sonra verilecektir
1810 tarihli Napolyon Piramitlerde (Versay'da) Gros için bkz. 


Aynı tablonun siyah beyaz baskısı.. Bazı ayrıntılar daha iyi seçiliyor
İki versiyonu da kullanınız.

A. Herhangi bir açıklama okumadan aşağıdaki soruları yanıtlayalım.

1. Tablonun konusu nedir? Hangi ipuçlarını kullanarak yanıtı buldunuz? Bulduğunuz yanıtları tartışınız.

2.  Burası neresi? Hangi ipuçlarını kullanarak yanıtı buldunuz? Bulduğunuz yanıtları tartışınız.

3. Resimdeki insanlar kimleri temsil ediyor? Kim bunlar?  Hangi ipuçlarını kullanarak yanıtı buldunuz? Bulduğunuz yanıtları tartışınız.

4. Resimde bir olay canlandırılmış. Hangi olay olduğunu tahmin ediyorsunuz? Hangi ipuçlarını kullanarak yanıtı buldunuz? Bulduğunuz yanıtları tartışınız.


B. Şimdi aşağıdaki metni okuyalım. Bu aşamada başka kaynaklara başvurarak araştırma da yapabilirsiniz. 

Fransız ressam Antoine-Jean Gros (1771-1835), Jacques-Louis David'in atölyesinde eğitim almıştı. Gelecekteki İmparatoriçe Josephine de Beauharnais ile de arkadaş olan Gros, Fransız ordusuna sadık bir ressam olarak Napolyon'un güvenini kazanmıştı.
Bir zamanlar devlet, sanatçılar için sponsorluk yaparak büyük ölçekli projelerin gerçekleşmesine olanak sağlıyordu ama üretilen eserlerin propaganda işlevi görmesi de gerekiyordu. Nitekim Napolyon'dan ve dolayısıyla Fransız devletinden destek alan Gros'un eserleri tam olarak bu kategoriye girer. O Napolyon'un dolayısıyla Napolyon rejiminin, propagandasını yapan bir devlet ressamıydı.
Gros, 1798 Mısır seferine katılan ekipteydi. Napolyon 19 Mayıs 1798'de yola çıkmış,
yanında  35.000 asker ve 167 uzmanla birlikte bilgin olarak isimlendirilen: mühendisler, kimyagerler, mineraloglar, botanikçiler, zoologlar ve sanatçılar dahil bir çok kişiyi Mısır'a götürmüştü.
Gros, bu sefer sırasında Fransız ve Osmanlı (aslında fiili yönetim Memluk beylerindeydi) askerleri arasındaki savaşa tanıklık etti ve bu ve Mısır ve Ortadoğu'ya ilişkin gözlemleri ve algısı onun daha sonra yapacağı eserlere de kaynaklık etmiştir. Nitekim analiz için kullandığımız bu eser daha geç dönemde 1810 yılında yapılmıştır. 
1. Yukarıda verdiğiniz yanıtlarla, metinde verilen bilgileri karşılaştırınız. Hangilerine doğru, tutarlı yanıtlar vermişsiniz?

2. Metinde yazmayan şu bilgiyi araştırınız? Napolyon Mısır'da ne yapıyor? Bu "macera" politik açıdan nasıl sonuçlanmış?

3. Mısır'a giden bilim insanlarının Mısır'da bulunmasının sonuçlarından önemli gördüğünüz iki tanesi sizce nedir? Neden öyle düşünüyorsunuz, bu konuda argümanlarınız nedir? Bu yanıtı gerek kendi içinizde gerekse arkadaşlarınızla tartışınız. (Bu soruyu araştırmanız gerekebilir.)

4. Temel Soru:
*Bu tabloyu Oryantalist tablo, olarak tanımlayabilir miyiz? Neden? İpuçlarını kullanarak yanıtlayınız. (Oryantalist sanat akımıyla ilgili araştırma yapmanız gerekebilir)

Buna bağlı olarak şu konu üzerinde düşünelim:
" Edward Said’in Oryantalizm’inin 1978’de yayımlanmasından bu yana, pek çok akademik söylem “Oryantalizm” terimini Ortadoğu, Asya ve Kuzey Afrika toplumlarına yönelik Batılı bir tutumu ifade etmek için kullanmaya başlamıştır."
Öncelikle Said'in "Batılı Tutum"dan kastının ne olduğunu -gerek duyuyorsanız- araştırınız. Daha sonra aşağıdaki soruyu tartışınız.

*Bu tabloda Said'in eleştirdiği "Batılı tutum"a dair ipuçları var mı? (semboller, imalar, alegoriler vb.) Varsa onlar nelerdir ve onların; dolaylı veya dolaysız olarak içerdiği anlamlar, göndermeler nelerdir?

5. Bu tabloyu bir propaganda eseri olarak tanımlayabilir miyiz? Neden? İpuçlarını (metin/görselden) kullanarak yanıtlayınız.

6. Tabloya hakim olan temayı, motifi düşününüz. Buna göre tabloya bir isim verecek olsanız ne derdiniz?

C. Şimdi de aşağıdaki yorumla kendi yorum ve cevaplarınızı karşılaştırarak değerlendiriniz.
Bu resimde Gros, fetih ve merhametin alegorisini motif olarak kullanmış. O zamanlar Etiyopyalı olarak isimlendirilen ölmüş siyahi askerin yanında Arap ve Türk askerlerini temsil eden kişiler, Napolyan'a yalvarıyor, merhamet diliyorlar. Napolyon’un kolu piramitleri işaret ediyor. İddialara göre Napolyon; "Askerler, 40 asırlık tarih, bu anıtlardan size küçümseyerek bakıyor!"* demiş. İşte tabloda tam olarak o an resmedilmiş. Peki neden 40 asırlık tarih demişti, bunu neye göre hesaplamıştı tam olarak bilmiyoruz.

Gros, bu tabloyu 1810 yılında sergiledi ve salonda ziyaret eden herkes bu savaşın nasıl sonuçlandığını, zaferin kısa sürdüğünü biliyordu. Durum böyle olunca tablonun yarattığı sanatsal etkiye acı bir gülümseme de eşlik etmiş olmalı. Şunu da eklemeli bu tabloyu ve bundan sonra yaptıklarını ilk tabloları kadar başarılı bulmuyor uzmanlar.

Napolyon neden piramitlerin 4.000 yıllık olduğunu düşünüyordu. Daha doğru bir tahmin yaklaşık 4.500 yıllık olacaktır. Kesin olarak doğru rakama ulaşamasa da yuvarlak sayılarla tahminlerin yapıldığı o dönemlerde gerçeğe önemli ölçüde yaklaşmış olduğunu söyleyebiliriz. Zaten Mısır hakkında derin araştırmaların başlayacağı, yazısının çözümleneceği, dönemlerin, tarihlerin, firavun isimlerinin daha doğruya yakın hesaplanacağı, Mısır eserlerlerinin Avrupa müzelerine taşınacağı, Mısır merakının başlayacağı dönem bundan sonradır ve işte bu anlamda Napolyon'un yanında götürdüğü bilim insanlarının yarattığı etki ve kültürel sonuçlar açısında bu sefer bir milat olarak kabul edilir.
Özel Soru: Gros'un daha başarılı bulunan 1810 öncesi tablolarına da bkz. Bu yorumu yapanlar haklı mı? (tıklayarak büyütünüz)

Bonaparte on the Bridge at Arcole
 1796
Oil on canvas, 134 x 104 cm
The Hermitage, St. Petersburg
.
The Battle of Abukir
1806
Oil on canvas, 578 x 968 cm
Musée National du Château, Versailles

Napoleon Bonaparte on the Battlefield of Eylau, 1807
1808
Oil on canvas, 521 x 784 cm
Musée du Louvre, Paris
* "Soldiers, from these monuments forty centuries of history look down on you"
Egypt: Lost Civilizations, Christina Riggs, s. 35

14 Aralık 2019 Cumartesi

Knossos Sarayındaki Duvar Resimleri Ne  Kadar Gerçek?                                                 Yazılı Kanıtlarla Desteklenmeyen Görsellerde Yorumlama Sorunu

Knossos Sarayındaki Duvar Resimleri Ne Kadar Gerçek? Yazılı Kanıtlarla Desteklenmeyen Görsellerde Yorumlama Sorunu

Dilara Kahyaoğlu

[Bu yazıda yazılı kaynakların olmadığı veya az sayıda olduğu dönemlere ait görsellerin, buluntuların  yorumlanmasında ne derece gerçeğe yaklaşılmaktadır, eski görseller bize ulaşırken bozulmaya uğruyor mu, kanıt nedir, inanç nedir, teori nedir, kuşku iyi bir şeydir ama nereye kadar kuşku duyulmalı gibi konuları tartışıyor, soru soruyorum.]
Knossos Sarayı'ndan Bir Duvar Resmi, Girit.  
Orijinallerin parçaları şuradadır: Ulusal Arkeoloji Müzesi, Atina, Yunanistan / Bridgeman Sanat Kütüphanesi.

Minoslu sanatçılar bina duvarlarını canlandırmak için sıva üzerine canlı renklerle boyanmış büyük duvar resimleri yapmışlardır. Bu resim Knossos'taki sarayda, havada takla atmakta olan bir gencin bir boğanın üzerinde gerçekleştirdiği akrobatik performansı gösteriyor. Bazı bilim insanları bu tehlikeli sıçramanın dinsel bir nedeni olduğunu düşünüyor. Yani onlara göre bu gösteri bir dinsel ritüel. Bir kısım bilim insanı ise bu gösterilerin sadece eğlence amacıyla yapıldığını, sirkteki gösterilerden bir farkı olmadığını dile getiriyor.

İşin doğrusu amaçlarının ne olduğunu bilemiyoruz. Sadece tahminde bulunuyoruz çünkü elimizde bunu neden yaptıklarını bize anlattıkları bir yazılı belge yok. Sadece görsellerden yola çıkarak yapılan yorumların yüzde yüz doğru olduğunu düşünmek hatalı bir yaklaşımdır hatta bu konularda yorum yapanların dili tartışılmaz bir kesinlik taşısa bile yine de bir kuşku payı bırakmalıyız çünkü bu resimleri günümüzün bakış açısıyla yorumluyoruz. Gerçekte binlerce yıl önce yaşamış bu insanların kültürüne tam anlamıyla nüfuz edebilmiş değiliz. Bu yorum, yazılı belgeleri hiç olmayan veya az sayıda olan kültürler için söz konusu.  Oysa Mısırlılar ve Sümerlerden bize ulaşan; kendilerini ifade ettikleri, kültürlerini anlattıkları o kadar çok yazılı belge var ki. Bu nedenle bu uygarlıkların görsellerini doğru yorumlamakta oldukça başarılıyız. O yorumlara güvenebiliriz çünkü onlar yazılı kanıtlarla, bilimsel bulgularla desteklenmektedir.



Knossos'a sarayına geri dönecek olursak... Ne yazık ki, zaman ve depremler Minos uygarlığına ait bu resimlerin çoğunu ciddi şekilde tahrip etmiştir. Ve maalesef bizim birebir gerçek zannettiğimiz Knossos duvar resimlerinin bugün gördüğümüz sürümleri büyük ölçüde hayatta kalan resimlerin sonradan boyanmasıyla elde edilmiş rekonstrüksiyonlardır. Bu resimlerin boyanmasını sağlayan ve orijinal görsellere müdahale eden kişi ise Knossos'u bulan ilk kişi olan  Arthur Evans'tır. Arkeolojk çalışmaların hemen başında gerçekleşen bu tip müdahaleler, diğer bir deyişle tahrip etme, bir çok eski sanat eserinin orjinalliğinin bozulmasına yol açmıştır. Hatta bazı iddialara göre bazı resimler icat edilmiştir.

Özellikle ilk dönemlerde yapılan kazılar ve elde edilen buluntulara dair yorumlar için her zaman bir kuşku payı ile yola çıkmalı, kendimizi araştırma yapmaya teşvik etmeliyiz. 
Altamira Mağarası yukarı kesiminden bir sahnenin, bir sanatçı tarafından yeniden çizimi
Kaynak: Max Raphael, Prehistoric Cave Paintings, 1945

Altamira, Yukarı Kesim
Aynı sahnenin daha dar bir çerçeveden çekilmiş fotoğrafı

Düşünme, Tartışma Sorusu
* Binlerce yıl önceden kalan mağara resimleriyle ilgili yorumları okudunuz mu?
Okumadıysanız biraz bekleyin ve o resimleri inceleyerek aklınıza gelen fikirleri not edin sonra o yorumları okuyarak karşılaştırma yapın, arada fark var mı?

*Şunları da dikkate alarak düşünmeye devam edelim;
*Sizin aklınıza gelen fikirleri destekleyecek kanıtlarınız var mı?
*Peki okuduğunuz bilim insanlarının yorumlarını destekleyecek kanıtlar var mı? 

*Önemli Bir Uyarı ve Son Soru
Kanıtla, inancı birbirinden kesin olarak ayırmak gerekir.
Kanıt olarak ileri sürdüğünüz veya sürdükleri argümanlar; inanç mı, bilimsel bir kanıt mı? 
Bu sorunun da cevabını vermek gerekir.

Bilimsel ilerlemenin temel koşullarından biri yorum yapmak, soru sormak, tahminde bulunmaktır. Buna "Tez" ve/veya "Teori" diyoruz. Önemli olan bu iddianın yanlışlanabilir veya doğrulanabilir özellikler taşımasıdır. Tezler bunun için yapılır, bilimsel ilerlemenin yolunu açar. Ama bunun bir bilimsel bir tahmin, bilimsel bir tez olduğunu görmezden gelirsek, bir inanç gibi kesin bir dille "bu budur" diye ifade edersek bu artık bilimsel bir tez olmaktan çıkar bir dogma olur. Böylesi durumlar, kim yaparsa yapsın; araştırmanın, farklı düşüncelerin önünü keser, bilimsel ilerlemenin damarlarını tıkar.

Şunu da eklemek gerekir: Bazı teoriler zaman içinde çok sayıda bulguyla kanıtlanmıştır. Onlar artık bir teori olmaktan çıkmış birer olguya dönüşmüşlerdir. Örneğin Evrim Teorisi. İlk ortaya atıldığında adı teoriydi, şimdi de o ilk an'a ait ismiyle anılıyor. Bu durum bazı kişilerin gerçeği görmesini engellediği gibi, "teori" kelimesinin, karşı-kanıtmış gibi kullanılmasına yol açıyor. "Adı üstünde işte, bu sadece bir teoridir" diyorlar. Köprünün altından çok sular aktı geçti. Bu teorinin gerçekliği, sayılamayacak kadar çok olguyla, bulguyla kanıtlandı hala daha kanıtlanmaya devam ediliyor bunun tartışılacak bir yanı yoktur, Evrim bir olgudur. Tıpkı Vegener'in Kıt'a Kayması Kuramımın (Levha Tektoniği) gerçek olduğunun ortaya çıkması ve kıt'aların kaymasının bugün artık bir olgu olarak kabul edilmesi gibi. Oysa Wegener bunu ilk ortaya attığında şüpheyle karşılanmış hatta kendisiyle dalga geçilmişti.
Levha Tektoniği
Kaynak


6 Aralık 2019 Cuma

Tümülüs Nedir, Kurgan Nedir?

Tümülüs Nedir, Kurgan Nedir?


Kendilerine defineci diyen soyguncuların güya yaptıkları kazı sonucu mahvedilmiş bir tümülüs
Kırklareli’ne bağlı Yündolan Köyü civarındaki C tümülüsü.
Tümülüs, bir mezar tepesidir. Soylu bir kişi için yapılan taş mezarın yerinin belli olması için üzerine  toprak yığılarak külah biçimli bir tepe oluşturulur. Genellikle toprağın akmaması için killi topraktan yararlanılır. Dolayısıyla höyüklerden farklı, bir yerleşim dolgusu değil, altında bir ya da birden fazla mezar olan bir anıt yapıdır. Tümülüs geleneği Anadolu'ya Avrasya steplerinden Trakya üzerinden geldiği için, en yaygın olarak Trakya'da görülür. Ancak Batı ve Orta Anadolu' da ve daha ender olarak
Doğu Anadolu'da da tümülüslere rastlanır.
Tümülüs geleneğinden bin yıl kadar daha eski olan mezar tepeleri, genellikle "kurgan" ya da farklı dolguları nedeniyle ''taşlıtepe" olarak adlandırılırlar. Bunların içinde tümülüsteki gibi taştan yapılma bir mezar odası değil, genellikle toprağa açılmış ahşap mezar odaları bulunur. Tümülüslerin yüksekliği ve büyüklüğü de, onu bırakan kültürün gücü ile bağlantılıdır. 50 m'yi bulan yükseklikte tümülüsler olduğu gibi, birkaç metre yüksekliğinde alçak tümülüslere de rastlanır.

Anadolu'nun en görkemli tümülüsleri arasında, Yassıhöyük Gordion'daki Kral Midas Mezarı olarak adlandırılan tümülüs gelmektedir. Tümülüsler bazen tekil, bazen de onlarca tümülüsün bir arada bulunduğu "tümülüs mezarlığı" şeklinde olabilirler. Bunların en bilinen örneği Sardes çevresindeki Bintepeler'dir.

Metin: Mehmet Özdoğan, 50 Soruda Arkeoloji, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2011, s. 48-50


EK 1
Tümülüs geleneğinin Trakya'da oldukça eski dönemlere ait olduğunu gösteren yazılı, yazısız belgelere, mitlere/efsanelere sahibiz. Bakın Homeros, İlyada'sında bu geleneği nasıl anlatmış.

Hektor'un Cenaze Töreni
Sonra yaşlı Priamos seslendi adamlarına:
“Haydi, Troyalılar, şimdi odun getirin kente,
korkmayın pusu kurar diye Argoslular;
Akhilleus kara gemilerden buraya gönderirken beni,
on ikinci şafak sökmeden size bir şey yapmam, dedi.”

Yaşlı Priamos böyle konuştu.
Dokuz gün odun taşıdılar yığın yığın.
Ölümlülere parlayan şafak sökünce onuncu günü,
Gözyaşı içinde götürdüler Hektor’un ölüsünü,
Koydular yığınların tepesine, verdiler ateşe.
Gül parmaklı şafak sabah erken parlayınca,
Ünlü Hektor’un ölüsü çevresinde toplandı bütün halk.
Hepsi geldi bir araya, topluluk kuruldu,
Parıldayan şarapla söndürdüler odun yığınını,
Söndürdüler ateş gücünün sardığı her şeyi,
Sonra topladı kardeşleri, dostları ak kemikleri,
Hepsinin yanaklarından iri yaşlar dökülüyordu.
Kemikleri alıp koydular bir altın kutuya,
Erguvan rengi yumuşak örtülerle sardılar kutuyu.
Sarar sarmaz indirdiler derin bir çukura.
Ekli kocaman taşlarla ördüler üstünü.
Sonra bir mezar tümseği yapmaya başladılar,
Gözcüler diktiler çepeçevre dört bir yana.
Mezar bitmeden Akalar saldırmasın diye,
Bir mezar tümseği olunca toprak kabara, kabara,
Gerisin geri döndü hepsi kente.
Toplanıp bir güzel kutladılar çok ünlü şöleni,
Zeus Oğlu Kral Priamos'un sarayında,

İşte böyle yapıldı atları iyi süren Hektor'un cenaze töreni.

Homeros, İlyada (XXIV, 778-805), Eski Yunanca'dan Çevirenler: Azra Erhat, A. Kadir, Can Sanat Yayınları, 1984





Höyük Nedir?

Höyük Nedir?

Mehmet Özdoğan

Herhangi bir yerde kurulmuş olan yerleşim yerinin yıkıntısının bıraktığı yükselti. Yukarıda tanımladımız arkeolojik dolguyu basit bir göçebe çadır yeri için değil, bir topluluğun yerleşim yeri için tanımlarsak, bu dolgunun içindeki kalıntı ve bulgular daha fazla çeşitlenecek ve dolayısıyla dolgu kalınlaşacaktır. En basit kerpiç bir ev bile, sahipleri terk ettikten sonra şu ya da bu neden­le yıkılsa, içindeki işe yarayan yapı malzemeleri başkaları tarafından alınsa bile, mutlaka temelleri, duvarın en alt sırası, tabanı, taban üzerindeki ocak, seki, depo gibi yapı öğeleri ve o dönemde kullanılmış olan her türlü malzeme kırık da olsa, o dolgunun içinde bulunacaktır.

Yerleşmeler her zaman yaşamak için en uygun yer se­çilerek kurulur; en uygun yer de çoğu kez su kaynağı ile bağlantılıdır. Bu nedenle evler yansa, yıkılsa da, yerleşme aynı coğrafi noktada devam eder. Yerleşmeler terk edilse ve farklı bir insan topluluğu o bölgeye herhangi bir nedenle gelse de, gene yeğleyeceği yer çoğunlukla aynı noktadır. Yeni bir ev kurulurken daha önceki yıkıntının molozu düzletilir. Ancak çok ender durumlar dışında, bu yıkıntı tümüyle kazılarak atılmaz. Düzletilen eski molozun üze­rine yeni bir ev kurulur. Dolayısıyla yukarıda tanımladı­ğımız arkeolojik dolgu, kendinden sonra kurulan evin altında, yeni yapılandan farklı niteliğiyle korunagelir. Yerleşim yeri, bu arkeolojik dolguların artmasıyla giderek yükselmeye başlar. Böylelikle yerleşme yeri çevreye göre daha korunaklı hale gelir ve bu alan yeni yerleşimciler için su kaynağının ötesinde tercih sebebi olur. Hep aynı yerde yerleşilmesi sonucunda, zaman içinde bir höyük oluşma­ya başlar. Höyükte her bir yerleşimi temsil eden dolguya "tabaka" adı verilmektedir. Ardı ardına dizili tabakalar, çoğu kez belirli bir kültür dönemini temsil eder. Süreç içinde daha sonra farklı bir kültüre ait tabakalar oluşmuşsa, altta bir çok tabakadan meydana gelen ve kültür birliği olan arkeolojik birime "kültür evresi" adı verilir.
Aşağı Pınar kazısı, MÖ 5200 yılları, 4. kültür katı.
https://arkeofili.com/neolitik-donem-uzerine-prof-dr-mehmet-ozdogan-roportaji/
Ahşap mimarinin yanarak korunmuş durumu. Duvar içinde görülen yuvarlak izler, yanarak ortadan kalkmış olan ahşap direklerin izleridir. Orası şiddetli bir yangın geçirdiği için, yanmış olan tabandan çok sayıda in situ [yerinde]  buluntu ve tahıl örneği çıkmıştır.


Höyükleri oluşturan tabakaların kalınlığı her şeyden önce kullanılmış olan yapı malzemesine bağlıdır. Eğer yerleşimde evler ahşap gibi zamana dayanıksız organik maddelerden yapılmış ise, tabakanın kalınlığı bir kaç cm kadar ince olacaktır. Eğer bu ahşap evde ahşapların arasında çamur dolgu kullanılmış ve ev şiddetli bir yangın geçirmişse, bu çamurun bırakacağı moloz daha kalın olacaktır.
Yapı malzemesi taş ise, taş yeni gelenler tarafından yeni yapılarda kullanılabileceği için, dolgunun
kalınlığı buradan ne kadar taş çekildiğiyle bağlantılıdır. Buna karşılık killi toprağın samanla karıştırılıp güneşte kurutulmasıyla elde edilen kerpiçten yapılan yapılar, genellikle daha kalın arkeolojik dolguların oluşmasını sağlar. Çünkü bu tür yapıların çoğunluğu toprak düz damlıdır ve yalnızca damdaki toprağın kalınlığı bile yaklaşık 50 cm'dir. Duvarlar yıkıldığında kerpiçlerin büyük bir kısmı
kullanılamayacak hale geldiğinden, buraya yeni gelenler bu molozu tümüyle sıyırmak yerine düzlemeyi yeğleyeceklerdir. Kerpiç yapılardan oluşan bir dolgunun kalınlığı birkaç metreyi geçebilir. [Kerpiç, hammaddesi samanla karıştırılmış toprak olduğundan, zamana en dayanıklı yapı malzemelerinden biridir.]

Şanlı Urfa, Lidar Höyük
Höyükte yerleşim sona erdikten sonra, doğal aşınmayla yamaçları dikleşmiş ve tipik höyük görünümünü almıştır.  Höyüğün üst yüzeyinin düz olması en son kültür katının kentsel nitelikli bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir.

Dolgu kalınlığını yapı malzemesi dışında belirleyen ikinci öğe, yerleşimdeki yapıların anıtsallığıdır. Eğer arkeolojik dolguyu oluşturan yerleşim surla çevrili, içinde tapınak, saray gibi anıtsal yapılar olan bir kent ise, bunun bırakacağı molozun kalınlığı bazen 5-6 m yüksekliğinde olabilir. Buna karşılık basit çiftçilerin oturduğu bir köyün bırakacağı dolgu kalınlığı göreli olarak çok daha incedir. Ancak her ne olursa olsun, mutlaka her yerleşimden geriye ince ya veya kalın, altındakinden ve üstündekinden farklı bir dolgu, bir tabaka kalacaktır.

Elazığ, Munzuroğlu Köyü
Terk edildikten sonra yıkılmış olan günümüze ait kerpiç yapılar. Yapılar terk edildikten sonra, iki ay içinde
kerpicin erimesiyle höyükleşmeye başlamıştır.
Höyük oluşumunda belirleyici olan, yukarıda kısaca değindiğimiz gibi, doğal çevrenin yerleşim yerine uygun seçeneklerinin kısıtlılığıdır. Bu nedenle özellikle kurak ya da yarı-kurak bölgelerde höyükler daha yüksek ve daha çok katmanlıdır. Örneğin Güneydoğu Anadolu'da ya da Suriye -Mezopotamya'da yüksekliği 50 m'yi geçen, Şan Urfa'da Sultantepe, Adıyaman'da Samsat, Gaziantep'te Songurus, Kilis'te Oylum Höyük gibi höyükler bulunmaktadır.

Yağışlı, su kaynaklarının bol olduğu bölgelerde, yerleşmelerin sürekli aynı yerde bulunması gerekmediğinden höyük oluşumu daha enderdir. Kültürel değişim sürecinde su kaynağı olan herhangi bir noktada yeni yerleşim yerleri kurulabilir. Yerleşimler sık sık yer değiştirdiklerinden, bu tür bölgelerdeki höyüklerin dolgu kalınlıkları genelllikle çok daha azdır. Örneğin Trakya Bölgesi'nde ya da Balkanlar'da bu tür tabakalı yerleşimlerin yüksekliği genellikle 1 ila 3 m kadardır; bunlar arkeolojik yayınlarda "düz yerleşme" olarak tanımlanır.
Bazı höyükler halen yaşayan höyüklerdir. Üzerlerinde günümüzde yaşamın sürdüğü köy ya da kent bulunabilir. Örneğin İstanbul tarihi yarımadada, Sultanahmet çevresindeki çekirdek bölgede arkeolojik dolgunun kalınlığı yer yer 30 m'yi bulmaktadır.

Samsat Höyüğü
52 m'yi geçen yüksekliğiyle Anadolu'nun en büyük höyüklerinden olan ve Atatürk Barajı gölü altında kalan Samsat Höyüğü. Höyükte Neolitik Çağ'da başlayan yerleşim, kesintisiz olarak Ortaçağ'a, Artuklu dönemine kadar sürmüştür. Samsat Höyüğü, Halaf, Obeid, Uruk dönemlerinin bilinen en büyük yerleşim yerlerinden biri olmanın yanı sıra, Roma döneminde eyalet merkezi ve Kommogene Krallığı'nın başkentidir.
Höyüklerdeki yerleşmeler sona erdikten sonra, doğal etkenlerle höyüklerin yüzeyi aşınarak belirli bir biçim alır. Genellikle dik yamaçlar ve düz biçimli tepesiyle höyükler, Anadolu topografyasının tanımlı öğeleri arasındadır.

En üst katmanlardaki yerleşim de toprakla kaplandığında alışık olmayan bir göz, bunları doğal bir yükselti olarak algılar. Ancak kazıldığı zaman höyükler bir "zaman arşivi" gibi geçmişle ilgili bilgiyi verir.
Harran, Yukarı Yarımca Köyü Höyüğü
Höyüğün biçimi, aşınma nedeniyle kubbeli bir görünüm almıştır. Yerleşimin çevresinde sur gibi anıtsal bir yapının bulunmadığı, yamacın eğiminden anlaşılmaktadır .

Resimleri, kitaptaki örneklerden yola çıkarak ben yerleştirdim. Alt yazılar yazara aittir. DK

Kaynak: 50 Soruda Arkeoloji, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2011, s. 41-47

27 Kasım 2019 Çarşamba

Mondros'tan Sonra: İşgaller, Taraflar ve Şimdi Ne olacak, Sorusuna Verilen Cevaplar

Mondros'tan Sonra: İşgaller, Taraflar ve Şimdi Ne olacak, Sorusuna Verilen Cevaplar

Dilara Kahyaoğlu
2011-19

Birinci Dünya Savaşı'nın sonuçlarını ve Mondros Ateşkesi'ni bundan önceki metinlerde yazmıştım.  O nedenle burada bir daha tekrar etmeyeceğiz. 

Ahmet İzzet Paşa Hükumeti
Ekim ayından itibaren itibaren savaşın yenilgiyle sonuçlanacağını artık Osmanlı yöneticileri ve iTC ileri gelenleri de kabul ediyordu. Çünkü cephede işler iyi gitmiyordu, Bulgaristan ve Avusturya-Macaristan ateşkes antlaşması imzalayarak savaştan çekilmiş, Osmanlı'nın Almanya ile karasal ulaşımı da ortadan kalkmıştı. 

Savaşın sorumlusu olarak görülen İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) iktidardan çekilerek, parti olarak kendini resmi olarak tasfiye etti. Gerçekte İTC örgütü illegal olarak varlıklarını ve faaliyetlerini yürüteceklerdi. Güvenilir bir asker olan İzzet Paşa önderliğinde kurulan yeni hükumette İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden oldukları halde, savaş sorumluluğuna katılmayan ve savaş yıllarındaki yolsuzluk ve cinayetlere (Ermeni Tehciri ve Kırımı kastediliyor) bulaşmamış olan Rauf (Orbay), Fethi (Okyar) ve Cavit Bey gibi kişiler  de yer almıştı. İzzet Paşa kabinesinin en önemli icraatı 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi ile savaşa son vermek oldu. Mütarekeyi hükümet adına Bahriye Nazırı Rauf Bey imzaladı. 

2/3 Kasım gecesi Talat, Enver ve Cemal Paşa'ların gizlice yurt dışına kaçması iç siyasette büyük bir galeyana neden oldu. İttihatçı şeflerin kaçışına göz yummakla suçlanan İzzet Paşa kabinesi, 25 gün süren iktidardan sonra 8 Kasım 1918'de istifa etti. Ama daha sonraki Osmanlı hükumetlerinde çeşitli görevler üstlendi. 

Mondros'tan İki hafta sonra İtilaf donanması İstanbul’a demir attı bu arada taze padişah Vahdettin de ittihatçı mebusların ağırlıkta olduğu **Meclis-i Mebusan’ı kapattı (12 Aralık 1918).
İşgaller ve Gizli Antlaşmalar
Mondros Ateşkes Anlaşmasının 7. Maddesi, itlaf devletlerine güvenliklerini tehdit eden bir durum ortaya çıktığında istedikleri bölgeyi işgal etme hakkı veriyordu. Mondros Ateşkes Anlaşmasının imzalanmasından kısa süre sonra itilaf devletleri bu maddeyi dayanarak ülkenin çeşitli bölgelerine asker çıkarmaya başladılar.
-3 kasım 1918’de İngilizler, Musul’u işgal etti.
-Bu arada doğuda Ermenistan, Osmanlı ordusunun çekilişinden yararlanarak Kars ve çevresini işgal etmişti (buraları Brest Litovsk Antlaşması ile Rusya'dan devralınmıştı).
-18 Kasım 1918’de İtilaf devletleri donanması İstanbul önlerinde demirledi.
-İngilizler Anadolu'nun birçok kentine (İzmit, Eskişehir, Afyon, Samsun v.b.) asker yolladılar.
-Fransızlar; Adana, İskenderun, Urfa, Maraş ve Antep yöresini işgal ettiler.
-İtalya; Antalya, Konya ve Kuşadası yörelerini işgal etti.
-15 Mayıs 1919’da ise Yunanistan İzmir’e asker çıkardı. Bu konudaki karar Paris Barış Konferansı'nda alınmıştı, Mondros'la doğrudan ilgisi yoktur
İtilaf devletlerinin Anadolu’da işgal ettikleri bölgelere baktığımızda, bunların I. Dünya Savaşında aralarında yaptıkları gizli anlaşmalarla kararlaştırdıkları Anadoluyu paylaşma planlarına büyük ölçüde uygun düştüklerini görüyoruz. Bu gizli anlaşmalarla, Adana, Maraş, Antep, Urfa bölgesi kuzeyde Sivas’a kadar Fransa’nın payına düşmüştü. Güney ve Batı Anadolu İtalyanlara bırakılmıştı. Boğazlar ve Doğu Anadolu Rusların olacaktı. İngiltere ise Anadolu yerine Osmanlının Arap vilayetlerinin büyük bölümünü almayı yeğlemişti.

Savaş sürerken Rusya’da meydana gelen ve Sosyalist bir rejimin kurulmasıyla sonuçlanan Bolşevik Devrimi sonucu Rusya savaştan çekilince, Rusya’nın payına düşen bölgeler açıkta kaldı. Bunlardan Boğazların uluslarası bir statüye kavuşturulması, Doğu Anadolu’nun ise kurulacak bir Ermenistan’a verilmesi düşünüldü.

Gizli anlaşmalarla kararlaştırılan paylaşım planlarını bozan bir diğer gelişme de savaşın sonlarına doğru Yunanistan’ın itilaf devletleri yanında savaşa girmesi oldu. Yunanistan gizli anlaşmalarda İtalya’ya söz verilen Anadolu topraklarının bir bölümünü istiyordu. Yunanistan’ın istediği bölge Rum nüfusunun yoğun olarak yaşadığı İzmir ve çevresiydi.

İtilaf devletlerinin lideri konumunda olan İngiltere, Yunanistan’ın bu isteğine destek verdi. İngiltere, İtalya gibi ileride kendine rakip olabilecek güçlü bir devlet yerine bu bölgeyi Yunanistan gibi kendi sözünden çıkmayacak küçük bir devlete bırakmayı çıkarlarına daha uygun görüyordu. Diğer itilaf devletlerine de baskı yaparak Yunanistan’ın İzmir yöresini işgal isteğini kabul ettirdi. Bunun kararı Paris Barış Konferansı'nda alındı. Bu sayede 15 Mayıs 1919’da İtilaf devletlerinin desteği ile Yunanistan İzmir’e asker çıkardı. Ancak bu itilaf devletleri arasındaki görüş ayrılıklarının ve çıkar çatışmalarının da başlangıcı oldu. Kendini aldatılmış olarak gören İtalyanlar, bu kararı hiçbir zaman içlerine sindiremediler. Yunanistan İzmir ve çevresinin işgali ile yetinmeyip bütün batı Anadoluyu ele geçirmeye kalkınca, Fransızlar, Yunanistan'ın  Anadolu'daki varlığının yalnızca İngilizlere yaradığını görüp yavaş yavaş desteğini bu işgal ordusundan çekecektir. Yunanlılardan en son desteğini çeken İngilizler olacaktır o da ancak Milli Mücadele savaşlarının sonunda..

İşgallere tepki olarak Anadolu’nun işgal tehlikesi yaşayan bölgelerinde Müdafaa-i Hukuk (Hakların Korunması) cemiyetleri adı verilen derneklerin kurulduğunu görüyoruz. Genellikle ilgili bölgelerin “eşraf” denilen ileri gelenlerinin, aydınlarının ve askeri ve sivil bürokratlarının öncülüğünde kurulan bu dernekler önceleri mitingler, gösteriler yoluyla işgalleri protesto etmişler, sonra kongreler toplayarak işgallere karşı neler yapılabileceği konusunda yöre halkının da katılımıyla kararlar almışlar ve bu kararlar doğrultusunda giderek silahlı direniş kuvvetleri oluşturmaya başlamışlardır. Kurtuluş savaşının başlangıcında bu şekilde oluşturulan silahlı direniş kuvvetlerine “Kuvayı Milliye (Milli Kuvvetler)” adını veriyoruz.

Bugünkü Türkçe “Ulusal Kuvvetler” diyebileceğimiz Kuvayı Milliye merkezi bir komutanlığa bağlı olmadan "gerilla" veya "milis" usulü ile savaşan silahlı direniş birlikleri biçiminde örgütlenmişti. Düzenli bir ordu değillerdi kısacası. Ancak düzenli bir ordunun olmadığı bir ortamda (Mondros Ateşkes Anlaşması uyarınca Osmanlı ordusu dağıtılmıştı) yapacak başka bir şey de yoktu doğrusu. Kuvayı Milliyeyi oluşturanlar o yöre halkından gönüllü olarak katılan kişilerden oluşuyordu. Yani bu kuvvetler aynı zamanda milis kuvvetleri özelliğini taşıyordu.

Kuvayı Milliye birlikleri özellikle güney cephesinde Fransız kuvvetlerine ve Batı cephesinde Yunanistan kuvvetlerine karşı savaşmışlardır. Her iki cephede de birçok başarılar elde ettiklerini görüyoruz. Ancak milis kuvvetlerinin düzenli bir ordu karşısında kesin zafer kazanması mümkün değildir. *Düzenli orduyu yıpratabilir, ama uzun vadede onun ilerleyişini durduramaz.

Batı cephesinde Yunanistan ordusu karşısında yaşanan işte bu durumdur. Kuvayı Milliye birlikleri, bazı yerlerde Yunanistan ordusuna karşı çok parlak başarılar elde etmiş olsa da sürekli yeni askerler ve silahlarla desteklenen güçlü Yunanistan ordusunun ilerleyişini uzun süre durdurmayı başaramamışlardır. Ancak bu sıralarda yapılabilecek fazla bir şey yoktur. Daha fazlasını yapabilmek için ulusal direnişin ülke çapında ve tek bir merkeze bağlı olarak örgütlenmesi gerekmektedir. İşte bunu yapacak olan mustafa Kemal Paşa bu sıralarda Anadoluya geçmiş ve bu yönde girişimlerine başlamış bulunmaktadır.
...............

**Hey’et-i Meb‘ûsan olarak da adlandırılan Meclis-i Meb‘ûsan, 23 Aralık 1876’da yürürlüğe giren Kānûn-ı Esâsî’nin öngördüğü Meclis-i Umûmî adlı Osmanlı Parlamentosu’nu oluşturan iki meclisten biri olup halkın seçtiği mebuslardan meydana gelmekteydi. Parlamentonun diğer kanadı padişahın tayin ettiği üyelerin oluşturduğu Meclis-i A‘yân’dı.


*Düzenli ordu: belirli bir sistem içinde, belirli süreler için askere alınan kişilerden oluşmuş, merkezi bir komutanlığa bağlı olarak ve katı bir hiyerarşi ve disiplin içinde hareket eden, profesyonel bir subay kadrosu tarafından idare edilen ordu.


19 Kasım 2019 Salı

Alman Halkının Çoğu Kamplarda Neler Olup Bittiğini Biliyordu

Alman Halkının Çoğu Kamplarda Neler Olup Bittiğini Biliyordu




Savaştan sonra kurtarılan kamplardaki durumu gören Amerikan askerleri; Naziler tarafından kamplarda işkence edilen ve öldürülen tutsakların cesetlerini Alman halkına göstererek onları gerçeklere bakmaya, gerçekle yüzleşmeye zorladılar.

Onlar her ne kadar dehşet içinde kalmış görünse de, hiç bir şeyden haberleri olmadığını beyan etse de eldeki kayıtlar, anılar, sözlü tarih çalışmaları bunun tam tersini söylüyor: Haberleri vardı. Umursamadıkları gibi onayladılar da.


Görselin Kaynağı: David F. Crew, Hitler and the Nazis A History in Documents, Oxford University Press, 2005


Şu vieolara bkz. 

**https://www.youtube.com/watch?v=iQsiGaOmn_I
German civilians visit the Buchenwald concentration camp in Weimar, Germany.
Bu video, görseldeki konuyla doğrudan ilgilidir. Kampı ziyaret etmeye zorlanan Alman vatandaşlarını göstermektedir. 

https://www.youtube.com/watch?v=BHIDHniKVjQ&has_verified=1
İngiliz askerlerinin 1945 yılında Belsen kampına girişi ve tanık oldukları durumlar

https://www.youtube.com/watch?v=czbUP6cl2NE
Liberation of Flossenburg Concentration Camp

https://www.youtube.com/watch?v=3BI1WTC67ZI
British Members of Parliament visit German concentration camps and witness atroci..

17 Kasım 2019 Pazar

Kaynakları Sorgulamak: Haritalara Dikkat!

Kaynakları Sorgulamak: Haritalara Dikkat!

Dilara Kahyaoğlu

12. ve 15. yüzyıllar arasında Avrupa'da kurulan üniversiteleri gösteren harita
İlk üniversite 1180 yılında Kuzey İtalya'da kurulmuş olan Bologna Üniversitesi diye bilinir ama
haritada ondan daha önce kurulmuş üniversiteler de gösterilmiş. Aslında burada bir bilgi yanlışı var
çünkü Bologna üniversitesinin kuruluşu 1180 değil, 1080 olmalı. İnceleyiniz.
Üniversitelerin açıldığından beri kesintisiz olarak çalışmış olması da dikkate alınması gereken en önemli faktör.
Kaynak: Norman Bancroft Hunt, Living in the Middle Ages , Thalamus Publishing, 2009, s. 71

Şu kaynağa da bkz. Burada oldukça farklı bilgiler var. Karşılaştırınız.

Dikkat! Bu durumdan çıkartılması gereken en önemli sonuçlardan biri, gördüğümüz herhangi bir belgeyi, bir kaynağı, mesela bir haritayı sorgulamadan doğru olarak kabul etmeyelim. 



16 Kasım 2019 Cumartesi

Kaynakları Sorgulamak: Avrupa'nın İlk Üniversiteleri

Kaynakları Sorgulamak: Avrupa'nın İlk Üniversiteleri



12. ve 15. yüzyıllar arasında Avrupa'da kurulan üniversiteleri gösteren harita
İlk üniversite 1180 yılında Kuzey İtalya'da kurulmuş olan Bologna Üniversitesi diye bilinir ama
haritada ondan daha önce kurulmuş üniversiteler de gösterilmiş. Aslında burada bir bilgi yanlışı var
çünkü Bologna üniversitesinin kuruluşu 1180 değil, 1080 olmalı. İnceleyiniz. 
Üniversitelerin açıldığından beri kesintisiz olarak çalışmış olması da dikkate alınması gereken en önemli faktör.
Kaynak: Norman Bancroft Hunt, Living in the Middle Ages , Thalamus Publishing, 2009, s. 71

Şu kaynağa da bkz. Burada oldukça farklı bilgiler var. Karşılaştırınız.

Dikkat! Bu durumdan çıkartılması gereken en önemli sonuçlardan biri, gördüğümüz herhangi bir belgeyi, bir kaynağı, mesela bir haritayı sorgulamadan doğru olarak kabul etmemektir. Ama bu her şeyden de şüphe etmek gerektiği anlamına da gelmemeli. Dikkatli olmak, eleştirel yaklaşmak, sorgulamak bilimsel disiplin adına zaten yapılması gereken ilk adımlar. Burada kaynağın niteliği  önemlidir. Belge mi, yoksa kaynağı belli olmayan görseller veya metinler mi? Yazan, yayımlayan kim?
Bu konuyu bir çok çalışmamda ele almıştım. Lütfen şu linke bkz.

14 Kasım 2019 Perşembe

Knossos Sarayı ve Rekonstrüksiyon Meselesi

Knossos Sarayı ve Rekonstrüksiyon Meselesi

Dilara Kahyaoğlu
Burası neresi?
(The Art Archive / Private Collection Paris / Gianni Dagli Orti)
Ancient Civilizations, Christopher Scarre, Brian M. Fagan, Routledge, s. 231
Reconstruction, dar anlamıyla;  mimarlık, arkeoloji, tarih gibi disiplinlerde kullanıldığında; eldeki verilere dayanarak, bir eserin gerçekte nasıl olduğunun hayal edilerek çizilmesi, resminin, maketinin veya üç boyutlu olarak her türlü somut bir örneğinin yapılması anlamına geliyor. Gerçek değil, gerçeğin hayal edilen, düşünülen, böyle olduğuna inanılan bir temsili...
Bu kelime, bulgulara göre yeniden -gerçekten- inşa edilmiş yapımlar, eserler için de kullanılır. [1] Ayrıca bu terim siyasi tarih alanında da yeniden yapılanma, yeniden kurma anlamında da kullanılır. https://www.britannica.com/event/Reconstruction-United-States-history
Kelimenin çok geniş bir kullanım alanı olduğu doğrudur ama biz ana konumuza devam edersek; Rekonstrüksiyonların  gerçeği tam olarak temsil etmeyebileceklerini bilmek ama diğer yandan da eğer bunları uzman kişiler yapmışsa (burası önemli) geçmiş zamana ait eserlerin; verilere, bulgulara dayanarak yeniden "inşa" edildiğini bilmek önemlidir çünkü bu tür canlandırmalar sayesinde o esere veya kalıntılara dair nihai bir fikir edinebiliyoruz. Mesela "Vay, demek ki bu saray böyle bir şeymiş" diyebiliyoruz. Nitekim yukarıdaki canlandırmayı gördüğümde ben tam olarak böyle bir şey düşündüm. İnanılmaz bir görüntü çünkü. Oldukça modern görünen ve bugünkü yapılara, komplekslere  benzeyen bu resmin nereye ait olduğunu birileri  bize söylemeseydi, hangi yapının rekonstrüksiyonu olduğunu tahmin etmek oldukça güç olurdu.

Yukarıdaki canlandırma Girit'teki Knossos (Knossus) Sarayı'na ait.  Girit adasındaki antik Knossos sarayı Minos Uygarlığı'nın bir ürünü. Burayı İngiliz arkeolog Arthur Evans keşfediyor ve efsanevi kral Minos'tan esinlenerek bu uygarlığa Minos (Minoan) adını veren de o. Dolayısıyla "Minos Uygarlığı" bizim verdiğimiz bir isim, onların kendilerine ne dediğini bilmiyoruz.

MÖ 2800 ile  1450 yılları arasına tarihlenen bu Bronz Çağı uygarlığının yaşam süresi -tarihçilerin görüşüne göre- Tera adasındaki büyük yanardağ patlamasından sonra, sona ermiştir. Sarayın yapılış tarihi olarak da MÖ 2000 dolayları düşünülmektedir.
Knossos Sarayı günümüzde böyle bir yerdir. 

Knossos harabelerinin genel görünümü
Yukarıdaki canladırmaya ne kadar benziyor?

Bu da başka bir rekonstrüksiyon. 
Sümerlilerin yaşadığı bir kasabasının, böyle olduğu düşünülmüş.

Kalıntıların neredeyse dümdüz bir şekilde bizlere ulaştığı; hakkında bilgi veren görsel veya yazılı kaynakların bulunmadığı yerlerin rekonstrüksiyonları daha fazla hata payı içerir. Bu tip yerleri canlandırırken günümüzde yaşayan, var olan yerlerden de örnek alarak bu rekonstrüksiyonları hazırlıyorlar. Örneğin Çatalhöyük canlandırmaları için bölgedeki toprak yapılar örnek alınmıştır. Bu da yanlış bir yaklaşım değildir, çünkü kültürlerde süreklilik ve aktarım olduğu bilinen bir durumdur. Ama asla bunların gerçeğin birebir kopyası olduğu düşünülmemeli, hata payının olabileceği her zaman akılda tutulmalıdır. 


Resimde Uruk kentinin kalıntılarını görüyoruz. Mezopotamya'da kerpiçten yapılan evler, binalar; zamana, doğanın yıpratıcı etkilerine karşı ancak bu kadar direnç gösterebilmiştir. Aynı durum taş kalıntılar için geçerli değildir. 


Notlar
[1] Rökonstrüksiyon: (Fr. reconstruction; lng. rebuilding; Alm. Weideraufbau; Arap. tecdid): Bazan restitüsyon'la aynı anlamda kullanılan bu sözcük, restitüsyona göre inşa etmeyi, ya da restitüsyona göre yapılan anıtı ifade eder.

Restitüsyon - ( Fr. restitution; İng.reconstruction; Alm. Restitution, Rekonstruktion): Kısmen ya da tamamen yok olmuş ya da ilk biçimi değiştirilmiş bir anıtın planını elevasyonunu, tezyinatını harabesine, kalıntılarına ya da kaynaklara göre yeniden çizme. Bu şekilde çizilen plan, elevasyon, tezyinat.

Restorasyon - (Fr. restauration; lng. restoration; Alm. Wiederher-stellung; Arap islah ): Bir sanat eserinin sadece harap olan kısımlarını, eserin daha fazla harap olmasını önlemek amacıyla aslına uygun olarak onarma.
Kaynak: Adnan Turani, Sanat Terimleri Sözlüğü, s.112


12 Kasım 2019 Salı

Okurken Uyanık Kalmak

Okurken Uyanık Kalmak

Ursula K. le Guin
Şu kaynağa bkz. 
Kitaplar, aman dikkat! Yine dodo[1] oldunuz! Ya da en azından hindi…[2] 1003 yetişkin arasında yürütülmüş ve azami %3’lük artı/eksi hata payı iddiasındaki (ciddi ve katı istatistiğin amacı, hangi 1003 yetişkin ve hata payınızın hata payı ne kadar türü soruları susturmak elbette) bir AP-Ipsos araştırmasına dayanan Associated Press, Amerikalıların %27’sinin yılda bir kitap dahi okumadıklarını duyurdu. Kalanların üçte ikisiyse İncil ve diğer dinsel kitapları okuduklarını belirtirken ancak yarısı edebiyattan sayılabilecek herhangi bir eser okuduğunu söylemişti.


Makale, bu feci haberleri iyice körüklemek adına 2004 tarihli ve katılanlarının %43’ünün bütün bir yılı kitapsız geçirdiklerini belirttikleri NEA araştırmasına da atıfta bulunmuş. NEA okuma oranlarındaki düşüşün kabahatini televizyon, sinema ve internette bulmuştu. Anlaşılır bir durum. Ortalama Yetişkin Amerikalının günde on altı ila yirmi sekiz saatini (benim hata payım biraz büyük kaçabilir) TV karşısında geçirdiğini ve kalan vaktini eBay’den bir şeyler ısmarlayıp blog yazmaya harcadığını hepimizi biliyoruz.

Bunca az okumamız haber değeri taşır hatta şok eder görünüyor ama makalenin tonlaması neredeyse kutlayıcı. Makalede Dallas’taki bir telekomünikasyon şirketinin proje yöneticisinin sözlerine yer verilmiş. “Okumaya başlayınca uykum geliyor,” diyor adam, “kuşkusuz milyonlarca Amerikalı bu alışkanlığa aşinadır.” Basılı malzemeyle yüz yüze gelindiğinde bilinçli kalmayı becerememekten hoşnutluk fikri makaleye yanlışlıkla sızmış sanki. Ama bana kalırsa okumanın kaybolmaya yüz tuttuğu görüşüne yönelik varsayım da —ister kasvetli, ister hafiften kutlamacı söylensin— yanlış.

İşin doğrusu, tarihte zaten hiçbir zaman çok fazla sayıda insan kitap okumamıştır. E, ne demeye şimdi okuduklarını veya okumak zorunda olduklarını düşünelim?

Kapitalizmde yaşıyoruz, onun iktidarı içinden çıkılamaz gibi görünüyor - kralların kutsal hakları da öyle görünüyordu. İnsana ait her iktidar, yine insanlar tarafından direnişle karşılaşabilir ve değişebilir” 
Bir kere, çok, çok uzun dönemler boyunca insanların çoğu okumayı hiç bilmedi. Okuryazarlık alt sınıflarda, sıradan insanlar ya da kadınlar arasında teşvik edilmezdi. Okumak sadece güç sahibiyle güçten yoksun arasındaki ayrımın bir işareti değil, gücün ta kendisiydi. Okuma zevkiyse söz konusu bile değildi. Ticari kayıt tutabilme ve anlayabilme, uzak mesafelerle kodlu iletişim kurabilme, Tanrı’nın kelamını kendine saklayıp sadece kendi iradenle, kendi seçtiğin zamanda yayabilme… Bunlar kitleler üzerinde müthiş birer kontrol ve kendini ululaştırma araçlarıdır. Okuryazar tüm toplumların başlangıcında okuryazarlığın egemen sınıfın anayasal ayrıcalığı olması yatar.

Okumak ve yazmak geldiyse ancak zaman içinde peyderpey süzülerek daha az kutsal ve daha az gizemli hale gelmiş, kudreti yaygınlaştıkça azalmıştır. Çin İmparatorluğu bürokratik hiyerarşide yükselmeyi bir dizi okuryazarlık sınavına dayandırmak suretiyle okuryazarlığı etkin bir hükümet kontrol aracı olarak kullanırdı. Sistematiklikte çok daha geri Romalılar sonunda kölelerin, kadınların ve benzeri ayaktakımının okuyup yazmasına izin verdiler ve cezasını yerlerini alan din-temelli toplumla ödediler. Karanlık Çağlarda Hıristiyan papazı olmak bir parça okuyabilmek, sıradan kimselik muhtemelen hiç okuyamamak, herhangi bir sınıftan hemen her türde kadınlıksa hiç okuyamamak demekti. Kadınlar bu çağlarda okumayı bilmemekle kalmaz, üstüne bir de öğrenemezlerdi çünkü bugünün kimi Müslüman toplumlarındaki gibi, izin verilmezdi.[a]

Batı’da Orta Çağ’ı Rönesans’ta parlaklaşan ve Gutenberg’le ışıldayan yazılı kelam ışığının yavaşça yayılması olarak görebiliriz. Derken daha ne oldum diyemeden kadınlar ve köleler okuyup yazmaya şu veya bu Deklarasyonları adı verilen kâğıt parçalarıyla devrimler yapılmaya, öğretmen hanımlar Vahşi Batı’da silahşorların yerlerini almaya, insanlar New York’ta yayınlanan yeni romanı, “Küçük Nell öldü mü? Öldü mü?” diye bağırarak tanıtan çığırtkanın etrafını sarmaya başladılar.

Şimdi söyleyeceğimi destekleyecek istatistikler yok elimde (olsaydı da hata paylarına güvenmezdim) ama bana öyle geliyor ki ABD’de okumanın tavana vurduğu dönem, doruğunun yirminci yüzyıl başlarında yaşandığı, on dokuzuncu yüzyıl ortasından başlayıp yirmincinin ortasına dek süren dönemdir. Bu dönemi kitap yüzyılı görüyorum. 1850’lerden itibaren, kamuya açık okulların demokrasiye temel sayılması ve yerel işadamlarıyla milyonerlerin desteğinde kütüphanelerin halka açılıp çoğalmalarıyla birlikte okumak ortak payda sayılmaya başlandı. Ve İngilizce, müfredatın temeline, göçmenler çocukları akıcı konuşsun diye değil, edebiyat —roman, bilimsel yazın, tarih, şiir— toplumsal geçer akçelerin en önemli biçimlerinden biri olduğu için yerleşiverdi.

Ben çocukken evlerde hâlâ yıpranmış birkaç nüshası bulunabilen 1890’ların, 1900’lerin ve 1910’ların ders kitaplarına veya kardeşlerimle birlikte 1930’larda Batı uygarlığına dair halen bildiklerimizin çoğunu öğrendiğimiz Fifty Famous Stories’e (ve Fifty More Famous Stories) bakmak ilginç hatta biraz ürkütücüdür. On yaşındaki çocuklardan beklenen okuryazarlık ve genel kültür seviyesi şaşırtıcıdır ki çocukken bile biraz şaşırdığımı hatırlıyorum bu kitaplar karşısında.[b]

Bu metinlere ve müfredata —mesela 1960’lara kadar liselerde çocuklardan okumaları beklenen romanlara— baktığımızda insanların çocuklarının sadece okuyabilmelerini değil, okumalarını ve okurken uyuyakalmamalarını cidden beklediklerini düşünebiliriz. Niye peki?

E, elbette okuryazarlık herhangi türden bireysel ekonomik ve sınıfsal ilerlemeye açılan kapıdır; orası açık. Ama bana kalırsa bir başka neden de okumanın önemli bir toplumsal faaliyet olmasıydı. Paylaşılan kitap deneyimi sahici bir bağ yaratıyordu. Tabii okuyan kişi, arabasıyla arabanıza toslarken cep telefonunda bir sürü zırvadan bahseden kişi kadar çevresinden kopar, doğru. Bu, okumadaki şahsi, mahrem öğedir. Ama bir de daha büyük, daha kamusal öğe vardır: okuduklarınız ve başkalarının okudukları…

İnsanlar bugün nasıl tehditten, yüklerden uzak sohbetlerinde bir önceki gecenin müthiş polisiye veya mafya dizisinde kimin kimi öldürdüğünden bahsediyorsa, 1840’larda tren yolcuları veya herhangi bir işte çalışan meslektaşlar birbirlerine Dickens’in Antikacı Dükkânı’ndan ve Küçük Nell’den bahsediyordu.[c] Kitaplar paylaşılan bir eğlence alanı ve sohbeti kolaylaştıran bir zevk sağlıyordu. Söz konusu dönem boyunca iyice standartlaşan ve yaygınlaşan okul müfredatında şiire ve klasiklere ağırlık verildiğinden eserleri ortak mülke, paylaşım alanlarına dönüşen Tennyson’dan, Scott’tan ya da Shakspeare’den yapılan alıntıları hemen kavrayabiliyordu. O dönemlerde insanlar bir Dickens romanını görür görmez uyuklamakla övünmekten ziyade, okumayıp konuların dışında kalmaktan çekiniyordu.

Edebiyat bugün bile kimileri için aynı niteliği taşıyor. “İyi kitap okudun mu yakınlarda?” diye soranlara rastlıyoruz. Ve bu tavır, okuma grupları ve çoksatarlarda mutedil ölçüde kurumlaşmış durumda. Yayıncılar boş, şişirme ve aptal çalışmaları reklâm sayesinde çoksatarlara çevirerek işin içinden sıyrılıyorlar. Çünkü halk çoksatar istiyor ki bu, edebi bir ihtiyaç değil, toplumsal bir ihtiyaçtır. Haklarından konuşabilmek için herkesin okuduğu (ve hiç kimsenin bitirmediği) kitapları istiyoruz. Filmler ve televizyon, özellikle kadınlar için aynı yeri tutmuyor.

Ara sıra çıkan istisnalar, ilk Harry Potter kitabı gibi gerçek taşra çoksatarları bahsettiğim kuralı kanıtlıyorlar. Söz konusu kitap reklâmcıların varlığını dahi bilmedikleri bir kesimi, on yaşında okumayı bıraktıkları çocuk fantezilerine aç yetişkinleri vurmuştu. Bu kitle, kalıcı çoksatarlığına (reklâmcıların tanımadığı, bambaşka bir meseledir) rağmen Tolkien’in tatmin edemeyeceği bir kitleydi. Çünkü Tolkien’in üçlemesi yetişkinler içindi ve Harry Potter’ın vurduğu yetişkinler, yetişkinlere yönelik fantezi değil, dışta kalanlara tepeden bakabilecekleri (hepsi aşağılık Muggle’lardı çünkü) bir okul öyküsü istiyordu. Ve birbirlerine bundan bahsetmek istiyorlardı. Çocuklar da kaptırınca Potter kitapları sıra dışı fenomene dönüştü. Yayıncıları ne öngörebildikleri ne de idare edebildikleri yayınlanan her yeni kitabın coşkusuyla kanıtlanan bu fenomeni tarafından sapına dek sömürdüler. Bugünlerde kitaplar İngiltere’den gemiyle getirilseydi insanlar son kitabı karşılamak üzere, “Öldürdü mü nihayet? Öldü mü?” diye bağıra çağıra New York rıhtımına doluşurdu. Tıpkı ergen/genç yetişkinlere hem özel bir grup aidiyeti hem paylaşılan toplumsal deneyim sunan rock yıldızlarına tapınma ve popüler müzik alt-kültürü gibi gerçek bir toplumsal fenomen söz konusuydu. Ve bu fenomen, kitaplarla ilgiliydi.

Bence insanlar kitaplardan toplumsal taşıyıcılar olarak yeterince bahsetmiyorlar ve yayıncılar, bu taşıyıcıların nasıl işlediğini en azından anlamaya çalışmayarak aptallık ediyorlar. Oprah övene dek kitap kulüplerini fark etmemişlerdi bile…

Ama çağdaş, sermaye şirketi finansmanlı yayıncılığın aptallığını anlamak sahiden mümkün değil. Kitaplara satılacak mal gözüyle bakıyorlar.

İç kaldırıcı ölçüde zengin yöneticilerle isimsiz muhasebecileri tarafından kontrol edilen ve yakın dönemde sanat eserleri ve bilgi satarak çarçabuk para yapma amacıyla birçok bağımsız yayıncıyı satın alan sermaye şirketleri para amaçlı yapılardır.

Bu tür insanların “okurken uykularının geldiğini” öğrenmek beni şaşırtmaz. Ama bu kurumsal balinaların içlerinde yayınevleriyle birlikte canlı yuttukları, okurken gayet uyanık kalan bir sürü Hazreti Yunus —editör ve benzerleri— mevcuttur. Bunlardan bazıları öyle uyanıktır ki gelecek vaat eden genç yazarların kokularını alırlar. Bazılarının gözleri öyle açıktır ki taslak okuması bile yapabilirler. Editörler yıllardır zamanlarının büyük kısmını eşitsiz şartlar altında Satış ve Muhasebe departmanlarıyla boğuşarak geçiriyorlar. CEO’ların pek sevdiği bu departmanlarda “iyi kitap” sıkı ciro, iyi yazarsa bir sonraki kitabının bir öncekinden daha fazla satması garanti yazar demektir. Üstünden geçindikleri romanı anlamaktan bile aciz şirketçi tayfası için böyle bir yazarın var olmaması dert değildir. Kitaba ilgileri kişisel çıkar ilgisine, kitaplardan edilecek kâra dayalıdır. Ya da Murdoch ve Merdles türü kimi en tepe şahsiyet için olay kitaplar sayesinde elde edilecek politik güçten ibarettir ki bu da yine kişisel çıkar, kişisel kâr demektir.

Sırf kâr da değil. Bir de büyüme var. Bildiğimiz Haliyle Kapitalizm, bildiğimiz üzere, büyümeye dayanır. Hisse senedi sahiplerinin hisseleri yıldan yıla, aydan aya, günden güne artmak zorundadır. Kapitalizm, sağlığını göbeğinin büyümesiyle ölçen bir varlıktır.

Sonsuz büyüme, biteviye büyüme… Obezlik mi yani? Yoksa deride ve memede bir yumrunun büyümesinden, kanserden mi bahsetmeliyiz? Sağlığımızı büyüme hızıyla ölçmek tuhaf açıkçası…
AP makalesinde kitap satışları için “Düz” terimi kullanılıyor, geçen yıllarda kitap satışlarının “düz” gittiği söyleniyor. Yani başka bir deyişle, mesela ten gibi pürüzsüz ya da şişmeyen bir göbek gibi mi düz yani? Ama hayır, şişko iyi, dümdüz kötüdür…

McDonald’s’a sorun, söylesin.

Analistler ilgisizliği İnternet ve diğer medyanın rekabetine, istikrarsız ekonomiye ve yayıncılığın sınırlı genişleme fırsatı tanıyan kurumlaşmış bir sanayi oluşuna bağlıyorlar.

Püf noktası bu işte: genişleme. Eskiden yayıncılar arz-talepleri paralel gider, kitaplar istikrarlı, “dümdüz” satılırsa hoşnut kalırlardı. Ama bugünün yayıncısı kutsal hissedarın beklediği %10-20’lik kâr büyümesine nasıl yetişebilir? Kitap satışları, Amerikan göbeği misali nasıl biteviye genişletilebilir?

Michael Pollan, büyüleyici çalışması Etobur-Otobur İkilemi’nde bu işin mısırla nasıl yapılabileceğini anlatıyor. Makul tüm talepleri karşılamaya yetecek mısır yetiştirildiğinde makul olmayan talepler, yapay gereksinimler yaratılıyor. Böylece hükümete besicilikte mısır standardı ilan ettiriliyor, sığırlara sindirim sistemleri uygun olmadığından sindiremedikleri mısır yediriliyor ve hayvanlar işkence çekip zehirleniyorlar. Sonra mısır yan ürünlerin yağ ve şekerleri alınıp daha da akla ziyan bir dizi içecek ve fast food ürününde kullanarak insanları şişmanlatıcı ama yetersiz hatta zararlı bir beslenme tarzına bağımlılaştırıyorlar. Ve süreç durdurulamıyor çünkü durdurulursa kârlar “uyuşuklaşıyor” veya “düzleşiyor.”

Bu sistem mısırda ve tüm Amerikan tarımıyla üretiminde öyle işe yaradı ki bugün gittikçe daha fazla ıvır zıvır yiyip ıvır zıvır çıkarmamızın ve Avrupa’da domateslerin tatlarının neden domatese benzediğini, yabancı menşeli arabaların mühendislikte neden daha iyi olduğunu merak etmemizin nedeni budur.

Hollywood da sisteme balıklama dalmaktan geri kalmadı elbette. “Ciro” veya “Hâsılat” üzerine öyle vurgu yapıldı ki —genellikle bir film hakkında sadece ilk gün veya hafta hâsılatını duyuyoruz— film yapmak, eski filmleri yeniden çevirmekten ibaret noktasına kadar geriledi. Yeniden çevrimler güvenli hesapta: geçmişte hâsılat yapmış madem, şimdi de yapar deniyor.[d] Bu, bir sanat biçimini içeren bir işi yürütmenin gayet öngörülür salaklıkta bir yoludur. Hollywood’un büyüme meraklısı kapalı gişe hevesini tek aşabilense eserin tüm değerinin fiyatıyla biçildiği ve en değerli sanatçının moda çalışmasının kopyalarını biteviye üretmeye hazır sanatçı sayıldığı modern güzel sanatlar piyasasıdır.

Iowa eyaletini bir ucundan diğerine mısırla veya Andy Warhol eserleriyle kaplamak mümkün ama iş kitaba gelince sorun çıkıyor. Ürün ile üretiminin standartlaştırılması bir noktaya kadar götürülebiliyor. En boş kitaplarda bile bir miktar entelektüel içerik bulunmasının nedeni belki budur. Sonuçta okumada devreye beyin girer. İnsanlar çoksatarları, formül polisiyeleri, aşk romanlarını, popüler biyografileri, günün konusuna yönelik kitapları bir noktaya kadar satın alacaktır. Ama okurlardaki ürün sadakati defoludur. Okur, sıkılır. Tek renge boyanıp Mavi#72[e] adı verilmiş tabloyu satın alan insan sıkılmaz çünkü baktığında temelde gördüğü şey binlere dolarlık maliyettir ve tablonun estetik duygu üzerinde hatta bilinç üzerinde dahi herhangi bir talebi yoktur. Ama kitap denen şeyin okunması gerekir. Zaman ister. Çaba ister. Uyanık kalınmasını ister. Okur da karşılığında ödül ister. Saat Birde Ölüm ile Saat İkide Ölüm’ü ve diğerlerini satın almış hayran kitlesi birdenbire, öncekileriyle tamamen aynı formüle dayanmasına rağmen Saat On Birde Ölüm’ü almayıverir. Neden? Sıkılmışlardır çünkü.

E, ne yapsın şimdi büyümeci kapitalist? Nerede bulabilir güveni?

Güvenin birazını edebiyatın toplumsal işlevini sömürerek bulmak mümkün. Bu dediğim elbette eğitsel —okul ve üniversite kitapları şirketlerin gözde avlarıdır— kitaplarla çoksatarları ve kitap kulüpleriyle işyerlerinde ortak sohbet konusu ve bağ sağlayan popüler roman ve roman-dışı kitaplarını kapsıyor. Şirketler kitap yayıncılığında bunların ötesinde güvence aramaya kalkıyorlarsa bence salaklık ediyorlar.

Pek çok insanın okumasının ve okumaktan haz duymasının doğal, normal karşılandığı şu benim “kitap yüzyılında” bile kaç kişi okullarını bitirdikten sonra okumaya onca zaman ayırmış veya ayırabilmiştir? O yıllarda Amerikalıların çoğu çok fazla çalışıyordu ve mesai bugünkünden çok daha uzundu. Kısacası ta en baştan beri pek çok insan hiç kitap okumadı ve çok kitap okuyan insan sayısı hep azdı. E, madem hiçbir zaman çok kitap okuyan insan sayısı fazla değildiyse ne demeye bugün öyle olması gerektiğini veya gelecekte öyle olacağını düşünelim? Okuyan sayısında %10 ilâ 20’lik yıllık artışların görülmeyeceği neredeyse kesindir.

Bir insan kitap okumaya zaman ayırmışsa veya ayırıyorsa ya işleri gerektirdiği ya da başka kanallara erişemediğindendir. Ya da okumayı seviyordur ki bunca ah-vahlar ve yüzde hesapları arasında sadece okumayı sevenleri unutuvermek zor değildir.

Sert bir Wyoming kovboyunun eyer heybesinde otuz sene bir adet Ivanhoe nüshası taşıdığını ya da New England’daki atölyelerde çalışan kızların Browning[3] kulüpleri kurduğunu düşünmek duygulandırıyor beni doğrusu.

Zevk için okumaya ayrılan zamanın boş vakitlerin radyo ve sinema, daha sonra televizyon ve sonunda internetle dolmasıyla azaldığı kesindir. Kitaplar artık eğlence araçlarından sadece biridir. Gerçi iş sahici eğlence, sahici haz vermeye geldiğinde önemsiz, küçük araçlardan değillerdir. Yaşanan rekabetse pek neşeli sayılmaz. Hükümetin düşmanlığı kamusal radyoları güçlendirirken kongre kararları birkaç şirketin özel istasyonları satın alıp yoldan çıkarmasına olanak sağlamıştır. Televizyon dek eğlence ve sanat standartlarını, çoğu programların doğrudan aptallaştırıcı veya çirkin seviyeye gelmelerine dek durmadan düşürmektedir. Hollywood yapılmış filmlerin yeniden çevrimlerini bir kez daha çevirip gişe yapmaya çalışırken ara sıra parıldayan bir eser dışında sinemanın sanat olduğunu hatırlatacak bir şey bulmak gittikçe güçleşiyor. Ve internet herkese her şeyi sunuyor ama ilginçtir, belki bu her şey dâhil tavrı yüzünden internetten alınabilecek estetik doyum fazlasıyla az. Ha, sanatın verdiği hazzın peşindeyseniz bilgisayarınızdan elbette resimlere bakabilir, müzik dinleyebilir ya da bir şiir ya da kitap okuyabilirsiniz. Ama tüm bunlara erişimi sağlayan İnternet, tüm bu malzemenin ne yaratıcısıdır ne de özünde mevcuttur. Belki blog yazmayı ağ şebekesine yaratıcılık getirmek türünden görebiliriz ama blogların çoğu kişisel ağırlıklı ve rastladıklarımın en iyileri sadece iyi birer gazetecilik örneği işlevi görüyorlar. Belki günün birinde estetik biçem geliştirirler ama bugün o noktada değiller. Medya kapsamında kitabın verdiği hazzı verecek hiçbir şey yok. Tabii okumayı seviyorsanız.

Okumayı seven insan az değil. Çoğunluk değil ama tutarlı, sağlam bir azınlık.

Ve okurlar aldıkları hazzın sadece eğlendirilmekten farkını biliyorlar. İzlemek genelde tümüyle edilgenken okumak daima bir eylemdir. Açma düğmesine bastınız mı Televizyon başlar ve devam eder, eder, eder… Oturup bakmaktan başka bir şey yapmanız gerekmez. Oysa kitaba dikkat vermek gerekir. Kitabı hayata okur getirir. Diğer tümünün aksine, kitap sessizdir. Kitap kişiyi fon müziğiyle uyutmaz, banda alınmış kahkaha sesleriyle kulak zorlamaz ya da odanızı silah sesleriyle doldurmaz. Hepsini sadece kafanızın içinde duyabilirsiniz kitap okurken. Kitap, televizyon veya film gibi gözlerinizi, bakışlarınızı bir yerden bir başka yere götürmez. Aklınızı vermezseniz aklınızı, yüreğinizi vermezseniz yüreğinizi etkilemez kitap. Kitap, sizin yerinize bir şeyler yapmaz. İyi bir romanı okumak, romanı izlemek, romanı yaşamak, romanı duyumsamak, romanı yaşamak, romanın kendisi olmak, kısacası romanı yazmak dışında ne varsa yapmaktır. Okumak bir iş birliği, bir katılımdır. Herkesin becerememesine şaşmamak lazım yani.

Zevk için okuyanların pek çoğu, kendilerinden bir şeyler kattıkları için içlerinde kitaplara karşı derin, ihtiraslı bir bağ hissederler. Kitap, teknolojik açıdan havalı olmayan ama karmaşık yapılı ve has safhada etkin bir şey, bir eser, sahiden gayet net, bakması ve tutması zevkli, onlarca hatta yüzlerce yıl kalabilecek küçük bir aygıttır. Video veya CD’nin aksine bir makine tarafından çalıştırılması gerekmez; tek gereken ışık, göz ve akıldır. Eşsiz ya da kısa ömürlü değildir. Kalıcıdır. “Oradadır.” Güvenilirdir. Bir kitap size on beş yaşınızdayken söylediği şeyi elli yaşınızdayken de söyler ama söylediği o zaman öyle farklı gelir ki yepyeni bir kitap okuyormuşsunuz gibi gelir.

Kitabın bir şey, somut, kalıcı, defalarca tekrar kullanılabilen bir şey, bir değer olduğu gerçeği önemlidir.

Kitabın kalıcılığında, uzun ömürlülüğünde uygarlık dediğimiz şeyin büyük kısmı yatar. Tarih okuryazarlıkla başlar. Yazılı sözden öncesi sadece arkeolojidir. Kendimize, geçmişimize ve dünyamıza dair bildiklerimizin çoğu uzun zamandan beri kitaplardadır. Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam inançları birer kitabı merkezlerine almışlardır. Kitabın uzun ömürlülüğü zeki tür olarak devamlılığımızın çok önemli bir parçasıdır. Kitapların imha edilmesinin barbarlığın son noktası addedilmesi bu yüzdendir. İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılması iki bin yıldan beri unutulmamıştır ki muhtemelen Bağdat’taki büyük kütüphanenin yıkılışı da aynı şekilde hatırlanacaktır.

Özü, şirket kaynaklı yayıncılıkta en çok kitaplara değersiz muamelesi yapılmasından tiksiniyorum. İyi satması beklenen bir kitap piyasaya çıkışını izleyen birkaç hafta boyunca “performans” gösteremezse kapakları yırtılıp hamura dönüştürülüyor, yok ediliyor. Şirket zihniyeti anında gelmeyen başarıyı başarıdan saymıyor. Şirket zihniyetine göre her hafta yeni bir çoksatar çıkmalı ve sanki piyasada birden fazla kitaba yer yokmuş gibi bu haftanın çoksatarı, önceki haftanınkini gölgede bırakmalıdır. Şirket finansmanlı yayıncıların geçmiş kataloglarını kullanmadaki dangalaklıkları da bundan kaynaklanmaktadır.

Baskısı yapılan, sürekli piyasa gören kitaplar yıllar boyunca yayıncı ve yazarlarına binlerce dolar kazandırmıştır. İstikrarlı satan birkaç kitap, yıllık kazanç listesinde “orta sınıf” sayılsalar bile yayıncıları yıllarca götürebilir hatta bir-iki yeni yazara şans verip riske girmelerini bile sağlayabilir. Yayıncı olsaydım Rowling yerine fazlasıyla Tolkien’in elimde olmasını yeğlerdim.

Ama “yıllar boyunca” kutsal hissedarların dönemlik kâr paylarını ödemez ve Büyüme’yle ilgili değildir. Büyük çaplı yayıncı, çabuk ve büyük para için çoksatar olması beklenen bir yazara birkaç milyon dolarlık avans ödeme riskini göze almak durumundadır. Bu birkaç milyon —sıklıkla havaya savrulan paradır— eskiden “orta sınıf” yazarlara ödenen makul avansları ve tekrar basılan, satılmaya devam eden kitaplara ödenen telif ücretlerinin karşılandığı sermayeden gelir. Orta sınıf yazarlardan artık vazgeçilmiştir ve istikrarlı satan eski kitaplar Moloklara[4] yem edilmektedir.
Böyle iş yürütülür mü?

Şirketlerin günün birinde yayıncılığın aslında kapitalizmle sağlıklı ilişkisi bulunan, akla ziyan veya normal bir iş olmadığını fark etmelerini umuyorum. Edebiyat yayınevlerini yaptığı, normal iş standartlarına ve neredeyse her türlü normal biçime göre elverişsiz, egzotik, anormal, akla ziyan bir şeydir.

Yayıncılığın kimi kısmı kapitalisttir veya olmaya zorlanabilir. Ders kitabı sanayisi bunun açık örneğidir. Ayrıca ‘Nasıl Yapılır’ ve benzeri türde kitapların piyasa öngörülebilirliği mevcuttur. Ama yayıncıların yayınladıklarının tümü ya da bir kısmının sanat olması kaçınılmazdır. Ve sanatın kapitalizmle arası, en hafif deyişle, limonidir. Bu ikilinin izdivacında mutluluğa ender rastlanır. Neşeli kızgınlık, bu iki eş arasındaki duyguların en hoşudur. İnsana neyin yarar sağladığına dair kavrayışları birbirlerinden çok farklıdır.

E, madem öyle, neden şirketler edebiyat yayınlayan yayınevlerini ya da kâr getirmiyor deyip satın aldıkları yayıncıların en azından edebiyat bölümlerini bırakmıyorlar? Neden yine editörlerin maaşlarını, mütevazı avansları ve uyduruk telifleri ödeyecek kadar para kazanmaya ve kazandıklarını yeni yazarlarla riske atmaya dönmelerine izin vermiyorlar? Okullardan gelen ve zaten zevk için okumaları öğretilmemiş, elektronların dikkatlerini dağıttığı çocuklardan öte yeni okur yaratma umudu yok; okur sayısının işe yarar artış göstermesi bir yana azalmaya devam etmesi muhtemel. E, bu kasvetli sahnede işinize yaracak ne var Sayın Şirket Yöneticisi? Niye çıkıp gitmiyorsunuz bu sahneden? Neden bu ufak nankör kalleş topluluğu terk edip gerçek işinizi, dünyayı yönetmeyi sürdürmüyorsunuz?

Yayıncılığı elinizde tutarsanız basılanı, yazılanı, okunanı kontrol edebileceğinizi düşündüğünüz için mi? Eh, size iyi şanslar, beyefendi. Tiranların ortak yanılgısıdır bu. Yazanlar ve okuyanlar, okuryazarlıktan çekseler bile okuryazarlığa neşeli kızgınlıkla bakarlar çünkü.

 ...................
1. [1] Mauritius adasında yaşamış ve soyu 17. yüzyılda tükenmiş, güvercin ailesinden, uçamayan bir kuş. Tümüyle insan eliyle soyu tüketildiğinden soy tükenmesine örnek babında sıklıkla dodolara atıfta bulunulur. (ç.n.)

[2] Hindi tüketimi geleneksel bayramlarda (Şükran günü, Noel) yoğunlaşır. Bu dönemler dışında hâkimiyet tavuktadır. (ç.n.)

[3] Robert Browning (1812–1889) Victoria döneminin en ünlü şairi.

[4] Fenikelilerde bir tanrı ve bu tanrıyla özdeşleşmiş çocuk kurban etme törenleri.


Yaban Kızları, Versus Yayınları, Özgün Adı: The Wild Girls, Çeviri: Algan Sezgintüredi, 2011


Benim Notlarım DK
[a] Bu konuyu bir çok romanında işlemiştir. En çok beğendiğim romanı "sesler'dir. Burada okuma yazmayı, kitapları küfür gören bir sistemde yaşayan genç bir kadının direnişi ve tüm halkın direnişi anlatılır. Kitapta geçen şu cümle her daim geçerli olan bir korkumuzu dile getiriyor:
"Bir nesil, bilginin cezalandırıldığı ve cehaletin saadet olduğunu öğrenerek yetişiyor..Bir sonraki nesil cahil olduklarını bile bilmeyecek çünkü bilginin ne olduğunu bilmeyecekler."

[b] Bizde de öyledir. Binbir Temel Eserleri hatırlayalım. Bizzat devlet tarafında yürütülen bir kültürel hamleydi. Klasiklerin neredeyse hepsi çevrilmişti ve kitaplar gayet uygun fiyata  satılıyordu. Ben küçükken aşağımızdaki yüzbaşı komşumuzda bunları keşfetmiştim. Ona çuvalla verilmiş. Onlar okumazdı ama ben onların evini kütüphane gibi kullandım uzun bir müddet.

[c] Ursula'nın burada Charles Dickens'ın Antikacı Dükkanı'ndan bahsettiği anlaşılıyor.  Ama bu konuyu biraz daha açmak isterim. Antikacı Dükkanı (İngilizce özgün adıyla The Old Curiosity Shop), İngiliz yazar Charles Dickens'ın bir romanıAntikacı Dükkanı (Barnaby Rudge ile birlikte) Charles Dickens tarafından çıkartılan, kısa ömürlü haftalık "Master Humphrey's Clock" isimli dergide 1840-1841 yılları arasında yayımlanmış ancak 1841 yılında kitap olarak da basılmıştı. Kitapta, küçük Nell ve büyükbabasının borç yüzünden Londra'dan kaçıp taşrada bir yerden bir yere sürüklenmelerini anlatılır. Charles Dickens, diğer tüm romanlarında anlattığı insanlık trajedisine burada da değinmiş ve sanayileşme dönemi Birleşik Krallık'ının sefaletini Nell'in gözünden dile getirmiştir. 

ABD'ye göç etmiş ama İngiltere ile de kültürel ilişkilerini koparmamış olan okuyucular; Nell'in ölmek üzere olduğunu bildikleri o sayıdan sonra derginin yeni sayısı ellerine daha ulaşmadığı için İngiltere'den gelen gemi yolcularına işin aslını öğrenene kadar sürekli şu soruyu sorarlar: "Küçük Nell öldü mü?". Binlerce okuyucunun Nell'in ölümüne ağladıklarını da belirtir kaynaklar.  O dönemin ruhunu yansıtan, çok bilinen, gerçek bir öyküdür bu.
[d] Eski filmleri yeniden yeniden çektikleri doğrudur, bunu hepimiz biliriz. Neyse ki yeni çekilen o filmlerin çoğu gişede çuvallıyor. Bu da o  açgözlü yapımcılardan alınan bir intikam, bir cevap olsa gerek.

[e] İnternet/bilgisayar teknolojisinde, (HTML) programlarda kullanılan bir renk kodu. Mavi#72.. Her rengin ve tonlarının sayısal değeri vardır.