destan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
destan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Eylül 2018 Pazar

Nibelung’lar Destanı - Das Nibelungenlied

Nibelung’lar Destanı - Das Nibelungenlied

Bilge Umar

Önsöz Bölümü



Elyazmasındaki minyatür
Siegfried'ın öldürülmesini gösteriyor.
Destanın Konusu
Nibelung’lar Destanı, iki ana parçadan oluşur.
Birinci parçanın konusu, pek kısaca, Siegfried’in öldürülmesidir. Olağanüstü güce ve yakışıklılığa sahip Han oğlu Sieg-fried, Ren boyundaki Worms kentini başkent edinmiş Burgund Hanları’nın kızkardeşi, olağanüstü güzel Han kızı Kriemhild ile tanışır, evlenir. Ama Kriemhild, kendi yengesi (erkek kardeşleri, ortak egemenlik süren üç Han’dan en büyüğü ve en çok sözü geçeni Gunther’in, Siegfried ile birlikte bazı hilelere başvurarak Buzyurdu/İzlanda’dan gelin getirdiği, o ülkenin Sultan’ı) Brünhild ile kadınca bir çekişmeye girip, herkesin önünde yapılan bir ağız dalaşında onu çok küçük düşürür. Kendi Hatunu Brünhild’in öcünü almak ve Siegfried’in Burgund Hanları’na üstün bir durumda bulunmasına son vermek isteyen Burgund Beyleri’nden Hagen, Gunther Han ile bir olur, Siegfried’in ölümüyle bitecek bir düzeni hazırlarlar ve Siegfried bir kaynaktan su içmekteyken Hagen onu arkasından mızraklayarak öldürür.

Destanın ikinci parçası ise, Kriemhild’in öcünü anlatır. Bu parça aslında ayrı bir yapıt iken, elimizdeki Das Nibelungenlied (Nibelung’lar Türküsü) metnini üreten ozan, onu az önce sözü edilen destanla birleştirmiş ve ikinci parçanın anlatımına “evveliyat” kazandırmıştır.
Siegfried’in dul eşi, ortaçağ Almanlarının Etzel adıyla tanıdığı Hun Hakanı Attilâ ile evlenir, ona bir oğul doğurur. Ancak, el üstünde tutulmasına, pek büyük erk kazanmasına rağmen, Hagen’dan öç almak isteği hep içinde kalmıştır. Bunu Attilâ’ya sezdirmez. Hagen’ın ölümüyle bitecek bir düzen kurar. Hısımlarını çok özlediğini söyleyerek, Attilâ’nın Burgund Hanları’nı kendi başkentine bir şenlik vesilesiyle çağırmasını sağlar. Hagen da, öldürüleceğini bildiği halde onlarla birlikte gelir.

Burgund Hanları, gerekirse kendilerini savunabilmek için neredeyse bir ordu ile gelmişlerdir ve Attilâ’nın başkentinde hep zırh kuşanmış, tam savaş donanımında gezerler. Kriemhild, yalnızca Hagen’ı öldürtmek istediği halde, Burgund Hanları ve Beyleri, bir teklerinin bile sağ kalmayacağını bile bile, mertlik ve dayanışma gösterirler; Attilâ’nın başkentinde, hatta sarayında büyük çatışmalar olur, Burgund’ların hepsi öldürülür ama canlarını çok pahalıya satarlar, kendi sayılarının kat kat fazlasınca Hun ve Hun bağımlısı bahadırı haklarlar. En sonda, Kriemhild de öldürülür.

Destanın Tarihsel Dayanağı
Birinci parçanın herhangi bir tarihsel dayanağı saptanabilmiş değildir. Buna karşılık, ikinci parçada, tarihsel gerçek kırıntılarının bulunduğu ve bunların, tüm destanlarda olduğu üzere ayrı ayrı dönemlerin malzemesi bir tek döneme, Attilâ çağına yığılarak, bire bin katılarak, inanılmaz abartmalardan geri kalınmayarak, biraz da masal çeşnisi ile, “Bey konaklarında saz eşliğinde anlatılması zevkle dinlenecek bir uzun öykü” haline dönüştürüldüğü biliniyor. Tarihsel gerçek, adı en eski belgelerde genellikle Gundahar diye ya da buna yakın biçimlerde geçen bir Han (bu kişi, destanda Gunther olmuştur) yönetimindeki, Skandinav kökenli Germen’lerden Burgund’ların 406 yılında Ren ırmağı boyuna geldikleri, Roma egemenliğine boyun eğerek Worms yöresine yerleştikleri, sonra Roma’lılarla aralarının bozulduğu ve Gundahar komutasındaki Burgund ordusunun 436 yılında, Aetius bağımlısı, onun hizmetindeki Hun akıncılarına yenildiği, Burgund Beyleri’nin kılıçtan geçirildiğidir. Bazı kaynaklar Gundahar’ın da o arada öldürüldüğünü söylerken, diğerleri, onun tutsak düştüğünü ve Aetius’un buyruğuyla Sapaudia’da (Savoie) yaşamak zorunda kaldığı yolunda bilgi veriyor. Destan, öldürülen Burgund soylularını yüceltmek üzere, tarihsel olayın gerçeğini pek çok çarpıtmaktadır.

Destanın Üretiliş Tarihi ve Üreteni
Elimizdeki metin, 1200’lü yılların ürünüdür. Ama elbette ki bunu üreten ozan, çağdaşımız bir romancı, öykücü, türkü sözü yazarı vb. işlevinde olmadı; bize ulaşan Das Nibelungenlied, tıpkı İlyada gibi, nice ozanın eklemeleriyle yüzyıllar boyunca gelişen bir destan anlatımının kendi çağında var olan malzemesini işleyen, zenginleştiren bir âhir zaman ozanının ürünü oldu. Das Nibelungenlied’in gerek birinci gerek ikinci parçasının “müsveddesi” denebilecek destanların metinleri, çeşitli el yazmalarının gösterdiği bazı farklılıklarla, bize ulaşmıştır. Diğer yandan, nasıl İlyada, kendisinin üretildiği ve Bey konaklarında saz eşliğinde “teganni edildiği” çağda, o konaklarda yaşayan insanların tümünün bildiği bir destanlar sistemi içinde belli bir olayın (Troia Savaşı’nın) küçücük bir bölümünü anlatıyorsa, ortaçağ Germen dünyasının da hayli ayrıntılı, birbirine geçmiş bir destanlar sistemi vardı. Bazı destan kişileri, okuyacağınız çeviriye eklediğim açıklama dipnotlarında göreceğiniz üzere, o sistemin çeşitli parçalarında boy gösteriyorlardı, bu arada Nibelung’lar Destanı’nda da boy gösteriyorlardı. Bunun yadırganacak yanı ilke olarak yok ama, hiç de yok değil; gerçekten, o kişilerin kiminde de köken yönünden tarihsel gerçeklik vardı ve destanda yansımasını gördüğümüz kişilerin tarihteki gerçekleri, ayrı ayrı birtakım dönemlerde yaşamışlardı. Örneğin, Nibelung’lar Destanı ikinci parçasının eni konu önemli kişilerinden Verona’lı Dietrich Han’ın kökeni, İtalya’da 493-526 arasında egemenlik sürmüş Ostrogot Kralı Büyük Theoderich’tir ki, görüldüğü üzere bu kişi Burgund’ların 436’da kıyımdan geçirilmesinin, hatta Attilâ’nın 453’te ölümünün çok sonrasının insanıdır.

Das Nibelungenlied, bize ulaşan metniyle, tıpkı İlyada’yı “yazan” rhapsod (türkü dikicisi), Bey konaklarında ağırlanan saz çalıcı ozan ya da ozanlar gibi biri tarafından, 1200’lü yıllarda üretildi. Bu kişinin adı bilinmiyor. Bugünkü Avusturya ülkesinde bulunan sarayların, şatoların birinden ötekine gidip gelen bir ozan olduğu sanılıyor.

Günümüze ulaşmış, özgün metni içeriyor sayılan, 13. yüzyıldan kalma eski el yazmaları üç tanedir. Bunlara A, B, C yazmaları deniyor. A yazması, şimdi Münih’te; B yazması, İsviçre’de St. Gallen’da; C yazması, (Almanya’da, Tuna’nın başlangıç bölümündeki) Donaueschingen’dadır. Aralarında bazı küçük farklar vardır. En güvenilir sayılan, B yazmasıdır. Doğaldır ki, biz bugünün Türkleri Orhun yazıtlarındaki metni ne kadar anlayabiliyor isek, o yazmaların dilini de çağımızın Almanları o kadar anlayabiliyor. O metinleri sökebilmek, Alman dilinin Orta Yüksek Almanca aşaması üzerinde özel uzmanlığı bulunan kişilerin işidir. Bu uzmanlardan Felix Genzmer, yapıtın çağdaş Almancaya çevirisini yapmıştır ve o çeviriyi Reclam-Verlag (yayınevi), Stuttgart’ta 1959’da yayımlamıştır. Bu, yapıtın aslında olduğu gibi, koşuk biçiminde (manzum) bir çeviridir, 2437 dörtlükten oluşur. Bir diğer uzman, Arthur Thomas Hatto da, özgün metni İngilizceye çevirmiş, onun çevirisi Penguin Books yayınevince Londra’da 1965’te yayımlanmıştır. Ancak, Hatto, Orta Yüksek Almancadaki uzmanlık bilgisine rağmen, yapıtı aslındaki gibi koşuk biçiminde çevirememiş, düzyazı çevirisi vermiştir ve elbette ki yapıtın anlatımı bâki kalmış, tüm şiirselliği uçmuş gitmiştir. Bense, iki çeviriden de yararlanarak, tıpkı Azra Erhat/A. Kadir’in İlyada çevirisi gibi, “serbest şiir” tekniğinde koşuk biçimli çevirdim, hatta arada 7+7 hece ölçüsünü, denk düştüğü ölçüde kullandım.


Çeviriyi, tat alarak okuyacağınızı umarım.

Nibelung’lar Destanı, "Das Nibelungenlied", Çeviren: Bilge Umar, Yapı Kredi Yayınları, 2001

6 Eylül 2010 Pazartesi

ŞU DESTANI

ŞU DESTANI

Destan hakkında bilgi:
 
Destana kahraman olarak adını veren Şu, sanıldığına göre M.Ö dördüncü yüzyılda yaşamıştır. Bir Türk Hakanıdır.
 
Destanda Makedonyalı İskender'in, İran üzerinden Asya'ya doğru yürürken yapılan savaşları ve bu savaşların Türklerle ilgili bölümü anlatılmaktadır. Türk boylarının oluşumu, Türklerin şehir hayatı yaşamağa başlamaları, aynı zamanda milletini geçici bir işgalden mümkün olduğu kadar can ve mal kaybına uğratmadan kurtarmak için düşünen bir Hakanın kaygıları da anlatılan destanın en büyük özelliği, daha sonraki Türk destanlarında gelişecek olan ana fiziği ve süslemeleri önceden işlemesidir.
 
Zeki Velidî Togan'a göre, destanda önemli bir yer tutan ve destanın geçiş dengesi olan İskender'in istilâsının aslında İskender'le ilgisi yoktur; daha önceki yüzyıllardan bir Aryanı istilâ ile ilgilidir.
 
Destanın kısa da olsa bir özeti Divan-ı Lügat-it Türk'de kayıtlıdır.
Destanın Özeti:

 
Şu Kalesi, Balasagun yakınlarında, genç bir Hakan olan Şu tarafından yapılmış bir kaleydi, fakat Hâkan'ın sarayı Balasagun'da idi. Kalede ve Balasagun'da, o çağların en güçlü, en büyük ordusu bulunuyordu. Şehir zengindi. Öyle ki, her gün, Şu Hakanın sarayının önünde, ordu beğleri için 365 nöbet vurulurdu.
 
Bu sıralarda, bir adına da Zülkarneyn denilen Makedonya Kralı İskender ünlü Doğu seferine çıkmış, Ön Asya'dan İran içlerine doğru önüne neresi gelmişse ordusunu yenmiş ülkesini ellerinden almıştı. İskender Semerkand'e kadar gelmiş burayı da geçip Türklerin yaşadığı ülkelere doğru ilerlemişti.
 
İskender'in, Balasagun'a ve Şu Kalesine doğru yaklaşmakta olduğunu, genç Hakan Şu'nun gözcüleri gelip haber verdiler. Dediler ki:
 
"İskender denilen, gün batısından kopup gelen bir kral ordusuyla bize yaklaşmaktadır. Önüne gelen ülkeleri dize getirmiş yerle bir etmiştir. Bize ne buyurursun? Savaşalım mı ?"
 
Genç Hakan, ordu habercilerini dinlemez gibi göründü. Çünkü çok daha önce, en güvendiği yiğitlerden kırk kişiyi seçmiş, Hucend Irmağı kıyılarına gözcülük etsin diye göndermişti. Yiğitler kimseye görünmeden, gizlice gidip Hucend Irmağının kıyılarına yerleştikleri için ordu habercileri durumu bilmiyorlardı. Getirdikleri haberden, Hakanlarının telâş edip yerinden kımıldamadığını gördükleri için de şaşmışlardı. Hakanın gönlü rahattı.
 
Hakan Şu'nun bir havuzu vardı; gümüştendi. Bu işten çok iyi anlayan ustalara yaptırmıştı. Her yere taşınabilecek şekildeydi. Bunun için Hakan da gümüş havuzunu, sefere bile çıksa yanına alır, konakladıkları yerlerde içine su doldur-tur, kazlar ve ördekleri su dolu gümüş havuza salar, onlarla oyalanırdı, eğlenirdi.
Kazların ve ördeklerin gümüş havuzda yüzüşlerini seyretmek Hâkan'ı dinlendirir, dinlenir iken seferle, milletinin geleceği ile ilgili taşanları hazırlardı.
 
Haberciler geldikleri zaman yine gümüş havuzunda yüzen ördeklerle kazları seyredip dinleniyordu.
Habercilerin:
 
- Nasıl buyurursunuz? İskenderle savaşalım mı ?.. diye sorup buyruk beklemeleri üzerine onlara havuzu, havuzda yüzen kazlarla ördekleri gösterdi:
 
- Görüyor musunuz, Kazlarla ördekler suda ne güzel yüzüyor, nasıl dalıp dalıp çıkıyorlar? dedi.
 
Haberciler, Hakanlarının bu sözünü garip karşıladılar; Ona kuşku ile baktılar. "Herhalde Hakanımızın hiç bîr hazırlığı yok ne yapacağını bilemiyor." diye düşündüler.
 
Ama o sırada, İskender, Hucend Irmağını geçmişti.
 
Vakit gece yansına geliyordu. Hucend Irmağının kıyılarında gözcülük yapıp devriye gezen Genç Hakanın en güvendiği kırk yiğit yıldırım hızıyla atlanıp Şu kalesine geldiler ve gece vakti, İskender'in Hucend suyunu geçip Balasagun yolunda ilerlemekte olduğunu Şuya haber verdiler.
 
Daha önceki habercilerin haberlerini dinlerken kılı bile kıpırdamayan Hakan Şu, yiğitlerin sözü üzerine derhal ve gece yarısı göç davulunun çalınmasını emretti. Davulun çalınmasıyla birlikte, Doğuya doğru hızla yola çıktı.
 
Bu durum halkı şaşırttı. Hakanın, gündüzün hiç bir hazırlıkta bulunmadan böyle gece vakti göçü başlatması üzerine korktular. Ellerine ne geçtiyse toplayıp, buldukları ata atlayan millet Hakanla birlikte yola düştü. Sabah olurken, şehirde hemen hemen biç kimse kalmamıştı; bomboş ve dümdüz bir ova görünüyordu.
 
Bütün milletin, Hakan Şunun ardından gitmiş olmasına rağmen, gece vakti binecek hiçbir şey bulamayan yirmi iki kişi, ne yapacağını bilemeden Şu Kalesinde kalmışlardı.
 
Bu yirmi iki kişi, ne yapacaklannı düşünürken yanlarına iki kişi daha geldi. Kap kaçakları toplamışlar sırtlarına yüklenmişler, öyle taşıyorlardı. Yorgundular. Fakat pek duracağa benzemiyorlardı. Önceki yirmi kişi, bu yeni gelenlere bir yere gitmemelerini, kendileri gibi burada kalıp beklemelerini söylediler. Ayrıca:
 
- İskender dedikleri her kim ise, burada uzun müddet kalamaz: geldiği gibi geri dönüp gider. Burası bizim yurdumuz, yine bize kalır, diye ısrar ettiler.
 
Bu yüzden bu iki kişinin adı (Kalaç) oldu kaldı; bu iki kişiden olan çocuklar ve torunları (Kalacı) adıyla anıldılar. Fakat bu iki kişi, öteki yirmi iki kişinin sözlerini dinlemedikleri, bırakıp gittikleri için İskenderin geldiğini görmediler.
 
İskender gelip de, uzun saçlı yirmi iki kişiyi görünce: "Türk mânend" dedi. "Bunlar Türke benziyorlar" demişti. Bu yüzden yirmi iki kişinin soylarının adı Türkmen olarak kaldı. Giden İki kişi gittikleri için tamı tamına Türkmen sayılmadılar. Yirmi dört boydan yirmi ikisi Türkmen, kalan ikisi Kalaç diye bilindi.
 
Bu olaylar gelişe dursun, öte yandan Şu Hakan ordusu ve yanında gidenlerle birlikte Çin sınırına kadar yürümüşlerdi. Çin'e yakın Uygur iline vardıklarında Şu, İskender'i artık karşılayabilecek durumda olduğunu, onu asıl merkezinden çok uzaklara çektiğini, kendi ırkdaşları arasında bulunduğu için İskender'den daha güçlü bir duruma geldiğini düşündü. Ve bir kısım askerini ayırarak, içlerinden en gençlerini seçerek İskender'in üstüne yolladı. Veziri, gidenlerin hepsinin genç olduğunu, tecrübelerinin olmadığını ileri sürdü. Başaramazlarsa sonucun kötüye varacağını söyledi. Şu Hakan vezirine hak verdi ve yaşlı, tecrübeli bir Subaşını askerleriyle birlikte gönderdi.
 
Bunlar, bir zaman sonra İskender'in gönderdiği öncü birliklerle karşılaştılar. Türk erleri, İskender'in öncü birliklerine bir gece baskını yaptı. Çok kanlı bir baskındı bu, ölüm kalım meselesiydi. İskender'in öncü birlikleri bozguna uğradı. Türk erlerinden biri, İskender'in askerlerinden birini bir kılıçta ikiye bölmüş, askerin kemerine bağladığı altın dolu bir kemer parçalanarak içindeki altınlar yere saçılmış ve İskender'in askerinin kanıyla bulanmıştı. Ertesi sabah güneş ışıklan bu kanlı altınları parıldattı. Bunu gören Türk erleri birbirlerine bakıp "Altın Kan!. Altın kan!.- diye bağırıştılar. O günden bu yana, bu baskının yapıldığı yere yakın bulunan bir dağın adı Altun Han Dağı oldu ve öyle söylenip geldi.
Baskından sonra Şu Hakan ile İskender bir daha savaşmadılar , barış yaptılar . Barışın sonu her iki taraf için de iyi sonuçlar verdi. Birbiri ardınca şehirler yapılmaya başlandı . Uygurlar ile öteki Türk kavimleri şehirlere yerleşti. Şu Hakan da Balasagun'a döndü. Şu kalesini sağlamlaştırdı , şehri geliştirdi. Bütün bunları yaptıktan sonra bir de tılsım koydu. Bu tılsım öyle bir tılsımdı ki her yanda duyuldu. Leylekler bu şehre geldikleri zaman tılsım yüzünden daha öteye geçemediler , şehri aşamadılar.

Şu Destanı (ikinci kaynak)

Şu Destanı, Türkler'in en eski destanlarından biridir. Destanın kahramanı olan Şu, bilginlerin tahminlerine göre MÖ dördüncü yüzyılda yaşamış bir Türk kaganıdır. Şu Destanı'nın konusu, Makedonyalı İskender'in Asya içlerine doğru ilerlerken Türkler'le yaptığı savaşlardır (?). Ama, türkolog Zeki Velidi Togan'a göre, destanda adı geçen İskender'in Makedonya'lı İskender ile bir ilgisi yoktur ve Şu Destanı'nın konusu Makedonyalı İskender'in istilası değil daha önceki yüzyıllarda oluşmuş bir Aryani istilasıdır.

Destanda Türk boylarının oluşumu ve Türkler'in kent yaşamına geçmeğe başlamaları da anlatılmaktadır. Ayrıca, ulusunu bir istiladan korumak için çaba gösteren bir kaganın kaygılarının ince bir biçimde işlenmesi, destana ayrı bir özellik katmaktadır.. Şu Destanı, kendisinden sonra oluşacak Türk destanlarının ana çizgilerini ve süslemelerini belirlemiştir.

Şu Destanı, kimi bilginlere göre Saka Türkleri'nin destanıdır. Şu destanında müzik ve ezgi önemli bir rol oynar; ama bu müzik insan sesine değil, sazların sesine dayanır. Destanın kahramanı genç kagan Şu, Türk destanlarının yerinde durmayan hareketli ve atak yiğitlerinden daha değişik bir yapıdadır. Kagan Şu, beden ve ruh yapısı ile daha çok, Osmanlı hakanı 3. Selim'i andırır. Şu Kagan, 3. Selim gibi içli, sanatçı, düşünceli ve mantıklı bir kimsedir. Sarayının kapısında günde 365 nöbet çalınır.

Şu Destanı'nın özeti aşağıda yer almaktadır:


Şu Kalesi'ni, Balasagun yakınlarında genç kagan Şu yaptırmıştı. Kagan Şu'nun sarayı ise Balasagun'da idi. Kalede ve Balasagun'da çok güçlü bir ordu bulunuyordu. Balasagun kenti çok zengindi. Şu Kagan'ın sarayının önünde ordu beğleri için her gün 365 nöbet vurulurdu. Bu sırada, Zülkarneyn (İskender) doğu seferine çıkmış, Ön Asya'dan İran içlerine kadar önüne çıkan tüm orduları yenmiş, ülkeleri işgal etmişti. Zülkarneyn, Semerkand'a değin ilerlemiş, Türk illerine yaklaşmıştı.
Şu Kagan'ın gözcüleri, Zülkarneyn'in Balasagun'a ve Şu Kalesi'ne yaklaştığını bildirdiler. Gözcüler, Şu Kagan'a şöyle dediler:




''Zülkarneyn denilen, gün batısından kopup gelen bir kıral ordusuyla bize yaklaşmaktadır. Önüne çıkan orduları dize getirmiş, yerle bir etmiştir. Bize ne buyurursun? Onunla savaşalım mı?''

Genç kagan Şu, habercilerin sözlerini dinlemez gibi göründü. Çünkü daha önceden, en güvendiği yiğitlerden kırk kişiyi seçmiş, Hucend Irmağı kıyılarına gözcülük etsinler diye göndermişti. Yiğitler, kimseye görünmeden gizlice giderek Hucend kıyılarına yerleştikleri için, ordu habercileri durumu bilmiyorlardı. Getirdikleri kötü haberden Şu Kagan'ın kaygılanmamasına, kılını bile kıpırdatmamasına şaşırdılar. Şu Kagan gönlü ise rahattı.
Şu Kagan'ın gümüşten bir havuzu vardı. Havuzu, işten anlayan ustalara yaptırmıştı. Havuz, istenildiğinde taşınabiliyordu. Şu Kagan, savaşa bile gitse gümüş havuzunu yanına alırdı. Konakladığı yerlerde içine su doldurtur, su dolu bu gümüş havuza kazlar, ördekler salar, onlara bakardı. Kazların, ördeklerin gümüş havuzda yüzüşlerini seyretmek kendisini dinledirir, dinlenirken de ulusunun geleceği ile, sefer ve savaşlar ile ilgili tasarılar hazırlardı. Şu Kagan, haberciler geldikleri sırada yine gümüş havuzda yüzen kazları, ördekleri seyrederek dinleniyordu. Habercilerin:




''Ne buyruk verirsin kaganım? Zülkarneyn ile savaşa tutuşalım mı?''

Diye sorup buyruk beklemeleri üzerine onlara havuzu ve havuzda yüzen kazlar ile ördekleri gösterek şöyle dedi:




''Bakın. Görüyor musunuz... Kazlarla ördekler suda ne güzel yüzüyor, nasıl dalıp dalıp çıkıyorlar?''

Haberciler, kaganlarının bu biçimde konuşmasını garip karşıladılar. Ona kuşku ile baktılar. ''Herhalde kaganımızın hiç bir hazırlığı yok. Onun için ne yapacağını bilemiyor'' diye düşündüler.
O sırada, Zülkarneyn'in ordusu Hucend Irmağı'nı geçmişti. vakit gece yarısına geliyordu. Hucend Irmağı kıyılarında gözcülük yapan, Şu Kagan'ın kırk yiğidi atlanıp, yıldırım gibi Şu Kalesi'ne geldiler. Şu Kagan'ın katına varıp Zülkarneyn'in Hucend Suyu'nu geçtiğini, Balasagun yolunda ilerlediğini bildirdiler. Daha önceki habercilerin sözlerini dinlerken kılı kıpırdamayan Şu Kagan, kırk yiğidin sözleri üzerine hemen göç davulunun çalınmasını buyurdu. Davulun çalınması ile birlikte doğuya doğru hızla yola koyuldular. Bu durum halkı şaşırttı. Gündüzün hazırlık yapılmadan, gece vakti göçün başlamasından korktular. Ellerine ne geçtiyse toplayıp bulabildikleri atlara atlayan millet, kaganla birlikte yola düştü. Gün doğarken, kentte kimse kalmamıştı. Yalnızca bomboş ve düz bir ova görünüyordu.
Bütün millet, Şu Kagan'ın ardından gitmişti. Ancak, binecek bir şey bulamayan yirmi iki kişi, Şu Kalesi'nde kalmıştı. Bunlar ne yapacaklarını düşünürlerken yanlarına iki kişi daha geldi. Bu iki kişi kap kacaklarını toplayıp sırtlarına vurmuşlardı. Yorgundular. Fakat, pek duracağa benzemiyorlardı. Önceki yirmi iki kişi, bu yeni gelenlere bir yere gitmemelerini, kendileri gibi kalede kalıp beklemelerini söylediler.




''Zülkarneyn denilen her kim ise, burada uzun süre kalamaz, geldiği gibi geri dönüp gider. Burası bizim yurdumuz, yine bize kalır.'' dediler.

İşte bu yüzden, bu iki kişinin adı Kalaç olarak kaldı. Bu iki kişiden olan çocuklar ile torunları de Kalacı adıyla anıldılar. Ama bu iki kişi, yirmi iki kişinin sözlerini dinlemeyerek onları bırakıp gittikleri için Zülkarneyn'in geldiğini görmediler.
Zülkarneyn gelip de kalede kalan uzun saçlı yirmi iki kişiyi görünce ''Türk mânend'' dedi. Bu söz, ''Türk'e benziyorlar'' anlamına geliyordu. Bu yüzden, yirmi iki kişinin soylarının adı da Türkman (Türkmen) olarak kaldı. Giden iki kişi, gittikleri için tam anlamıyla Türkmen sayılmadılar. Böylece oluşan yirmi dört boydan, yirmi ikisi Türkmen, öteki ikisi de Kalaç diye bilindi.
Bu olaylar olurkan Şu Kagan, ordusu ve yanındakilerle birlikte Çin sınırına değin ilerlemişti. Çin'e yakın Uygur iline vardıklarında Şu Kagan, artık Zülkarneyn'i karşılayabilecek durumda olduğuna, onu asıl merkezinden çok uzaklara çektiğine karar verdi. Çünkü, kendi soydaşları arasında bulunduğu için Zülkarneyn'den daha güçlü durumua gelmişti. Şu Kagan, çerilerinin en gençlerini ayırdı; onları Zülkarneyn'in üzerine yollamayı düşündü. Veziri, gidecek olanların tümünün genç olduğunu, deneyimlerinin bulunmadığını, başaramazlarsa işin kötüye varacağını söyledi. Şu Kagan, vezirine hak verdi. Yaşlı, deneyimli bir subaşını çerileriyle birlikte gönderdi.
Şu Kagan'ın çerileri bir zaman sonra Zülkarneyn'in öncü birlikleriyle karşılaştılar. Türk çerileri, Zülkarneyn'in öncü birliklerine bir gece baskını yaptılar. Baskın çok kanlı oldu. Bir ölüm kalım savaşı yapıldı. Zülkarneyn'in öncü birlikleri bozguna uğradılar. Türk erlerinden biri, Zülkarneyn'in çerilerinden birini tek kılıç vuruşuyla ikiye böldü. Çerinin kemerine bağladığı altın torbası parçalandı; içindeki altınlar yere saçıldı, çerinin kanıyla kızıla bulandı. Ertesi gün, gün ışıkları bu kanlı altınları parlattı. Bunu gören Türk erleri birbirlerine bakıp ''Altın kan! Altın kan!'' diye bağrıştılar. O günden sonra, bu baskının yapıldığı yerin yakınında bulunan dağa Altın Kan (Altun Han) dendi.
Baskından sonra Şu Kagan ile Zülkarneyn daha savaşmadılar, barış yaptılar. Barış, iki taraf içinde iyi sonuçlar doğurdu. Burada bir çok kent kurulmağa başlandı. Uygur Türkleri ile öteki Türk boyları bu kentlere yerleştiler. Şu Kagan da Balasagun'a döndü. Şu Kalesi'ni sağlamlaştırdı. Balasagun kentinin geliştirdi. En sonunda da kaleye bir tılsım koydu. Bu öyle bir tılsımdı ki dörtbir yanda duyuldu. Leylekler kente dek geldiklerinde tılsım yüzünden daha uzağa uçamadılar, kenti aşamadılar.