Komünizm-Sosyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Komünizm-Sosyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Haziran 2019 Salı

Apokaliptik Politikalar: Binyılcı İnanışlar ve Hala Süren Etkisi

Apokaliptik Politikalar: Binyılcı İnanışlar ve Hala Süren Etkisi

John Gray
Hong Xiuquan Göksel Taiping Ordusu'nun lideri.
İsa'nın küçük kardeşi olduğunu savunmuştur. 

Dünyayı Dönüştürmeyi Amaçlayan Ütopyalar, Binyılcı Hıristiyan İnançlarının Seküler Bir Uzantısıdır

"Yeni bir cennet ve yeni bir dünya: Çünkü, ilk cennet ve ilk dünya sona erdi" deniyor, Vahiy kitabında. "Cennet" sözcüğünü çıkarın ve yalnızca "yeni bir dünya"yı bırakın. İşte, tüm ütopyacı dizgelerin sırrı ve reçetesi elinizdedir.
E. M. Cioran[2]


Modern devrimci hareketlerin dini kökleri dizgeli bir biçimde ilk defa Norman Cohn'un The Pursuit of the Millennium (Binyılın Peşinde) adlı yaratıcı çalışmasında ortaya çıkarılmıştır.[3] Yandaşları açısından komünizmin birçok bakımdan din işlevi gördüğü çokça belirtilmiştir. Bu olgu düş kırıklığına uğramış eski komünistlerin makalelerinden oluşan ve Soğuk Savaş'ın başlangıcından hemen sonra yayımlanmış ünlü bir derlemenin başlığına da yansımıştır: The God that Failed (Sınıfta Kalan Tanrı).[4] Cohn benzerliklerin, ayırdına varılandan daha çok olduğunu gösterdi. Yirminci yüzyıl komünizmi en parlak döneminde Ortaçağ sonlarında Avrupa'yı sarsmış olan binyılcı hareketlerin birçok özelliğini yineledi. Sovyet komünizmi modern bir binyılcı devrimdi ve Nazizm de keza; bununla birlikte, birçok Nazi'yi harekete geçiren gelecek tasavvuru bazı açılardan daha olumsuzdu.

Bazı kilit terimlere açıklık getirmekte yarar olabilir. Kimileyin chiliast denilen binyılcılar  –chiliad bin parçadan oluşan herhangi bir şeydir ve Hıristiyan binyılcılar İsa'nın Yeryüzü'ne döneceğine ve yeni bir krallık kurup bin yıl boyunca hüküm süreceğine inanırlar–  apokaliptik bir tarih görüşüne bağlı kalırlar. Günlük dilde "apokaliptik" sözü bir felaketi ifade eder ama kutsal kitap dilinde bildirmek anlamındaki Yunanca bir sözcükten gelir; apokalips, göğe yazılmış sırların zamanın sonu geldiğinde açığa çıktığı bir vahiydir ve Seçilmişler açısından bunun anlamı felaket değil, kurtuluştur.


Eskatologya, sonuncu şeylere ve dünyanın sonuna ilişkin bir öğretidir (Yunancada eschatos "sonuncu" ya da "en uzak" demektir). Önce de işaret ettiğim gibi, ilk Hıristiyanlık eskatolojik bir külttü: İsa ve ilk müritleri dünyanın yakında yok olmaya yazgılı olduğuna inanıyorlardı. Böylece yeni ve kusursuz bir dünya ortaya çıkabilirdi. Bu olumlu özellik eskatologyada her zaman görülmez. Bazı pagan geleneklerde dünyanın sonunun tanrıların ölümü ve son felaket anlamına geldiği görülür. Naziler Hıristiyanlığa özgü bir demonolojiyi benimsemiş olmakla birlikte bu türden olumsuz bir eskatologya ideolojilerinin önemli bir öğesiydi. Bununla birlikte, Ortaçağ binyılcılığını ve seküler binyılcı hareketleri apokaliptik inancın olumlu bir biçimi körükledi: Dünyadaki kötülüklerin sonsuza dek ortadan kaybolacağı bir Ahir Zaman beklentisi. (Millenarianism'le millennialism arasında bazen bir ayrım yapılır. İlki, İsa'nın kelimenin tam anlamıyla geri döneceğine inanırken, ikincisi, bir tür kutsal krallığın gelişini gözler. Ancak, bu terimler tutarlı olarak kullanılmaz ve tersi belirtilmedikçe, bunları birbirinin yerine kullanacağım.)

Batı toplumlarını etkilediği biçimiyle binyılcılık Hıristiyanlığın bir mirasıdır. Dinlerin çoğu bir başlangıcı ve sonu olan bir öykü olarak tarih anlayışından yoksundur. Hindular ve Budistler insan yaşamını kozmik çevrimde bir an olarak görürler; kurtuluş bu bitimsiz devirden salıverilmek anlamına gelir. Hıristiyanlık öncesi Avrupa'da Platon ve öğrencileri insan yaşamını buna çok benzer bir biçimde görüyorlardı. Kadim Yahudilikte ise dünyanın bir sona yaklaşmakta olduğu düşüncesinden eser yoktur. Hıristiyanlık insanlık tarihinin erekbilimsel bir süreç olduğu inanışını aşılamıştır. Yunanca telos sözcüğü "son" demektir. İngilizcede son sözcüğü (end) ise hem bir sürecin vardığı son nokta hem de bir sürecin hizmet edebileceği bir amaç ya da niyet anlamına gelir. Hıristiyanlar tarihi erekbilimsel olarak düşünmek bakımından bunun her iki anlamda da bir sonu olduğu kanısındaydılar: tarihin önceden belirlenmiş bir amacı vardı ve bu gerçekleştiğinde bir sona varacaktı. Marx ve Fukuyama gibi seküler düşünürler "tarihin sonu" yollu söylemlerini payandalayan bu erekbilimi miras aldılar. Bundan dolayı tarihi, illa ki kaçınılmaz olmayan ama evrensel bir amaç güden bir hareket olarak görürler. İlerleme kuramları da erekbilimsel bir görüşe dayanmaktadır. Tüm bu anlayışların gerisinde tarihin olayların nedeni olarak değil, gayesi olarak anlaşılması gerektiği düşüncesi vardır ve bu gaye insanlığın kurtuluşudur. Bu düşünce Batı düşününe ancak Hıristiyanlıkla birlikte girdi ve o gün bugündür batı düşününü biçimlendirmektedir.

Binyılcı hareketler Hıristiyan Batı'yla sınırlı olmayabilir. 1853'te Göksel Taiping Ordusu adlı bir hareketin önderi olan ve İsa'nın küçük kardeşi olduğuna inanan Hong Xiuquan, Nanjing'de ütopyacı bir topluluk kurdu. Bu topluluk on bir yıl sonra yirmi milyonu aşkın insanın öldüğü bir çatışmanın ardından ortadan kalkıncaya dek varlığını sürdürdü.[5] Taiping Ayaklanması binyılcı düşüncelerin kışkırttığı birkaç Çinli ayaklanmasından biridir. Bu düşünceler Çin'e Hıristiyan misyonerler aracılığıyla gelmiş olabilir ama benzer türden düşüncelerin burada zaten mevcut olması da söz konusu olabilir. Bir yıkım döneminin ardından göksel bir kurtarıcının yol göstericiliğinde bir barış çağının geleceği yolundaki inanışlar bu ülkede üçüncü yüzyıldan beri görülüyor olabilir.[6]

İster benzersiz bir biçimde Batı kaynaklı olsun, ister olmasın, bu tür inanışların Batı yaşamı üzerinde biçimlendirici bir etkisi olmuştur. Ortaçağ binyılcılığı Hıristiyanlığın başlangıcına dek izi sürülebilen inançları yansıtıyordu. Jakobenizm, Bolşevizm ya da Nazizm gibi modern siyasal dinler binyılcı inanışları bilim olarak yeniden oluşturdular. Basit bir Batı uygarlığı tanımı yapmak mümkünse eğer, bunun binyılcı düşüncenin önemli rolüyle ilgili olarak ifade edilmesi gerekecektir.

Binyılcı inanışlar bir şey, binyılcı hareketler başka bir şey ve binyılcı rejimler daha başka bir şeydir. Binyılcı bir hareket ancak belirli bir tarihsel koşulda ortaya çıkar. Bazen bu, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Çarlık Rusya’sı ve Weimar Almanya’sında görüldüğü gibi, büyük ölçekli toplumsal bir çalkantı durumudur; kimileyin de, Amerika Birleşik Devletleri'nde 11 Eylül'de olduğu gibi travmatik bir olaydır. Bu tür hareketler çoğunlukla felaketlerle bağlantılıdır. Binyılcı inanışlar algıyla gerçeklik arasındaki normal bağın koptuğu bir tür bilişsel uyuşmazlık belirtisidir.[7] Rusya ve Almanya'da savaş ve ekonomik çöküş yetkin binyılcı rejimler ortaya çıkarmışken, Amerika'da benzeri görülmemiş bir terör saldırısı, gereksiz bir savaşın ve anayasada bir değişikliğin de içinde bulunduğu bir binyılcı salgına yol açmıştır. Binyılcı inanışların siyasette ne zaman ve nasıl belirleyici bir güç durumuna geldiği tarihsel rastlantılara bağlıdır.

Apokaliptik inançlar Hıristiyanlığın doğuşuna ve daha öncesine dayanır. Bu inançların Hıristiyanlık tarihi boyunca tekrar tekrar ortaya çıkmaları dindışı alandan bir saldırı değildir: Başlangıçtan beri var olan bir şeyin işaretidir. İsa'nın öğretisi insanlığın son günlerini yaşamakta olduğu inanışına dayanıyordu. Eskatologya İsa'nın esinlediği hareket açısından can alıcıydı. Bu bakımdan İsa Yahudi bir apokalips geleneğine aitti ama apokaliptik inançlara eşlik eden köktenci düalist dünya görüşü kutsal kitap Yahudiliğinde hiç görülmez. Eskatologyanın İsa'nın öğretisindeki önemli rolü diğer geleneklerin etkisini yansıtmaktadır.

Çağdaş tarih bilimi İsa'nın heterodoks bir karizmatik Yahudilik akımının üyesi olduğunu makul bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde göstermiştir.[8] İsa'nın müritleri için kullanılmaya başlanan "Hıristiyan" terimi Yunanca christos ya da "meshedilmiş olan" sözcüğünden gelir ve İbranice ve Aramicede "mesih"in de anlamı budur. İbrani Kutsal Kitabı'nda çok az geçen "Mesih" terimi krala ya da yüksek rahibe verilen bir unvandır. Hıristiyanlığın Paulus döneminden itibaren evrensel bir din olarak gelişmesiyle birlikte "mesih'' Tanrı tarafından bütün insanlığın kefaretini ödemek üzere gönderilmiş tanrısal bir kişi anlamını edinmiştir.

Başlangıçta yalnızca diğer Yahudilere yönelik bir ileti olan İsa'nın öğretisi eski dünyanın sona ermekte ve yeni bir krallığın kurulmakta olduğu yolundaydı. Yeryüzü meyveleri sınırsız bir bollukta olacaktı. Yeni krallığın sakinleri –yeniden yaşama döndürülecek erdemli ölüler de içinde olmak üzere– fiziksel ve ruhsal hastalıklardan kurtulacaklardı. Yozlaşmanın olmadığı yeni bir dünyada yaşayarak ölümsüz olacaklardı. İsa bu yeni krallığı duyurmak ve yönetmek üzere gönderilmişti. İsa'nın etik öğretisinde özgün ve dikkat çekici birçok şey vardır. Diğer Yahudi peygamberlerin yapmış oldukları gibi zayıf ve güçsüzleri savunmakla kalmamış, toplumdışına itilmiş kimselere de kucak açmıştı. Bununla birlikte, yeni bir krallığın hazırda olduğu inancı onun iletisinin can damarıydı ve müritlerince de öyle kabul edildi. Yeni krallık gelmedi, İsa tutuklandı ve Romalılarca idam edildi. Hıristiyanlık tarihi kurucu nitelikteki bu eskatolojik düş kırıklığı deneyimiyle baş etmeye yönelik bir dizi girişimdir.

Bu çıkmaz Albert Schweitzer'ın gözünden kaçmamış ve şöyle yazmıştır:
İsa insanoğlu olarak geleceği bilgisiyle tarihin doğal akışını sona erdirecek sonuncu devrim için dünyanın çarkına yapışır. Çark dönmeyince, üzerine kapanır. Döndüğündeyse, eskatolojik durumu, yani kusursuz bağlılık ve suçsuzluk durumunu getirmek yerine, onu ezer geçer. İsa böyle bir durumu ortadan kaldırmıştır.[9]

Aslında, eskatolojik umut yıkılmamıştı. İsa'nın ilk Kilise'deki müritleri arasında onun ölüler arasından dirildiği ve göğe yükseldiği inancı oluştu. Çok geçmeden İsa'nın dünyanın sonu öğretisini içsel bir değişim metaforu olarak yorumlama girişiminde bulunuldu.

Aziz Paulus'ta Tanrı'nın krallığının tinsel bir değişim alegorisi olduğunun işareti zaten vardır. İsa hareketini muhalif bir Yahudi mezhebinden evrensel bir dine dönüştüren kişi herkesten çok Paulus'tur; Tarsuslu Saul diye de anılan Helenleştirilmiş bir Yahudi’ydi. Paulus İsa'nın ilk müritlerinin dünyanın bir sona yaklaşmakta olduğu beklentilerini paylaşıyordu ama tüm insanlık için geçerli bir Son görüşü için yolu açtı. Aziz Augustinus (İS 354–430), İsa ve müritlerini harekete geçiren eskatolojik umutları etkisiz kılmaya yönelik daha dizgesel bir uğraş verdi. Başlangıçta kötülüğü dünyanın değişmez bir özelliği olarak gören Manicilik dinine bağlanmıştı ve teolojisinde bu görüşün belirgin izleri görülmektedir. Mani aydınlıkla karanlık arasındaki savaşın sonsuza dek süreceğine inanırken, İsa'nın müritleri kötülüğün hepten ortadan kalkacağı bir Ahir Zaman'ı bekliyorlardı. Augustinus insanın giderilmesi olanaksız bir biçimde kusurlu olduğuna inanıyordu ve bu ilk günah öğretisi Hıristiyan ortodoksluğun temel ilkesi oldu. Yine de, Hıristiyanlık bunu İsa'dan çok Mani'ye borçlu olabilir.

Augustinus Hıristiyan inancını yeniden formüle ederken Platonculuğun da büyük etkisi altında kaldı. Platon'un tinsel şeylerin sonsuz bir dünyaya ait oldukları yolundaki görüşünden çok etkilenerek zamanın sonunun tinsel bir açıdan anlaşılması gerektiğini belirtti; gelecekte bir ara gerçekleşecek bir olay olarak değil, her an olabilecek içsel bir dönüşüm olarak. Augustinus Hıristiyanlığa aynı zamanda Dünya Devleti ve Tanrı Devleti arasında kategorik bir ayrım düşüncesini de getirdi. İnsan yaşamı ilk günahla damgalandığından, iki kent asla bir olamaz. İnsanın cennetten kovuluşundan bu yana kötülük her insanın yüreğinde iş başındadır; bu dünyada alt edilmesi olanaksızdır. Bu öğreti Hıristiyanlığa hiçbir zaman bütün bütüne yitirmediği anti–ütopyacı bir eğilim kazandırdı ve Hıristiyanları insana dair meselelerde temel bir değişiklik beklentisinde olan herkesin yaşadığı düş kırıklığından kurtardı. Kötülüğün ortadan kaldırılabileceği inancı, ki Ortaçağ binyılcılarına esin vermiş ve Bush yönetiminde yeniden su üzerine çıkmıştır, Augustinusçu açıdan hiç ortodoks değildir. Bununla birlikte, bu türden bir inanış İsa'nın müritlerinin ait oldukları apokaliptik kültün önemli bir özelliğiydi. Batı tarihi boyunca yinelenen binyılcılık salgınları Hıristiyanlığın köklerine heretik bir dönüştür.

Augustinus Son'a ilişkin umudu sözcüğü sözcüğüne almayarak, eskatologyayı içinde barındırdığı riskleri azaltarak muhafaza etti. Tanrı krallığı zaman dışı bir dünyada vardı ve bunun simgelediği içsel dönüşüm tarihin herhangi bir anında gerçekleştirilebilirdi. Efes Konsili'nin 431'de binyılcılığı (millennialism) mahkûm etmesiyle birlikte Kilise bu Augustinusçu görüşü benimsediyse de, bu İsa'yı esinlemiş olan inançlara geri dönen binyılcı (chiliastic) hareketlerin patlak vermesine engel olmadı. Binyılcılığın Kilise'deki rolüne de son vermedi. On ikinci yüzyılda Fiore'li Joachim (1132–1202) Augustinus'un teolojisini tersine çevirdi. Kutsal yazılardan içrek bir anlam çıkardığına inanarak –Kutsal Topraklar'daki seyahati sırasında bir tür tinsel aydınlanma yaşamış bir Sistersiyen tarikatı başkeşişiydi– Hıristiyan Üçleme öğretisini insanlığın üç evreden geçerek yükseldiği bir tarih felsefesine dönüştürdü. Baba Çağı'yla başlayıp Oğul Çağı yoluyla Ruh Çağı'na, Son Yargı'ya dek sürecek evrensel bir kardeşlik dönemine doğru ilerleyecekti. Her çağın bir önderi vardı; ilkinde İbrahim baştaydı, ikincisindeyse İsa. Kutsal üçlemedeki üçüncü kişinin cisimleştiği yeni ve sonuncu önder Joachim'in 1260'ta gelmesini beklediği Üçüncü Çağ'ı başlatacaktı. Joachim'in üçlemeci tarih felsefesi Ortaçağ Hıristiyanlığını eskatalogya ateşiyle yeniden harmanladı ve üç evreli bu düzenlemesi sonraki birçok Hıristiyan düşünürde yeniden ortaya çıktı. Fransisken tarikatının köktenci bir kanadınca benimsenen Joachimci kehanet güney Avrupa'daki binyılcı hareketlere esin verdi. Almanya'da İmparator II. Friedrich'in çevresinde mesihçi bir kültün oluşmasına yardımcı oldu. II. Friedrich bir Haçlı Seferi sırasında Kudüs'ü fethettikten sonra kendini Kudüs kralı olarak taçlandırmış ve Papa IX. Gregorius tarafından Deccal'likle suçlanmıştı.

İnsanlık tarihinin üç evreye bölünmesinin seküler düşün üzerinde derin bir etkisi olmuştur. Hegel'in insan özgürlüğünün üç diyalektik evreden geçerek evrildiği yolundaki görüşü; Marx'ın ilkel komünizmden sınıf toplumu yoluyla küresel komünizme ilerleme yolundaki kuramı; Auguste Comte'un insanlığın dinsel evreden metafizik ve bilimsel gelişim evrelerine geçerek evrildiği yolundaki Olgucu tasavvuru üç bölümlü bir şemanın tekrarlarıdır. Tarihin alışılmış üç evreye bölünmesi –Antikçağ, Ortaçağ ve Modern Çağ– Joachimci düzenlemeyi yineler. Daha dikkat çekici olan, sonraki bölümde de görüleceği gibi, Joachim'in Nazi devletine Üçüncü Reich adını veren bir üçüncü çağ kehanetiydi. (Antikçağ ve Modern Çağ gibi kavramlar vazgeçilmez sanat terimleri olmuştur ve bunların ifade ettikleri düşünce şemasını eleştirsem de bunları kullanacağım.) 

Apokalipsin seküler versiyonlarında yeni çağ insan edimi yoluyla oluşur. İsa ve müritlerine göre, yeni krallık ancak Tanrı'nın istemiyle oluşabilirdi; ne var ki, Tanrı'nın istemine Beliyal ya da Şeytan olarak kişileştirdikleri kötülüğün gücü karşı koyuyordu. Bu bakışa göre dünya iyi ve kötü güçler arasında bölünmüştür; insanlığın şeytanca bir güç tarafından yönetilebileceği yollu bir ima bile vardır. İbrani Kutsal Kitabı'nda böyle bir şey görülmez. Şeytan, Eyüb'ün Kitabı'nda kötülüğün kişileşmesi değil, Yehova'nın elçisi olarak boy gösterir. Dünyanın iyi ve kötü güçler arasında bir savaş alanı olduğu görüşü ancak sonraki İbrani apokaliptik geleneklerde ortaya çıkmıştır.

Zerdüştçü Zurvanizm diniyle Ölü Deniz Tomarlarında yazıya geçirilmiş türden apokaliptik İbrani inanışları arasında pek çok benzerlik vardır ve İbrani apokaliptik düşünü büyük olasılıkla Zerdüştçülük'ün etkisini yansıtır. İnsan yaşamını aydınlıkla karanlık arasında aydınlığın zaferiyle sonuçlanabilecek bir savaş olarak düşünen ilk kişi Zerdüşt olsa gerektir. Zarathustra olarak da bilinen bu İranlı peygamber İÖ 1500 ile 1200 yılları arasında bir dönem yaşamıştı. Zerdüştçülük dünyanın en barışçıl dinlerindendir. Bununla birlikte Zerdüşt; Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık üzerindeki biçimlendirici etkisinden dolayı Batı tarihi boyunca tekrar tekrar patlak veren inanca dayalı şiddetin en büyük kaynağı olabilir.

İnsan yaşamı birçok gelenekte iyilik ve kötülük arasındaki bir savaş olarak görülmekle birlikte bu çatışmanın ilelebet süreceği kanıksanmıştır. Aydınlıkla karanlık arasındaki bitmez tükenmez almaş Mısır mitinde de görülür. Kimileri bu mücadelenin karanlıkla sonlanmasını beklemiştir; İÖ sekizinci yüzyılda yaşamış olan Yunan ozan Hesiodos insanlık tarihini ilksel bir Altın Çağ'dan insanlığın ortadan kalkacağı bir demir çağına doğru olan bir gerileme süreci olarak resmetmiştir. Kusursuz toplumu andıran bir şey varsa eğer, bu geçmiştedir; hiçbir zaman bu kozmik mücadelenin aydınlığın zaferiyle sonuçlanabileceği düşünülmemiştir. Zerdüşt bile bunun zaferinin önceden belirlenmiş olduğuna inanmıyor olabilirdi. Zerdüştçü metinler, dünyanın sonunu bildirmek yerine, peygamberin müritlerini sonucu kuşkulu bir mücadeleye çağırırlar. Yine de, iyiliğin üstün gelebileceği inancı insan düşününde yeni bir gelişmeydi ve bilebildiğimiz kadarıyla, Zerdüşt'ten kaynaklanıyordu.[10]

Bu ikici dünya görüşü Mani dini tarafından miras alındı. Mani İS 216 dolayında Babil'de doğmuş ve 277'de Zerdüştçü otoriteler tarafından heretik olarak şehit edilmiş sonraki İranlı peygamberdir ve öğretisinin Augustinus üzerinde büyük etkisi olmuştur. Mani bir aydınlık ve karanlık ikiciliğinin dünyanın değişmez bir özelliği olduğuna inanması bakımından Zerdüşt'ten ayrılıyordu. Manicilik Çin'e kadar yayıldı ve bu süreçte Budizm'in bazı imgelerini ve simgeciliğini benimsedi. Maniciler bu dönüşümler sırasında kötülüğün kökünün asla kazınamayacağına olan inançlarını korudular. Mani dini bu noktada Zerdüştçülük'ten ve İsa'nın öğretisinden kökten ayrılır.

Manici ikicilik, Hıristiyanlığın zulmüne uğramış olmasına karşın günümüze dek türlü türlü kılıkta yeniden ortaya çıkan Gnostisizmin bir parçası oldu. Gnostisizm içinden çıkılmaz karmaşıklıkta bir gelenek olmakla birlikte şeytanca güçlerin yönetimindeki karanlık bir dünyaya ilişkin temel tasavvurunun din tarihi üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. İsa'nın ölümünden sonraki ilk birkaç yüzyıl boyunca Hıristiyanlık içinde Gnostik bir akım vardı ve yalnızca İsa'nın aktardığı gizli öğretileri paylaşanların kurtulabileceği savıyla diğerlerinden ayrılıyordu. Gnostisizm terimi bilgi anlamındaki Yunanca gnosis sözcüğünden geliyor ve Hıristiyan inancının neredeyse her bakımdan kıyasıya tartışıldığı ilk Hıristiyanlık döneminin çalkantılı dünyasında Gnostikler yalnızca bir tür içrek tinsel anlayışa sahip olanların –belki sayılı insanın– kurtulacağı ve bunun bu dünyadaki fiziksel bir ölümsüzlükten değil, insan bedeninden ve maddi dünyadan kurtulmaktan oluştuğu inancını temsil ediyorlardı. Bu inançlar dizisi, her ne kadar İsa'nınkiyle çok ortak yanı olmasa da ve ilk Kilise tarafından kınansa da, Hıristiyanlığın bir bileşeni olmaya devam etti. Gnostiklerin metinlerinden geriye kuşkuya yer bırakmayacak çok az şey kalmıştır ama Gnostisizm'in bir çeşidinin Katharcılar arasında yeniden ortaya çıktığı anlaşılıyor. Katharcılar on ikinci yüzyıl Fransa'sında Papa III. Innocentius onlara karşı bir haçlı seferi başlatıncaya ve (yarım milyon dolayında insanın öldürüldüğü kırk yıllık bir savaştan sonra) tarihten neredeyse silininceye dek varlık gösterdiler. Bununla birlikte, Gnostisizm ortadan kalkmadı. Varlığını sürdürdü ve –Gnostik geleneklere ilişkin usta işi bir incelemenin yazarı olan Hans Jonas'a göre– Martin Heidegger'in felsefesi de içinde olmak üzere beklenmedik birçok kılıkta ortaya çıkarak kendini yeniden yarattı.[11]

Ne var ki, Hıristiyanlık tarihi boyunca tekrar tekrar çıkan binyılcılık salgınlarında yeniden baş gösteren Gnostisizm değildi. İyilikle kötülük arasında kozmik bir savaş olduğuna duyulan inançtı. Bu İsa ve müritlerini harekete geçirmiş olan bir inançtı ve Zerdüşt'ün ikici dünya görüşünü yineliyordu. Zerdüşt'ün dünya görüşü Batı tektanrıcılığı –İslam ve modern siyasal dinler bunun vazgeçilmez birer parçasıdır– üzerindeki biçimlendirici etkisi yoluyla Batı düşünü ve siyasetini büyük ölçüde şekillendirdi. Nietzsche iyilik ve kötülüğün Zerdüşt'ün bir icadı olduğunu söylerken abartıyor olabilirdi ama bütün bütüne yanılmıyordu.

Hıristiyanlık Batı uygarlığının özüne eskatologyayı aşıladı ve Augustinus'a rağmen bu zaman zaman yeniden ortaya çıktı. On birinci ve on altıncı yüzyıllar arasında İngiltere ve Bohemya'da, Fransa ve İtalya'da, Almanya ve İspanya'da ve Avrupa'nın daha başka birçok yerinde binyılcı inançların esinlediği hareketler boy gösterdi. Bu hareketlere ilgi duyan insanlar ister savaş, veba ya da ekonomik zorluklardan etkilenmiş olsunlar, ister olmasınlar, bu hareketler kendilerini artık tanıyamadıkları ya da özdeşleşemedikleri bir toplumda bulan topluluklar arasında gelişti. Bunlar arasında en olağandışı olanı birkaç yüzyıl boyunca Avrupa'nın birçok yerine yayılmış bir pir ve müritler ağı olan Özgür Ruh Kardeşliği'ydi.[12] Özgür Ruh bir Hıristiyan heretikliğinden ibaret olmayabilirdi. Özgür Ruh'un kimileyin Beghardlar ya da kutsal dilenciler olarak bilinen müritleri on ikinci yüzyılda İspanya'da ve daha başka yerlerde benzer heterodoks inançlar vaaz eden Sufilerinkine benzer giysiler giyiyorlardı ve Özgür Ruh aynı zamanda hâlâ varlık gösteren ve hiçbir zaman yalnızca Hıristiyan olmayan Gnostik geleneklerden esinlenmiş olabilirdi. Her durumda, Özgür Ruh Kardeşleri –Hıristiyan ya da Müslüman– her şeyden önce ortalama bir anlayışın ötesindeki bir deneyim türüne eriştiklerine inanan gizemcilerdi. Bu aydınlanma, Kilise'nin sandığı gibi, inançlının yaşamında Tanrı tarafından bir lütuf olarak bahşedilmiş ender bir olay değildi. Bunu deneyimlemiş olanlar günaha girmekten âcizdi ve –kendi gözlerinde– artık Tanrı'dan ayırt edilemezlerdi. Sıradan insanlığı sınırlayan ahlaksal bağlardan kurtulduklarından, istediklerini yapabilirlerdi. Bu tanrısal bir biçimde ayrıcalıklı olma duygusu tüm yerleşik kurumların –yalnızca Kilise'nin değil, ailenin ve özel mülkiyetin de– tinsel özgürlüğün önünde bir engel olarak mahkûm edilmesi biçiminde ifade edilmişti.

Bu tür gizemci inançların uygulamada büyük bir etkisinin olmayabileceği düşünülebilir. Aslında, yaklaşmakta olan bir Ahir Zaman'la ilgili binyılcı inanışlarla etkileşerek geç Ortaçağ Avrupası'nın birkaç yerindeki köylü ayaklanmalarını körüklemekte yardımcı oldu. Bu patlayıcı karışım Almanya'nın kuzeybatısındaki Münster kentinde bir komünizm deneyimine yol açtı. On altıncı yüzyıl başlarına gelindiğinde, Avrupa'nın çeşitli yerlerinde Katolik Kilisesi'ni yerinden eden Reformasyon, teolojisi, ortaya çıkmakta olan modern devlete itaati işaret eden Luther'in ya da kilisenin yönetimindeki katı kurumlarda ısrar eden Calvin'in tasavvur etmediği kadar köktenci mezhepler doğurmaktaydı. Bunlar arasındaki başlıca mezhep ilk Hıristiyanlığın öğretilerini geri getirmeyi amaçlayan bir hareket olan Anabaptistlerdi. Bu hareketi oluşturan mezhepler inançlının Kilise'yi ve baskın toplumsal düzeni reddinin bir simgesi olarak ikinci bir vaftiz uygulamasını teşvik ettiler. 1534 başlarında Anabaptistler, çok sayıda vaizin, rahibenin ve halktan insanın Anabaptistliği benimsemesini sağladıktan sonra, ilk silahlı ayaklanmalarını gerçekleştirdiler ve Münster belediyesiyle pazar yerinin denetimini ele geçirdiler. Bu kent Anabaptistlerin bir kalesi oldu. Yakın kentlerdeki Anabaptistler buraya akın ederken, Lutherciler de buradan kaçtılar. Dünyanın geri kalanının Paskalya'dan önce yıkılacağı ama Münster'in kurtulup Yeni Kudüs olacağı ilan edildi.
Münster İsyanı'nın lideri Jan Bockelson veya Leidenli Jan

Katolikler ve Lutherciler kovuldularsa da kalanlar kent meydanında yeniden vaftiz edildiler. Katedral yağmalandı ve buradaki kitaplar yakıldı. Sonra, Kutsal Kitap dışındaki tüm kitaplar yasaklandı. Ortak mülkiyet yolunda ilk adımlar atıldı. Para, altın ve gümüşün bütünüyle devredilmesi gerekmişti. Evlerin kapıları her zaman açık tutulmalıydı. Eski bir terzi çırağı olan Jan Bockelson'ın önderliğinde (Leidenli Jan olarak bilinir) bu önlemler daha ileri götürüldü. Özel mülkiyet yasaklandı ve çok çeşitli suçlar için ölüm cezasının yanı sıra iş denetimi getirildi. Kocalarına itaat etmek istemeyen kadınlar ölüme mahkûm edilebiliyordu; zina işleyenler de öyle, ki bu Anabaptist topluluktan olmayan biriyle evlenmeyi de kapsıyordu. Bu püriten rejim uzun sürmedi. Bir tür çokeşlilik yürürlüğe girdi ve buna göre bir kadının evlenmemesi ölümle cezalandırılacak bir suçtu. Bu da uzun sürmedi; bazı kadınlar buna uymayı kabul etmediler ve idam edildiler. Sonrasında, kolayca boşanmak olanaklı oldu ve bu bir çeşit özgür aşka yol açtı.

1534 yılı sonbaharında Bockelson kendini Münster kralı ilan etti. Kendini yalnızca dünyevi bir hükümdar olarak değil, dünyanın son günlerine başkanlık eden bir Mesih olarak da görüyordu. Jakobenlerin örnek alacakları bir yenilik olarak sokak ve yapılara yeni adlar verdi ve yeni bir takvim yürürlüğe koydu. Bu yeni düzenin ilk günleriyle birlikte kadınların ön sırada geldiği idamlar başladı. Artık kent Kilise'ye bağlı güçlerin ağır kuşatması altındaydı ve halk açlık çekiyordu. Bockelson açlıktan kırılan tebaasının dikkatini başka yöne çekmek için göz kamaştırıcı kutlamalar –yarışlar, danslar ve tiyatro oyunları– yapılmasını emretti. Aynı zamanda izinsiz toplantıları yasakladı. Açlık devam etti ve 1535 Haziran'ında kentin savunma sistemi kırıldı. Bockelson yakalandı. Halk önünde aylarca küçük düşürüldükten sonra kent meydanında kızgın demirle işkence edilerek öldürüldü.

Münster'de Leidenli Jan'ın kurduğu dinerkil–komünist rejim binyılcılığın tüm işaretlerini taşır. Norman Cohn binyılcı mezhep ve hareketleri beş ayırt edici özelliği olan bir kurtuluş düşüncesine bağlı olarak tanımlar: İnançlılar topluluğunun yararlanması bakımından ortaklaşadır; cennetten ya da öbür dünyadan çok yeryüzünde gerçekleşmesi bakımından dünyevidir; yakında ve ansızın ortaya çıkacak olması bakımından ufuktadır; yeryüzündeki yaşamı iyileştirmenin yanı sıra dönüştürmesi ve kusursuzlaştırması bakımından bütünseldir; gelişinin tanrısal aracılıkla olması ya da gerçekleşmesi bakımından mucizevidir.

Jakobenlerden başlayarak modern devrimciler bu görüşleri paylaştılar ama binyılcılar dünyayı ancak Tanrı'nın yeniden yaratabileceğine inanırken, modern devrimciler bunun ancak insanlık tarafından yeniden biçimlendirilebileceğini düşündüler. Ortaçağ'da inanılan her şey kadar inandırıcılıktan uzak bir anlayıştır bu. Belki de bundan dolayı her zaman bilimin yetkesine sahip bir şey olarak sunulmuştur. Modern siyaseti insanlığın ezeli günahlardan bilginin gücü sayesinde kurtulabileceği düşüncesi gütmüştür. En köktenci biçimleriyle bu inanç, son iki yüzyılı tanımlayan devrimci ütopyacılık deneylerine payanda olmuştur.

Dipnotlar
[2] E. M. Cioran, History and Utopia, Londra, Quarter Books, 1996, s. 81.
[3] Norman Cohn, The Pursuit of the Millennium: Revolutionary Millenarians and Mystical Anarchists of the Middle Ages, Londra, Secker and Warburg, 1957; bütünüyle gözden geçirilmiş basım, Londra, Paladin, 1970. Cohn'un Ortaçağ'daki binyılcılığı yorumlayışı David Nirenberg tarafından eleştirilmiştir: Communities of Violence: Persecution of Minorities in the Middle Ages, Princeton NJ, Princeton University Press, 1996, s. 3–4.
[4] R. H. Crossman (ed.), The God that Failed, New York ve Chichester, Sussex, Columbia University Press, 2001; ilk basım, Hamish Hamilton, Londra, 1950. Bu kitapta Arthur Koestler, Ignazio Silone, Richard Wright, Andre Gide, Louis Fischer ve Stephen Spender'ın makaleleri bulunmaktadır.
[5] Jonathan Spence'in parlak çalışmasına bakınız: God's Chinese Son: The Taiping Heavenly Kingdom of Hong Xiuquan, Londra, Harper Collins, 1996, s. xix.
[6] Age, s. xxi.
[7]Olağan algı örüntülerindeki bozulmaya bir yanıt olarak binyılcı hareketler üzerine bir çalışma için, bkz. Michael Barkun, Disaster and Millennium, New Haven, Yale University Press, 1974.
[8] Bunun Hıristiyan kökeni konusunda çok engin ve tartışmalı bir yazın vardır. Bununla birlikte, İsa'nın karizmatik bir Yahudi öğretmen olarak portresi için, bkz. Geza Vermes, Jesus the ]ew: A Historian's Reading of the Gospels, Londra, William Collins, 1973. Yeniden basımı için, bkz. Fortress Press, Philadelphia, 1981. İsa'nın doğumuna ilişkin bir inceleme için, bkz. The Nativity: History and Legend, Londra, Penguin, 2006. A. N. Wilson kendi kusursuz kitabında İsa'nın Vermes'dekine benzer bir portresini çizmektedir: Jesus, Londra, Pimlico, 2003. Eskatologya inanışının İsa'nın öğretisindeki önemli rolünü görmek için, bkz. Norman Cohn, Cosmos, Chaos and World to Come: The Ancient Roots ofApocalyptic Faith, 2. basım, New Haven ve Londra, Yale University Press, 1995, 11. Bölüm.
[9] Albert Schweitzer, The Quest for the Historical Jesus, New York, Dover, 2006, s. 369. Schweitzer'den bu bölümü Philip Rieff ölümünden sonra yayımlanmış olan güzel kitabında alıntılamıştır: Charisma: The Gift of Grace, and How it Has Been Taken Away from Us, New York, Pantheon Books, 2007, s. 69.
[10] Zerdüşt'ün aydınlıkla karanlık arasındaki savaşın sonucunun belirsiz olacağına inanmış olabileceği konusunda, bkz. R.C. Zaehner, The Teachings of the Magi, Oxford, Oxford University Press.
[11] Hans Jonas, The Gnostic Religion, 2. basım, Boston, Beacon Press, 1963, 13. Bölüm, s. 320–340. Gnostisizm'e ilişkin başka sağlam görüşler için, bkz. Kurt Rudolph, Gnosis: The New Nature and History of Gnosticism, San Francisco: HarperCollins, 1987; Elaine Pagels, The Gnostic Gospels, New York, Random House, 1989.
[12] Özgür Ruh heretikliğine ilişkin genel bir değerlendirme için bkz. Cohn, The Pursuit of the Millenium, özellikle 8. ve 9. bölümler. Cohn'un Özgür Ruh'a ilişkin anlatısı Robert E. Lerner tarafından eleştirilmiştir: The Heresy of the Free Spirit in the Later Middle Ages, Notre Darne, University of Notre Dame Press, 1991.
[13] Cohn, The Pursuit of Millenium, s. 13.

Kara Ayin, John Gray, Çev. Bahar Tırnakçı, Cogito, YKY, s. 14-26

4 Nisan 2019 Perşembe

Sağcı ve Solcu Sekterler Üzerine

Sağcı ve Solcu Sekterler Üzerine



Paul Freire
Fanatizmle beslenen sekterlik her zaman hadım edicidir. Eleştirel bir ruhla beslenen radikalleşme ise daima daha yaratıcıdır. Sekterlik gizemlileştirir ve böylece de yabancılaştırır; radikalleşme eleştirir ve böylece de özgürleştirir. Radikalleşme kişinin seçmiş olduğu tavra artan bir bağlılığı içinde barındırır ve böylelikle somut, nesnel gerçekliği dönüştürme çabasına daha sıkı angaje olmayı getirir. Buna karşılık gizemlileştirdiği ve irrasyonel olduğu için sekterlik gerçekliği sahte (ve bu nedenle de değiştirilemez) bir "gerçeklik"e dönüştürür.

Sekterlik hangi siyasi kampta olursa olsun, insanlığın kurtuluşuna bir engeldir. Sağcı versiyon ne yazık ki, her zaman doğal karşıtına yani devrimcinin radikalleşmesine yol açmaz. Devrimcilerin sağın sekterliğine karşılık verirken gericileşmesi hiç de ender değildir. Bununla birlikte bu olasılık radikalin, elitlerin uslu bir piyonu haline gelmesine yol açmamalıdır. Özgürleşme sürecine giren radikal, ezenin şiddeti karşısında radikal kalamaz.  

Öte yandan radikal, asla bir öznelci değildir. Onun için öznel olan, ancak nesnel olanla (analizinin nesnesini oluşturan somut gerçeklik) ilişkisi içinde varolur. Böylelikle öznellik ve nesnellik, eylemle bir dayanışma içinde bilgi üreten bir diyalektik birlik oluştururlar. Bunun tersi de doğrudur.


Sektere gelince, savları ne olursa olsun irrasyonelliğinin körleştirdiği sekter, gerçekliğin dinamiğini algılamaz (veya algılayamaz) veya gerçekliğin dinamiğini yanlış yorumlar. Diyalektik düşündüğünde de bu, “evcilleştirilmiş” bir diyalektik'tir. Sağcı sekter (ben onlara eskiden "doğuştan sekter" derdim) tarihsel süreci yavaşlatmayı, tarihi 'evcilleştirme'yi ve böylelikle insanları evcilleştirmeyi ister. Sekterleşmiş solcu, gerçekliği ve tarihi diyalektik olarak yorumlamaya kalkıştığı zaman tamamen yolunu şaşırır ve asli olarak kaderci görüşlere düşer.

Sağcı sekter, solcu sekterden şöyle ayrılır: Sağcı sekter bugünü evcilleştirmeye kalkar. Öyle ki yarın, bu evcilleştirilmiş bugünü yeniden üretecektir (umduğu budur).  Solcu sekter ise yarının önceden kurulmuş olduğunu düşünür –bir tür kaçınılmaz kader, kısmet veya akıbet.  Sağcı sekter için geçmişe bağlanan “bugün”, verili ve değişmezdir. Solcu sekter için 'yarın' önceden kararlaştırılıp ilan edilmiş, kaçınılmazcasına önceden hükmedilmiştir. Bu sağcı da bu solcu da gericidir çünkü ikisi de yanlış tarih görüşlerinden yola çıkarak özgürlüğü gözardı eden eylem biçimleri geliştirirler. Birinin 'terbiyeli' bir bugün ve ötekinin önceden belirlenmiş bir yarın tasarlaması olgusu, onların kollarını kavuşturdukları ve seyirci (sağcı sekter bugünün süreceğini umarken, solcu sekter zaten 'bilinen' yarının üstün gelmesini bekleyecektir) haline geldikleri anlamına gelmez. Tersine bu kişiler, kendilerini kaçamayacakları 'kesinlik döngüleri'ne kapatarak, kendi gerçeklerini 'yaparlar'. Bu, yarını kurma mücadelesi veren, bu edimde varolan risklere düşen insanların gerçeği değildir. Bu, yan yana savaşan ve bu yarının nasıl kurulacağını birlikte öğrenen insanların gerçeği de değildir -ki böylesi bir gerçek, yarının insanlara sunulması, onların da alması değildir, yarın onlar tarafından yaratılır. Her iki tip sekter de tarihiaynı ölçüde kendi tekeline alır, tarihi halk olmaksızın tamama erdirir – bu da halka karşı olmanın başka biçimidir.

Kendini 'kendi' gerçeğine kapatan sağcı sekter artık doğal rolünü yerine getirmekten başka bir şey yapamazken, sekter ve katı hale gelen solcu kendi doğasını yadsımış olur. Bununla birlikte her biri 'kendi' gerçeğini anlatırken bu gerçeğin sorgulanması halinde kendini tehdit edilmiş hisseder. Böylelikle her biri 'kendi' gerçeği olmayan şeyleri yalan sayar. Gazeteci Marcio Moreira Alves'in vaktiyle bana dediği gibi: 'Her ikisi de kuşku yokluğundan mustaripler.'

İnsanın özgürleşmesine bağlanan radikal, içinde gerçekliği de hapsettiği bir 'kesinlik döngüsü'nün mahkûmu haline gelmez. Tersine, ne kadar radikalse, gerçekliğe o kadar iyi nüfuz eder; öyle ki, gerçekliği daha iyi tanıyarak daha iyi dönüştürebilir. Yalın haldeki dünyayla karşılaşmaktan, onu işitmekten, o dünyayı görmekten korkmaz. Halkla karşılaşmaktan veya halkla diyaloğa girmekten korkmaz. Kendini, tarihi veya halkı tekeline almış olarak görmez veya ezilenlerin kurtarıcı olarak da görmez. Ama-kendini tarih içinde ezilenlerin safında dövüşmekle yükümlü tutar.


Paul Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, Ayrıntı Yayınları, 1991, İstanbul, s. 18-19

7 Şubat 2018 Çarşamba

Artık Değer ya da Artı-Değer

Artık Değer ya da Artı-Değer


A detailed overview of the work of the famous
American photographer
Lewis Hine (1874 - 1940)
 from the collection of the George Eastman House.
(Plus-Value ou Survaleur, Surplus Value) Sermayenin* değerlenme kuramının temel kavramı, artı-değer diye de adlandırılan artık değerdir. Nicel açıdan artık değer, bir dönem boyunca kapitalist etkinlikten doğan sermaye artışı miktarını belirtir. Sermaye gibi o da değerle ölçülür. Geriye bu
artışın gizemini çözmek kalıyor.

Marx, metaların* normal fiyatları üzerinden; yani, Kapital'in birinci cildinde benimsediği basitleştirici  varsayımlar çerçevesinde, değerleriyle orantılı fiyatlar üzerinden mübadele edildiğini varsayar. Sermayedarlar arasındaki veya sermayedarlarla son tüketiciler arasındaki ilişkilerde tüm metalar bu fiyatlardan mübadele ediliyorsa, görünürde bir artış söz konusu olmaz: değer aktarılır, bir elden diğerine geçer.

Bu noktada Marx, kullanımı değer yaratan özel bir metanın var olduğunu açıklar. Bu, emekçinin işgücüdür. Çalışma kapasitesi bir meta gibi düşünülür; bu da, bir faydaya ve bir değere sahip olduğu anlamına gelir. Satın alanın bakış açısından işgücünün sağladığı fayda, emektir: sermayedar işçiyi çalıştırır. Değeri, onun üretimi için gerekli çalışma zamanıdır. İşçinin satın alabileceği metaların üretimine gereken zaman olarak tanımlanır. Marx'ın "geçim araçları" olarak adlandırdığı malları (ailenin birçok üyesinin çalışabileceğini dikkate alarak, işçi ve ailesi için gerekenler) satın alma gücünü ifade eder. Zaman zaman işgücünün "üretimi" terimi yerine "yeniden üretimi" terimi tercih edilir. Her meta gibi bunun da bir fiyatı vardır: bu ücrettir".


Dolayısıyla artık değerin gizemi işçinin, satın alabileceği malların üretimi için gerekli olandan daha fazla saat çalışmaya yatkın olduğu gözlemiyle açıklığa kavuşur. Bu fazla çalışma saatleri artık değerin
ya da artı-değerin kaynağıdır.

Kapitalizmdeki bu değer yaratma gücü işgücünün özelliğidir. O yüzden Marx bu gücü satın almaya
hizmet eden sermaye bölümünü "değişir sermaye" olarak isimlendirir; bu çerçevede, hammadde
ya da makine satın almaya yarayanlar gibi öteki sermaye bölümlerine, "değişmez sermaye" adını verir. Artık değer  ile onu yaratan değişir sermaye arasındaki nicel ilişki, artık değer oranıdır: s/v.

Yalnızca tek bir artık değer vardır, fakat iki şekilde artabilir. Sermayedar ile işçi arasındaki güç
ilişkisi, iş günü süresini belirler. Üretimin teknik örgütsel koşulları ve ücretin satın alma gücü verili
ise, artık değer, iş günü süresi uzadıkça artar. Bu Marx'ın "mutlak artık değer" dediği şeydir. Fakat
artık değer işçinin geçim araçlarının üretimi için gerekli çalışma zamanının azalmasından doğan
başka bir yoldan da artabilir: eğer üretim koşullarının dönüşümü işin üretkenliğini artırmışsa (aynı
sürede daha fazla mal) ve işçinin alım gücü, bu artışı işçiye yansıtacak ölçüde artmamışsa. Söz konusu
mekanizma, "göreli artık değer" dir.

Marx, manifaktür ve büyük sanayideki gibi (bkz. İşbirliği) üretim koşullarındaki dönüşümlerin, artık
değeri ve artık değer oranını artırma amacını güttüğü konusunda ısrar eder. Birinci ciltteki bu analizlerdevüçüncü cildin açılımiarına biraz hızlıca bir giriş yapar. Üçüncü ciltte, kapitalistin gerçekte kar* oranını maksimize ettiği, artık değer oranının ise kar oranının belirleyicilerinden yalnızca biri olduğu anlatılır.

Marksizmin 100 Kavramı, Gerard Dumenil vd., Yordam Yayınları, 2013/3, s.20-22

11 Temmuz 2017 Salı

Enternasyonal Marşı Nasıl Doğdu?

Enternasyonal Marşı Nasıl Doğdu?

https://todayinlaborhistory.wordpress.com/category/1880-1889/
Devrimci romantizm havası içinde Eugene Pottier'nin yazdığı Enternasyonal şiiri hakkında çeşitli efsaneler yayılmıştı. Pottier'nin bu şiiri Haziran 1871 'de Paris'te saklanırken yazdığı söylentisi bu romantizmin yığınlardaki ifadesiydi. Gerçekte ise Eylül 1870'te kaleme alınan şiire son şeklini Komun üyesi Gustave Lefrançais verdi ve Pottier, gıyabında ölüme mahkum olduktan sonra Fransa dışına kaçan Lefrançais'ye şiiri ithaf etti. 


1882'de Fransız işçi Partisi kurulduktan sonra, Jules Guesde kuzey Fransa'da propaganda gezileri düzenledi, Lille ve Roubaix bu partinin yığınlar nezdinde en fazla itibar ve güç kazandığı bölgeler oldu. 15 Temmuz 1888'de Fransız işçi Partisi Lille yöneticisi Gustave Delory'nin talebi sonucu Pottier ve Degeyter bir araya geldiler ve ertesi gün Enternasyonal'i besteledi ve Liileli işçiler ilk kez 23 Temmuz günü Sendika Odası'nın düzenlediği bir toplantıda Enternasyonali söylediler.

1928'de II.Enternasyonal'in 6 . Kongresine çağrılan Degeyter, delegeler tarafından coşkuyla karşılandı. Kongrenin açılışında orkestrayı yönetti ve Enternasyonal üç kere coşkuyla söylendi.
Bir kaç yıl sonra Maurice Thorez şöyle yazacaktı;
Degeyter ile 1928'de Moskova'daki karşılaşmamızı hatırlıyorum, Enternasyonal'i çalan orkestrayı yönetirken gözyaşlarını tutamamıştı ve üç kezden sonra orkestra üyeleri kendisini kucaklayarak havaya fırlatmıştı. Ağlamayan kalmamıştı.

Sosyalizm ve Top. Müc. Ansk., Cilt 2, İletişim Yayınları, s. 408

ayrıca bkz.
https://www.youtube.com/watch?v=5DTbashsKic (belgesel)
https://www.youtube.com/watch?v=v85NWc0RIKc (Pete Seeger söylüyor)
https://www.youtube.com/watch?v=0O9hSjYF2Hc (51 dilde Enternasyonal, 14.10'da Türkçe versiyonu var. 16.16'ya kadar sürüyor.)

24 Haziran 2017 Cumartesi

Kurşun Mühürlü Tren- Lenin, 9 Nisan 1917

Kurşun Mühürlü Tren- Lenin, 9 Nisan 1917

Stefan ZWEIG

Lenin konuşma yaparken resmedilmiş.
Eskicinin evindeki adam
İsviçre, ufacık bir barış adası... Birinci Dünya Savaşının azgın dalgaları, habire kıyılarını dövüyor. 1915, 1916, 1917 ve 1918 yılları boyunca bu adacıkta hayat, heyecan dolu bir polis romanını andırır. İki ayrı kampa mensup diplomatlar, otellerin süslü salonlarında, birbirlerini tanımaz oluvermişlerdi. Daha düne kadar, ahbapça briç oynayan, karşılıklı eğlentiler düzenleyen, kendileri değildi sanki. Bu adamların yanına, ne idüğü belirsiz bir alay insanın telâşla girip çıktığı görülüyordu: Milletvekilleri, sekreterler, ataşeler, tüccar takımı, peçeli ya da peçesiz kadınlar… Hepsinin gizli ödevleri vardı. Hele otellerin önünde kimlere, nelere rastlanmazdı ki… Otomobillerle gidip gelen fabrikatörler, ünlü çalgıcılar, gazeteciler; maksatlarını gizlemeye çalıştıkları belliydi.
Gezintiye çıkan ya da bir tur atıp dönen insanlara benzemek çabasındaydılar. Çeşitli memleketlerin flamalarını taşıyan gösterişli arabalar da otellerin çevresinde pinekler dururdu. Haber toplamak, ondan bundan bir şeyler kapmak... Cümlesinin ortak görevi buydu. Kendi halinde görünen adamlar, dünyayı ihtilâle itecek kadar güçlü olabilirler. Bu yüzden, ayakkabı tamircisinin evinde oturan ufak tefek adam hakkında bilgi edinme ve bunu satma gereğini duymadılar. Toplumcu çevreler bile önemli bir bilgi edinmiş değildi. Bildikleri şu kadardı ancak: Bu adam, Londra’ya sığınan Rusların çıkardığı basit, radikal bir gazetenin yazarları arasındaydı, Ayrıca, Petersburg ’da adı bile anılmayan silik bir partinin yöneticisiydi. Tuttukları yolun yanlış olduğunu söyleyen ve sert konuşma alışkanlığında olan bu adamla anlaşmak mümkün değildi. Bu imkânsızlığı, kendi tutumuyla bizzat ispat etmiş durumdaydı. Şu halde, onunla ilgilenmeye değer miydi?

Lenin'in İsviçre'de kaldığı daire*
Arada bir, akşamları, daracık bir kahvede, bir takım işçilerle buluşuyor, görüşüyordu. Ancak, bu toplantılara olsa olsa on beş-yirmi kişi katılmaktaydı. Onların da çoğu toy delikanlılar... Habire çay içen, durmadan çekişen bu insanlarla, aynı davranışı huy edinmiş olan öbür Rus sığıntıları arasında ne fark olabilir ki? Eskicinin evinde oturan tıknaz adama aldırış eden yoktu. Vladimir İliç Ulyanov adını taşıyan bu şahsı ismen tanıyanlar bile öyle azdı ki, koca Zürich’te, hepsini toplasanız ancak otuz-kırk kişi eder. Diyelim ki, elçilikler arasında mekik dokuyan lüks arabalardan biri rastgele onu ezip öldürmüş olsaydı, bütün dünyada Ulyanov ya da Lenin adına kimse öğrenmemiş bulunacaktı.

Gerçekleştirme. . .
1917 Martının on beşinde, Zürich’teki kütüphane görevlisi şaşırıp kaldı. Çünkü saat dokuza gelmiş, kitaplığın en devamlı okuyucusu hâlâ görünmemişti. Her gün, büyük bir intizamla oturduğu yer boştu işte… Saat dokuz buçuk oldu, onu çaldı, nafile. Adam ortalıkta yok. Tükenmez bir okuma hırsıyla dolu olan bu adam, bir daha kütüphaneye ayak basmayacaktı. Hâlbuki adam, o sabah da, her gün olduğu gibi, kitap okumak üzere yola düşmüştü ama bir Rus önüne çıkmış, Rusya’da ihtilâl olduğunu ona heyecanla bildirmişti. İnanmalı mıydı buna? Lenin, tereddüt içindeydi. Aldığı haberin dehşeti, onu sersemletmişti. Çok geçmeden kendisini toparladı. Kısa adımlarla, fakat sert bir yürüyüşle göl kenarına doğru ilerlemeye başladı. Gazete satıcısının ve matbaanın önünde bıkıp usanmadan beklemeye koyuldu. Saatler ve günler geçiyordu. Haber doğruymuş meğer. Hemen her gün yeni gelişmeler de olmakta. İnanılır gibi değil. Hükümet değişikliği ile ilgili söylentiler, Çarın tahttan alaşağı edilmesi, karma bir kabinenin işbaşına geçmesi, Duma Meclisi, bağımsız ve özgür bir Rusya, siyasî hükümlüler için genel af haberleri… Bütün bunlar, birbirini kovalayıp duruyordu. Yıllar yılıdır hayalini kurduğu şeyler. Bu uğurda neler gelmemişti başına. Yirmi yıldan beri zindanlar, Sibirya fasılları, sürgünler… Beslediği fikirler gerçekleşmekteydi işte. Adam düşünüyor; savaşta telef olan milyonlarca kişi, boşuna can vermemiş meğer. Harcanan gayretler, sonuçsuz kalmadığına göre... Ölenler, yok yere telef olmamışlar. Yeni bir özgürlük ve adalet ülkesi doğuyor işte. Bu uğurda ölmüş olanlar, kutsal şehitlerdir. Adam, belki ilk defa serinkanlılığını, kaybetmiş durumda. Kendinde değil sanki. Hâlbuki o, kendine daima hâkim olmasını bilmiştir. Her şeyi, kılı kırka yararcasına hesaplamak huyudur.

Sarhoşa dönen yalnız o mu? Cenevre’de, Lozan’da ve Bern’de sığıntı olarak bir takım odalarda barınan yüzlerce Rus, aynı duygularla, sevinç içinde. Rusya’ya dönebilecekler artık. Sahte evraka, takma adlara da ihtiyaç yok. Çarın hükmettiği bir memleket değil artık Rusya. Dönüşte, ölüm tehlikesiyle burun buruna gelmek yok. O, eskidendi. Şimdi özgür bir vatandaş olarak, özgür bir yurda dönecekler. Hazırlık başladı bile. Hepsi, birkaç süflî parçadan ibaret eşyasını toplamakla meşgul. Gazetelerde, Gorki’nin hani şu meşhur mesajı: «Memleketinize dönün!» Mektuplar, telgraflar gırla gidiyor. Yurdunuza, yurdunuza! Toplanarak, birleşerek… Uğrunda her şeylerini verdikleri, verecekleri bir eser var ortada: Kendi eserleri olan ihtilâl. İşe yeniden koyulmak gerekiyor. Hayatlarını adayarak.

... Ve hayâl kırıklığı
Ancak, aradan birkaç gün geçtikten sonra hepsini şaşkına çeviren, dehşetli bir haber yayılıyor: Rusya’daki ihtilâl, meğer sandıkları gibi bir ihtilâl değilmiş. Halkın ayaklanmasıyla ilgisi yok. Taşıdığı nitelik başka: Saray içinde, sadece Çara karşı yapılmış bir darbe! Maksat, Çarı bertaraf etmek ve Almanya ile barış yapılmasını önlemek. Bu uğurda, İngiliz ve Fransız siyasetçileri tarafından düzenlenmiş bir plân. Bu, kendilerini adadıkları, uğrunda ölmeyi seve seve göze aldıkları ihtilâl değil, tam aksine bir hareket; kendi plânlarını yürütmek isteyen savaş taraftarlarının, emperyalistlerin ve generallerin ortak dalaveresi.

Lenin ve ötekiler, nihayet anlıyorlar: Gerçek ve köklü bir ihtilâl yok ortada. Yapılan hareket, Karl Marx ihtilâlinden yana olanların tasarladıkları cinsten değil. Hatta öğreniyorlar ki, Milyukov ve öbür liberaller, gerçek ihtilâlcilerin yurda dönmesini engellemekle görevlendirilmişlerdir. Emirlere uymasını bilenler, bu arada Plehanov, Londra’dan törenle yolcu edilmekte ve bir savaş gemisine bindirilerek yurduna dönebilmektedir. Bunlar, savaşın uzamasını temin hususunda faydalı olabilecek sosyalistlerdir. Derhâl Petersburg’a gönderiliyorlar. Fakat Troçki, İngiltere’nin Halifax’ında alıkonuyor. Öbür radikaller de sınırlarda… İtilâfçı devletlerin giriş-çıkış kapılarında, Üçüncü Enternasyonal’e katılanların tomar tomar listeleri var. Lenin’in ümitleri zayıflamıştır. Petersburg’a telgraf üstüne telgraf çekiyor. Fakat telgrafların yerine vardığı çok şüpheli. Tapunun da icabına bakılıyor. Zürich’te kimsenin haberi yok, Avrupa’da da olsa olsa birkaç kişi biliyor. Vladimir İliç diye anılan Lenin kuvvetli, enerjik, hedefe bağlı bir adamdır ve büyük bir tehlike kaynağıdır. Bunu, bir de Rusya biliyor.

Oldukları yerde çakılıp kalan bu topluluklar, uçsuz bucaksız bir ümitsizliğe kapılmıştır. Londra, Paris ve Viyana’da uzun yıllardır kongreler yaptılar, ihtilâlin plânlarını düzenlediler. Bütün teferruat görüşüldü, uzun boylu tartışıldı. Gazeteler yayınladılar. Böyle bir davranışın zorluklarını, risklerini ve sonuçlarını hem teorik, hem de pratik yönden ortaya koymaya çalıştılar. Hele bu adamın hayatı, hep bunlarla geçti. Bir belirli fikir üzerinde kafa patlattı. Tasarladığı şeyi kesin olarak biçimlendirmeye çalıştı. Şimdi de İsviçre’den çıkmasına izin vermiyorlar. Bu yüzden onun çok değer ve önem verdiği ihtilâl, bu kutsal fikir, bir takım kimseler tarafından perişan bir hale getirilebilecek; yabancıların yararına kullanılacak ve amaç kaybolacak. Lenin’in içinde bulunduğu şu durumla, Hindenburg’un -bir önceki savaş başında- kaderi birbirine benzer. Hem de garip bir şekilde sen kırk yıl, Rusya seferiyle ilgili manevralar yap, tecrübeler edin; sonra, harekete geçilince, sırtında sivil elbise, evinde otur, bu görevi üzerlerine alan generallerin hata ve sevaplarını, ufacık bayraklarla, haritalardan izlemek zorunda kal. Her zaman katı bir gerçekçi ve sapsağlam bir görüş sahibi olan Lenin ümitsiz günler yaşamaktadır. Bazen kendini delice düşüncelere kaptırdığı oluyor. Almanya ve Avusturya üzerinden geçip gitmek üzere acaba bir uçak kiralayamaz mı? Bunu tasarlıyor. Ancak, kendisine kim yardım eli uzatır? Biri uzatmıştı ama sonradan casus çıktı o da. Kaçıp gitmek için, göze almayacağı şey yoktur artık. Oturuyor, bir mektup yazıyor; İsveç’teki tanıdıklarından, kendisine bir İsveç pasaportu temin edilmesini istemektedir. Sorgu sualden kurtulmak için de dilsiz taklidi yapmayı kafasına koymuştur. Fakat gece kurduğu şeyler, sabahleyin, gün ışığında, uygulama imkânından mahrum plânlar haline geliyor. Bununla beraber, bildiği yalın bir gerçek var: Olumlu bir ihtilâlin başarılması için Rusya’ya dönmesi şart. Siyasî dolaplarda iş yok. Üstelik derhâl dönmesi lâzım Rusya’ya… Ne pahasına olursa olsun…

Almanya geçit vermez mi?
İsviçre, bilindiği gibi, İtalya, Fransa, Almanya ve Avusturya ile çevrilidir. İhtilâlci Lenin’in, itilâf devletleri topraklarından geçmesi de yasaklanmıştır. Rus uyruklu olduğu, yani düşman sayıldığı için, ne Almanya’dan, ne de Avusturya’dan geçmesine izin verilir. Ama ortada, dehşetli bir gerçek var: Lenin, Milyukov Avusturyasından ya da Poincares Fransasından değil, ama Kaiser Wilhelm Almanyasından pekâlâ anlayış bekleyebilir. Amerika’nın savaşa katılması, gün meselesi. Onun için, Almanya, Rusya ile barış yapmak isteyecektir. Bir Rus ihtilâlcisi, gerek İngiliz, gerek Fransız elçileri için güçlük kaynağıdır. Almanya bakımından ise, durum tam tersine.

Yalnız, Lenin’i düşündüren bir şey var: Sorumluluk. Yazılarında, Kaiser Almanyasına habire sayıp sövmüştür. Şimdi onunla ilişki kurmaya çalışmak nasıl karşılanır? Belirli ahlâk kuralları var. Savaş sırasında, karşı ülkeye ulaşmak için, düşman genelkurmayından izin istemek suretiyle hasım topraklardan geçmek... Bunu, ihanetin daniskası sayarlar. Lenin, bu kanaldan gidecek olursa, hem partisini güç duruma düşürecek, hem de kendisi lekelenecek. Ondan şüphe edecekler. Onu Alman ajanı sanacaklar. Zannedilecek ki, onu Almanlar Rusya’ya gönderdiler. Töhmet altında kalacak. Hele barış gerçekleşecek olursa, Rusya’nın zafere ulaştıktan sonra kavuşacağı barışı engellemekle itham edilecek. Tarihe böyle geçecek bu. Lenin, hepsini biliyor. Başka çare bulamadığı takdirde bu kanaldan harekete geçmek zorunda kalacağını söylediği zaman, mutedil ihtilâlcilerin yanı sıra, kendisiyle aynı kafada olanların çoğu da ürpermiştir. Lenin’i uyarmaya çalışarak, İsviçreli Sosyal-Demokratların tutumundan söz açmışlardır. Esir değişimi arasında, Rus asıllı ihtilâlcilerin geri gönderilmesini temin etmek üzere resmen teşebbüse geçmişler. Fakat Lenin bu yolun çok uzun süreceğini ezbere bilmektedir. Ayrıca, Rus Hükümeti, Lenin’in yurda dönüşünü kösteklemek için sebepler yaratacak, elinden geleni yapacaktır elbet. Şu halde, geçip giden günlerin ve saatlerin önemi büyük. Ötekiler, Lenin kadar şüpheci değil. Cesaretleri de daha kıt. Lenin’in gözü, hedeften gayrı bir şey görmüyor. Çevresindekiler, hıyanet sayılacak bir harekette bulunulmasından düpedüz ürküyorlar. Lenin, artık her şeyi göze almıştır. Kendi sorumluluğu altında, şahsı adına Alman Hükümetiyle temasa geçiyor.

Anlaşma
Lenin, bu buharlı lokomotifin çektiği trenle Rusya'ya döndü,
şu anda Finlandiya İstasyonunda daimi sergide bulunuyor.
https://en.wikipedia.org/wiki/Vladimir_Lenin#/media/File:Locomotive_293.jpg
Atılan adım tehlikelidir. Çıkarılacak dedikoduları hesaba katan Lenin, temaslarda gizlilikten mümkün olduğu kadar kaçınıyor. İsviçre Esnaf Derneği Sekreteri Fritz Platten, Lenin hesabına Alman Elçiliğine giderek şartları sıralıyor. Bu ufak tefek, ne idüğü belirsiz milliyetçinin koştuğu şartlar, rica niteliğinde olmaktan uzaktır. Gelecekteki otoritesini önceden sezinlemiş gibi. Şartlar: Vagonların hükümranlık hakkı zedelenmeyecek. Yol boyunca, pasaport kontrolü filân yok. Normal tarifeye uygun olarak, ücretlerini kendileri ödeyecekler. Ne emirle, ne de kişisel istekle vagondan dışarı çıkılmayacak. Ancak bu şartlar kabul edildiği takdirde, yolcular. Alman Hükümetinin yardımını reddetmeyeceklerdir. Bakan Romberg, aldığı teklifi Rudendorf’a aksettiriyor. General, daha sonra, anılarında, bu konuya hiç değinmemeyi uygun görecek, verdiği kararların belki en önemlisi hakkında tarihi aydınlatmayacaktır. Alman elçisi, teferruatta bazı değişiklikler yapılmasına taraftardır. Çünkü Lenin’in düzenlediği protokol, hiç de acemice değil. Aynı trende, Ruslarla birlikte bazı Avusturyalıların da -meselâ Radek- kontrolsüz yolculuk edebilmesi sağlanmaktadır. Ne var ki, aceleci olan sadece Lenin değildir. Alman Hükümetinin de kaybedecek vakti yok. Çünkü Amerika Birleşik Devletleri, 5 Nisan günü Almanya’ya karşı harp ilân etmiş bulunmaktadır.

Fritz Platten, 6 Nisanda neticeyi öğreniyor: «Bu iş, teklif edilen şekle uygun olarak karara bağlanmıştır.»

9 Nisan 1917 günü, saat tam üçte, Zaehringer Hof Lokantasında karın doyurduktan sonra yola çıkan pejmürde giyimli küçük bir topluluk, Zürich istasyonuna yönelmiştir. Kadınlar ve çocuklar dâhil, hepsi otuz iki kişi. Bu topluluktan sadece üç erkeğin adı, ileride unutulmayacaktı: Lenin, Zinovyev ve Radek.

Yemeklerini, hep birlikte, teklifsizce yediler. Sonra, bir tutanak düzenleyip imzaladılar. Bu belgede, Petit Parisien adlı gazetede yayınlanmış bir haber metnini hepsinin bildiği kayıtlıydı. Bu haberde belirtildiğine göre, yeni kurulan geçici Rus Hükümeti, Almanya’dan geçip gelenleri vatan haini sayacaktı. İmzaladıkları belgede, bu yolculuktan doğacak her türlü sorumluluğun kendilerine ait olacağı da ayrıca yazılıydı. İmzalar eğri büğrüydü ve çoğu kitap harfleriyle atılmıştı. Yolculukta, Lenin’in bu katarda olduğunu öğrenenlerden kendisiyle görüşmek isteyenler oluyor. Lenin buna kesinlikle yanaşmıyor. Bu olaydan sonra, bir başka teşebbüs: Sosyal-Demokratlar, kendileriyle anlaşma yapmak istiyorlar ve ret cevabı alıyorlar. Lenin biliyor ki, Alman topraklarında herhangi bir Almanla konuşmak, şüphelerin en azametlisini üzerine çekmek olacak. Tren İsveç’ten geçerken, bayağı törenle uğurlanıyorlar. Yolcular, açlıktan perişan durumdadırlar. İsveç topraklarındaki mola sırasında kurulan sofraya aç kurtlar gibi saldırıyorlar. İşte, burada Lenin, dağ fotinlerini çıkarıyor ayağından. Bir çift yeni pabuç ve birkaç takım hazır elbise satın alıyor. Derken, Rus sınırına dayanıyorlar.

Patlayan mermi
Lenin, monarşileri, din adamlarını ve
kapitalistleri süpürüyor. **
Politik poster.
Rus topraklarına ayak basar basmaz, Lenin’in ilk işi gazetelere sarılmak oluyor. On dört yıllık gurbet hayatından dönüş... Bu süre içinde Rus toprağına hasret kalmış, Rus bayrağını ve askerlerini hiç görmemişti. Fakat kaskatı bir irade sahibi olan mefkûreci, çevresindekilere uyup ağlamıyor. Kadınlar askerleri kucaklıyorlar. Askerler şaşkın. Lenin hiç oralı değil. Varsa yoksa gazeteler. Önce Pravda’ya saldırıyor. Kendi gazetesi bu. Enternasyonalist görüşe gene eskisi gibi bağlı mı acaba? Biraz sonra buruşturup atıyor gazeteyi. Hayır, onun istediği bu değil. Katıksız bir ihtilâlci zihniyeti yerleşmemiş hâlâ. Lenin, tam vaktinde gelmişim, diye düşünüyor. Direksiyonu ele almalı. Ya ölüm, ya zafer… Hayır. Kendi fikirlerini yayması, aşılaması gerekiyor. Bu fikirlerin özü yaşamaktır. Ya başarıya ulaşamazsa? Huzursuzluğun ve korkuya kapılmanın âlemi yok. Milyukov, kendisini elbet yakalatıp deliğe tıkmak isteyecek. Hem de Petrograd’dayken. -Şehrin adı henüz Petrograd’dır ama yakında değişecektir.- Kendisini karşılamaya gelen birkaç yakını ile trende, bir arada şimdi. Tepelerinde cılız bir ışık. Üçüncü mevki vagonun alaca karanlığında, Kamenev ve Stalin’le karşı karşıya oturuyorlar. Her ikisinin de yüzünde hafiften, oldukça garip bir gülümseme. Soruları, cevapsız kalıyor. Karşılık vermekten kaçınıyorlar sanki. Ama çok geçmeden, beklediği cevabı gerçeğin ta kendisinden alacaktır. Tren, bu sırada Petrograd’ın Finlandiya istasyonuna girmiştir. Binlerce işçi, koskoca meydanı tıklım tıklım doldurmuş. Silahlı şeref birlikleri, sürgünden dönen adamı sabırsızlıkla bekliyor. Bir ağızdan Enternasyonal marşını söylüyorlar. Daha birkaç gün önce bir eskicinin evinde oturan adam, Vladimir İliç Ulyanov, trenden inince, eller üstünde buluyor kendini ve soluğu bir zırhlı arabada alıyor. Kaleden ve evlerden akseden projektör ışıkları altında Lenin halka ilk söylevini vermektedir. Heyecan öyle taşkın ki, yer yerinden oynuyor sanki. Bu suretle «Dünyayı sarsan on gün» başlamış oluyor

Mermi böyle patladı. Hem bir ülkenin hem de bir âlemin altı üstüne geldi.


Stefan ZWEIG, Kurşun Mühürlü Tren, Lenin, 9 Nisan 1917
Çeviren: Metin Akand

Bu kitap ilk kez 1966 yılında İzmir’de Halkın Sesi Matbaasında basılmış ve Kovan Kitabevi tarafından yayınlanmıştır.
Metinde, anlam belirsizliklerini gidermek amacıyla sınırlı sayıda düzeltme yapılmıştır.
ePub düzenleme ve kapak tasarımı: BZ Yayın, Haziran 2014.

.............................

15 Haziran 2017 Perşembe

Marksizm Nedir?

Marksizm Nedir?

Neil Faulkner

Marksizm kimi zaman Alman felsefesi, Fransız sosyalizmi ve İngiliz iktisadının bir bileşimi olarak sunulur. Bu doğru ama eksiktir. Marksizmi pratikten kopuk, yalnızca teorik bir mesele olarak ele alır, yani özünü tamamen gözden kaçırır.

Marksizmin temel fikirlerini, 1843-47 arasında Karl Marx (1818-83) ile Friedrich Engels (1820-95) formüle etti. Onların ortak çalışması, düşünce alanında, bilimde Isaac Newton, Charles Darwin, Sigmund Freud ve Albert Einstein’ın başarılarıyla karşılaştırılabilecek bir devrimi temsil ediyordu. İnsan toplumunun bütününü anlamak için tümüyle farklı bir paradigma yarattılar. Ama düşünsel devrimlerinin öznesinin tam da insan toplumu olmasından ötürüdür ki laboratuvarları, içinde yaşadıkları toplumsal dünya olmak zorundaydı. Marx ile Engels’in o zamanın kitle mücadelelerine katılmış faal devrimciler olması, Marksizmi mümkün kılmıştı.


Özellikle de fikirlerini, 1848 devrimlerinin siyasi ateşinde sınayıp iyice geliştirdiler. Marx, Köln’de yayınlanan devrimci gazete Rheinische Zeitung’un editörlüğünü yapmıştı. Engels, Prusya’nın işgal ettiği Renanya Palatinliği’ni savunarak devrim ordusunda askerlik yapmıştı. 1849’da devrimin yenilmesiyle her ikisi de sürgüne gitmek zorunda kaldılar.

Marx ile Engels, felsefe, toplum ve iktisat hakkındaki çağdaş fikirleri alıp bizzat tecrübe ettikleri somut gerçeklik temelinde bunları dönüştürdüler. Marksizmi “materyalist” [maddeci] olarak tarif etmek bu anlamda doğrudur (karşıtlık “idealizm”ledir –deneyime dayanmayan ve uygulamada başarıyla hiç sınanmamış teoriler).

Her ikisi de Alman felsefesi eğitimi almıştı. Diyalektik anlayışı Marksizmde çok önemli bir yer tutacak Georg Hegel’in (1770-1831) fikirleri o dönemde felsefeye hâkimdi. İki kavrama dayanıyordu: “Bütün şeyler kendi içlerinde çelişkilidir” ve “çelişki, tüm hareketin ve yaşamın kökenidir; bir şey ancak bir çelişki içerdiği sürece hareket eder, itkiye ve etkinliğe sahip olur”.

Hegel’in diyalektiği idealistti. Esasen insan düşüncesindeki değişikliklerle ilgilenen Hegel, özellikle de tarihi, Mutlak Ruh dediği, kendisi ve kendisiyle uyuşmayan gerçeklik arasındaki çelişki sayesinde dünyayı değiştiren yüce fikrin açınımı olarak düşünüyordu. Marx, idealist diyalektiği materyalist bir diyalektiğe dönüştürerek, baş aşağı duran Hegel’i ayakları üzerine oturttu. Vurguladığı nokta basitti: Önem taşıyan çelişkiler, gerçek dünyada var olur, insanların kafasında değil; dolayısıyla, tarihe yön veren, fiilî toplumsal kuvvetlerin çarpışmasıdır. Düşüncenin rolü, bu kuvvetleri anlayarak insan müdahalesinin daha iyi yöneltilmesini ve daha etkili olmasını sağlamaktır.

Gerçek dünyayla uğraşmaya başlamak, içerisinde ortaya çıkan yeni kapitalist ekonomiyi incelemek demekti. İngiliz iktisatçılar kılavuzluk etmişti. Bu açıdan Marx ile Engels üzerinde en fazla etki yapan David Ricardo (1772-1823) idi. Ricardo, kapitalizmin mizacıyla ilgili iki büyük keşif yapmıştı. İlki, “bir metanın değerinin, onun üretimi için gereken göreli emek miktarına bağlı olması” idi. Başka bir deyişle, tüm zenginliğin kaynağı sermaye değil insan emeğidir. İkincisi, “kârlarda bir düşüş olmadan emek değerinde artış olamayacağı”nı fark etmesiydi. Başka bir ifadeyle, emeğin kazancı sermayenin kaybıydı ve bunun tersi de geçerliydi. Ücretlerle kârlar arasında zıt yönlü bir ilişki vardı.
Gelir bölüşümü anlaşmazlığının (sınıf mücadelesinin), kapitalizme içkin olması bunun gereğiydi. Böylelikle Ricardo, sistemin son derece çelişkili ve potansiyel olarak patlamaya hazır olduğunu ortaya koymuştu. Bundan ötürüdür ki çalışmaları, anayolcu klasik iktisadın ulaştığı en yüksek noktayı temsil ediyordu. Takipçileri, kendi bilim dallarının devrimsel sonuçlarından uzaklaştılar ve burjuva iktisadı giderek yozlaşarak, bugün olduğu üzere açgözlülüğün ve serbest piyasa kaosunun ideolojik açıdan haklı çıkarılmasına indirgendi.

Öte yandan Marx, Ricardo iktisadının bilimsel içgörülerini takip etmeyi sürdürdü. Kapital’in ilk cildini 1867’de yayınlaması, Marx’ın en parlak başarısıydı. (İkinci ve üçüncü ciltler, makalelerinden düzenlenerek ölümünden sonra sırasıyla 1885 ve 1894 yıllarında yayınlandı). Bu metinler, modern dünya ekonomisine dair herhangi bir ciddi analizin en temel başlangıç noktası olma özelliklerini hâlâ koruyorlar.

Fransız sosyalizmi, Marx ile Engels’i düşünsel açıdan etkileyen üçüncü şeydi. Büyük Fransız Devrimi’nden doğan ve onun gerçekleştiremediği insanlığın kurtuluşu vaadiyle güçlenip gelişen Fransız sosyalizmi, reformist-ütopyacı ve devrimci-komünist kanatlara bölünmüştü. Comte de Saint-Simon, Charles Fourier ve İngiltere’de Robert Owen gibi ütopyacılar, akılcı argümanın, iyi örneğin ve kademeli reformun, toplumsal dönüşümü sağlamaya yeteceğine inanıyorlardı. Gracchus Babeuf ve Auguste Blanqui’nin temsil ettiği komünistler, böyle hayallere kapılmayarak sömürücü sınıfların alaşağı edilmesi için silahlı ayaklanmanın gerekli olduğunda ısrar ediyorlardı. Gizli bir yeraltı hareketinin doğrudan eyleminin, kitlelerin topyekûn ayaklanmasını tetiklemeye yeterli olacağını varsaymaları, onların hatasıydı.

Marx ile Engels, aynen Fransız sosyalistleri gibi sömürüden ve yoksulluktan nefret ediyorlardı. Ütopyacılar gibi daha iyi bir dünya hayal edebiliyor ve komünistler gibi buna ulaşmak için devrimci eylemin gerekli olduğundan şüphe etmiyorlardı. Ama her iki kesimle de derin anlaşmazlıkları vardı. Zenginlerin gönüllü olarak servet ve iktidarlarından vazgeçecekleri gibi naif düşüncelerinden ötürü ütopyacıları suçluyorlardı. Ordusu, polisi ve hapishaneleriyle devletin, komplocu bir darbeyle devrilebileceğini hayal etmelerinden ötürü komünistleri de hedef alıyorlardı. Ancak milyonları seferber edecek bir halk devrimi devleti ezebilir, mülkiyet sahibi sınıfların malına, mülküne el koyabilir ve demokrasiye, eşitliğe, işbirliğine dayanan yeni bir düzen inşa edebilirdi.

Büyük Fransız Devrimi, yeterli büyüklükteydi ama tek yaptığı yeni tür bir sömürücü toplum yaratmak oldu. Eksik olan, evrensel menfaatleri olan bir devrimci sınıftı. Devrimci burjuvazi, iktidarı kendisi için istiyordu. Sans-culottes ve köylüler, küçük mülk sahipleriydi. En yoksulu bile kendine ait bir atölyeye ya da çiftliğe sahip olmanın hayalini kuruyordu. Ama Manchester’ın yeni sınai işçi sınıfı oldukça farklıydı. Mesele mülksüz ücretli emekçiler sınıfı olmaları değildi yalnızca. Tekstil fabrikalarında ve hızla büyüyen büyük şehirlerde yoğunlaşan işçiler, koşulları yüzünden insanlığın kurtuluşunu kolektif çözümler temelinde tasarlamaya mecbur bir sınıftı. İngiltere’deki Çartist hareket, işçi sınıfının gerçekten de devrimci potansiyeli olduğunu göstermişti.

1789 dersleri, 1848 deneyimi ve Engels’in Manchester işçi sınıfı üzerine yaptığı çalışmalar, hepsi aynı yöne işaret ediyordu –tarihin muammasına yönelik bir çözüme. Muamma şuydu: İnsan emeği verimliliğinin tarih boyunca sürekli artması, yokluğu ortadan kaldırma kapasitesinin yükselmesi anlamına geliyordu. Ama milyonlar yoksulluk içinde yaşarken küçük bir azınlık abartılı bir zenginliğin keyfini sürüyordu. Muamma, dönüp dolaşıp özne sorununa geliyordu: Dünyayı, insan emeğinin insanların ihtiyaçlarına hizmet etmesini sağlayacak şekilde kim yeniden düzenleyebilirdi?
Cevap işçi sınıfıydı. Bu kısmen, sömürülen, sistemde yerleşik menfaatleri olmayan, “zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan” bir sınıf olmasından ötürüydü. Ama bu antik Roma’nın köleleri ve Ortaçağ Avrupası’nın serfleri için de geçerliydi. Belirleyici bir ikinci etken daha vardı. İşçiler, özel mülkiyete bireysel temelde el koymak suretiyle kendilerini özgürleştiremezler. Devasa ve giderek büyüyen bir küresel iş bölümünün bir parçası olduklarından ancak üretim araçlarının, dağıtımın ve mübadelenin ortaklaşa kontrolünü ele alarak kapitalizme karşı inandırıcı bir alternatif ortaya koyabilirler. Bu nedenle, sınai işçi sınıfı, insanlığın bir bütün olarak kurtuluşundan genel menfaati olan tarihteki ilk sınıftı. Bu sınıfın tarih sahnesine çıkması Marksizmi mümkün kılmıştı.

Proletaryanın devrimci potansiyelini fark etmek Marx ile Engels’in en önemli düşünsel başarısıydı. Bu nedenledir ki emekçilerin kapitalizme karşı verdiği sınıf mücadelesi Marksizmin kalbinin attığı yerdir.
https://www.youtube.com/watch?v=lTodLjm7vyc

Marksist Dünya Tarihi, Neil Faulkner, Yordam Kitap, 2012

10 Mart 2017 Cuma

"Kaçınılmaz" Tablosunda Kışlık Sarayın Zaptı

"Kaçınılmaz" Tablosunda Kışlık Sarayın Zaptı


Sanatçı: Sergei Lukin*


KAÇINILMAZ  
https://tr.pinterest.com/pin/94786767135510221/

Lukin'in "Kaçınılmaz" adlı tablosunda Kışlık Sarayı zapteden Kızıl Muhafız, çocuksu merakla karışık bir keyifle asırlar boyu kendisine ve atalarına hükmetmiş olan hanedanların iktidar ve zenginlik alametlerini seyrediyor.
işçiler, 1905'te hayatlarını biraz olsun yaşanabilir kılması için Çar'dan ricada bulunmaya gittiklerinde Kışlık Sarayın önünde kendilerine makineli tüfek mermileri lütfedilmişti. Çar'ı devirdiklerinde başlarına geçen Kerensky hükumeti aynı Kışlık Sarayı bu kez de onlar için erişilmez bir iktidar karargahı haline getirdi.

Ancak işçiler bu kez, taleplerini gerçekleştirmek için ricada bulunmadılar. İşlerini kendileri görmek üzere her türlü iktidarın simgesi haline gelmiş olan bu sarayı ellerine geçirdiler. Buna direnenlere bir miktar top mermisi  ikram etmeleri amaçlarını gerçekleştirmeleri için yeterli oldu.
Kışlık Saray'ın zaptı Ekim Devriminin ilk hamlesiydi. Bunu izleyen günler "bir bütün olarak köylülükle" birlikte yürüyen işçilerin bütün Rusya'da birer birer bütün merkezleri ele geçirerek Sovyet iktidarını Rusya üzerine yaymalarına tanık oldu, Ancak Sovyet hükumetinin burjuva mülkiyetine karşı önlemler almaya girişmesi ve Kurucu Meclis'i lağvetmesi ile birlikte başkaldıran karşı devrim o güne kadar Bolşevikler'i izlemiş olan askerler arasında da bölünmeye yol açtı. "Kaçınılmaz" olanı gerçekleştiren Kızıl Muhafız'ın karşısına Mayakovsky'nin, bir afişinde gösterdiği (altta) Uşçredinka denilen Kurucu Meclis'in koruyuculuğunu üstlenen Sawinkov önderliğindeki bahriyeliler geçecekti.

Vladimir Mayakovsky - Rosta Windows. Group Of 4 Posters. Circa 1920.
http://www.arcadja.com/auctions/en/mayakovsky_vladimir/artist/19260/

Metin: Sovyetler'de İç Savaş , Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansk., CİLT 2, İLETİŞİM YAYINLARI, s: 585

*
Sergei İvanoviç Lukin
Odessa, Ukrayna Grekov Sanat Koleji'nde okudu 1923 doğumlu. Sanatçılar Birliği üyesi.
Önemli eserler arasında "St.Petersburg'daki Admiralty Meydanı'nda Gösteri" bulunmaktadır.

28 Haziran 2016 Salı

 Brecht- Okumuş Bir İşçi Soruyor

Brecht- Okumuş Bir İşçi Soruyor

Bertolt Brecht


Bertolt Brecht (soldan ikinci) Kültür Birliği Barış Gösterisi 1948
Bundesarchiv, Bild 183-H0611-0500-001 / CC-BY-SA 3.0
Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil’i her seferinde?

Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima’nın?
Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince?
Yüce Roma’da zafer anıtları dikenler?
Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?
Yok muydu saraylardan başka oturacak yer
dillere destan olmuş koca Bizans’ta?
Atlantid’de, o masallar ülkesinde bile,
boğulurken insanlar uluyan denizde bir gece yarısı,
bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden.

Hindistan’ı nasıl aldıydı tüysüz İskender?
Tek başına mı aldıydı orayı?
Nasıl yendiydi Galyalıları Sezar?
Bir ahçı olsun yok muydu yanında onun?
İspanyalı Filip ağladı derler,
batınca tekmil filosu.
Ondan başkası acaba ağlamadı mı?
Yedi Yıl Savaşı’nı İkinci Frederik kazanmış ha?
Yok muydu ondan başka kazanan?

Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.
Ama pişiren kimler zafer aşını?
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
Ama ödeyen kimler harcanan paraları?

İşte bir sürü olay sana
ve bir sürü soru.

Çeviri: A. Kadir, Halkın Ekmeği içinde, Evrensel Kültür Kitaplığı, 1997.

16 Nisan 2016 Cumartesi

 Bayan Tussaud'nun Mumdan Figürleri

Bayan Tussaud'nun Mumdan Figürleri

Ateşi Çalmak 3
Galina Serebryakova

 Bayan Tussaud'nun kendi balmumu heykeli
XV. Louis’nin krallığı döneminde doğmuş olan Bayan Tussaud, XVIII. yüzyılın sonunda, bir arının çalışkanlığı ile, kolay işlenir mum kullanarak yaşadığı yüzyılı canlandırmıştı ama porselen ve boyalı mumlarla yaptığı bu şey; sadece yaşamın sahte altın kaplamasını, yalancı sırmasını, rengarenk elbiselerin çeşitliliğini, perukların buklelerini, yeni doğan kibirli asilzade takımının cilvelerini yansıtmaktı.


Önceleri geçim zorluğu çeken, sık sık iş aramak zorunda kalan, ancak çevik, ticari yeteneğe ve bir suret çıkarıcının becerikli elleri ve keskin gözlerine sahip, kızlık adı Mary Treshold olan Bayan Tussaud, Paris’teki ilk mumdan figürler müzesini kurarak kısa sürede zenginleşti.


Saray hanımefendileri, kurallar uyarınca kirli bıraktıkları pis vücut ve saçlarını kat kat pudralar altında gizleyerek birbirleri ile yarışırcasına kendi mumdan kopyalarını yaptırırlarmış. Üçüncü sınıfın zenginleri de onları taklit ederlermiş. Ortaya çıkan bu mumdan ikizler pahalı elbiseler ile giydirilip özel bölmelere kaldırılırmış. Bu, 1789 yılına dek devam etmiş. Devrim fırtınası, Fransız monarşisinin birçok kuklasını devirmiş, mum figürler müzesinin sahibesi iflas etmiş.


Kuklaların pembe yanaklarından takma benleri –soyluların modacıları tarafından icat edilmişlerdi– sökmeye, oldukça abartılı bir şekilde kabartılmış saçların üzerine üç renkli kokartlar takmaya ve kraliyet hanımlarını Sans-culotte kızlar gibi giydirmeye girişen Madam Tussaud’nun çabaları sonuçsuz kalmış çünkü alev alev yanan Voltaire’in sırıtan, mumdan dişlerini ve kısa bir süre sonra giyotinin kesin olarak hesaplaşacağı sosyetik bayanların ıvır zıvırlarını seyretmek için pek az yurttaş çarşı ve meydanlardaki seyyar temaşalara gidiyormuş.


Madam Tussaud, daha fazla kazanç getirmeyeceği anlaşılan kuklaları sandıklara saklayarak başka geçim kaynakları aramaya koyulmuş. Devrimci kutlama alanlarında dekorasyonlar yapmış ve kazandığı paralarla durmaksızın eşya almış. Onun hesabınca, bu eşyalar bir süre sonra büyük kârlar getirecekmiş.


Üstün bir koku alma yeteneğine sahip bu atak kadın, mallarına el konulan, giyotine gönderilen ve ülkeden kaçan karşıdevrimcilerin nadide eşyalarının yok pahasına satıldığı açık arttırma salonlarının sürekli ziyaretçisi olmuştu. Cellat Samson’dan, uzun pazarlıklar sonunda, körelmiş “halk ustura”larından birisini elde etmeyi başardı, kararan bıçağın üzerinde, Marie-Antoinette ve Danton’un kan izlerini buldu.


Terör günlerinde bu girişken kadın, portatif iskemlesiyle ölüm sehpasının hemen yanına yerleşiyordu. Usta parmakları ölülerin yüzlerini resimliyor, henüz soğumamış kesik kafaların kalıplarını çıkarıyordu. Tarihi değeri olan eski püskü şeyleri toplayan kadının küçük  odası, hapishane ve morg artıklarıyla dolmuştu.


Thermidor ’dan sonra, Madam Tussaud, fiyatı hızla artan bir “hazine”ye sahipti. “Mücevherlerinin” arasında Bastil’in ana kapısının aşırılan anahtarı, Robespierre’in kaftan ve perukları, üzerinde Saint-Just’un notlarının bulunduğu kitaplar, Konvansiyon’un el yazması kararnameleri, son devrimcilerin idam edilmeden önce giydikleri maskeler –yok olan devrimin kanlı izleri– vardı.


XIX. yüzyılın başında, Madam Tussaud’nun, yeni asilzadelerin ilgisini mumdan figürlere çekmeye çalışması boşunaydı; ressam David ve dâhi heykeltıraş Canova’un muhteşem yaratılarından sonra bu süslü püslü kuklalar son derece iğrenç görünüyorlardı.


Düş kırıklığına uğrayan ve yoksullaşmaya başlayan Madam, Fransa’yı terk ederek Manş’ı geçip mumdan döküntülerini, umursamaz, ağırkanlı İngiltere’ye taşıdı. Devrim kaygısı tanımayan Britanyalılar, her tarafı su ile çevrili adalarından, kargaşa dolu kıtayı ilgi ve korkuyla izlemekteydiler. Yarı deli, tek kollu Nelson, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sözlerinin izini taşıyan her şeyi gemi toplarıyla acımasızca ateşe tutarak İngilizlerin huzurunu koruyordu.


Mumdan figürler müzesinin sahibesi, sakin, kanaatkâr Londra’da barınak buldu. Çok şey vaat eden afişler tarafından davet edilen zengin, aylak seyirciler “Madam Tussaud’nun hazırladığı” Fransız Devrimi görüntüsünü uzun uzun inceliyorlardı: Kanlı bir çarşaf altında Marat, bunun yanı sıra hapishane parmaklıkları ardında Joséphine Beauharnais, şüphe uyandıracak kadar Prens Conti’ye –mumdan figürler müzesinin ilk destekçisi– benzeyen bir Sans-culotte. Uzunca bir bıçağı olan garantili giyotin ve kesilen kellelerin içine düştüğü sele, etrafına seyirci kalabalıkları topluyordu.


İngilizler, atalarının gerçekleştirdiği kanlı devrimlerden yüzyıl sonra, şimdi oldukça gergin sinirlerini, yabancı “dehşetlerin” soğuk duşu altına büyük bir istekle tutuyorlardı.


Ama hep aynı kanlı kafalar da gün geçtikçe Londralıların ilgisini çekmemeye başladı. Yorulmak bilmeyen kukla ustası, aceleyle, seyircileri etkilemek amacıyla başka yollar denedi. Mumdan figürler müzesine canlılık getirdi: Asık suratlı Napolyon’un yanı sıra modern bir sirk palyaçosu ortaya çıktı. Marat, sahte senet ve İngiliz bankasından para çalmaktan asılan züppe Henry Fauntleroy tarafından arka plana itildi; Marie-Antoinette ise, bu dönemde bir Londra batakhanesinde ölen Leydi Hamilton’un gölgesinde kaldı.


Madam Tussaud, mumdan kopyalarının yaşamını elinden geldiğince renklendirmeye çabalıyordu. Ona göre, Londra değerli bir modeldi. İleri yaşlılık döneminde de madamın temel ilgisi suçlar, tüyler ürpertici katliamlar ve polisiye dramlarda yoğunlaşıyordu. Yıpranmış, yılların etkisiyle erimiş ihtiyar kadın, acımasız İngiliz mahkemelerinin de sürekli misafiri idi, kan kokan ve kanla bezeli her şeyi hırsla koleksiyonuna katıyordu. İnsan zehirleyenler, çocuk katilleri, hırsızlar, kundakçılar onun modelleriydi. Yıpranmış darağacı urganlarını, öldürmek ve işkence yapmak için kullanılan her tür silahı, kurbanların kafataslarını satın alıyordu.


Müzenin sergileri her yıl değişiyordu. Eskiyen tiyatro ünlüleri, sansasyonel kazaların kurbanları ve nihayet devrimlerin düşürdüğü ya da istifalarını veren hükümetler acımasızca yok ediliyordu. Kısa bir süre önce put gibi tapılan insanlara, mezarlara atılmadan, camdan gözler takılır, saç, kirpik ve sakal yapıştırılırmış. Ateş, sararmış vücutları ve özensizce boyanmış kafaları anında eritiyormuş.


Uzmanların usta elleri, mumdan maskeler yaratmış. Sonra bu maskeler, ölçüsü uyan figürlere geçirilerek, gazetelere yansıyan sansasyonlar, hükümet değişiklikleri, başarı ve trajediler gözetilerek yeni kahramanlara uyarlanıyormuş.


Yarı karanlık salonda, eski bakanlar, yerlerini hızla yeni kabine üyelerine veriyordu. Büyük Britanya’nın toplumsal yaşamında etkili olmuş şahsiyetler –İrlandalı Palmerston, İskoçyalı Gladstone ve kraliçenin gözdesi D’İsraeli– özel vitrinlerde duruyordu.

...

Hiçbir şey, hatta Bayan Tussaud’nun dalkavuk heykeltıraş kalemi bile, cimri Lord Palmerston’un kısacık beyaz saçlarla çevrili, sarkık dudaklı, adeta yırtıcı bir hayvanınkini andıran yüzünün kendini beğenmiş ve iktidar hırsını yansıtan ifadesini yok edemiyordu.


“O artık altmış altı yaşında,” dedi Engels. “Palmerston, Byron’la birlikte okumuş ve o da şiir yazmaya çalışmış ama çok kötü.”


“Öyle mi!” diye şaşkınlığını dile getirdi Jenny. “Ona şair demek için bin şahit ister. Dış görünüşü ile daha çok bir tefeciye benziyor. Peki ama Britanya siyasetinin gidişatı üzerinde bu kadar büyük bir etkiyi nasıl elde etmiş?”


“Özelliklerini birleştirerek. O, asla bir Demosthenes[6] değil ama alaycı kindarlık, intikamcılık ve kurnazlık onda bol miktarda var. Çok sinsi biri. Kariyerinin başında Peel ve Gladstone gibi fanatik bir Tory’ymiş ama 1830 yılından sonra uluslararası siyasetin farklı yönde olduğunu sezerek Whig’lere[7] katılmış. Bu onun değerini artırmış. İtalyan ve Macar devrimcilere ikiyüzlüce yaltaklanmaya başlamış, Kossuth’a sarılıyor ama bahse girerim ki, artık, dünyadaki tüm gericilere parasal destek sağlıyor. Palmerston acımasız ve yalancı ama en çok nefret edip korktuğu güç ise Rusya.”



“Küfürbaz yüzsüzlüğü olayların akışındaki her tür değişikliğe karşı onu koruyor,” diye karıştı sohbete Marx. “İhanet ederken, daha ihanet ettiği esnada birdenbire himayeci olarak ortaya çıkmayı becerebiliyor; açıkça düşmanı olanı hoşnut edip müttefikini çaresizliğe itebiliyor; gerektiği anda güçsüze karşı güçlü ile işbirliği yapabiliyor ve kaçarken cesur sözler söyleme sanatını başarıyla uygulayabiliyor. Ona göre, halk kitlelerine hiçbir hak tanınmamalı ve onlara verilen fiziksel cezalar tamamıyla gerekli şeyler.”


Bu arada müze temizlikçisi, elinde yumuşak bir bez ve fırça ile mumdan kuklaya yaklaşıp saygı ile eğilerek bakan Palmerston’un papuçlarını sildi. Jenny, Karl ve Friedrich kahkahalarına hâkim olamadılar.


“Ve işte huzurlarınızda William Ewart Gladstone’un ta kendisi, İskoçyalı burjuva, yarı başpiskopos, yarı düzenbaz. Henüz genç, daha kırkını geçmemiş. Sözde uhrevi dünyaya adanmış, göklerde geziyor; fiiliyatta ise, tamamıyla fani çıkarların peşinde koşan cimrinin teki ve bir politikacıdan daha becerikli,” diye yine söze başladı Engels.


Yerleştirildiği yerden, siyah elbiseli uzun boylu bir adam heykeli güvensiz ve dikkatli bir şekilde bakıyordu. Gaddarlığını açığa vuran kabarık dudaklarının ortaya çıkardığı irade çizgisi, kendini beğenmiş çıkık bir burun, sabırsızlıkla şişmiş burun delikleri ve yana taranmış, düz saçların altındaki “temiz” alın, Protestan papazının orijinalinde de mumdan kopyasında da aynıydı. Anında dikleşebilecek, biraz düşük güçlü omuzlar, yumruk halinde sıkılmış ellerin despotik jesti, sanki kaba bir emrin sözlerini sert hareketlerle desteklememek için kendisini zor tutuyor gibiydi ve aynı zamanda yapmacıktan kabullenen, bir şeyleri beklercesine eğilmiş büyük başı, Gladstone’un karakterinin çelişkili yanlarını çok iyi anlatıyordu.


Onun hemen yanında duran, tam zıddı, Kraliçe Victoria’nın gözdesi D’İsraeli ise başka türlü bakıyordu. Alaycı gözlerle bakan ve İspanyol soylularına benzeyen bu zayıf, esmer adamdaki her şey, içtenliği, yakıcı bir şöhret düşkünlüğünü ifade ediyordu. Başarılardan şımarmış, sınır tanımayan, arsız ama zeki D’İsraeli’nin politik ateşliliği, sabırsızlığı, bir tüccar oğlu olan, atlamak için en uygun anı hazır bir şekilde bekleyen Gladstone’un içine kapanıklılığını, yapmacıklığını ve hesapçılığını daha da çok açığa çıkarıyordu.


Karl, olay ve tarih sırasına göre duvar boyunca yerleştirilmiş mumdan figürler arasında en sevdiği şair Shelley’yi dikkatlice aradı. İskoçya’nın büyük köylü ozanı Burns ve hayalci Keats gibi Shelley de burada yoktu. Ama Jenny, Shakespeare’i gördü. Shakespeare, asık suratlı Swift’in yanı başında, dantel kolluk içerisindeki elini kaldırmış bir halde duruyordu.


Mumdan Dickens, gizlemediği bir can sıkıntısıyla, kalabalığın içerisinde sıkıldıklarını vurgulayan oldukça tanıdık yüzleri fark ediyordu: Başındaki şapkasıyla tepesine ipekten çorba kâsesi devrilmiş gibi duran cılız bir bayan; “iyi eğitim” görmekten aptallaşmış ağırbaşlı, hastalıklı bir genç; kel bir şüpheci; viski seven, dumanı tüten tabağının başında duran emekli bir denizci; sivri kafalı bir pinti; süslü püslü yalancı bir sofu; ağırkanlı solgun bir klerk; tüm sevgisini kedilerine veren, geçkince yalnız bir kız. Seyirciler, Norman istilacılardan çağdaş Windsors’lara dek tarih sırasına göre dizilmiş tüm Britanya hanedanlıklarının kral ve kraliçelerinin mumdan figürleri yanında diğer kuklalara nazaran çok daha uzun süre kalıyorlardı. Kıskanç Elizabeth ve rakibi İskoç kraliçesi karşı karşıya duruyorlardı. Burada da ressamlar mum yardımı ile Maria Stuart’ın idam sahnesini tasvir etmişlerdi.Cellat, kırmızı bir sıvının aktığı kesik kafayı (kaba bir benzetmeyle) elinde tutuyordu.


İskoç kraliçesinin oğlu Jakob, İngiliz-İskoç tahtının çapkın, sarışın “bakiresi”nin ardılı; her ikisini de Westminster Manastırı’nın gömütlüğüne gömerek katili ve kurbanını barıştırmış. “Müze”, bu prensibe bağlı kalarak “gergin ruhların” eski düşmanlıklarını ortadan kaldırmış. Bundan dolayıdır ki, pehlivan cüsseli VIII. Henry, üçünü ölüm sehpasına gönderdiği altı karısıyla tekrar bir araya getirilmişti. Numaralanmış Georg’lar, Wilhelm’ler ve Charlotte’lar, Büyük Britanya’nın bugünkü kraliçesi, Alman Victoria’ya kıskançlıkla bakıyorlardı.


Engels, Marx ve karısı, bu tuhaf, mumdan tarihi geçidi, alaycı bir şekilde konuşarak, bakışarak gezdiler.


“İngilizler, Bayan Tussaud’nun eserleri ile pek gurur duyuyorlar. Ama bu eserler bana, gerçek sanatın parodisi gibi geliyor,” dedi Jenny.


“Kötü bir oyun ile bulvar gazeteciliğinin karışımı bir şey,” dedi Karl.


“Bu belki de, bozulmuş zevklerin gerçek yansıması ve Kraliçe Victoria’nın imparatorluğunun altın dönemini yaşadığının sergilenmesidir,” diye ekledi Engels.



Galina Serebryakova, Ateşi Çalmak 3, Evrensel Basım Yayın