Roma İmparatorluğu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Roma İmparatorluğu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Temmuz 2021 Salı

Pompeii'nin Son Günleri

Pompeii'nin Son Günleri

 C.W Ceram 

Pompei'nin Son Günleri
Ressam Karl Briullov

İsa'nın doğumunun 79. yılı Ağustos ayında, daha önceleri de sık sık olduğu gi­bi Vezüv'ün patlayacağını anlatan ilk belirtiler görüldü. Fakat ayın 24'ünde, o za­mana dek hiç görülmedik bir felaketin başladığı açıkça anlaşıldı.

Korkunç bir gök gürlemesi ile dağın tepesi yarıldı. Fıstık ağacı biçiminde bir duman gök kubbesine yayıldı. Gümbürtüler ve çakan şimşekler arasında bir taş ve kül yağmurudur boşandı, güneşi kararttı. Kuşlar havadan ölü düştüler, insan­lar bağrışa çağrışa kaçıştılar, hayvanlar öteye beriye sokuldular, bu arada, gökten mi, yerden mi geldiği bilinmeyen seller yolları bastı.

Her iki kent güneşli bir günün sabah çalışmalarına dalmıştı. Onların so­nu iki türlü oldu. Küller, sel gibi bir yağmur ve lavdan oluşan bir çamur yığını Herculaneum'un üzerine yuvarlandı, caddelere ve sokaklara doldu, yükseldi, büyüdü, damları örttü, pencere ve kapılardan içeriye taştı, kenti, bir süngeri su­yun doldurduğu gibi doldurdu ve onu, çarçabuk kaçarak kurtulanların dışında ne varsa hepsi ile birlikte örttü.

Pompei'nin sonu başka türlü oldu. Buraya önünden kaçmaktan başka görü­nür çıkar yolu olmayan bir çamur seli gelmedi, önce hafif bir kül yağmuru baş­ladı. İnsanın üzerinden silkeleyebileceği gibi bir kül yağmuru ardından lapil­li[1]yağdı, sonunda her biri birkaç kiloluk süngertaşı parçaları da araya karıştı.

Ancak yavaş yavaş tehlikenin büyüklüğü ortaya çıktı ama o zaman da artık iş iş­ten geçti. Kükürt buharları yere çöktü, bütün aralıklar ve deliklerden sızdı, gittik­çe güç, daha güç soluk alabilen insanların yüzlerine sardıkları bezlerin altına dol­du. Kurtulmak ve hava alabilmek için dışarı fırlarlarsa başlarına lapilliler öyle sıkı yağıyordu ki, dehşet içinde geri çekilmek zorunda kalıyorlardı. Ama daha evlerine girer girmez tavan çöküyor ve onları altına gömüyordu. Bazıları kısacık bir sü­re için kurtuldular. Merdiven direklerinin ve revakların[2]altında korku içinde ya­rım saatçik büzülüp kaldılar. Sonra kükürt buharları usul usul, sürüne sürüne gel­di, bunları da boğdu.


Atlama Taşları
Su akan caddeden ıslanmadan karşıya geçmenin yolu olarak düşünmüşler.
Arabalar iki taşın arasından geçiyormuş. Bunun için de arabaların enini standart yapmışlar.

Kırk sekiz saat sonra güneş yeniden göründü. O zaman Herculaneum ile Pompei artık yoktu. On sekiz kilometre çapında bir alanda her yer harap olmuş, tarlalar örtülmüş. Afrika, Suriye ve Mısır'a dek kül tanecikleri uçuşmuştu. Şimdi Vezüv'den yalnız ince bir duman sütunu yükseliyordu. Gök gene eskisi gibi ma­viydi.

Bunun, geçmişle uğraşan bütün bilimler için ne denli heyecan verici bir şey ol­duğunu göz önünde tutmak gerekir.

Aradan yaklaşık bin yedi yüz yıl geçti.

Başka bilgilere, başka törelere sahip olan, fakat bütün insanlığı birleştiren kan bağı ile o gömülmüş insanlara bağlı başka insanlar, küreklerini toprağa daldırdı­lar ve onca zamandır uyuyanları ışığa çıkardılar. Bu gerçekten, sihirle ölüleri di­riltmeye benzer bir şeydi: Bilimine delice tutkun, üstelik dedelerine saygı duyma­yan bir bilgin böyle felaketleri büyük bir talih eseri sayabilir. Goethe, Pompei için pek saygısızca: "Bundan daha ilgincini kolay kolay düşünemiyorum . . . "  demişti.

Gerçekten de bir kenti gündelik yaşamın bütün işleyiş yönleriyle gelecekteki bilginlere saklamak için böyle bir kül yağmurundan daha üstün bir olanak düşün­mek zordur; hayır, saklamak değil, konserve etmek sözü buna daha uygun düşer.

Burada eski bir kent doğal bir ölümle yavaş yavaş çökerek ölmemişti. Burada can­lı kentlere ansızın bir büyücü değneği dokunmuş, zamanın, oluşun ve yok oluşun yasası yürüdüğünü yitirmişti.

İLK kazı yılına dek yalnızca şu olay biliniyordu: İki kent gömülmüştü. Ama şimdi yavaş yavaş bu dramatik olay anlaşılmaya başlandı ve ilkçağ yazarlarının haberleri canlandı. Felaketin bütün korkunçluğu, günün akışını ansızın kesiveren, süt do­muzunu ocaktan almaya, pişmiş ekmeği fırından çıkarmaya bile vakit bırakma­yan o ansızınlığı gözlerde belirginleşti.

Hala esirlik bukağılarını[3] taşıyan, çevrelerinde kıyamet kaparken zincire vu­rulu kalmış iki iskeletin parçaları arkasında acaba hangi öykü gizlidir? Yine böy­le zincire vurulmuş olarak bir odanın tavanı altında bulunan köpeğin ölümü ar­dında ne acılar yatıyor? Pencereler ve kapılardan akıp dolan lapilli yığınına tırma­na tırmana giderek daha yukarı çıkmıştı köpek. Sonunda tavan yolunu kesinceye, bir kez daha havlayıp sonra boğuluncaya dek . . .

Pompei Harabelerinin görece ilk durumu
Şimdi çok düzenli bir  şehir görünümünde

Kazdıkça aile öyküleri, çaresizlik ve ölüm arasında geçen dramlar ortaya çıkı­yordu. Edward Bulwer-Lytton'un ünlü romanı Pompei'nin Son Günleri'nin son bölümü hiç de gerçeğe aykırı değildir: Çocukları kolları arasında, analar bulundu. Peçelerinin son parçacığı ile onlarıkorumuşlardı, ama sonunda ikisi de boğul­muştu. Hazinelerini toparlamış, kapıya dek varabilmiş, sonra da lapilli yağmuru altında yığılıp kalmış erkekler ve kadınlar çıkarıldı. Bunlar hala son güçleriyle mü­cevherlerini, altınlarını kavrıyormuş gibi duruyorlardı. Bulwer'in Glaukus'unu[4]oturttuğu evin kapısının önünde mozaikte "Cave Canem" ( Köpekten kendini ko­ru [Dikkat köpek var!]) yazılıdır. İki genç kız kaçarken bu eşiğin önünde duraksamışlar, değerli malla­rını toplamak istemişlerdi ve artık çok gecikmişlerdi.

Herkül Kapısı'nın önünde üst üste ölüler bulundu. Bunlar hala, kendilerini ağırlıklarıyla ezen ev eşyalarıyla yüklüydüler. Kül altında kalmış bir odada bir kö­pekle bir kadının iskeleti bulundu. Dikkatle incelenince korkunç bir dram orta­ya çıktı. Köpeğin iskeleti hala biçimini korurken, kadının kemikleri odanın köşe bucağına dağılmış duruyordu. Ama bunlar ne yüzden böyle dağılmışlardı? Yoksa dağıtılmışlar mı demek daha doğruydu? Açlık yüzünden kurt doğası üstün geldi ve köpek hanımına saldırdı, onu yedi ve ölümden bir gün mü çaldıydı? Bundan çok uzak olmayan bir yerde bir cenaze töreni yarıda kalmıştı. Cenaze şölenine ka­tılanlar yataklara uzanmıştı. Bu kendi cenaze törenlerine katılanlar, bin yedi yüz yıl sonra da yine öyle bulundular.

Pompeii Harabelerinin arkasında facianın
sorumlusu Vezüv Dağı görünüyor.

Şurada, bir odada, hiçbir şeyden habersiz oynarlarken ölümün ansızın üzer­lerine çullandığı yedi çocuk vardı. Burada otuz dört kişi; yanlarında da herhal­de boynundaki çıngırağın korkunç çıngırtıları arasında, insanların barınakların­da kurtuluşunu arayan bir de keçi vardı. Kim kaçmak için uzun uzun duraksar­sa artık ne cesaret, ne de kuvvet ona yardım edebilirdi. Gerçekten Herkül yapı­lı bir adam buldular. Önünden koşan anasıyla on dört yaşındaki kızını bile koruyamamıştı artık. Hep birden yere çöküvermişlerdi. Adam son gücüyle bir kez da­ha doğrulmaya uğraşmıştı. Ama o zaman buharlar onu uyuşturmuştu. Ağır ağır yere serilmiş, sırtüstü dönmüş ve uzanmıştı. Küller onu örtmüş ve kalıbını al­mıştı. Bilginler bu kalıba alçı döktüler ve bir insanın biçimini elde ettiler, ölü bir Pompei’linin heykelini.

Bırakılmış, geride kalmış bir kapının ve yolun kendisine kapalı olduğunu an­layınca, küllerin örttüğü evde, kapılar ve duvarlara vuruşları kim bilir nasıl ses vermişti? Ya baltayı eline geçirip duvarı yıkmaya başladığında? Duvarın ardında da çıkar yol olmadığını görüp ikinci duvarı da yıkınca, sonunda bu son odadan üzerine yanardağ külleri yığılarak düşüp kaldığında?

Evler, İsis Tapınağı, tiyatro, hepsi içinde oturulduğu ve yaşandığı zamanki gi­biydiler. Yazıcı dükkânında balmumu tabletler, kitaplıkta papirüs tomarları, esna­fın işliklerinde avadanlıklar, hamamlarda kaşağı duruyordu. Meyhanelerin masa­ları üzerinde hala kaplar, son müşterilerin acele ile fırlatıverdikleri paralar vardı.

Meyhane duvarlarında yanıp yıkılan, ya da umutsuz aşıkların yazdıkları beyitler okunuyordu. Villaların duvarlarında freskler vardı ki, Marcello Venuti'nin[5]dedigi gibi "Raffael'in[6] yapıtlarından daha güzeldirler". 18. yüzyılın aydın insanı işte böyle bir buluş bolluğunun karşısındaydı. Rö­nesans'tan sonra doğmuş oldugu için bütün güzelliklere karşı açık, pozitif bi­limlerin yeni başlamakta olan gücünü sezen o çağın çocuğu, gerçeklere kendi­ni vermek ve yalnızca hayranlıkla yetinen estetikçiliğe saplanıp kalmamak isti­yordu.

Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler, C.W Ceram (Kurt Wilhelm Marek) , Çev. Hayrullah Örs, Remzi Kitapevi, 2015/11, s.17-19

 

Ayrıca bkz.

https://www.muzebiletleri.com/bilet/italya/napoli/pompei-antik-kenti-giris-ucreti-ve-turlar/

https://www.youtube.com/watch?v=aYtsHqneCNc

https://arkeofili.com/yanardag-patladiginda-pompeiiden-kacanlar-nereye-gitti/

https://www.kidsnews.com.au/history/april-1-is-the-anniversary-of-the-rediscovery-of-the-lost-roman-city-of-pompeii/news-story/748ea8f8525d8ca062089870f56879cc

https://www.youtube.com/watch?v=gaJPcKLyXLQ

 



[1] Volkan bacasından atılan lav parçalarının havada dönerek soğuması ile oluşur. Volkandan atılan lav hariç tüm malzemeye tefra denir. Bu malzeme değişik boyutlara sahiptir. 2.0 mm den ufak boyuttakilere kül, 2–63 mm arasındakilere lapilli ve daha büyük tane boyuna sahip olanlara da volkan bombası adı verilir., https://tr.wikipedia.org/wiki/Volkan_bombas%C4%B1

 [2] Revak, sırtı bağlı bulunduğu binaya dayalı, ön cephesi açık, üstü örtülü ve örtüsü sütunlarla ya da payelerle taşınan mekana verilen ad. Güneşten ya da yağmurdan korunma amaçlı işlevsel revaklara sundurma adı verilir. https://tr.wikipedia.org/wiki/Revak

 [3] Kaçmasını önlemek için hayvanın ayağına geçirilen demir köstek. Ve: Ağır cezalıların ayaklarına takılıp ucuna pranga bağlanan demir halka. Burada iki insan esirden bahsediliyor.

 [4] Romanın baş kahramanı. Yunanlı asılzade Glaukus.. https://en.wikipedia.org/wiki/The_Last_Days_of_Pompeii

Burada da çizgi romanı var: https://mega.nz/file/dwBwSLpJ#CNw9X37WF1oTsZEi9LZAslAn4s5EgdavWmpGYLLHSHQ

 [5] Niccolò Marcello Venuti ( Cortona , 1700 - 1755 ) İtalyan tarihçi ve arkeolog 

[Buna katılmak mümkün değil DK]

 

16 Temmuz 2021 Cuma

Roma'nın İlk "Soysuz" İmparatorları; "Toplumlar, Ölü Balıklar Gibi Baştan Ayağa Doğru Bozulur!"

Roma'nın İlk "Soysuz" İmparatorları; "Toplumlar, Ölü Balıklar Gibi Baştan Ayağa Doğru Bozulur!"

 "Balık Baştan Kokar"


Tiberius'un imparatorluğunun kontrolünü prefect Lucius Aelius Sejanus'a bırakarak hayatının son 

dönemlerinin çoğunu geçirdiği Capri'deki Villa Jovis'in kalıntıları.


Toplumların, ölü balıklar gibi baştan ayağa doğru bozulduğu söylenir. Gerçekten ilk imparatorların listesinde fazlasıyla soysuz vardır.

Augustus'un evlatlığı İmparator Tiberius(yönetim dönemi, MS 14-37), zalimliklerini ve sapıklıklarını uygulamak için erkenden Capri’ye çekilmiştir. Onun döneminde, öldüresiye çalışan muhbirlerin (delatores) alevlendirdiği kitlesel mahkûmiyetler modaya dönüşmüştür.

Caligula (yönetim dönemi MS 37-41), yaşadığı sürece kendisini tanrılaştırmış ve atını konsüllüğe atamıştır. Suetonius*[biyografi yazarı] "Üç kızıyla birden sırayla ensest yapmak onun alışkanlığıydı ve bü­yük ziyafetlerde karısı onun üzerine uzandığı zaman, o da kızlarını sırayla altı­na alırdı" der ve devam eder: "Dazlak ve köse olduğu için hangi koşulda olur­sa olsun keçilerden söz edilmesini en büyük suç ilan etmişti. Kendisine çok yakışacak bir şekilde, cinsel organlarına yönelik bir suikast sonucu öldürül­müştür.

Messalina ve Agrippina adlı iki katil kadınla evli olan Claudius(yöne­tim dönemi MS 41-54), mantar yemeğine karıştırılmış zehirli mantar sosuyla zehirlenerek öldürülmüştür.

Güzel sanatlara, lükse ve zevke düşkün İmparator Neron (yönetim döne­mi MS 54-68), başarısız bir suda boğma girişiminden sonra bıçaklayarak anne­sine tecavüz etmiştir. Teyzesini, çok kuvvetli bir müshil ilacı vererek, ilk karı­sını yanlış bir zina suçlaması üzerine, hamile ikinci karısını tekmeleyerek öldürmüştür. Suetonius  "Özgür doğmuş oğlanları ve evli kadınları iğfal et­mekle yetinmeyip, Ocak Tanrıçası Rahibesi Bakire Rubria'ya da tecavüz etmiş­tir" diye anlatır ve sürdürür; "Sporus adlı oğlan çocuğunu, hadımlaştırarak kıza dönüştürdükten sonra, onunla evlenmek için bütün Saray mensuplarının katıldığı, çeyiziyle, gelinliğiyle, duva­ğıyla tam bir evlenme töreni düzenledi; sonra onu eve getirdi ve bir eş gibi dav­randı. (...) Nero'nun babası Domitius da aynı tür bir eşle evli olsaydı dünya daha mutlu bir yer olurdu."  Nero, sonunda “Qualis artifex pereo” (İçimde ölen... Ne müthiş bir sanatçı!) sözleriyle intihar etmiştir.

Bir asker olan İmparator Galba (yönetim dönemi MS 68-69), "dört impa­ratorlar yılı"nda, asi askerler tarafından öldürülmüş; halefleri Otho ve Vitelliusda aynı kadere uğramışlardır. Bir eyalet vergi tahsildarının oğlu olan Vespasianus (yönetim dönemi MS 69-79), hep istediği gibi "ayakta ölmeyi" başarmıştır. Son sözleri, "Allahım, bir tanrıya dönüşüyor olmalıyım!" olmuş­tur. Titus'un (yönetim dönemi MS 79-81), ancak Vezüv yanardağının patla­masıyla bozulan alışılmamış bir refah dönemi saltanatından sonra kardeşi tarafından zehirlendiği söylenmektedir. Titus'un muhtemel katili İmparator Domitianus (yönetim dönemi MS 81-96), karısı ve suç ortakları tarafından bı­çaklanarak öldürülmüştür. Augustus'un, kendisinden hemen sonraki on hale­finden sekizi iğrenç bir şekilde öldürülmüştür.

Ama Roma'nın pastırma yazı daha ileridedir. "Eğer biri dünya tarihinde insan ırkının en mutlu ve müreffeh olduğu dönemi saptamaya çalışsa," demek­tedir Gibbon **[tarihçi] "tereddüt etmeden Domitianus'un ölümünden Commodus'un tahta çıkışına kadar geçen dönemi gösterirdi."

Nerva (yönetim dönemi MS 96-98), Trajan (yönetim dönemi MS 98-117), Hadrianus (yönetim dönemi MS 117-138), Antoninus Pius (yönetim dönemi MS 138-161) ve Marcus Aurelius’un (yönetim dönemi MS 161-180) yöneliminde İmparatorluk sadece en bü­yük coğrafi sınırlarına ulaşmakla kalmamış, eşsiz bir sükûnet ve istikrar döne­mini de yaşamıştır. Nerva, yoksullara yardım geleneğini başlatmıştır; Trajan dürüst, yorulmak bilmez bir askerdir; Hadrianus bir sanatçı ve sanat koruyu­cusudur. Antoninus Pius hakkında Gibbon şöyle yazmaktadır: "Onun dönemi, gerçekten tarih için pek az, hatta insan türünün suçlar, budalalıklar ve talihsiz­likler siciline göre daha az malzeme sağlayan ender bir avantajla göze çarpar.”

 * https://tr.wikipedia.org/wiki/Suetonius

** https://tr.wikipedia.org/wiki/Edward_Gibbon

 Başlığı ben yazdım DK

Avrupa Tarihi, İmge Yayınları, s.214-15

Benim yazdığım şu yazıda ise daha geç dönemin soysuz hükümdarları var; Roma Çökerken https://tarihegitimi.blogspot.com/2016/01/roma-cokerken.html   Buna da bkz. 


18 Mart 2020 Çarşamba

Romalı  Generalin Yenik Galyalılara Söylevi

Romalı Generalin Yenik Galyalılara Söylevi



MS 70'te Romalı general Petilius Cerialis, Galya'da kısa süren bir ayaklanmayı bastırdı. Sonra da, Tacitus'a göre, teslim olan yerel halka dönüp şunları söyledi:



Siz bizim yönetimimize boyun eğinceye kadar Galya'da her zaman despotluk ve savaş yaşandı. Ve bizler, çoğu kez kışkır­tılmamıza karşın, fetihten kaynaklanan haklarımızla sizden tek bir şey istiyoruz: Sağlanan barışın bedelini ödemenizi. Zira ordu olmadan farklı halklar arasında barış sağlanamaz, ordu ücret ödemeden oluşturulamaz ve vergi alınmadan da ücretler öde­nemez. Bunun dışında hepimiz eşitiz. Çoğunlukla sizler bizim ordularımızın başına geçecek ve şu ya da bu eyaleti yöneteceksi­niz. Hiçbir şekilde devre dışı bırakılmayacak, dışlanmayacaksı­nız. Roma'dan çok uzakta yaşamanıza karşın siz de bizler kadar hayırsever imparatorlarımızın bağışlarından yararlanacaksınız. Öte yandan zalim imparatorlar en yakınlarında bulunanlar için bir tehdit oluştururlar. Efendilerinizin müsrifliğine ve açgözlü­lüğüne alışmak zorundasınızdır, tıpkı kurak yıllara, aşırı yağış­lara ya da buna benzer doğal felaketlere alıştığınız gibi. İnsanlar var oldukça kötülükler de var olacaktır. Ama bunlar sonsuza dek sürmez ve zaman zaman başarılı bir yönetim ile dengele­nirler.... 

Oysa eğer Romalılar buradan sürülecek olursa -tanrılar korusun!- yaşanacak tek şey çeşitli ırklar arasında yapılan savaşlar olur. İmparatorluğumuzun yapısı 800 yıllık güzel rastlantılara ve sağlam bir örgütlenmeye dayanmaktadır ve bizi yıkmak isteyenleri yok etmeden parçalanamaz. Özellikle en fazla riske giren sizler olursunuz, çünkü siz altın ve doğal kaynaklara sa­hipsiniz ki en fazla savaşa yol açan bunlardır. Bu yüzden, siz ile bizi, yenilen ile yeneni eşit kılan barışı ve Roma kentini sevin ve bağrınıza basın. Bu iyi ve kötü kader örneklerinden ders alın ki ayaklanmayı ve mahvolmayı teslimiyete ve güvenceye tercih etmeyin.

Kaynak: Eric H. Cline, Mark W. Graham, Antikçağ İmparatorlukları, Say Yayınları, s. 348


180 - 284 Arası Görev Yapan Roma İmparatorları Nasıl Öldü?

180 - 284 Arası Görev Yapan Roma İmparatorları Nasıl Öldü?

Commodus
Hercules olarak betimlenmiş.
Capitoline Müzesi


Süre          İmparator                 Ölüm Nedeni

180-192    Commodus               Maiyeti tarafından boğuldu.

193            Pertinax                     Muhafızlar tarafından öldürüldü.

193            Oidius Julianus         Askerler tarafından öldürüldü.

193-194    Pescennius Niger     Savaşta öldürüldü.

193-197    Clodius Albinus        Savaşta öldürüldü.

193-211     Septimus Severus   Eceliyle öldü.

211-217     Caracalla                  Bir asker tarafından öldürüldü.


211             Geta                          Caracalla tarafından öldürüldü.

217-218     Macrinus                  Ordu tarafından öldürüldü.

218            Diadumenianus        Ordu tarafından öldürüldü

218-222     Elagabalus                Muhafızlar tarafından öldürüldü.

222-235     Severus Alexander  Ordu tarafından öldürüldü.

235-238     Maximinus Thrax    Ordu tarafından öldürüldü.

238            I. Gordian                  İntihar etti.

238            II. Gordian                 Savaşta öldürüldü.

238            Pupienus                   Muhafızlar tarafından öldürüldü.

238            Balbinus                    Muhafızlar tarafından öldürüldü.

238-244     III. Gordian              Savaşta öldürüldü.

244-249     Philip Arabus          Savaşta öldürüldü.

249-251     Decius                      Savaşta öldürüldü.

251-253     Trebonianus Gallus  Ordu tarafından öldürüldü.

253            Aemillanus                Ordu tarafından öldürüldü.

253-260    Valerian                     Savaşta Perslere esir düştü ve esirken öldü.

253-268    Gallienus                   Ordu tarafından öldürüldü.

268-270     il. Claudius               Salgında öldü.

270-275     Aurelian                    Muhafızlar tarafından öldürüldü.

275-276     Tacitus                      Ordu tarafından öldürüldü.

276            Florianus                   Ordu tarafından öldürüldü.

276-282     Probus                      Ordu tarafından öldürüldü.

282-283     Carus                        Yıldırım çarptı (ya da evi kundaklandı?)

283-284     Numerian                 Bir yargıç tarafından öldürüldü.(?)

282-285     Carinus                     İç savaş sırasında öldürüldü.

Tablo 12.1. MS 180-284 arasında Roma imparatorları.
Derleyen: Elizabeth Mubarek.

Şu yazıma da bkz. https://tarihegitimi.blogspot.com/2016/01/roma-cokerken.html


Kaynak: Eric H. Cline, Mark W. Graham, Antikçağ İmparatorlukları, Say Yayınları, 

16 Haziran 2017 Cuma

Bir Üst Sınıf Kültürü Olarak Grekoromen Medeniyet

Bir Üst Sınıf Kültürü Olarak Grekoromen Medeniyet

G. E. M. de Ste. Croix
Vincent Van Gogh, 1885'den Aardappeleters ("Patates Yiyen")
https://en.wikipedia.org/wiki/G._E._M._de_Ste._Croix#/media/File:Van-willem-vincent-gogh-die-kartoffelesser-03850.jpg
....
Grekoromen [Yunan+Roma] medeniyet esas olarak şehirliydi, bir şehir medeniyetiydi ve yerli olmadığı, topraktaki köklerinden serpilmediği yerlerde, büyük oranda bir üst sınıf kültürü olarak kaldı. Onu benimseyenler kırsal kesimde yaşayan yerlileri sömürdüler ve karşılığında çok az şey verdiler. Rostovtzeff’in bir bütün olarak Roma İmparatorluğu’ndan söz ederken söylediği gibi:

Kırsal kesimin nüfusuyla kıyaslandığında, hem İtalya’da hem de eyaletlerde bulunan şehirlerin nüfusları, küçük bir azınlık teşkil ediyordu. Medeni yaşam, tabii ki, şehirlerde yoğunlaşmıştı; bir miktar entelektüel ilgiye sahip her adam ... bir şehirde yaşıyordu ve başka bir yerde yaşamayı tahayyül bile edemezdi: Ona göre geōrgos ya da paganus [çiftçi ya da köylü] yarı-medeni ya da uygarlaşmamış, aşağı bir varlıktı. Bizim için antik dünyadaki yaşamın az ya da çok antik şehirlerdeki yaşamla aynı anlama gelmesi, hiç tuhaf değildir. Bize hikâyelerini anlatanlar şehirlerdi, kırsal kesim her zaman sessiz ve içine kapanık kalmıştı. Kırsal kesime dair bildiklerimizi büyük oranda şehirliler vasıtasıyla biliyoruz. ... Kırsal kesim nüfusunun sesi nadiren duyulmuştur. ... Bu yüzden, Roma İmparatorluğu üzerine kaleme alınan modern çalışmaların pek çoğunda, kırsal kesimin ve burada yaşayan nüfusun karşımıza hiç çıkmaması ya da sadece zaman zaman, Devlet ya da şehirlerdeki yaşamda vuku bulan belirli olaylarla ilgili olarak çıkması şaşırtıcı değildir (SEHRE (1) I. 192-3).

Bu nedenle Amerikalı Ortaçağ tarihçisi Lynn White’a tüm kalbimizle katılabiliriz:
Antikitenin fiilen tüm yazılı kayıtları ve ünlü arşivleri şehirlerde üretildiğinden, genel olarak antik toplumların esasen şehirli olduklarını düşünürüz. Aslında bunlar, nadiren kavrayabildiğimiz ölçüde tarımsal toplumlardı. Görece müreffeh bölgelerde bile, tek bir kişinin topraktan uzakta yaşamasını sağlamak için, on kişiden fazla insanın toprakta çalışması gerektiğini söylemek muhafazakâr bir tahmin olacaktır. Şehirler kırsal ilkellik okyanusunda birer medeniyet (etimolojik olarak “şehirleşme”) resifiydi. Susuzluk, sel, veba, toplumsal kargaşa ya da savaş nedeniyle bir anda tahrip olabilecek, ürkütücü küçüklükte bir tarımsal artıkla destekleniyorlardı. Yiyecek kaynaklarına en yakın olanlar köylüler olduklarından, açlık zamanında saklayabildikleri kadarını saklıyor ve yiyeceklerin şehre ulaşmasını engelliyorlardı (Fontana Econ. Hist. Of Europe, I. Middle Ages, der. C. M. Cipolla [1972], s.144-5).
....
Eski Yunan medeniyeti doğal bir büyümenin ürünüydü (yukarıda kullandığım ifadeyi tekrar edecek olursam “topraktaki köklerinden” serpilmişti) ve her ne kadar şehirde ya da yakınında yaşayan kültürlü beyefendi, çoğunlukla şehir pazarında ürünlerini satmak dışında çiftliğini terk etmeyen kaba köylüden çok farklı türde bir kişi olabilse de, her ikisi de aynı dili konuşur ve bir ölçüde birbirlerine benzediklerini düşünürlerdi.(2) Yunan Doğu’nun yeni kurulan yerleşimlerinde durum genellikle bir hayli farklıydı. Şehirlerin içinde ya da çok yakınında yaşayan üst sınıflar çoğunlukla Yunanca konuşur, Yunan tarzı bir yaşam sürer ve Yunan kültürünü paylaşırlardı. Şehirli yoksullara dair çok az şey biliyoruz; fakat bir kısmı en azından okuryazardı, yurttaş haklarından yararlanmadıkları yerlerde bile eğitimli sınıflarla karışmışlardı ve muhtemelen onların bakış açılarını ve değer sistemlerini kayda değer ölçüde paylaşıyorlardı. Fakat nüfusun en büyük kesimini oluşturan ve Yunan medeniyetinin muazzam yapısını (kölelerle birlikte) sırtlayan köylüler, genel olarak, atalarınınkiyle hemen hemen aynı yaşam düzeyinde kaldılar: Pek çok bölgede çoğunluk büyük ihtimalle ya Yunanca konuşamıyor ya da çok bozuk bir Yunanca konuşuyordu ve pek çoğu, yüzyıllar boyunca –Grekoromen medeniyetinin sonuna ve daha sonrasına dek– asgari  biraz üstünde, okuma yazma bilmeden ve neredeyse şehirlerin parlak kültürüyle temas kurmadan kaldı. (3) A. H. M. Jones’un söylediği gibi:
Şehirler ... iktisaden kırsal kesim üzerindeki asalaklardı. Gelirleri esasen şehirli aristokrasinin köylülerden aldığı rantlardan oluşuyordu. ... Şehir yaşamının debdebesinin bedeli, büyük oranda bu rantlarla ödeniyordu ve köyler aynı ölçüde, şehirlerin çıkarları için yoksullaşıyordu. ... Şehirlerin önde gelenleri yalnızca üç vesileyle köylülerle temas kurardı, vergi tahsildarları, polis ve toprak sahipleri olarak (GCAJ 268, 287, 295).
Bu Yunan Doğu açısından olduğu kadar Romalı Batı’nın büyük bir kısmı için de geçerliydi ve tüm Roma dönemi boyunca Yunan dünyasının daha geniş kesimleri açısından da böyle olmaya devam etti. Şehirle kırsal kesim arasındaki temel ilişki her zaman aynı kaldı: Söz konusu ilişki, esasen karşılığında çok az fayda sağlanan bir sömürü ilişkisiydi.

Bu, antikitenin en büyük hekimi ve tıp yazarı Galen’in Sağlıklı ve Sağlıksız Yiyecekler Üzerine başlıklı incelemesinin başlarında yer alan, dikkat çekici bir pasajda çok güçlü bir şekilde ortaya konmuştur. Yaşamı milattan sonra ikinci yüzyılın son yetmiş yılını kapsayan Galen, söz konusu kitabı, Marcus Aurelius döneminde (161-80) ya da kısa bir süre sonra yazmış olmalıdır. Bu dönem, uzunca bir süredir bize Gibbon’un ünlü deyişiyle dünya tarihinin “insan ırkının en mutlu ve en müreffeh koşullar içinde bulunduğu” (DFRE 1.78) dönemi olarak sunulan Antoninler Çağı’nın(4) bir parçasıdır. Galen’in, “Roma yönetimine tabi halkların pek çoğunu etkileyen” kesintisiz bir dizi kıtlık yılının korkunç sonuçlarını tasvir etmeye koyulduktan sonra yaptığı açık ayrım, toprak sahipleriyle kiracılar ya da zenginlerle yoksullar arasında değil, şehirlilerle köylüler arasındadır. Gerçi onun amaçları açısından her üç ayrım kümesi de açıkça aynı anlama gelmiş olmalıdır ve onun için (ya da köylüler için), tasvirindeki “şehirlilerin”, paraları sadece toprak sahipleri sıfatıyla mı, yoksa kısmen vergi tahsildarları olarak da mı topladıkları pek de bir şeyi değiştirmemiştir.
Yaz sona erer ermez, şehirlerde yaşayanlar, bütün bir yılı geçirmek için yeterli tahılı toplamaya yönelik evrensel pratiklerine uygun olarak, tarım alanlarından tüm buğdayı, arpa, fasulye ve mercimekle birlikte alır ve köylülere [agroiki] yalnızca baklagilleri [ospria te kai chedropa] bırakır, hatta bunların da önemli bir bölümünü şehre götürürlerdi. Böylece kırsal kesimde yaşayanlar [hoi kata tēn chōran anthrōpoi], kışın geriye kalanları tükettikten sonra, sağlıksız beslenme biçimlerine başvurmak mecburiyetinde kalırlardı. İlkbahar boyunca ince dalları ve ağaç sürgünlerini, çiçek soğanlarını ve besleyici olmayan bitkilerin köklerini yer ve ellerine geçen her türlü vahşi sebzeden geriye bir şey bırakmaksızın sonuna kadar faydalanırlardı; daha önce deneme amaçlı olarak bile tadına bakmamış oldukları yeşil otlar gibi şeyleri bütün olarak haşladıktan sonra yerlerdi. Ben şahsen bazılarının ilkbaharın sonunda, geriye kalanların da yaz başlarında, ciltlerini kaplayan sayısız yaradan mustarip olduklarını gördüm. Her örnekte yaraların türü aynı değildi, zira bazıları yılancıktan, bazıları iltihaplı yumrulardan, bazıları da yayılmış çıbanlardan mustaripti; diğerlerininse mantar, uyuz ve cüzzam benzeri döküntüleri vardı.
Galen, bu hastalıklı insanların pek çoğunun öldüğünü söyleyerek devam eder. Kuşkusuz, tecrübesinin belli ki istisnai olduğu bir durumu ele alıyordu; fakat, göreceğimiz üzere, söz konusu istisnailiğin nitelikten ziyade nicelik meselesi olduğunu gösteremeye yetecek başka kanıtlar da mevcuttur. Grekoromen dünyada açlığa hayli sık rastlanırdı: Muhtelif modern yazarlar sayısız örnek toplamışlardır.(5)
....
Büyük hatip Antakyalı Libanius’un, Angareiai üzerine (Latincesi De angariis, Orat. L) isimli konuşmasında, şehirlerin kırsal kesime ve burada yaşayanlara mutlak olarak bağımlı olduğu iddiasının özellikle vurgulandığını görürüz. (Angareia sözcüğü aslında konuşmada yer almaz ve Peri tōn angareiōn başlığı muhtemelen Bizanslı bir âlime aittir; fakat kimse belgenin şehir yönetimine özgü belirli bir angareiai türüyle ilgili olduğuna itiraz etmeyecektir). Libanius, 385 yılında, İmparator I. Theodosius’a, civarda yaşayan köylülerin, molozların şehirden taşınması için kendilerinin ve hayvanlarının çalışmaya zorlanması nedeniyle çaresizliğe kapıldıklarından yakınır. Yetkililer tarafından özel kişilere, şehrin belirli kapılarının sorumluluğunu üstlenmelerini ve geçen her şeye el koymalarını mümkün kılan izinler verildiğini söyler. Bu kişiler, askerlerin yardımıyla talihsiz köleleri kamçı zoruyla çalıştırırlar (§§ 9, 16, 27 vb.). Liebeschuetz’in belirttiği gibi, “honorati’nin (muvazzaf ya da emekli imparatorluk görevlilerinin ve askerî subayların) hayvanları talep edilmezdi; diğer ileri gelenlerse biraz zorlanarak da olsa, hayvanlarının muaf tutulmasını sağlamayı başarabilirlerdi. Tüm çileyi köylüler çekerdi. Toprak sahiplerinin kayıpları üzerine tek bir söz bile söylenmemiştir” (Ant. 69). Libanius uygulamanın yıllardır sürdüğünü kabul etmek zorunda kalsa da (§§ 10, 15, 30) bunun yasa dışı olduğunu iddia eder (§§ 7, 10, 17-20). Eyalet valisinin bile böyle bir yetkisi olmadığına kanıt olarak, zekice, imparatordan daha önce bu tür bir izin belgesi alınmış olmasını gösterir (§ 22). Diğer şehirlerden gelen ziyaretçilerin Antakya’da olan bitenler karşısında dehşete düştüklerini de belirtir (§ 8) – bu ifadeyi ciddiye almak için bir sebep yoktur. Konuşmasının sonlarına doğru Libanius, şikâyet ettiği uygulamanın, şehrin tahıl tedariği üzerinde olumsuz etkide bulunduğunu söyler (§§ 30-1), ki bu imparatorun dikkatini daha çok çekecek bir argümandır. (Bunu, İmparator Domitian’ın, neredeyse üç yüzyıl önce, çalışan köylülere dayatılan angaria benzeri yükümlülüklerin, toprağı işlemede sıkıntılara yol açabileceğine yönelik şikâyetiyle karşılaştırabiliriz: IGLS V. 1998, 28-30. satırlar.) Ve sonra Libanius konuşmasının zirvesine ulaşır: Philanthrōpotatos basileus’a yalvarır:
Sadece şehirlerle değil kırsal kesimle de ilgilendiğinizi ya da daha doğrusu kırsal kesimi şehirlere tercih ettiğinizi gösterin – zira kırsal kesim şehirlerin dayandığı temeldir. Şehirlerin kırsal kesime dayanarak kurulduğu ve kırsal kesimin, onlara buğday, arpa, üzüm, şarap, zeytinyağı ve insanlarla diğer canlılar için gerekli besinleri sağlayan sağlam temeller teşkil ettiği iddia edilebilir. Eğer öküzler, sabanlar, tohumlar, bitkiler ve sığır sürüleri olmasaydı, şehirler de ortaya çıkamazdı. Bir kez ortaya çıktıklarındaysa, kırsal kesimin kısmetine bağlı kalırlar ve deneyimledikleri iyi ya da kötü ne varsa oradan kaynaklanır.
....

1. Bkz. Jones, LRE II.841-5 (ve notları, III.283); Brunt, IM 703-6 (“Jones yiyecek tedariği için elde edilen genel koşullara dair en açık fikre sahiptir” der).
2. Klasik dönem Atinalıları arasında yüksek okuryazarlık oranı için bkz. F. D. Harvey’in takdire şayan makalesi, “Literacy in the Athenian democracy”, REG 79 (1966) 585-635. Atina hiç kuşkusuz bu konuda ve başka pek çok açıdan istisnaiydi. Okuma yazma bilmemek, Helenistik dönem ve Roma Mısırı’nda, özellikle kadınlar arasında çok yaygındı: bkz. H. C. Youtie, Scriptiunculae (Amsterdam, 1973) II.611-27, 629-51 (nos. 29 ve 30) (küçük eklemelerle) iki makalenin yeniden baskısı, “Άγράμμτος: an aspect of Greek society in Egypt”, HSPC 75 (1971) 161-76 ve “Βραδέως γράϕων: between literacy and illiteracy”, GRBS 12 (1971) 239-61. Burada yeterli kaynakça bulunabilir. Tabii ki okur yazar olması beklenen bir köy papazı, bir κωμογραμματεύς bile böyle olmayabilir ya da çok az okuma yazma bilebilirdi. Bilinen iki örenekten P. Petaus 11 ve 21’de söz edilmiştir: bkz. Youtie’nin yukarıda adı geçen makaleleri ve Scriptiunculae II. 677-95’teki no.34’ü, “Pétaus, fils de Pétaus, ou le scribe qui ne savait pas écrire”, CE 41 (1966) 127-43’in yeniden basımı.
3. Yunan Doğu’da, şehir ve kırsal kesim arasındaki bu temel karşıtlığa dair en iyi anlatı için bkz. Jones, GCAJ 259-304 (V. Kısım, “The achievement of the cities”), özellikle 285 ff. Jones’a ait bir diğer önemli çalışma CERP (genellikle GCAJ olarak alıntılanır), ikinci baskısında, CERP2 (1971), pek azı önemli olan eklerle yeniden yayımlanmıştır. Geç Cumhuriyet ve Principate ile sınırlı yakın tarihli bir çalışma için bkz. MacMullen, RSR: Bu kitabın ilk bölümleri (I. “Rural” ve II. “Rural-Urban”, s. 1-56) çok iyi seçilmiş aydınlatıcı malzemeye sahiptir – tarihselden ziyada antikçi bir nitelik taşır, zira bu kitap (MacMullen’in çalışmalarının geri kalanı gibi) herhangi bir tutarlı kuram ya da yöntem yapısıyla desteklenmemiştir; bu yüzden herhangi bir organizasyon ilkesinden yoksundur ve nadiren açıklama getirmeyi başarır, hatta hiç başaramaz. Arkaeolojik olduğu kadar edebî kanıtlara da özellikle hâkim olan büyük bir bilim insanının fikirleri için bkz., Rostovtzeff, SEHRE2, örneğin, I.255-78 (II.654-77), 344-52, 378, 80, 505. Batı’daki benzer bir durum için bkz. I.22, 59-63, 203-6 (İtalya); 252 (Trakya). Belki de, Strabo’nun agroikoi, mesagroikoi ve politikoi şeklinde sınıflandırmasının bir benzerine rastlamadığımı eklemeliyim (XIII.i.25, s. 592); bu Platon’un, alıntılamış olduğumuz Laws III.677-81’inin bir aksinden daha fazlası olmayabilir.
4. Beş İyi İmparator Çağı: Roma İmparatorluğu’nu birbiri ardına yöneten Nerva, Trajan, Hadrian, Antoninus Pius ve Marcus Aurelius’un hüküm sürdükleri MS 96-180 arasındaki dönem. –çev.
5. Brunt’ın da dediği gibi (IM 703) antik kıtlıklarla ilgili “kapsamlı incelemelere hala ihtiyacımız bulunmaktadır”. Kendisinin konuyla ilgili kısa çalışması takdire şayandır ve diğer çalışmalara da birkaç referans verir. Bunlar arasında MacMullen, ERO 249-54’e (eklerinden biri tamamıyla kıtlıklara ayrılmıştır) ve H. P. Kohns, Versorgungkrisen und Hungerrevolten im spätantiken Rom’a (= Antiquitas I.6, Bonn, 1961) dikkat çekeceğim.

Antik Yunan Dünyasında Sınıf Mücadelesi, G. E. M. de Ste. Croix, Yordam Kitap,  Eylül 2014

15 Nisan 2017 Cumartesi

Vali Plinius ile İmparator Traianus’un Mektupları

Vali Plinius ile İmparator Traianus’un Mektupları





Mektup 23:
Plinius’dan İmparator Traianus’a,

Efendim, Prusias’lıların (Bursa) harabeye dönüşmüş eski bir hamamları var. Burayı hoşgörünüze sığınıp onarmak istemişlerdi. Ancak ben bir yenisinin yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bu iş için elimize şu kaynaklardan para geçecek:
İlk olarak özel şahıslardan şimdiden bağış toplamaya başladım. İkincisi buranın halkı hazineden zeytinyağı masrafları için kullandığı parayı hamamın yapımına harcamaya razı. Her şeyden öte kentin saygınlığı ve senin çağının görkemi böyle bir yapı gerektirir.




Mektup 24:
İmparator Traianus’tan, Plinius’a,

Yeni bir hamamın yapımı Prusias’lıların gücünü aşacak bir yük olmayacaksa, onların bu arzusunu yerine getirebiliriz ama bu yüzden yeni bir vergi yükümlülüğüne girmemeleri ve zorunlu amaçlar için ayrılan gelirden daha fazla harcamamaları koşuluyla.


Açıklama
Plinius’un Mektuplarından Seçmeler:
Genç Plinius, devlet görevliliği sırasında yazdığı veya kendisine gelen çeşitli mektupları 10 kitap halinde Epistulae (Mektuplar) adıyla kitaplaştırmıştır. Bunlardan 10. kitap Plinius’un Anadolu’da görev yaptığı süreye ait mektuplardan oluşur. Genç Plinius İ.S. 111-113 yılları arasında Bithynia Eyaletinde (Sakarya Irmağının batısından Marmara ve Karadeniz kıyılarına uzanan, yaklaşık Bursa, İzmit illeri ve yakın çevresini kapsayan
bölge) valilik yapmıştır. Bu mektuplar bize Anadolu’da Prusias (Bursa), Nikaia (İznik), Nikomedia (İzmit) gibi Roma Dönemi şehirlerinde yaşanan çeşitli sorunları gösterdiği gibi, Roma tarihi açısından da imparatorun artık mutlak bir güce kavuşmuş olduğunu, ve valilerin en basit olaylarda bile kendisine danışmadan karar vermeye çekindiklerine işaret etmektedir. Diğer yandan bu mektuplar sayesinde büyük kamu projelerinin finansmanı n mümkün olduğunca merkezi hükumet tarafından değil, bizzat yerli halkın katkılarıyla gerçekleştirildiğini görüyoruz. Ayrıca Mektup 34’den de görüleceği gibi, Romalılar yerli halkın siyasal gruplaşmalara girmeleri ve iç huzursuzluklar çıkmasını kesin bir şekilde istemiyorlar.

Yukarıdaki mektup örnekleri, “Genç Plinius’un Anadolu Mektuplarıbe, (Çev. Çiğdem Dürüşken ve Erendiz Özbayoğlu), Yapı Kredi Yayınları, 1999, İstanbul” isimli yayından kısaltılarak kullanılmıştır.

Kaynak: Uygarlık Tarihi, Prof.Dr. Taciser SAVAŞ (ed.) Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2013, s. 197