Bilim ve Teknoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilim ve Teknoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Şubat 2021 Perşembe

Bilimsel Yöntem

Bilimsel Yöntem

 Brian Cox (Manchester  Üniversitesi Fizik Profesörü)



Rivayete göre, 1612 yılında bir gün İtalyan biliminsanı Galileo, Pisa Kulesi'nin tepesine tırmanıp iki cismi oradan yere bırakmış ve çok farklı ağırlıklarda olmalarına rağmen bu iki cisim aynı anda yere düşmüş. Sarsıcı ve mantığa aykırı olan bu buluş, o zamanlar akade­mi dünyasına egemen olan Aristoteles öğretilerini tamamen çürüttü. 

Her ne kadar Pisa Kulesi hikayesi muhtemelen yüzlerce yıllık abartı ve süslemenin bir sonucu olsa da, Aristoteles'in yerçekimi­nin nasıl işlediğine dair görüşlerini çürütmek amacıyla Galileo'nun deneyler yaptığına şüphe yok. Bu durum Galileo'yu sonradan "Bi­limsel Yöntem" diye bilinecek alanda öncü haline getirmişti. Bilim­sel yöntem bir hipotezin kurulmasını, ardından bu hipotezi sınamak için deney yapılmasını ve nihayet deneyden çıkarımlara ulaşılmasını öngörüyordu. Bu yöntem, Aristoteles'in, gerçekliğin kusurlu dün­yasının soyut ideaların mükemmel dünyasıyla bir ilgisinin olama­yacağına inandığı için uzak durduğu dünyayı anlamaya yönelik bir yaklaşımdı. Aristoteles'e göre birtakım bilgiler ancak apaçık olgu­lardan tümdengelim yoluyla elde edilebilirdi ve bunun için deneye gerek yoktu. 

Günümüzde Galileo'nun yolundan giden bizler farklı düşünüyo­ruz. Doğa yasaları ve onları açıklayan bilimsel kuramlar, gerçek dün­yada yapılan gözlemlerden çıkarsanan genellemelerden doğar. Bu yönteme "tümevarım" adı verilir. Bir kuramın bilimsel olabilmesi için öne sürdüğü şeyin, fiziksel olarak gözlemlenip ölçülebilen kanıt­larla desteklenmesi gerekir. Bilimsel kuramlar dikkatlice yapılandı­rılmış dünya modelleridir ve hem gözlemlenmiş olguları açıklamaya hem de deneyle test edilebilecek tahminler yürütmeye çalışırlar. İşte bu "olmazsa olmaz deneyler" bir bilimsel kuramın kaderini belirler. 

Eğer bir kuram bir deneysel testten geçerse, bir bakıma kuvvet­lenmiş olur, ama asla kesinkes "doğru" diye onaylanamaz veya ka­nıtlanamaz, çünkü ne kadar deney veya gözlem yaparsak yapalım, bir kuramın doğruluğunu mutlak kesinlikle belirleyemeyiz. Bir gün ku­ramın yapısında bir çatlağa rastlama ihtimali her zaman vardır. Öte yandan eğer kuram testten geçemezse çok daha zorlu bir sınavla kar­şılaşır. Bazen deneyin ya tasarım ya da yürütülme aşamasında hatalı olduğu gösterilebilir. Böyle bile olsa iyi tasarlanmış tek bir deney bir kuramı tamamen çürütmeye yetebilir. Nitekim Einstein'a atfedilen bir söz şöyle diyor: "Ne kadar deney yapılırsa yapılsın doğru olduğum kanıtlanamaz, ama tek bir deney yanlış olduğumu kanıtlayabilir." Bu düşünce Viyanalı bilim felsefecisi Kari Popper'ı doğru bilimin belir­leyici özelliği olarak "yanlışlanabilirlik" kavramına götürmüştür: Bir kuram ancak yanlış olduğu gösterilebilir tahminlerde bulunabilir­se -en azından prensipte- bilimsel olabilir. Ve en iyi kuramlar sıkı sınamayla kendilerini çürütme çabalarına karşı koyan kuramlardır. 

Galileo'nun bilimsel bir kuram hakkında karar vermek için göz­lem ve deneye başvurması, doğayı incelemeye yeni bir yaklaşımın temelini oluşturur. Onun yaptığı devrim mantıklı bilimsel yöntem olarak tümevarımı kullanmayı içerir. Bu demek değil ki ondan ön­ceki biliminsanları deneyin bilimdeki önemini yadsıyorlardı; aksi­ne çoğu, deneyin öneminin farkındaydı. Aslında büyük Arap alimi İbn-i Heysem, şaşırtıcı ölçüde modern bir yolla optik üzerine çalış­malar yaptığı için bazılarınca bilimsel yöntemin babası kabul edilir. 

Son olarak, bilimsel yöntem biliminsanları arasında açık ve öz­gür iletişime dayanır. Gizliliğin bilimde yeri yoktur. Avusturya asıllı İngiliz biyokimyacı Max Pretutz'un sözüyle: "Gerçek bilim herkesin içeriyi görebildiği camdan evlerde serpilip gelişir. Pencereler savaşta olduğu gibi karartıldığında yaban otları ortalığı sarar; gizlilik eleşti­riyi boğduğunda şarlatanlar ve kaçıklar ortalıkta cirit atar." 


Dünyayı Değiştiren 100 Fikir, Jheni Osman, Kolektif Yayınları

10 Şubat 2021 Çarşamba

Belli Başlı Patentler ve Patent Sahipleri

Belli Başlı Patentler ve Patent Sahipleri

 Alınan Patentlerin Zaman Çizelgesi

1849 Çengelli iğne Walter Hunt

1869 Tekerlekli paten Isaac Hodgson

1876 Telefon Alexander Graham Bell

1880 Elektrik ışığı/ampulü Thomas Alva Edison

1886 Bulaşık makinesi Josephine Cochrane

1888 Makara filmi kamera George Eastman

1895 Alternatif akım elektriği Charles Steinmetz

1906 Klima Willis H. Carrier

1911 Uçak Alexander Graham Bell ve G. H. Curtis

1941 Diş fırçası Frank E. Wolcott

1944 Ruj Eleanor Kairalla

1955 Cırtcırt George de Maestral

1966 Batman arabası tasarımı George Barris

1968 Dayanıksız yapıştırıcı Spencer Silver

2006 Hıçkırığı durduran alet Philip Charles Ehlinger, Jr

2006 USB hafıza kart Chih-Chien Lin


Dünyayı Değiştiren 100 Fikir, Jheni Osman, Kolektif, 2012

9 Ocak 2021 Cumartesi

Soluk Mavi Noktayı Gözetme ve Korumadan Sorumluyuz

Soluk Mavi Noktayı Gözetme ve Korumadan Sorumluyuz

 Carl Sagan


İşte orada...

Orası evimiz. 

Bizler oradayız...

Sevdiğiniz herkes, tanıdığınız herkes, duyduğunuz herkes, gelmiş geçmiş tüm insanlık hayatlarını orada yaşadı.

Bütün neşe ve kederlerimiz, kendinden emin binlerce din, ideoloji ve ekonomik doktrin, bütün avcı ve toplayıcılar, bütün kahramanlar ve korkaklar, bütün uygarlık kuran ve yıkanlar. Bütün krallar ve köylüler, bütün aşık çiftler, bütün anne ve babalar, umut dolu çocuklar, mucitler ve gezginler, bütün ahlak öğretmenleri, bütün yozlaşmış politikacılar, bütün süperstarlar, bütün büyük liderler, türümüzün tarihindeki tüm azizler ve günahkârlar...

Burada...

Günışığına asılı bu toz zerresi üzerinde yaşadılar. 

Dünya, muazzam kozmik alanda çok küçük bir sahnedir. 

Tüm o generaller ve hükümdarlar tarafından şeref ve zafer içinde dönemlerinin efendileri olmak için döktükleri kan ırmaklarını düşünün...

Yalnızca küçük bir noktanın bir bölümünde...

Bu küçük pikselin bir köşesinde yaşayan sakinlerin diğer bir köşenin farkları zorlukla ayrıt edilebilen sakinlerine yaptıkları bitmek bilmeyen zorbalıkları düşünün. 

Yanlış anladıkları ne çok şey vardı...

Birbirlerini öldürmeye ne kadar da hevesliydiler.

Nefretleri ne kadar da ateşliydi.

Afra tafralarının, hayali ben merkezciliğimizin  ve evrende ayrıcalıklı olduğumuza dair yanılgımızın boyunun  ölçüsü bu soluk ışıklı nokta tarafından alındı. 

Gezegenimiz, onu saran devasa kozmik karanlıkta yapayalnız bir noktadır. 


Bütün bu karanlık ve enginlik arasında bizi kendimizden korumak için başka bir yerden yardım geleceğine dair hiçbir iz yoktur.

Dünya, şimdilik bildiğimiz tek yaşam barınağı...

En azından yakın gelecekte türümüzün göç edebileceği başka bir yer yok. 

Evet ziyaret edebiliriz, ama yerleşmek? Henüz değil

Hoşunuza gitsin ya da gitmesin Dünya, bu zamanda ayakta kalabildiğimiz tek yerdir. 

Gökbilimin insanı mütevazi yaptığı ve karakter geliştirdiği söylenir.

İnsan kibrinin ahmaklığını uzaktaki bu görüntüden daha iyi vurgulayan başka bir şey yok gibi.

Bana göre bu görüntü birbirimize nezaketle yaklaşma ve soluk mavi noktayı koruma ve gözetme sorumluluğumuza vurgu yapar. 

Şimdiye dek bildiğimiz tek yuvayı...

Dünya, Voyager 1'den çekilmiş bu fotoğrafta soluk mavi bir nokta, bir piksel olarak görünür. 


Carl Sagan

2014 Cosmos serisi içinde; 13. bölümde, yaklaşık 34. ile 37. dakikalar arasında yer alan, Carl Sagan'ın konuşmasının deşifresidir.  https://sezonlukdizi.vip/cosmos-a-spacetime-odyssey/1-sezon-13-bolum.html

Deşifreyi ve yazının fiziksel biçimini ben oluşturdum. DK. 


9 Haziran 2019 Pazar

2100'deki Yaşamdan Bir Gün

2100'deki Yaşamdan Bir Gün

Michio Kaku
Michio Kaku
görselin kaynağı 
1 Ocak 2100, 06: 15 

Yılbaşı gecesindeki ağır bir parti gecesinden sonra, mışıl mışıl uyumaktasınız. Birden duvar ekranınız aydınlanır. Dost ve tanıdık bir yüz ekranda belirir. Bu, yeni satın aldığınız yazılım programı Molly' dir. Molly neşeli bir şekilde, " Uyan John. Ofiste sana ih­tiyaç var. Bizzat. Bu önemli." der. "Dur bakalım, Molly! Şaka yapıyor olmalısın." diye homur­danırsınız. "Bugün yılbaşı ve ben akşamdan kalmayım. Hem bu kadar önemli olan şey ne olabilir ki?"

Yavaş yavaş yataktan kendinizi dışarı sürüklersiniz ve isteksizce banyoya yönelirsiniz. Yüzünüzü yıkarken, ayna, tuvalet ve lavaboda saklı yüzlerce DNA ve protein alıcısı sessizce hare­kete geçer, nefesinizden ve vücut sıvılarınızdan yayılan mole­külleri analiz ederler, herhangi bir hastalığın moleküler seviye­ de en ufak bir belirtisi olup olmadığını kontrol ederler.

Banyodan çıktıktan sonra, başınızın etrafına, evinizi telepatik olarak kontrol etmenizi sağlayan telleri takarsınız. Zihinsel olarak dairenin sıcaklığını yükseltirsiniz, rahatlatıcı bir müzik açarsınız, mutfaktaki robot aşçıya kahvaltıyı ve biraz kahve ha­zırlamasını söylersiniz ve manyetik aracınızdan garajınızdan çıkmasını ve sizi almaya hazır olmasını istersiniz. Mutfağa gi­rerken, robot aşçınızın mekanik kollarının tam da sizin sevdiği­niz şekilde yumurta hazırladığını görürsünüz. Sonra kontakt lenslerinizi takar ve internete bağlanırsınız. Gözünüzü kırpınca, gözünüzün retinası üzerine düşen interneti görürsünüz. Sıcak kahvenizi içerken, kontakt lenslerinizde beli­ren haber başlıklarını taramaya başlarsınız.

• Mars üzerindeki yerleşim yeri daha fazla ödenek istiyor. Mars'ta kış hızla yaklaşıyor. Yerleşimciler kolonileşmekte bir sonraki aşamayı tamamlayacaklarsa dondurucu soğuk havayla başa çıkmak için Dünya'dan daha fazla kaynağa ihtiyaçları olacak. Planları, Mars'ın yüzey sıcak­lığını yükselterek Mars'ı yaşanabilir kılmanın ilk aşa­masına başlamak.

• İlk yıldız gemileri fırlatılmaya hazır. Her biri toplu iğne başı büyüklüğünde milyonlarca nanorobot Ay üssünden ateşlenecek, Jüpiter'in manyetik alanını kullanarak onun etrafından hızlıca dönüp yön değiştirecekler ve yakındaki bir yıldıza yönelecekler. Fakat yalnızca bir avuç nano­robot bir diğer yıldız sistemindeki hedefe ulaşabilecek, bu da yıllar alacak.

• Soyu tükenmiş başka bir hayvan daha yerel hayvanat bahçesine katılacak. Bu kez, bir tundrada donmuş halde bulunan DNA yoluyla hayata döndürülen, nadir bir kı­lıç-dişli kaplan hayvanat bahçesine konacak.  Dünya ısınmakta olduğundan, soyu tükenmiş hayvanların git­tikçe daha fazlasının DNA'sı geri kazanıldı ve klonlandı, şimdi tüm dünyadaki hayvanat bahçelerini dolduruyor­lar.

• Yıllarca uzaya yük taşıyan uzay asansörü, şimdi sınırlı sayıda turisti uzaya götürme olanağı veriyor. Uzay yol­culuğunun maliyeti, son yıllarda, uzay asansörü açıldı­ğından bu yana, zaten 50 kat azalmıştı.

• En eski füzyon santralleri artık neredeyse elli yaşında. Bazılarının devreden çıkartılmasının ve yenilerinin inşa edilmesine başlanmasının zamanı geliyor.
• Bilim insanları, Amazon'da birdenbire ortaya çıkan yeni bir ölümcül virüsü dikkatle takip ediyorlar. Şimdiye ka­dar, küçük bir bölgede sınırlı gibi görünüyor, ama bilinen bir tedavisi yok. Bilim insanlarından oluşan bir ekip, telaş içinde virüsün gen dizilimini tamamlamaya çalışıyorlar, böylece onun zayıf noktalarını ve onunla nasıl mücadele edileceğini öğrenecekler.

Aniden, bir tanesi dikkatinizi çekiyor:

• Manhattan'ı çevreleyen setlerde beklenmedik bir biçimde büyük bir sızıntı belirlendi. Setler onarılmazsa tüm şehir sular altında kalabilir; bu, geçmişte birçok şehrin başına gelmişti.

Kendi kendinize " hımm" dersiniz. "Ofisten beni aramaları­nın ve uyandırmalarının nedeni belli
oldu."

Kahvaltı yapmaktan vazgeçersiniz, giyinir ve aceleyle dışarı fırlarsınız. Garajdan dışarıya kendi kendine çıkan aracınız dışa­rıda sizi bekliyordur. Telepatik olarak aracınızdan sizi en kısa sürede ofisinize götürmesini istersiniz. Manyetik araç hemen internete, GPS'e ve sürekli olarak trafiği izleyen, yol boyunca gizlenmiş milyarlarca çipe bağlanır. Manyetik aracınız sessizce havalanır, süperiletken asfaltın oluşturduğu manyetik bir yastık üzerinde süzülerek gider, Molly' nin yüzü ansızın aracınızın ön camında belirir. "John, ofisinizden gelen en son mesaj, herkesle konferans salonunda buluşmanızı söylüyor. Ayrıca, kız kardeşinizden bir video me­sajınız var." Arabanız kendi kendisini sürerken, kız kardeşinizin bıraktı­ğı video-postaya göz atmak için zamanınız var. Onun görüntü­sü kol saatinizde belirir, "John, altıncı yaşına giren Kevin için bu hafta sonu bir doğum günü partimiz var, unutma. Ona son çıkan robot köpeği alacağına söz vermiştin. Bu arada, birisiyle görüşüyor musun? İnternet üzerinden briç oynuyordum ve ho­şuna gidebilecek biriyle tanıştım." der. Kendi kendinize "Ooo" dersiniz.

Manyetik arabanızla dolaşmayı seviyorsunuz. Yol üzerinde havada süzüldüğü için, endişelenecek hiçbir tümsek ya da çu­kur yok. En güzeli ise sizi yavaşlatacak neredeyse hiç sürtünme olmadığı için, nadiren yakıt almanız. (Yüzyılın başlarında bir enerji krizi olduğuna inanmak zor, diye kendi kendinize düşü­nürsünüz. Bu enerjinin büyük bir kısmının sürtünmeyi yenmek için boşa harcandığının farkındasınızdır, başınızı sallarsınız.) Süperiletken otoyolun ilk açıldığı zamanı hatırlarsınız. Medya, hepimizin bildiği elektrik çağı sona eriyor diye yas tutmuştu; yeni bir manyetizma çağı başlıyordu. 

Aslında, elekt­rik çağını bir parça bile özlemiyorsunuz. Dışarıya bir göz atar­sınız, havada sizi vınlayarak geçen şık arabaları, kamyonları ve trenleri görürsünüz; ilerlemenin yolunun manyetizma olduğu­nu ve bu süreçte para tasarrufu sağladığını fark edersiniz. Manyetik arabanız şimdi şehir çöplüğünü geçerek yoluna devam etmektedir. Çöpün çoğunun bilgisayar ve robot parçala­rı olduğunu görürsünüz. Çiplerin neredeyse hiçbir maliyeti yoktur, sudan bile ucuzdur; kullanılmayan çipler, tüm dünya­da, şehir çöplüklerinde dağlar oluşturmaktalar. Çipierin arazi doldurmakta kullanılması hakkında konuşmalar var.

*Bilimsel kurgunun devamını kaynağından okuyunuz.


Geleceğin Fiziği, Yılına Kadar Bilim İnsanlığın Kaderini ve Günlük Yaşamımızı Nasıl Şekillendirecek?
 Michio Kaku, ODTÜ Yayıncılık, 2016/5, s. 473-476


(DK not) Bu açıdan, eski bazı görsellerle bu yazıyı karşılaştırarak düşünmek; üzerinde çokça soru barındıran bir deneyim yaşatabilir. Aşağıdaki fotoğrafları şu adresten aldım. https://twitter.com/moodvintage
1960'larda çeşitli nedenlerle lokasyon saptamak için böyle çalışılıyordu
Şimdi Google Map var. 


Bilgisayar öncesi bilim insanları (NASA) büyük hesapları böyle yapıyordu
1960'lar

1930'larda, geleceğin böyle olacağını hayal ediyorlardı



25 Şubat 2019 Pazartesi

Modernliğin Getirdiği Üç Sıkıntı

Modernliğin Getirdiği Üç Sıkıntı

Charles Taylor*

Bu kitapta modernliğin bazı sıkıntılarından söz etmek istiyorum. Sıkıntıyla kastettiğim, uygarlığımız “gelişirken”, çağdaş kültürümüzün ve toplumun insanların kayıp ya da çöküş olarak yaşadığı yönleri. İnsanlarda zaman zaman, son yıllarda ya da son 30-40 yılda -diyelim II. Dünya Savaşı’ndan ya da 1950’lerden bu yana- önemli bir çöküşün ortaya çıktığı hissi uyanıyor. Bazen de kayıp yılların çok daha uzun bir tarihsel dönemi kapsadığı düşünülüyor ve 17. yüzyıldan başlayarak tüm modern çağın bir çöküş dönemi olarak değerlendirilmesine sık sık rastlanıyor. Zaman ölçeği büyük farklılıklar gösterebildiği halde, çöküş temaları üzerinde belirli ölçüde yakınlaşma var. Temalar çoğunlukla az sayıda ana melodinin çeşitlemeleri. Burada bu türden iki ana temayı ele almak ve ardından büyük ölçüde bu ikisinden türeyen bir üçüncüsünü eklemek istiyorum. Bu üçü başlığın kapsamını hiçbir biçimde tam olarak karşılamıyor, ama modern topluma ilişkin tedirginliklerimizin ve kafa karışıklığımızın kaynağını büyük ölçüde anlatıyor.

Sözünü edeceğim kaygılar çok tanıdık. Herkesin bildiği şeyler; her tür iletişim ortamında sürekli tartışılan, sızlanılan, meydan okunan, karşı konulan kaygılar. Daha çok tartışmaya gerek yok gibi görünüyor. Oysa bu aşinalığın ardında şaşkınlık gizli, bizi kaygılandıran değişimleri tam olarak kavrayamıyoruz, yapılan tartışmalar bu değişimleri doğru ifade edemiyor bence. Bu da onlarla nasıl baş edeceğimiz konusunda yanlış yargılara varmamıza neden oluyor. Modernliği tanımlayan değişiklikler hem çok bildik hem de çok karmaşık. İşte bu nedenle üzerlerinde daha da çok durmamız gerekiyor.

(1) İlk kaygı kaynağı bireycilik. Bireycilik aynı zamanda birçok insana göre modern uygarlığın en büyük kazanımı. İnsanların, kendi yaşam tarzlarını saptama, benimseyecekleri inançları bilinçli olarak seçme, atalarının kullanamadığı çok çeşitli yollarla yaşam biçimlerini belirleme hakkının bulunduğu bir dünyada yaşıyoruz. Ve bu haklar çoğunlukla yargı sistemlerinin koruması altında. İlke olarak insanlar onları aşan, güya kutsal buyrukların gereklerine kurban edilmiyor artık.

Çok az sayıda insan bu kazanımdan vazgeçmek istiyor. Hattâ çoğu kişi bunun hâlâ eksik olduğu, ekonomik düzenlemelerin, aile yaşamı modellerinin ya da geleneksel hiyerarşi anlayışının kendimiz olma özgürlüğümüzü çok sınırladığı düşüncesinde. Çoğumuz da kararsızız. Modern özgürlük önceki ahlâki ufuklardan kopmamız sayesinde kazanıldı. İnsanlar eskiden kendilerini büyük bir düzenin parçası hissederlerdi. Bu bazı durumlarda kozmik bir düzen, insanların melekler, öte-dünyasal yaratıklar ve diğer dünyasal varlıklar arasında yerini aldığı “Büyük Varoluş Zinciri”ydi. Evrendeki bu hiyerarşik düzen, toplumun hiyerarşisine yansırdı. İnsanlar çoğunlukla, kendilerine ait bir konum, rol ve sınıfa kıstırılmıştı ve bunun dışına çıkılması neredeyse olanaksızdı. Modern özgürlük bu tür düzenlerin itibarını yitirmesiyle oluştu.

Bu düzenler bizi sınırlarken, aynı zamanda dünyaya ve toplumsal yaşamın etkinliklerine anlam kazandırıyordu. Çevremizdeki şeyler yalnızca tasarılarımız için potansiyel hammaddeler ya da araçlar değildi. Onlar varoluş zincirindeki yerleriyle önem taşıyorlardı. Kartal yalnızca bir kuş değil, hayvanlar âleminde bir kraldı. Aynı çerçevede ritüellerin ve toplumsal normların araç olmaktan öte bir anlamı vardı. Bu düzenlerin itibarını yitirmesine dünyanın “büyüsünün çözülmesi” deniyor. Bu çözülmeyle birlikte her şey büyüsünden bir şeyler yitirdi.

Birkaç yüzyıldır bunun gerçekten iyi bir şey olup olmadığı konusunda hararetli bir tartışma sürüp gidiyor. Benim burada üzerinde durmak istediğim nokta ise bu değil. Onun yerine insan yaşamı ve anlamı üzerindeki bazı sonuçlarına bakmak istiyorum.

Daha geniş toplumsal ve kozmik eylem ufkuyla birlikte bireyin önemli bir şeyleri kaybettiği kaygısı sürekli tekrarlanıyor. Bazıları bundan, yaşamdaki o kahramanlık boyutunun yitirilmesi biçiminde söz ediyor. İnsanların artık daha yüksek amaçları, uğrunda ölmeye değecek bir şeyleri yok. Geçtiğimiz yüzyılda Alexis de Tocqueville zaman zaman, demokratik çağda insanların “petits et vulgaires plaisirs”* arayışına girdiğinden söz ederdi.[1] Bir başka formülasyonda tutku eksikliğinden mustarip olduğumuz söylenir. Kierkegaard “şimdiki çağı” böyle görmüştü. Nietzsche’nin “son insanlar”ı da bu çöküşün vardığı son noktadadırlar; onların “acınacak rahatlıkları” dışında yaşamdan hiçbir beklentileri kalmamıştır.[2]

Bu amaçsızlık bir daralmayla bağlantılıydı. İnsanlar bireysel yaşamlarında yoğunlaşınca geniş görüş açılarını yitirdiler. Tocqueville, demokratik eşitlik bireyi kendine döndürür, “ve en sonunda onu tamamen kendi yüreğinin yalnızlığına kapama tehdidi taşır”[3] der. Başka bir deyişle, bireyciliğin karanlık yanı benlik üzerinde odaklanmadır; bu da yaşamlarımızı tatsızlaştırır ve daraltır, anlamını azaltır, başkalarına ya da topluma karşı daha kayıtsız hale getirir.

Bu kaygı, günümüzün en yaygın formülasyonlarından üçünü alırsak, “hoşgörü toplumu”nun meyveleri, “hep bana kuşağının” ortaya koydukları ya da “narsisizm”in egemenliği karşısında son zamanlarda da yeniden gündeme geldi. Yaşamın tatsızlaştığı ve daraldığı, bunun da anormal ve esef verici bir kendi benliğine gömülme ile ilgili olduğu duygusu bugünün kültürüne özgü biçimler içinde yeniden ortaya çıktı. Değinmek istediğim ilk tema bu.

(2) Dünyanın büyüsünün çözülmesi, modern çağın, çok sayıda insanı tedirgin eden, bir başka çok önemli olgusuyla daha ilişkili. Buna da araçsal aklın öncelik kazanması diyebiliriz. “Araçsal akıl”la, belirli bir amaca ulaşmak için araçların en ekonomik olarak nasıl kullanılacağını hesaplarken başvurduğumuz akılcılık türünü anlatmak istiyorum. Burada başarının ölçüsü, maksimum verimlilik, en iyi birim maliyettir.

Eski düzenlerin bir kenara itilmesi, araçsal aklın yayılmasında kuşkusuz çok etkili oldu. Toplumun kutsal yapısı bir kez ortadan kalktığında, sosyal düzenlemeler ya da eylem tarzları artık varlıkların düzeni ya da Tanrı buyruğu temeline oturmadığında, bunlar çıkar için kullanılmaya açıktır; bireylerin mutluluğu ve iyiliğine yönelik olarak istenildiği gibi dönüştürülebilirler. Bu noktadan sonra kullanılan ölçüt sözünü ettiğim araçsal akıldır. Benzer biçimde, çevremizdeki varlıklar varoluş zincirindeki konumlarının getirdiği önemi kaybettiklerinde, bizim tasarılarımız için hammadde ya da araç olarak görülmeye açıktırlar.

Bu değişim bir açıdan özgürleştirici olmuştur. Ama öte yandan araçsal aklın yalnızca alanını genişletmekle kalmayıp, aynı zamanda yaşamımızı ele geçirme tehlikesi gösterdiğine ilişkin yaygın bir rahatsızlık vardır. Korkulan, başka ölçütlere göre belirlenmesi gereken şeylerin, verimlilik ya da “maliyet-fayda” değerlendirmesiyle saptanması; yaşamımızı başlı başına yönlendirmesi beklenen bağımsız amaçların, faydayı maksimize etme isteminin gölgesinde kalmasıdır. Bu kaygının yerindeliğini gösteren çok sayıda olgu var: Örneğin, servet ve gelirin çok eşitsiz dağılımını haklı göstermek için ekonomik büyüme gerekçesinin kullanılış biçimi; ya da aynı gerekçeyle, bir felaket olasılığıyla karşı karşıya olmamıza rağmen doğal çevrenin ihtiyaçlarına duyarsızlaşmamız; sosyal planlamamızın, risk değerlendirmesi gibi can alıcı noktalarında, insan yaşamına dolar cinsinden değer biçen karmaşık hesaplamalarıyla, maliyet-fayda çözümlemelerinin hâkim oluşu.[4]

Araçsal aklın öncelikli konumu teknolojiye verilen önem ve yarattığı atmosferde de açıkça görülüyor ve amacımız çok farklı da olsa teknolojik çözümler arayışına girme gereğine inanmamıza neden oluyor. Bellah ve arkadaşlarının son kitabında da ortaya konduğu gibi, politika alanında bunun örneklerine sıkça rastlanır.[5] Aynı anlayış tıp gibi başka alanlara da hâkim oluyor. Patricia Benner çok sayıda önemli çalışmasında, tıpta teknolojik yaklaşımın, hastayı bir yaşamöyküsü olan bütün bir insan olarak değerlendirmekten çok, teknik bir sorunla karşılaşılan yer olarak görme eğiliminde olduğunu öne sürmüştür. Üst düzey teknik bilgiye sahip uzmanlarla karşılaştırıldıklarında, hastalara insani duyarlılığa sahip bakımı gösteren hemşirelerin katkısının, toplumda ve tıp camiasında yeterince değerlendirilmediğine sıkça rastlanır.[6]

Teknolojinin hâkim konumunun, demin birinci temayla birlikte tartıştığım, yaşamımızın tatsızlaşması ve daralması olgusunu da pekiştirdiği düşünülüyor. İnsani çevremizin tınısında, derinliğinde ve zenginliğinde bir kayıp olduğundan söz edilir. Marx yaklaşık 150 yıl önce, Komünist Manifesto’da kapitalist gelişmenin sonuçlarından biri olarak “katı olan her şey buharlaşıyor” demişti. İddia şudur, geçmişte kullandığımız katı, sürekliliği olan, çoğunlukla bir anlam ifade eden nesneler, etrafımızı kuşatan geçici, taklit mallar uğruna bir kenara konuyor. Albert Borgman’ın sözünü ettiği “aygıt paradigması” sayesinde, çevremizle kurduğumuz “çok yönlü ilişki”den gittikçe uzaklaşarak onların yerine belirli bir yarar sağlamaya yönelik olarak tasarlanmış ürünler ister ve elde ederiz. Borgman evlerimizi ısıtma işlemini örnek verir ve bugünün merkezi ısıtma sistemiyle aynı işlevin tüm aile fertlerinin odunun kesilmesine, istiflenmesine ve soba ya da şöminenin beslenmesine katkıda bulunmasını gerektiren eski yöntemi karşı karşıya getirir.[7 ] Hannah Arendt ise çağımızda kullanılan nesnelerin gitgide daha kısa ömürlü olma özelliği üzerinde durmuş ve “insan yaşamının gerçekliği ve güvenilirliğinin öncelikle bizi kuşatan nesnelerin onları üretme etkinliğinden daha kalıcı olması gerçeğine” dayandığını ileri sürmüştür.[8] Modern malların dünyasında bu kalıcılık tehdit altındadır.
Sözü edilen tehdit hissi, bu önceliğin belki de yalnızca bilinçsiz bir yönelim olmadığının, bizi buna modern çağın ittiğinin bilinmesiyle daha da artıyor. Bu haliyle başa çıkılması zor bir duygu olmakla birlikte, hiç değilse açıklamaya elverir. Ayrıca toplumsal yaşamın güçlü mekanizmalarının bizi bu yöne ittiği de açıktır. Yönetici, kendi yönelimi farklı olsa da, zarar verici olduğunu hissettiği ama pazar koşullarının dayattığı, maksimizasyon stratejisini uygulamak zorunda kalabilir. Üst düzey bir devlet adamı, kişisel görüşleri ne olursa olsun, uymak zorunda olduğu kurallar gereği insanlığa ve sağduyuya aykırı olduğunu bildiği bir karar verebilir.

Marx, Weber ve başka büyük kuramcılar Weber’in “demir kafes” adını verdiği bu gayri şahsi mekanizmaları incelemişlerdir. Bazıları bu tahlillerden, bu türden güçler karşısında tamamen çaresiz olduğumuz, en azından son yüzyıllarda içinde yaşadığımız kurumsal yapıları -yani piyasa ve devleti- tamamen ortadan kaldırmadığımız sürece çaresiz kalacağımız sonucunu çıkarmak istediler. Bu istek, bugün öylesine gerçekleştirilemez görünüyor ki, sonunda çaresiz olduğumuz yargısına varılıyor.

Buna aşağıda dönmek istiyorum, ama şunu söyleyeyim, bu güçlü felaket teorileri soyut ve yanlış. Özgürlüğümüz tamamen ortadan kaldırılmış değil. Hedeflerimizin neler olması gerektiği ve araçsal aklın yaşamımızdaki rolünün daha az olmasının gerekip gerekmediği üzerinde durmaya değer bir noktadır. Bu çözümlemelerde doğru olan şey ise şu: Sorun bireylerin bakış açısını değiştirmek değil ve yine bunun kadar önemli olmakla birlikte sorun yalnızca “yürekle aklın” çatışması da değil. Büyük devrim kuramcılarının hedeflediği kadar kökten ve bütüncül olmasa bile bu alandaki değişme aynı zamanda kurumsal olmalıdır.

(3) Böylece siyasal düzleme, bireyciliğin ve araçsal aklın siyasal yaşam üzerindeki korkutucu sonuçlarına gelmiş olduk. Birini zaten söyledim: Endüstriyel-teknolojik toplumun kurumları ve yapıları seçeneklerimizi ciddi biçimde sınırlıyor. Bu yapılar bireyleri olduğu gibi toplumları da ciddi ahlâki değerlendirmelerle asla yapmayacağımız biçimde, çok zarar verici de olsa, araçsal akla ağırlık vermeye zorluyor. Ozon tabakasının incelmesi gibi yaşamımızı tehdit eden doğal çevre felaketlerini önlemede bile çektiğimiz büyük güçlük bunun bir örneği. Araçsal akıl etrafında yapılanmış bir toplumun hem bireylerin hem de bütün grubun özgürlüklerinde büyük daralmalara yol açtığı söylenebilir -çünkü bu güçler yalnızca toplumsal kararlarımızı biçimlendirmezler. Genel eğilimin dışında bir yaşam biçimini korumak da çok güç. Örneğin, bazı modern kentlerin tasarımı, özellikle toplu taşımacılığın özel otomobiller lehine zayıfladığı kentler, otomobilsiz yaşamayı olanaksız kılıyor.
Özgürlük kaybının bir başka biçimi var ki o da başta Alexis de Tocqueville tarafından olmak üzere çok tartışıldı. İnsanları “kendi içine kapalı” bireylere dönüşmüş bir toplumda çok az kişi özyönetim faaliyetine aktif olarak katılmak isteyecektir. Yönetim özel yaşamın doyurucu olması için gerekli araçları ürettiği ve yaygın olarak paylaştırdığı sürece herkes evde oturup, özel yaşamının keyfini çıkarmayı yeğler.

Böylece Tocqueville’in “yumuşak” despotluk dediği, yeni ve modernliğe özgü bir tür despotluk tehlikesi ortaya çıkar. Bu eskisi gibi dehşet ve baskıya dayalı bir despotluk olmayacaktır. Yönetim ılımlı ve babacan davranacaktır. Hattâ periyodik seçimlerle demokratik biçimleri bile koruyabilir. Fakat gerçekte, her şey üzerindeki halk denetiminin çok sınırlı olduğu bir “büyük vekil güç”[9] tarafından yürütülecektir. Buna karşı Tocqueville’in düşündüğü tek savunma, yönetimin çeşitli düzeylerinde ve gönüllü kuruluşlarda katılıma değer veren etkin bir siyasi kültürdür. Ama kendine dönük bireyin atomculuğu buna karşı işler. Katılım azalınca, katılımın aracı olan yan kuruluşlar ortadan kalkınca, yurttaş bürokratik vekil devlet karşısında yalnız kalır ve haklı olarak kendini güçsüz hisseder. Bu yurttaşın motivasyonunu daha da azaltır ve yumuşak despotluğun kısır döngüsü sürer.

Oldukça merkezileşmiş ve bürokratik siyasal yaşamımızda belki de kamusal alana yabancılaşma ve bunun sonucunda siyasetteki denetimin kaybedilmesine benzer bir şey oluyor. Çok sayıda çağdaş düşünür Tocqueville’in çalışmalarını kehanet olarak değerlendirdi.[10] Eğer durum böyleyse yurttaşlar olarak ortak bir biçimde uygulayabildiğimiz, geleceğimiz üzerindeki siyasi denetimi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız demektir. Yani, Tocqueville’in “siyasal özgürlük” dediği şeyi kaybediyoruz. Burada yurttaş olarak onurumuz tehdit ediliyor. Yukarıda sözü edilen gayri şahsi mekanizmalar toplum olarak özgürlük düzeyimizi azaltabilir, ama siyasal özgürlüğün kaybolması geri kalan seçimlerin de yurttaş olarak kendimiz tarafından değil, sorumsuz vekil güç tarafından yapılacağı anlamına gelir.

Bu kitapta ele almak istediğim modernliğe ilişkin üç sıkıntı bunlar. İlk tehlike anlam yitimi diyebileceğimiz, ahlâki ufkun kararması. İkincisi gemi azıya almış araçsal akıl karşısında hedeflerin gölgede kalmasına, üçüncüsü de özgürlük yitimine ilişkin.

Tabii ki bunlar tartışılmaz değil. Yaygın kaygılardan söz ettim ve etkili yazarların adını kullandım, ama buradaki hiçbir şey üzerinde uzlaşılmış değildir. Bu kaygıları bir biçimde paylaşanlar bile ifade ediliş biçimleri üzerinde hararetle tartışmaktadır. Çok sayıda kişiyse bunları kafasından atmak ister. Eleştirenlerin “narsisizm kültürü” adını verdiği akıma kendilerini kaptıranlar, muhaliflerin daha baskıcı önceki çağların özlemini duyduklarını düşünüyor. Modern teknolojik aklın yandaşları, araçsalcılığın hâkimiyetine yapılan eleştirileri tepkisel ve gerici, bilimin faydalarını görmezden gelme çabası olarak değerlendiriyor. Ayrıca katıksız negatif özgürlük yandaşları var; siyasal özgürlüğün değerinin abartıldığına ve hedeflenmesi gerekenin, bilimsel yönetimle her bireyin maksimum bağımsızlığının bir arada bulunduğu toplum olduğuna inananlar. Modernliğin yerden yere vuranları olduğu gibi, göklere çıkaranları da var.

Uzlaşılan bir şey yok, tartışma sürüyor. Ama bu tartışma sürecinde bir tarafta övülen, öbür tarafta yerilen gelişmelerin temel özelliği genellikle yanlış anlaşılıyor. Sonuçta, yapılması gereken ahlâki seçimin gerçek doğası karanlıkta kalıyor. Özellikle öne süreceğim, izlenmesi gereken doğru yolun, ne modernliğin bağnaz yandaşlarının önerdiği, ne de ona yekten karşı çıkanların yeğlediği yol olduğu. Ne de, diyelim bireycilik, teknoloji ve bürokratik yönetimin üstünlükleriyle bedelleri arasında bir orta yol bulma çabası bize aradığımız cevabı verecektir. Modern kültürün doğası bundan daha incelikli ve karmaşık. Yandaşların da karşı olanların da haklı olduğunu öne sürmek istiyorum, ama bu hak modernliğin üstünlükleri ve bedelleri arasında basit bir orta yol bulma gayretiyle teslim edilemez.

Gerçekte tanımladığım tüm gelişmelerde, hem takdire şayan hem de bayağı ve dehşet verici yanlar var. Ama bu ikisi arasındaki ilişkiyi anlamak, asıl sorunun kötü sonuçların olumlu ürünler için ödemek zorunda olduğumuz bir bedel olmadığını görmekten çok, bu gelişmelerin bayağılaşmasını önleyerek, taşıdıkları büyük vaadi gerçekleştirmeye nasıl yönlendirilebilecekleri sorunu olduğunu görmek demek.

Bu üç temayı da yeterince ele alabilmem için gerekli yerim olmadığından bir özet sunuyorum. Bireyciliğin tehlikeleri ve anlam yitimine ilişkin ilk tema üzerine bir tartışma başlatacağım. Bu tartışmayı bir düzeye kadar götürüp, bu sorunun nasıl ele alınması gerektiğine ilişkin fikir edindikten sonra öbür ikisi için de benzer yöntemler önereceğim. Bu durumda tartışmanın tamamı ilgi alanımızın ilk ekseni üzerinde yoğunlaşacak. Şimdi bireyciliğin günümüzde ne biçim aldığına daha ayrıntılı bakalım.
Kaynak: Modernliğin Sıkıntıları, Charles Taylor, Ayrıntı Yayınları

Dipnotlar
1. Alexis de Tocqueville, De la Démocratie en Amérique, 2. cilt (Paris: Garnier- Flammarion, 1981), s. 385.

2. "Erbärmliches Behagen"; Also Sprach Zarathustra (Böyle Buyurdu Zerdüşt, çev. T. Oflazoğlu, Cem Y., 1992) Zerdüşt'ün Önsözü, bölüm 3.

3. Tocqueville, De la Démocratie, s. 127.

4. Bu hesaplamaların anlamsızlığı için bkz. R. Bellah ve d. The Good Society (Berkeley: University of California Press, 1991), s. 114-119.

5. Bellah ve d. The Good Society, 4. bölüm.

6. Özellikle bkz. Patricia Benner ve Judith Wrubel, The Primacy of Caring: Stress and Coping in Health and Illness (Menlo Park, CA. Addison-Wesley, 1989).

7. Albert Borgman, Technology and the Character of Contemporary Life (Chicago: University of Chicago Press, 1984), s. 41-42. Borgman, teknolojinin başlangıçtaki özgürleştirici vaadinin "boş bir konforun elde edilmesine" dönüşüp yozlaşabileceğini öne sürerken, Nietzsche'nin "son insanlar" kavramını yansıtıyor (s. 39).

8. Hannah Arendt, The Human Condition (Garden City, NJ: Doubleday, Anchor Edition, 1959, s. 83), [İnsanlık Durumu, çev. Sina B. Şenel, İletişim Y., 1994].

9. Tocqueville, De la Démocratie, s. 385.

10. Örneğin bkz. R. Bellah ve d. Habits of the Heart (Berkeley: University of California Press, 1985).


* Kanadalı Taylor, Anglosakson felsefe geleneğinden geldiği halde bu geleneğin dar sınırlarını aşıp Hegel, Heidegger, Foucault, Habermas gibi Kıta Avrupa'sının önemli düşünürleriyle eleştirel bir biçimde de olsa diyaloga girmekten yana tutum takınan, dil ve epistemoloji hakkındaki düşüncelerini toplumsal kurama ve siyasal sorunlara uygulamış olan ender felsefecilerden biridir. Liberalizmin Locke, Mill gibi klasik temsilcilerine de John Rawls gibi modern savunucularına da ciddi eleştiriler getirmiş olan “komüniteryanizm” (cemaatçilik) okulunun önde gelen isimlerindendir. Yazdığı birçok yazı ve kitapta daha çok dil, benlik anlayışları, siyasal katılım, çokkültürlülük, modernliğin doğası, kimlik ve etik temalarını konu edinmiş; bu karmaşık konuları son derece açık ve net bir biçimde tartışmasından ötürü takdir kazanmış olan Taylor, İngiliz dilinde yazan yaşayan en önemli düşünürlerden biri olarak görülmektedir.

Türkçe’de daha önce sadece BBC televizyonunda yaptığı Marksist felsefe ile ilgili tartışma metni (Yeni Düşün Adamları, Bryan Magee (der.), Verso Yay., 1985) yayımlanan Taylor’ın başlıca kitapları şunlardır: Hegel (1975); Hegel and Modern Society (1979) [Hegel ve Modern Toplum]; Philosophical Papers, 2 cilt (1985) [Felsefe Notları]; Sources of the Self. The Making of Modern Identity (1989) [Benliğin Kaynakları. Modern Kimliğin Oluşumu]; Multiculturalism and “The Politics of Recognition" (1992) [Çokkültürcülük: Tanıma Politikası, Yay. Haz. Cem Akaş, Yapı Kredi Yay., 2010]; Philosophical Arguments (1995) [Felsefe Tartışmaları]; Modern Social Imaginaries (2004) [Modern Toplumsal Tahayyüller, Çev. Hamide Koyukan, Metis Yay., 2006] ve A Secular Age (2007) [Seküler Bir Çağ].


6 Aralık 2018 Perşembe

İskenderiye Kütüphanesini Kim Yaktı?

İskenderiye Kütüphanesini Kim Yaktı?

Dilara Kahyaoğlu
2014
Canlandırma resimde İskenderiye Kütüphanesi… 19. yy,  O. Von Corven
Antik yazarlar, dünyanın ilk büyük kütüphanesinin İskenderiye Kütüphanesi olduğunu yazarlar. Bugün bu kütüphane yoktur ve nasıl yok olduğu tam olarak bilinmemekle birlikte; kütüphaneyi yok eden devlet ve kişi adlarının yer aldığı bir şüpheliler listesi vardır. Bu efsanevi kütüphanenin yok olmuş olması; özellikle ilk çağ ile ilgili araştırma yapan kimseleri derinden etkileyen bir konudur çünkü eskiçağa ait birçok yazma eser yok olup gitmiştir. Eğer onlar elimizde olsaydı ilkçağ tarihi ile ilgili çok daha fazla şeyler bileceğimiz kesindir. Bugün elimizde o çağlardan kalma çok az eser vardır çoğu da orijinal kaynaktan yapılan özetler veya göndermelerdir. Tarih disiplini, yazılı kaynakların incelenmesi ile başlamıştır (“tarih yazıyla başlar”). Bu tür belgelerin eksikliği veya yokluğu ilkçağ tarihini inceleyenleri zorlayan koşullar yaratır.

Belge fetişizmi “modern tarihçilik” açısından doğru bir yaklaşım olmasa da, [1] tarih yapmak için elbette belge şarttır. Hiçbir belgenin olmadığı tarihsel dönemler için başvurulacak ana kaynak arkeolojik bulgular olmakta; onlar da olayların/olguların; tarihlerini, yerlerini, kişi isimlerini, nedenlerini ve sonuçlarını bildirme konusunda yetersiz kalmaktadır. Kısacası İskenderiye kütüphanesindeki eserlerin yok olmuş olması; araştırmacılar için paha biçilemeyecek değerde bir hazinenin kaybı anlamına gelir.

Peki, gerçekte böyle bir kütüphane var olmuş mudur? Bazı antikçağ yazarlarına bakarsak evet… Ama bugüne kadar kütüphanenin bir zamanlar var olduğunu gösteren arkeolojik kalıntılar henüz bulunamamıştır.


Antik Çağ’da Dünyanın 7 Harika’sından biri olarak kabul edilen İskenderiye Fenerinin de bulunduğu İskenderiye şehri, adından anlaşılacağı gibi Büyük İskender tarafından kurulmuştu. İskender’in ölümünden sonra generallerinden Ptolemy, Mısır’ı egemenlik alanı içine alarak İskenderiye’yi  kendisine merkez yapmış, Mısır yıkılana kadar da buraları bu aileden gelen hükümdarlar yönetmişti (Ptolemy Hanedanlığı). 

Kütüphanenin, ilk Ptolemy (I.SOTER) tarafından kurulduğu kabul edilir. Kaynaklara göre, Atinalı bilgin, hatip Demetrius, sürgüne gittiği İskenderiye’de I. Soter’i bir kütüphane kurması konusunda ikna eder (y. MÖ 295). İşi üzerine alan Demetrius, dünyadaki her kitabın birer kopyasının bulunduğu evrensel bir kütüphane tasarlar ve Muses / Musaeaum Tapınağı (müze sözcüğünün kökeni) denilen binanın yapımına başlar (Muses: İlham perileri). Burası kraliyet sarayının bir bölümünde inşa edilir. Daha sonra iktidara gelen II. Ptolemy ise, yapıyı genişletir ve babasının yapısının yanına Kraliyet Kütüphanesi’ni inşa ettirir. Kütüphane zaman içinde çoğu Yunanca olan el yazmaları ile dolar taşar ve Serapis Tapınağı’nda yeni bir bölüm açılır.

III. Ptolemy’nin, kütüphanedeki eserleri çoğaltmak için; limana gelen gemidekilerin, yanlarındaki bütün el yazmalarını, yetkililere teslim etmelerini emrettiği de söylenenler arasındadır. Böylece gelen ele geçen yazma eserler; kâtipler tarafından kopyalanıyor, kopyaları sahiplerine verildikten sonra orijinalleri kütüphaneye yerleştiriliyormuş. Çevirmek, çoğaltmak, saklamak, kataloglamak, araştırma yapmak ve ders vermekle görevli bilginlerin/çalışanların sayısının II.Ptolemy zamanında 100 kişi olduğu da iddia ediliyor. Çalışanların maaşları hükümdar tarafından ödeniyordu.
Sezar'ın Ölümü
Jean-Leon Gerome (1824-1904)
Walters Sanat Galerisi, Baltimore
İskenderiye Kütüphanesi’nin ve içindeki paha biçilmez bütün eserlerin bir yangında tamamen yanıp yok olduğu yüzlerce yıldır aktarılan bir hikâyedir.[2] Birinci şüpheli Julius Sezar’dır. Sezar, iç savaştaki rakibi General Pompeius’u (Büyük Pompey) Mısır’a kadar takip eder, İskenderiye’yi işgal eder ama donanmasını Mısır filosu tarafından sarılmış halde bulunca güvenliği için Mısır gemilerinin ateşe verilmesini emreder. Mısır filosu yanar ama bu arada yangın kontrolden çıkar limana çok yakın bulunan binalar ve depolar da ateş alarak yanarlar (MÖ 48). Filozof Seneca, tarihçi Livius’tan (Roma Tarihi adlı eserini MÖ 63-14 yıllarında yazmıştır) bir alıntı yaparak Sezar’ın çıkardığı yangında 40 000 kadar belgenin yok olduğunu yazıyor. Aynı şekilde Yunanlı tarihçi Plutarch ile Romalı Tarihçi Dio Casius da benzer şeyler söyleyerek Sezar’ı işaret ediyorlar. (Ek 4'e bkz.)

Fakat Tarihçi ve coğrafyacı Strabon, MÖ 20 yıllarında İskenderiye’de çalışıyordu ve eserlerinde büyük bir kütüphanenin varlığından hiç söz etmemiştir. Sözünü ettiği sadece kraliyet sarayına bağlı bir müzenin varlığıydı. Bu kadar önemli bir varlıktan Strabon’un hiç bahsetmemesi o zamana kadar artık görkemli kütüphanenin varlığını sürdüremediğinin bir işareti olarak yorumlanabilir. Sezar’la ilgili bir başka iddia da şudur. Sezar, kitapları Roma’ya götürmek üzere gemilere yükletir o sırada gemilerde başlayan bir yangın kitapların yanıp gitmesine neden olur. Hatta bu durumu telafi etmek isteyen Kleopatra’nın sonraki sevgilisi Romalı Antonius, Bergama kütüphanesinden 200 000 kitap getirmiş, Kleopatra’ya hediye etmiştir.

Roma İmparatoru Marcus Aurelius zamanında çıkan bir iç savaşta müze ve kütüphanenin yerle bir olduğu da ileri sürülür (3. yüzyıl sonu).

Diğer şüpheli Sezar’dan sonra yaşamış biridir: I. Theodosius… Hıristiyan olan Roma imparatoru Theodosius, kendini paganizmi yok etmeye adamıştı ve bu amaçla, Mısır’daki Serapis Tapınağı’nın yıkılmasını emretti. Aynı yere bir Hristiyan kilisesi yapıldı. İşte bu Serapis’in yıkıldığı sırada içindeki kütüphane de yıkılmıştır (391).

Diğer şüpheli Halife Ömer’dir. İkinci Halife Ömer’in Mısır’ı fethi sırasında İskenderiye’ye giren Amr İbnül As, Halifeye “kütüphanedeki kitapları ne yapalım” diye sormuş o da bunların Müslümanlığa aykırı olduğunu söyleyerek belgelerin yakılmasını emretmiş. Bunlar hamamlarda yakılır. Söylentiye göre İskenderiye’deki hamamları 6 ay boyunca ısıtmaya yetecek kadar çok belge yakılmış. Bu suçlama, olaydan 300 yıl sonra bunları iddia eden, yazar ve Hristiyan bilgin Gregory Bar Hebraeaus’a (1226-1286) aittir. Buradaki iddia temelsizdir. Böyle büyük bir felaketten devrin hiç bir bilgin ve yazarı bahsetmemektedir. Belki de İskenderiye Kütüphanesinden o güne kadar her ne kaldıysa onlar da işte bu dönemde yok olmuş olabilir. Net bilmiyoruz… [4]

Hep aynı şeye dönüp geliyoruz: Belge yok… Belge yoksa bilgi de yok, kanıt da yok… Ama ya bir gün yepyeni belgeler bulunursa, orijinal belgeler, doğruluğu kanıtlanmış belgeler? İşte o zaman tarih değişir… İşte tarih aynı zamanda budur.

Ama yine de şu anki bilgilerimiz kapsamında en makul yaklaşım, Mısır’ın çöküş süreci içinde kütüphanenin yavaş yavaş eriyip yok olduğudur. Elimizdeki veriler kütüphanenin parça parça yok olduğunu göstermektedir.

Belki de küçük bir parçası ayakta kalmış olan kütüphanenin bilinen son yöneticisi Theondur ki O, MS 415 yılında İskenderiye’de bir grup Hristiyan tarafından linç edilen kadın filozof ve bilgin Hypatia’nın babasıydı.

Bir inanç da şudur; kütüphanede ki birçok belge çöle veya başka yerlere gömüldü, saklandı. Fantastik bir fikir olarak bugün çölden veya bir yerlerden bazı eserlerin çıkacağını hayal ederek kendimizi umutlandırabiliriz. Peki böyle bir mucize hiç oldu mu? Evet: “Ölü Deniz Yazmaları”…

2004 yılında bazı arkeologlar kütüphanenin kalıntılarını bulduklarını iddia ettiler ama bunların Roma döneminden kalma yapılar olduğu sonradan anlaşıldı. 16 Ekim 2002’de gerçek kütüphanenin olduğu varsayılan yerin yakınlarında Biblioteca Alexandrina (İskenderiye Kütüphanesi) isminde modern bir kütüphane eski kütüphanenin anısına açılmıştır. İnternetin hakim olduğu dünyamızda, kütüphanelerin hala bir önemi var mıdır? Ne dersiniz?


EK 1 
Batlamyus (Klaudyos Ptolemaios) İskenderiye, üretim dönemi: 127-145
Yaşamı hakkında hiçbir şey bilmediğimiz ünlü Yunanlı astronomi, matematikçi ve coğrafya bilgini… İskenderiyeli oluşu ve soyadı; Ptolemy ailesiyle bir bağı olabileceğini akla getirse de bu konuda bir şey bilinmemektedir. Batlamyus’un bazı eserleri günümüze kadar ulaşmıştır. En önemli eseri olan “Almagest” 9.yüzyılda Arapça’ya (Yunanca’dan), 12. Yüzyılda da Latince’ye çevrilmiştir.

Yerin, evrenin merkezi olduğunu ve hareket etmediğini, sabit olduğunu iddia ederek “yer merkezli evren” modelini ileri sürmüş ve bu yaklaşım 15. yüzyıla kadar bir dogma olarak kabul edilmiş, aksi tezlerin tartışılması bile tabu olarak görülmüştür.[3]

15. yüzyılın sonlarında yapılan ayrıntılı gözlemler bu sistemin doğruluğu konusunda ciddi kuşkular uyanmasına yol açtı ve nihayet Mikolaj Kopernik (Nicolaus Copernicus )merkezinde güneş olan “güneş merkezli evren” modelini ileri sürerek yüzlerce yıl süren bu dogmanın yıkılmasına öncülük etti. Galileo ve Kepler de aynı yoldan giderek Kopernik’in tezini güçlendirecek argümanlar sağladılar.

Kopernik, ciddi hasta oluşunun da verdiği cesaretle yazdığı kitabı, ömrünün sonuna doğru bir mektupla birlikte Papa’ya göndermiş ve orada şunları yazmıştı: "Aziz peder, kitapta yazılanları okuyanların hemen reddedeceklerini biliyorum. Ben ömrüm boyunca; çevremin düşüncelerine aldırmayan, fikirlerini savunan biri olamamışımdır. Etrafın tepkisinden dolayı, başladığım konulardan vazgeçmeye niyetlendiğim oldu. Fakat çekingenliği üzerimden atarak çalışmalara devam ettim. Yazdıklarımı eleştirenler olursa onlara aldırmayacağım ve saçma kabul edeceğim..."

EK 2
Ptolemy Hanedanlığına İlişkin Notlar
Hanedanlığı ilk kuran kişi İskender’in generali I. Ptolemy’dir ve Soter adı ile onurlandırılmıştır. 
Kardeşlerle evlenme geleneğini başlatan bu hanedanlık değildir. Bu adet eski bir “Mısır” geleneğidir. Firavunlar da kız kardeşleriyle evlenirlerdi ama yasal eşleri yanında bir hareme de sahiptiler. Ptolemy hanedanlığında bu eski Mısır geleneğini başlatan kişi IV. Ptolemy olarak görülmektedir. Kızkardeşi Arsinoe ile evlenmiş ondan bir çocuk sahibi olmuştur. VI. Ptolemy de yine kızkardeşi II. Kleopatra ile evlenmişti.

II. Ptolemy babasını, kardeşini ve karısını “kardeş tanrı” ilan ettirerek bir hükümdarlık kültü (tapınım) başlatmıştır. Hükümdar ve ailesini tanrılaştırma geleneği de eski bir Doğu geleneğidir. İmparatorluk döneminden itibaren Romalılar da aynı âdeti almışlar ve hükümdar ve karısını tapılan kutsallar haline dönüştürmüşlerdir. Örneğin, Augustus'un cenaze töreninde, ölen imparatorun Roma Panteonu'na mensup tanrıların arasına katıldığı açıklanmıştı. (ayrıca bkz. Augusutus Tapınakları)

V. Ptolemy’nin MÖ 196’da yayımladığı kararlar ünlü Rosetta Taşı’na (Reşid Taşı) yazılmış bir şekilde 1799 yılında Fransızlar tarafından bulundu ve eski Mısır hiyeroglif yazısının çözülmesinde anahtar oldu. Yazının çözülmesi Kleoptara sözcüğünün çözülmesi ile başlamış, ancak ondan sonra gerisi gelmiştir. Yalnız burada adı geçen Kleopatra, I. Kleopatra’dır. Kendisi Suriye hükümdarı Antiokhos’un kızıydı, V. Ptolemy ile evlenmişti. Taşta üç dilde şunlar yazılıydı: Borçlar, vergiler, teslim olan asiler; af edilecek, mahkûmlar serbest bırakılacak ve tapınaklara daha çok yardım edilecek… Kararlar mealen böyleydi.

Romalıların Mısır’ın iç işlerine diplomatik olarak müdahale etmeleri V. Ptolemy’den beri başlamıştır. XII. Ptolemy’den beri Mısır hükümdarlarını Romalılar belirlemiş olduğu için bunların meşruluğu tartışmalıdır.

Mısırlılar bu yabancı hanedana karşı özellikle IV. Ptolemy zamanından itibaren sık sık ayaklanma çıkardılar. Bu ayaklanmalar çoğu zaman çok kanlı şekilde bastırıldı. Kimi zamanda yukarıdaki kararlarda görüldüğü gibi bazı haklar elde etmeyi başardılar. Ayaklanmalar kimi zaman hükmeden kişi veya kişileri etkileyecek derecede güçlü oluyordu. Örneğin X. Ptolemy’i, ayaklanan İskenderiye halkı ülkeden kovdu. O da Filistin’e giderek paralı asker topladı ve onlarla geri gelerek şehre yeniden egemen oldu ama askerlere verecek parası yoktu. Bunun üzerine Büyük İskender’in tapınak mezarını soyarak elde ettikleri ile borçlarını ödemeye kalktı ama bu durum halkı daha da sinirlendirdi. İkinci bir ayaklanma çıkararak bu kişiyi tekrar ülkeden kovdular o da gidip Likya kıyılarını talan etmeye başladı ve orada öldürüldü. Benzer bir olay, XI. Ptolemy’nin de başına gelmiştir. Romalı General Sulla tarafından amcasının dul eşi III. Berenike ile evlendirilerek tahta ortak edilmişti ama o tek başına tahta hâkim olmak istiyordu. Evlendikten 19 gün sonra karısını öldürttü. Kraliçeyi çok seven İskenderiye halkı ayaklandı ve XI. Ptolemy’i öldürdü.

EK 3
Kurguda İskenderiye Kütüphanesi [Romanın tanıtım bölümünden alınmıştır]

İslamın Halifesi Hz. Ömer'in komutanı Amr Bin As 642 yılında İskenderiye'yi işgal eder. Halife, İslam'a aykırı olan her şeyin yok edilmesini emretmiştir. Yok edilmesi gerekenler arasında bin yaşında olan ve bir milyondan fazla kitabı barındıran İskenderiye Kütüphanesi de vardır. Yaşlı bir Hıristiyan filozof, Yahudi bir Hekim, matematiğe ve astronomiye ilgi duyan güzel Hypatie,[5] General Amr'ı bu bilgi ve sanatın tapınağını yok etmekten vazgeçirmeyi deneyecekler. Ona bu duvarlar arasında yaşayıp ölen bilginlerin, filozofların, şairlerin hayatlarını anlatacaklar. Öklit, Arşimet, dünyanın Güneş etrafında döndüğünü bulan Aristarcos, Batlamyus ve gerçek uğruna hayatlarını veren daha niceleri. General, Hz. Ömer'in emrine uyacak mı? İskenderiye Kütüphanesi'ni gerçekten Araplar mı yaktı? Öklid'in asasındaki giz ne?.. Jean Pierre Luminet antik çağın bu istisnai zekalarını anlatırken, destanı, efsaneyi ve gerçeği bir potada eritiyor. Mizah ve şiirle esinlenmiş anlatımının gerisinde derin bir bilgelik gizleniyor. Astrofizikçi, yazar ve şair Jean Pierre Luminet denemelerinde olduğu gibi romanlarında da bilimin güzelliklerini edebi zevkle süslüyor.
Kaynak: Oklid'in Asası, Jean-Pierre Luminet, Güncel Yayıncılık

EK 4
Jean-Claude Carriere, Umberto Eco, İskenderiye Kütüphanesi Hakkında Konuşuyor
J. -P. de T. : Kitabı gözümüzde çok yüksek bir yere koyuyor, onu bile isteye kutsallaştırıyoruz. Fakat gerçekte, yakından bakacak olursak, kütüphanelerimizin insanı hayrette bırakan bir bölümü hiçbir yeteneği olmayan insanlar, veyahut alıklar ya da takıntılı insanlar tarafından yazılmış kitaplardan oluşuyor. İskenderiye Kütüphanesi’nde bulunup da duman olup uçan iki yüz veya üç yüz bin tomar arasında, büyük ölçüde kara cehalet örnekleri vardı kesinkes.
U. E. : İskenderiye Kütüphanesi’nde o kadar çok kitap olduğunu zannetmiyorum. Eskiçağ kütüphanelerinden bahsettiğimizde hep abartıyoruz, daha önce de konuştuk. Ortaçağ’ın en ünlü kütüphanelerinde en çok dört yüz kitap bulunduğu ispatlandı! İskenderiye’de daha fazla olmalı, orası muhakkak, çünkü Caesar zamanındaki, yalnızca bir kanadı etkileyen ilk yangında, kırk bin tomar yanmış diye anlatılır. Her halükârda, kütüphanelerimizi Eskiçağ’ınkilerle kıyaslamaktan sakınmalıyız. Papirüs üretimi basılı kitap üretimiyle kıyaslanamaz. Elle yazılmış tek bir kodeksi veya bir tomarı meydana çıkarmak, aynı kitabın çok sayıda nüshasını basmaktan çok daha fazla vakit alır.
J. -C. C. : Ama İskenderiye Kütüphanesi çok iddialı bir proje; bir kralın -büyük bir kral bile olsa- özel kütüphanesiyle yahut da bir manastırın kütüphanesiyle hiçbir bakımdan kıyaslanamayacak bir devlet kütüphanesi. İskenderiye daha ziyade Bergama’yla kıyaslanabilir, oranın da kütüphanesi yanmıştı. Her kütüphanenin kaderi günün birinde yanmaktır belki de.
J. -P. de T. : Ama yangında yalnızca şaheserlerin yanmadığını biliyoruz artık.
J. -C. C: Artık kesin gözüyle baktığımız bir teselli. Yavan kitapların çoğunluğu yok oluyor, bununla birlikte bunların bazıları gayet oyalayıcı ve bir şekilde eğitici olabilir. Böyle kitapları okumak bizi daima çok eğlendirmiştir. Bazılarıysa, yazarlarının akıl sağlığını düşünecek olursak, bizi endişelendirmiştir. Kötü, saldırgan, nefret, hakaret dolu, suça, savaşa çağrı yapan kitaplar da görmüşüzdür. Evet, hakikaten dehşet uyandırıcı kitaplar. Ölüm nesneleri. Yayıncı olsaydık, Kavgamı basar mıydık?


Dipnotlar

[1] Yani o konuyla ilgili belgeler varsa her şeyi çözebilirim, sadece belgeleri yayımlarsam iş bitmiştir, böylece gerçeği açıklamış olurum, yaklaşımı 19. Yüzyıla ait bir yaklaşımdır (Ranke). Bugün bunun olamayacağı; belgeleri seçmenin, yorumlamanın, onları kullanarak çıkarımlarda bulunmanın vb. tarihçilik olduğu kabul edilmektedir, dolayısıyla birden çok yorum olabilmekte aynı konuda farklı yaklaşımlar sergilenebilmektedir (Carr). Dikkat! Yine de tarihçilik bu kadar kaygan zeminde yapılan bir şey değildir. Yazılan her şeyin kanıtları sunulmak zorundadır. Yoksa yapılan iş sadece bir masal olur. 

[2] Bir kere daha Umberto Eco'ya kulak verelim olayın başka yönüne dikkat çekiyor. 

"... Yazılı sayfa kültü, daha sonra da kitap kültü, yazı kadar eskidir. Romalılar daha o zamandan tomarlara sahip olmak ve koleksiyonunu yapmak isterlermiş. Kitapları kaybettiysek, başka sebeplerden kaybettik. Dinî sansür sebebiyle yok edildiler yahut da kütüphaneler ilk fırsatta yanmaya meyilli oldukları için yok oldular, tıpkı katedraller gibi, çünkü her ikisi de büyük ölçüde ahşaptan inşa edilmişti. Ortaçağ’da yanan bir katedral ya da bir kütüphane, Büyük Okyanus’a düşen bir uçağın gösterildiği bir savaş filmi gibidir az çok. Normal bir şeydi. Gülün Adı’ndaki kütüphanenin sonunda yanması o devir için sıradışı bir olay değildi kesinlikle.
Fakat kitapların yanma sebepleri, aynı zamanda sizi kitapları emin bir yere koymaya, yani onların koleksiyonunu yapmaya iten sebeplerdi. Keşişlik kurumunun temelini attığı şey budur. Muhtemelen, barbarların defalarca Roma’ya gelişi ve çekip gitmeden önce şehri ateşe verme alışkanlıkları yüzünden, kitapları yerleştirecek emin bir yer bulmak akıl edildi. Bir manastırdan daha emin neresi olabilir? Bunun üzerine bazı kitaplar hafızanın üzerine çöken tehditlerin ulaşamayacağı bir yere konmaya başlandı. Fakat aynı zamanda, tabiatıyla, bazı kitapları kurtarmayı, bazılarınıysa kurtarmamayı seçmekle bir eleme yapılmaya başlandı."
Kaynak: Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın

[3] Aksi görüşün Antik Çağ’da savunulmasına rağmen… Örneğin; Pisagor (MÖ 5yy), Filolaos (MÖ 4yy) ve Sisamlı Aristarkus (MÖ 3yy) … Üçü de evrenin merkezine Güneş’i koyuyordu.

[4] Bernard Lewis' "The Arab Destruction of the Library of Alexandria: Anatomy of a Myth" (İskenderiye Kütüphanesi'nin Araplar Tarafından Yıkımı: Bir Efsanenin Anatomisi) adlı makalesinde bu iddiayı eleştirmiştir. 

[5] Bu bizim bildiğimiz tarihi kişilerden Hypatia değil. Onun ölümü 415 yılıdır. 


Kaynaklar
*Roy Macleod, İskenderiye Kütüphanesi, Dost Kitapevi, 2006
*AnaBritannica'nın ilgili maddeleri
*Jean-Claude Carriere, Umberto Eco, Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın, Can Yayınları
*Andre Bonnard, Antik Yunan Uygarlığı Euripides'ten İskenderiye'ye 3, Evrensel Basım Yayın, 2004, s. 211-224

*İzlenmesini öneririm. Ders içinde de kullanmaya, tartışmaya uygundur.
İskenderiye Kütüphanesi ve Hypatia - Carl Sagan anlatıyor (1980)


Kaynak göstermeden kullanılamaz


2 Nisan 2018 Pazartesi

Neandertal mi yoksa Neanderthal mi?

Neandertal mi yoksa Neanderthal mi?

Robert J. Sawyer
Kaynak

Her ikisi de doğru ve her ikisi de paleoantropologlar arasında bile yaygın olarak kullanılıyor.
İnsana ait bu fosil tipi 1856’da, Düsseldorf yakınlarında bir vadide bulundu ve adını oradan aldı. O zamanlar oraya Neanderthal* deniyordu; thal ‘vadi’ anlamına geliyor, ‘Neander’ de vadiye adını veren adamın ‘Neumann’ olan soyadının Yunanca versiyonuydu.


Yirminci yüzyılın başlarında Alman hükümeti kelimelerin telaffuzuyla ilgili olarak ülke çapında yeni düzenlemeler getirdi ve o ana dek ülkenin her yerinde kullanılan ‘thal ve ‘talin ‘tal’ olarak kullanılmasına karar verildi. Böylece eskiden Neanderthal olarak isimlendirilen yerin adının Neandertal olarak kullanılmasına karar verildi.

Peki ya insana ait fosil? Ona da Neandertal mi demeliyiz?

Bazıları öyle olması gerektiğini söylüyor. Ama bir sorun var: bilimsel adlar bir kez verildiklerinde hep o şekilde kullanılırlar ve bu yüzden, bu fosil tipi literatürde, Homo neanderthalensis ya da Homo sapiens neanderthalensis olarak (biri farklı bir tür, diğeri de bizim alt türümüz), hep ‘th’ ile telaffuz edilecek. Fakat şunu da söylemeliyim ki, bilimsel olarak kullanıldığında ‘neanderthal olarak telaffuz edilmesi biraz tuhaf bir durum yaratıyor.
Neanderthallerin yaşam alanları
Bu arada ‘Pekin adamı’ meselesine gelince ‘Neandertal adamı’ telaffuzunu tercih edenler hayli suskun kalıyorlar; şehrin adının son yıllarda İngilizcede çoğunlukla Beijing olarak söylenmesine rağmen ‘Pekin adamının’ adının değiştirilmesine yönelik bir girişim ortalıkta görünmüyor.
Altı temel İngilizce sözlüğün en son baskılarına baktım: The American Heritage, The Encarta World, Merriam-Webster’s Collegiate, The Oxford English, Random House Webster’s ve Webster’s New World Sözlükleri. Hepsi de her iki kullanımı benimsemiş.

Sonuç olarak, bu kişinin tercihine kalıyor. Bu kitabı yazarken başvurduğum araştırmalarda -thal kullanımı -tal kullanımından çok daha fazlaydı, bu yüzden de orijinal kullanıma sadık kalarak Neanderthal'i tercih edeceğim.
Neanderthal fosillerinin bulunduğu yerler

Bu kitap roman dalında 2003 Hugo ödülünü kazanmış.
Hominids, Robert J. Sawyer, Abis Yayınları, 2011


* Thal veya Tal farkına bu yazıda da kısaca değinilmiş. Aynı şeyi söylüyor. Almanca eski yazı ile modern yazı arasındaki değişimden doğan farklılık. http://www.wiki-zero.com/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvTmVhbmRlcnRoYWw

ayrıca bkz.
https://www.youtube.com/watch?v=mEYSJLFsbaM (İnsan Olmak, BBC, 2017)

http://humanorigins.si.edu/evidence/human-evolution-timeline-interactive (İnsanın evriminin zaman çizelgesi, etkileşimli bir harita)


24 Ekim 2017 Salı

Bilim Nedir?

Bilim Nedir?

Isaac Asimov

Bilim meraktan doğdu... Hani insana mevlâsını da, belâsını da bulduran "merak" var ya? İşte, ondan...
Merak, durdurak bilmeyen, sınır tanımayan bir öğrenme arzusudur. Cansız maddelerde bulunmayan, üstelik canlıların yalnızca bir bölümünde görülen bir özelliktir. Bu yüzden, yaşayıp da "merak duymayan" yaratıklara "canlı" demeye kolay kolay dili varmaz insanın...

Örnek olarak ağacı alalım. Ağaç, içinde bulunduğu, içinde yeşerip dalbudak saldığı çevre hakkında merak duymaz. Hasbelkader oradadır. Sünger de, midye de öyle... Nelere gereksinmeleri varsa, rüzgar, yağmur, akıntılar getirir onları... Onlar da alabildiklerini alırlar, bu doğa olgularından... Ama, gün olur, doğa, onlara, yangın, zehir, deprem, etobur ve asalakları da getirir. İşte, o zaman, yaşadıkları gibi, gösterişsizce, tantanasız biçimde, öte âleme göçüp giderler.



Varoluşun ilk aşamalarında canlı yaratıklar hareketsizdi, doğaya kuldu. Ama, neden sonra, bazı canlılar bağımsız ve serbest hareket edebilme yeteneğini geliştirdiler. Bu yaratıkların doğayı, çevrelerini denetim altına alabilmelerinde önemli bîr adım oldu bu... Yiyecekleri şeylerin ayaklarına gelmesini beklemek yerine, onları aramaya, onların peşine düşmeye başladılar böylece...

"Macera" dünyaya böyle ayak bastı. Macerayla birlikte de "merak" doğdu. Kıyasıya, acımasızca sürdürülen besin avında çekingenlik gösterenler, macerayı göze alamayanlar, doğayla ve çevreleriyle ilişkilerinde "tutucu" olanlar yaya kaldılar, ölüp gittiler. Kısacası, çevreye, çevrede olup bitenlere "merak duyma" varoluşun kaçınılmaz bedeli olup çıktı.

Tek-hücreli paramesyumlara bakın... Bir şeyler arıyormuş gibi hareket ederler doğada... Kuşkusuz, bizim gibi, insanlar gibi, "bilinçli" bir arayış, "bilinçli" bir istek değildir bu... Ama, basit bir kimyasal-fiziksel arayış bile olsa, yine de arayıştır. Yiyecek bir şeyler bulabilmek için doğayı kolaçan eder gibidir. İşte, merakın "güdüsel" denilebilecek bu "eyleme dönüşme biçimi", hareket eden canlıları hem hareketsizlerden, hem de cansızlardan ayırır. Onları insana en çok yakınlaştıran özellikleridir bu...

Canlı yaratıkların evrimine baktığımızda, onların, zaman içinde, giderek daha karmaşıklaştıklarını, yeni ve daha karmaşık duyular geliştirdiklerini, çevreye daha duyarlı duruma geldiklerini görürüz. Doğal çevreyle daha yoğun bir iletişim kurmaya, çevreden yeni mesajlar alıp oraya yeni mesajlar yollamaya başlarlar. Hangi sebep-sonuç ilişkisindendir bilinmez, ama, çevre hakkında duyularca toplanıp yorumlanan bilgilerin depolandığı sinir sistemi de bu süreç içinde giderek karmaşıklaşır.


Ama, her şeyin olduğu gibi, dış dünyadan alınan, depolanan ve yorumlanan bilgilerin de bir sınırı, bir kapasitesi vardır. Öyle bir an gelir ki, toplanıp yorumlanan bilgiler "ihtiyaç duyulan" bilgileri aşar. Diyelim ki, herhangi bir canlı yaratık tıka-basa doydu. Görünürde de canına kastedecek herhangi bir tehlike yok... O zaman ne yapacak? Sorun da bu ya...

Tıka-basa doymuş, tehlikeyle burun buruna olmayan yaratığın önünde bazı seçenekler vardır. Örneğin, istiridye mahmurluğuyla kabuğuna çekilebilir. Ama, daha karmaşık, daha üst yaşam biçimlerini simgeleyen canlılar böyle yapmazlar. Çevrelerini kolaçan ederler, doğa hakkında yeni şeyler öğrenme istek ve güdüsünü sergilerler. "Zararsız merak" da diyebilirsiniz buna... Böylesi zararsız meraklara burun kıvırabilir, onu küçümseyebilirsiniz. Yanılırsınız, böyle yapmakla... Canlılarda zekânın ölçeği, ölçütüdür bu merak... Örneğin, bir köpek, en miskin anında bile, sağı-solu koklar, insan kulağının alamadığı seslere durup dururken kulak kabartır. Kedi öyle mi? Değil elbette... Doymuş kedi, meraksız bir yaratıktır. Tüylerini yalar, büyük bir keyifle gerinir, sonra da derin bir uykuya dalıp gider. İşte, köpeğin kediden "zeki" sayılması da bundandır.

"Merak fazlası" da diyebilirsiniz buna...

Yaratık ne kadar zeki, beyni ne kadar gelişkinse, "merak fazlası" da o kadar çoktur.

Alalım maymun örneğini... "Maymun iştahlı" sözü boşuna edilmemiştir. Sağı-solu kurcalayan, her şeye burnunu sokan, olur-olmaz şeyleri en az bir kere deneyenler için kullanılır bu deyim... Arı kovanı gibi işleyen bir beyni vardır bu yaratığın... Ortada "merak duyulacak" bir şeyler olmasa bile arayıp bulur, yaratır. Sözün özü, maymun meraklı bir yaratıktır. Merak duymuş olmak için merak duyar. Bu açıdan bakıldığında, insan, süper maymundan gayrisi değildir.

İnsan beyni, tüm evrende en iyi örgütlenmiş, en karmaşık kitledir. Çevreyle ilgili bilgileri algılama, depolama ve yorumlama kapasitesi, varoluş için gerekli kapasitenin çok ötesindedir. Bir hesaba göre, insan beyni, insan ömrü süresince, 15 milyar kalem bilgi toplayabilir, edinebilir.

Varoluş için büyük yararları olduğu gibi, "hayat" yönünden de zararları vardır bunun... Böylesine geniş bir alanda böylesine çok bilgi sahibi olmak, insanda, "can sıkıntısı" denilen onanmaz hastalığa yol açar. Bildikleriyle ister istemez yetinmek zorunda kalan, öğreneceği fazla bir şeyler kalmayan insanlar, beyinlerini varolmaya yetecek kadar çalıştırırlar. Bu da, en hafifi zihin dağınıklığı, en şiddetlisi ruh hastalığı olan çeşitli düzensizliklere yol açar.

Özetle söyleyelim: Ortalama insanda yoğun, dur-durak bilmeyen, sınır tanımayan bir merak vardır. Bu merakını hemen elinin altında bulunan olanaklarla, yararlı biçimde gideremezse, "kötü ve zararlı" biçimlerde giderme yolunu seçer. "Arayan belâsını da bulur, mevlâsını da bulur" ya da "Burnunu başkalarının işine sokma" sözleri bu gibilerine söylenir. Merakın sonuçları her zaman hoş değildir, kısacası... "insanın başına ne gelirse ya meraktan..." diye başlayan sözler, boşuna söylenmemiştir, yani...

İnsana zaman zaman zararlı sonuçlar da getirebilen "merak", insan ırkıyla ilgili efsanelerde de dizboyudur. Alın, Eski Yunan'daki "Pandora Kutusu" öyküsünü... Efsane o ki, "ilk kadın" olan Pandora'ya "açılması yasak" bir kutu vermişler. Merak bu ya? O da hemen oracıkta kutuyu açıvermiş.. Hastalık, açlık, nefret ve akla gelebilecek her türlü kötülük çıkıvermiş kutudan... Bir daha da kutuya girmemiş, O günden bu yana dünyanın başına musallat olmuş...

İncil'in sayfalarına göz atıp Havva'nın öyküsünü okuduğumuzda, Yılan'ın tahrik edici, ayartıcı, baştan çıkartıcı sözler etmek için boşuna nefes tükettiğini görürüz. "Onca dil dökmeye ne gerek vardı?" diye kendi kendimize sorarız. Biliriz ki, Havva anamız, o kahrolası merakı yüzünden, nasıl olsa "yasak meyve"yi yiyecekti. Simgelere meraklı olanlar için söyleyelim: Elinde yasak meyvesi, ağacın altında duran Havva'yı ilgiyle dalından izleyen yılan, aslında, MERAK'ın ta kendisidir.

İnsandaki tüm güdüler gibi, merak da, kuşkusuz, kötü biçimlerde, kötü amaçlarla kullanılabilir. Üstyerine görev olmadığı halde başkalarının ne yaptığını, ne konuştuğunu, ne düşündüğünü merak edenlere, küçümseyici biçimde, "meraklı" denmesi de bundandır. Ama, ne olursa olsun, merak yine de insan beyninin en erdemli, en soylu özelliklerinden biridir. "Merak", yani "bilmek ve öğrenmek arzusu" olmasaydı, insan da olmazdı.

"Bilmek ve öğrenmek arzusu" herşeyden önce, insan yaşamının günlük gereksinmelerinin karşılanmasına dönüktür. Ekim en etkili biçimde nasıl yapılır? Hasat en az kayıpla nasıl kaldırılır? Hayvanlar nasıl avlanır? Elbise nasıl dikilir? "Uygulamalı sanatlar" da diyebilirsiniz, merakın bu dile geliş biçimine...

Ama, varolmak için ihtiyaç duyulan bu basit beceriler geliştirildikten sonra ne olacak? Günlük gereksinmeler karşılandıktan sonra neye merak duyulacak? İşte, günlük gereksinmelerin karşılanmasıyla mantığı gereği yetinemeyen "bilmek ve öğrenmek arzusu", bu noktadan sonra, insanı, daha geniş-ufuklu, daha kapsamlı, daha karmaşık çabalara itmektedir.

Alalım, "güzel sanatlar" örneğini... Bir görüşe göre, "güzel sanatlar" insanın doymak bilmeyen, sınır tanımayan ruhsal gereksinmelerini karşılamak amacından çok, can sıkıntısından doğmuştur. Yapılacak başka şey olmadığı için yaratılmıştır. Bir bakıma doğru, bir bakıma eksiktir bu görüş... Sanat tarihini inceleyenler, güzel sanatların, yalnızca ruhsal değil, "dünyevî" boyutlarının da bulunduğunu bilirler. Resim ve heykellerin bereket ve din simgeleri olarak kullanıla geldiğini bilmek için de ayrıca sanat tarihçisi olmak gerekmez. Ama, öte yandan, önce bu nesnelerin yaratıldığı, sonra da kullanıldığı bir gerçek... Bu da, güzel sanatların can sıkıntısından doğduğu görüşüne güç kazandırıyor.

Bize kalırsa, güzel sanatların güzellik duygusundan, güzellik arayışından doğduğunu söylemek, sapla samanı karıştırmaktır. Deyim yerindeyse, kağnıyı öküzün önüne koymaktır. Önce ortaya sanat çıkmıştır. Buna "güzel" denmesi sonradandır, "güzellik" yönünde gelişmesinin doğal uzantısıdır. Kısacası, güzel sanatlar, kendileri için pratik kullanımlar bulunmadan çok önce doğmuşlardır. İnsan beynine, insanın "yaratıcı" yeteneklerine "meşgale" bulmak için yaratılmışlardır.

Öte yandan, çok güzel, çok görkemli bir sanat eserinin üretilmesi de, tek başına, doyum veren bir meşgale değildir. O sanat eserinin başkalarınca görülmesi, beğenilmesi esastır. Yalnızca yaratıcısı için değil, seyircisi için de "meşgale" olması gerekir. Bir sanat esirini "büyük ve görkemli" yapan en önemli şey, onun sağlayacağı doyum ve heyecanın başka yerlerde bulunamamasıdır. Bir sanat eserinde, insanın düşünme yetilerini, meraklarını kamçılayan öylesi çok bilgi birikimi vardır ki, sanat düşmanı eblehler dışındaki herkesin beyninde bir kıpırdanış, bir heyecan, bir canlanma oluşur.

Ama, öte yandan, güzel sanatlarla uğraşmak boş zamanlan değerlendirmede doyum veren bir araçsa, bir de olumsuz yönü vardır. İşlek ve yaratıcı bir zekânın yanında, bedensel çabayı, çalışmayı da gerektirir. Oysa, yalnızca zihinsel çaba gerektiren, bedeni zorlayıp yormayan başka uğraşılar da vardır. İşte, bilgi arayışı böylesi bir uğraşıdır. Toplanan bilginin ne yapılacağı, nerede kullanılacağı hiç, ama hiç önemli değildir. Önemli olan bilginin, arayışın kendisidir. Bilgilenmek için bilgi aramak da diyebilirsiniz buna...

Birşeyler öğrenme isteği ve bu isteğin gerçekleştirilmesi için harcanan, çabalar, insanı yüceltir, daha önce düşlemediği doruklara ulaştırır, beyin için gerçekten görkemli bir "meşgale" olur. Günlük yaşamda pratik değeri olan şeyler hakkında bilgi toplamaktan başlar bu iş.. Sonra "estetik bilgisi" denilen, "saf bilgi" olarak anılan doruğa ulaşır.

Örneğin, "saf bilgi" bilgi edinmiş olmak için edinilen bilgi, "Gökyüzünün tavanı ne kadar yüksektir?" ya da "Taş neden düşer?" gibi sorulara yanıt arar. Düpedüz meraktır bu... Pratik kullanımı olmayan, bu yönüyle de "tembel" olan, ama aynı zamanda sorunların özüne acımasızca, kestirme yoldan inen bir merak... Gökyüzü ne kadar yüksekse yüksek... Taş neden düşerse düşsün... Size ne, bunlardan? Doğru yanıtını alsanız, ne işinize yarar? Taşın neden düştüğünü bilmeniz, onun kafanıza düşmesini önler mi? Sizde yaratacağı acıyı hafifletir mi? Gökyüzünün ne kadar yüksek olduğu, hava kirliliğine çözüm bulmanızı sağlar mı?

Bütün bu sorulara olumsuz yanıt vermek zorundasınız. Gelin görün ki, pratik hiç bir değeri olmayan bu tür soruları soranlar, dur-durak bilmeden bunlara yanıt arayanlar var. Hep olmuştur. Görünüşte pratik değeri bulunmayan bu tür yararsız sorulan sorup onlara yanıt aramak, insanın öğrenme isteğinden, beyni işler durumda tutma zorunluluğundan kaynaklanmaktadır. Hepsi bu kadar...

Bu tür sorularla uğraşan insanın yapacağı iş, estetik bakımdan doyurucu bir yanıt bulmaktır. Ortalama insanın gördüğü, algıladığı, anladığı bir takım durumlarla, birtakım olaylarla benzerlikler, paralellikler kurmaktır.

"Bulmak"... "Keşfetmek"...

Tılsımlı sözler bunlar... "Buluş ve keşif" eskilerce, gökten inen bir vahiy ya da ilham perisinin sihirli değneğinin dokunmasıyla oluşan bir şey olarak görüle gelmiştir. Ama, ister vahiy olsun, ister ilham perisinin eseri, bu keşiflerin, bu buluşların herkesçe anlaşılabilmesi için, mutlaka günlük yaşamla bir bağlantısı, günlük yaşamda somut bir ifadesi olması gerekir. Örneğin, şimşek yakıcı, yıkıcı ve dehşet vericidir. İnsanın kafasında ok gibi, mızrak gibi, fırlatılan silahların çağrışımını yapar. Böylesi bir silahın öldürücü sonuçlarını yaratır.Ama, ortada fırlatılan bir silah olunca, bir de "fırlatan" olması gerekmez mi? İlkellerin, şimşeği, Tanrı Thor'un çekici ya da Zeus'un parıltılı mızrağı olarak görmeleri bundandır. Mızrağın neden atıldığı değil, kim tarafından atıldığı sorusunun yanıtıdır. Madem silah büyüktür, o zaman atanın da normalden büyük olması gerekir.

İşte, efsaneler böyle doğar. Doğa güçleri kişileştirilir, tanrılaştırılırlar.

Efsaneler birbirini kovalar, birbirleriyle etkileşir. Kuşaktan kuşağa geçerken de, o efsanelere hayat veren doğa güçleri giderek bir sis perdesinin arkasına çekilirler. Geriye efsanenin nedeni değil kendisi kalır. Kimi "çocuk masalı" durumuna dönüşür, kimi kıssadan hisse çıkarılan, dinlerin parçası olan bir içerik, bir anlam edinir.

Nasıl sanat "uygulamalı" ya da "güzel" olabiliyorsa, aynı şekilde, efsaneler de uygulamalı ya da güzel olabilirler. Kimi efsane estetiktir, hoşa gider ve bu yüzden sürdürülür. Kimi efsane insanlığın pratik amaç ve çıkarları için kullanılır, Örneğin, tarihin ilk tarımcıları "yağmur" olayına çok meraklıydılar. Kendileri için büyük önem taşıyan bu nesnenin gerektiği zaman değil de aklına estiğinde neden yağdığını merak eder, dururlardı. Bereketi, üremeyi, toprağın doğurganlığını simgeliyordu yağmur... Yağdığında doğayı yeşertiyor, canlandırıyordu. İnsan yaşamında "seks" ne iş yapıyorsa, yağmur da doğada onu yapıyordu. Üstelik, gökyüzüyle toprak arasında bir bağlantıydı. İşte, Yer Tanrıçası ya da Gök Tanrısı efsanesi buradan doğdu. Yağmurun yağmayışını tanrıların öfkesine, yağmur yağışını da onların sevincine bağlamak alışkanlık oldu. Bu efsanenin yerleşmesiyle birlikte, ilk çiftçiler, tanrıları sürekli mutlu ve keyifli tutmanın yollarını aramaya başladılar, törenler, şölenler düzenlediler. Hatta, gökle toprağın şeytana uyup birleşmeleri için, seks alemleri düzenleme yoluna gittiler.

İnsanlığın kültürel ve edebî mirası içinde, en iç gıcıklayıcı, en güzelleri, kuşkusuz, Eski Yunan efsaneleridir. Ama, aynı Eski Yunan efsaneleri, insanlara evrene yanlış ve ters biçimde bakmayı, onu kişi-üstü, cansız bir şey olarak görmeyi de öğretmişlerdir.

İlk efsanelerde, doğa güçleri, tıpkı insanlar gibi, cilvekârdı. Neyi ne zaman yapacakları önceden kestirilemezdi. Ne kadar insanüstü gösterilirlerse gösterilsinler, Zeus, Marduk ya da Odin gibi tanrılar, sokaktaki adam gibi, çocuksu, duygusal, hoppa, kaprislidir. Olmadık nedenlerden ötürü birbirlerine kazık atarlar, kızarlar, küserler. Rüşvet yiyenlerin başlarını bile çevirip bakmayacakları rüşvetlerle yetinirler. Böylesi tanrıların denetimindeki bir evrende bugünden yarına neler olabileceğini kimse kestiremeyeceği için de, o zamanın insanları, doğayı anlamak, açıklamak için özel bir çaba göstermemişlerdir. Gerek duymamışlardır buna... Tanrıların gönlünü hoş edeceklerini düşündükleri işleri yapmakla yetinmişlerdir.

Zamanla, Eski Yunan düşünürleri, evreni, katı ve değişmez işleyiş kuralları bulunan bir makine olarak görmeye başlamışlardır. "Efsane" olayı böylece ters-yüz olmuştur. "Efsane" gözlükleriyle evreni gören insanlar, kavrama ters ve aykırı biçimde, doğanın kanuniyetlerini, işleyiş yasalarını aramaya koyulmuşlardır.

Bilim yönünde, bilimsel bilgi yönünde ilk büyük adımdır bu...

Bilim tarihçilerine göre, bilimsel bilgi yönünde ilk dev adım, İ.Ö. 600 yılında Miletuslu Thales tarafından atıldı. Ama, bilim tarihini kendi açılarından yeni baştan yazan Yunanlılar, Thales'e, insan ömrüne sığmayacak kadar çok keşif ve buluşlar yüklediler. Thales'i daha alçak gönüllü biçimde değerlendirenlere göreyse, bu bilim adamı, Babil'deki bilgi birikimini eski Yunan'a aktarmaktan başka bir şey yapmadı. Ama, kim ne derse desin, Thales'in, İ.Ö. 585 yılı için öngördüğü güneş tutulmasının gerçekleşmesi önemli bir olaydır. Bilim adına büyük bir puandır.

Doğa yasalarının işleyişi konusunda zihin egzersizlerine başlayan Eski Yunanlıların düştükleri temel yanlış, doğanın oyunu kurallarına göre oynayacağını varsaymaktı. Böyle olunca, doğru ve bilimsel biçimde doğanın üstüne gidilirse, o da bütün sırlarını ortaya döker, geriye de sorun kalmazdı. Kısacası, doğanın, eltopu kurallarıyla futbol oynamayacağını düşünmüşlerdi, Eski Yunan düşünürleri... İki bin yıl sonra, "Tanrı"nın bazı anlaşılmaz incelikleri olabilir, ama hiç bir zaman kötü niyetli değildir" diyen Albert Einstein da, Eski Yunanlı düşünürlerin temeldeki bu iyimserliklerini paylaşıyordu. Doğa yasaları, bir kere keyfedilmeye görsünler, herkesin anlayacağı basitlikte olacaklardı.

Bu Eski Yunan iyimserliği, çağımız insanının kültür mirasıdır.

Doğa oyunu kurallarına göre oynayınca, bütün iş, olayları gözlemek ve bu gözlemlerden elde edilen verileri yorumlayarak temel yasalara ulaşmak için, düzenli bir sistem geliştirmektir. Bu düzenli sistem içinde, yerleşik tartışma kurallarına uygun olarak, bir noktadan bir başka noktaya geçmekse "mantık"tır. Gerçi insanların bir şeyler keşfetmesinde esin perisinin de rolü olabilir, ama, aslolan, kuram ve varsayımların mantık yoluyla sınanmasıdır. Küçük bir örnek alalım: Votkayla soda, viskiyle soda, rakıyla soda, konyakla soda, romla soda insanı sarhoş eden içkiler olduklarına ve bunların ortak paydası "soda" olduğuna göre, sarhoşluğun mantıkî sebebi sodadır. Eski Yunan mantığı, kendi mantığı gereği, bu mantıkî sonucun çıkarılmasını gerektirmektedir. Belli ki, bu mantıkta bir yanlış vardır. İnce düşünülürse bu yanlış bulunabilir de... Ne var ki, bu mantık yanlışlarının keşfedilmesi her zaman böylesi kolay da olmamaktadır. Olmamıştır.

Böyle "mantık oyunları" ya da ''mantık yanlışları", Eski Yunan'dan bu yana birçok düşünürün ilgisini çekmiş, bu mantık yanlışlarını bulup çıkarmak onlar için eğlendirici bir meşgale olmuştur. Bu arada, sistematik mantığın ilk temellerinin İ.Ö. dördüncü yüzyılda Stagira'lı Aristo tarafından atıldığını da hemen belirtelim.



İnsanla doğa arasındaki zihinsel savaşın üç temel unsuru vardır. Önce, doğanın belli bir yönü hakkında gözlemler yapmak, veri toplamak gerekir. İkinci olarak, bu verilerin düzenli ve anlamlı biçimde sınıflandırılmaları gelir. Bu "sınıflandırma" toplanan verilerin niteliğini değiştirmez, daha kolay görülmelerini anlaşılmalarını sağlar. Bu işlemi, briçte, kağıtların, maça, karo, kupa ve sinek gruplarında toplanıp büyüklüklerine göre sıralanmalarına benzetebiliriz. Kağıtların, değeri değişmez, ama, bu sınıflandırma, oyunun hem daha hızlı, hem daha düzenli ve planlı oynanmasına olanak verir. Üçüncü işlem, düzenli biçimde sınıflandırılmış gözlemlerden yola çıkarak, tüm gözlemleri derleyip özetleyen ortak bir ilke, ortak bir kural bulup çıkarmaktır.

Örneğin, suyla dolu bir küvete konulduklarında taş batar, tahta yüzer, demir batar, tüy yüzer, cıva batar, zeytinyağı yüzer. Batan cisimlerle yüzen cisimleri iki ayrı listede toplayıp bir gruptaki cisimlerin öteki gruptaki cisimlerden hangi noktalarda ayrıldıklarının bir dökümünü yaparsanız, şu sonuca yararsınız: Ağır cisimler suda batar, hafif cisimler yüzer.

Eski Yunanlı düşünürler, evrene bakış açılarındaki bu yeni yaklaşıma "philosophia", yani "felsefe" adını vermişlerdir. "Bilgi aşkı" anlamına gelir. Daha da serbest bir çeviri yaparsanız, bunun adı, "öğrenme arzusu", yani MERAK'tır.

Eski Yunanlıların en büyük bilimsel başarılarının "geometri" alanında elde edildiğini bilmeyen yok... Bunun da nedeni, iki temel yaklaşım geliştirmiş olmalarıdır. Bunlardan biri SOYUTLAMA, öteki de GENELLEME'dir.

Küçük bir örnek verelim. Eski Mısır'da arazi sürveyanları, doksan derecelik bir açı çizmenin kolayını bulmuşlardı. Uzunca bir ipi 12 eş uzunlukta parçaya katlıyorlar, sonra da bir yanında 3, bir yanında 4, bir yanında 5 kat ip bulunacak biçimde bir üçgen oluşturuyorlardı. Dik açı, üç katlı yanla 4 katlı yanın birleştiği noktada meydana geliyordu. Mısırlıların bu basit ve kestirme yöntemi nasıl keşfettikleri bilinmez, ama, arazi ölçüm ve çizimlerinde kullanmakla yetindikleri bellidir. "Meraki" Yunanlılar işi bir adım öteye götürdüler. Böyle bir üçgende nasıl olup da bir dik açı meydana geldiği sorusu kafalarına takılmıştı. Yaptıkları gözlemler ve çözümlemeler sonunda, ortaya çıkan fiziksel yapının kendi başına bir anlam taşımadığını, üçgenin yapımında ister ip, İster tahta kullanılsın,aynı sonucun doğduğunu kavradılar. Bütün sorun, düz çizgilerin açı yaparak kavuşmalarında düğümleniyordu. Her türlü görsel gerçekten bağımsız olan ve ancak insanın hayal gücünde varlık kazanan "ideal düz çizgi" kavramını gerçekleştirmekle, Eski Yunanlılar, "soyutlama" denilen yöntemi de geliştirdiler. Soyutlama, bu yönüyle, gereksizlerin ayıklanması ve yalnızca belirleyiciler üstünde durulmasıydı. Yöntem, bugün de, bu özelliğini korumaktadır.

Eski Yunanlı geometriciler, her sorunu kendi içinde ele alıp bireysel çözümler aramak yerine, sorunları sınıflandırıp ortak çözümler aramak yoluna da gittiler. Örneğin, bir yanı 3, bir yanı 4, bir yanı da 5 arşın olan üçgenlerin içinde 3 ve 4 arşınlık çizgilerin kesişme noktasında dik açı meydana geldiğini saptadıktan sonra, aynı dik acının 5, 12 ve 13 arşınlık üçgenlerle 7, 24 ve 25 arşınlık üçgenlerde de oluştuğunu saptadılar. Ama, bu ölçüler birer "rakam"dı. Tek başlarına alındıklarında belli bir anlamlan da yoktu. İş, dik açılı bütün üçgenleri tanımlamada kullanılabilecek bir ortak payda, bir ortak özellik bulmaktı. Sırf meraktan kafa yoran Eski Yunan geometricileri, bir üçgenin dik açılı üçgen olabilmesi için, yanlarının uzunluğu arasındaki ilişkinin x2+y2=z2 (burada "z", en uzun yanın uzunluğudur) olması gerektiğini saptadılar. Dik açıysa, "x" ve "y" uzunluktu yanların birleştikleri noktada oluşuyordu. Örneğin, ilk Örnekte 9+16= 25, ikincisinde 25 +144 =169, üçüncüsünde de 49 + 576 =625 sonucu alınıyordu.

Bu tür denklemler çoğaltılabilir. Burada önemli olan, hangi iki sayının karelerinin toplamının tek sayının karesine eşit olduğunu bulmak değil, belli sayı grupları arasında bir ilişkinin bulunduğunu keşfetmek, üstelik bunu kanıtlamaktı. İşte, geometri, Eski Yunan'da yeni yeni GENELLEME'ler yapmanın, "kafayı çalıştırma"nın bir aracı olarak gelişti.

Üstelik, bazı Eski Yunanlı matematikçiler, geometrik şekillerin çizgi ve uçları arasındaki ilişkiler üstünde de durdular. Böyle ilişkilerin bulunduğunu keşfettiler. Bir bilimsel söylentiye göre, dikaçılı üçgen sorununu çözen, İ.Ö. 525 yılında Samos'lu Pithagoras' tır. Bu buluş, onun adıyla, "Pithagoras Teoremi" olarak anılır. İzleyen yüzyıllarda, "Eşek Teorisi" olarak anılmasının nedenleriyse pek bilinmiyor.

Bir başka önemli buluş da, Öklid'den geldi. Öklid, İ.Ö. 300 yılında, kendisinden önce geliştirilmiş bütün matematik teorilerini bir araya topladı, sınıflandırdı, ortak yönlerini saptadı ve daha önce kanıtlanmış bazı teorileri kullanarak başka teorilerin kanıtlanabileceğini ortaya koydu. Ama, giderek, Öklid de bilimsel bir bataklığa battı. Her teori kendisinden önce kanıtlanmış bir teoriyle kanıtlanabileceğine göre, Teori No. l nasıl kanıtlanacaktı?

Bunun da kolayı bulundu. Teori No. l, kanıt, gerektirmeyecek kadar açık, seçik ve kesin olmalıydı. İşte,bu tartışılmaz açıklıktaki yargılara, "aksiyom" adı verildi. Öklid, ayrıca, piyasada fır dönen aksiyomların sayısını en aza indirmeyi de başardı. Bu aksiyomlardan yola çıkarak, "Öklid Geometrisi" adı verilen görkemli ve karmaşık yapıyı oluşturdu. Böylesi az malzemeyle böylesi dev bir yapı ortaya çıkarmak, "müteahhit" diye geçinen değme babayiğidin harcı olmasa gerekir. O kadar ki, Öklid'in yapıtı, iki bin yıl sonra bile dimdik ayakta duruyor.



Tümdengelim yöntemi uygulamak, bir aksiyomlar dizesinden yola çıkarak "tartışmasız" kabul gören bir bilgi kümesine varmak, kuşkusuz çok ilginç, eğlendirici bir çaba... Eski Yunanlılar bu oyuna tek sözcükle "âşık" oldular. Aşkın gözü kör olduğu için de, iki temel yanılgıya düştüler.

Bir kere, bilgi edinmenin tek geçerli ve saygın yöntemi olarak tümdengelim yöntemini benimseyip,öteki bütün yaklaşımları reddettiler. Oysa, başkaları gibi, onlar da, bazı bilgi biçimlerinin edinilmesinde tümdengelim yönteminin yetersiz kaldığını biliyorlardı. Örneğin, Korint'le Atina arasındaki mesafenin tümdengelim yöntemiyle hesaplanamayacağını, bunun için mutlaka somut ölçümler yapılması gerektiğini Eski Yunanlıların bilmediğini düşünmek, onları safdillikle suçlamak olurdu. Eski Yunanlılar, işlerine geldikçe, zorda kaldıklarında somut doğa olaylarına bakarlardı. Bunu yaparlarken de, hani neredeyse, yaptıklarından utanırlardı. Onlara göre, edinilmeye değer bilgi, beyin hücreleri çalıştırılarak elde edilen bilgiydi. Günlük yaşayışla, günlük olaylarla ilgili bilgiler, onların gözünde, "ikinci sınıf bilgiydi. Bizim Eflâtun diye tanıdığımız Platon'la bir öğrencisi arasında geçen şu ilginç tartışma hep anlatılır. Öğrenci, matematik dersinin sonunda, "Peki hocam" demiş, "İyi, güzel ama bütün bunların yararı ?" Sonra eklemiş: "Ne gibi sonuçlar çıkar bundan?" Platon köpürmüş, kölelerinden birini çağırtmış, "Bu öğrenciye bu hafta harçlığını vermeyeceksin" demiş... Sonra da öğrenciye dönüp, "Gördün mü? Matematik dersinin böyle de sonuçları olabiliyor" demiş... Öğrencinin o gün okulla ilişkisinin kesildiğini söylemeye bilmem gerek var mı?

Eski Yunanlıların günlük işler konusunda bilgi edinmeyi böylesi horlamalarının önemli bir nedeni, büyük olasılıkla, ekonomileri gibi, kültürlerinin de "kölecilik" anlayışına dayanması... Bu tür kültürlerde günlük ayak işlerinin bütünüyle kölelere bırakıldığı, efendilerinse daha "soylu" işlerle uğraştıkları bir gerçek... Spor bunlardan biridir. Yalnızca boş zamanı olan soyluların yaptıkları bir iştir. Burada, Yunanlıların felsefeye bir tür oyun, bir tür zihin sporu olarak baktıkları anlaşılıyor. Günlük kültürümüzde de bunun örnekleri yok mu? Örneğin, sporu zevk için yapan "amatör kişiye bakıp amatörlüğün erdemlerini sıralamak, spordan geçimini sağlayan "profesyonel" kişiye ise "amatörlüğün kutsal kurallarını çiğneyen kötü adam" muamelesi yapmak, Eski Yunanlıların yaptıklarının bir benzeri değil mi? Kimin amatör, kimin profesyonel olduğu konusunda kılı kırk yarıp gerçekler dünyasının ötesine kaçan Olimpiyat Komiteleriyle günlük işleri kölelere bırakan, kendileri de soylu işlerle uğraşan Eski Yunan köle sahipleri arasında ne fark var? Pek yok galiba...

Eski Yunan'daki bu boşgezerlik kültürünün bir uzantısı da, Korent'le Atina arasındaki mesafe gibi "dünyevî" sorunlarla hiç ilgilenilmemesi, böylesi önemsiz ve tehlikeli konuların "saf bilgi" cennetine girmekten alıkonulması... Altında yatan nedenler ne olursa olsun, Eski Yunan düşünürlerinin, bu tutum yüzünden, kendilerini gereksiz yere kısıtladıklarını, düşüncelerinin önüne kendi elleriyle engeller diktiklerini söyleyebiliriz. Alalım Arşimet örneğini... Arşimet'in dünyanın günlük gidişini değiştiren çok önemli keşif ve buluşlarının bulunduğunu bilmeyen yok gibidir. Oysa, Arşimet, bu dünyevî buluşlarından belki de "utanç" duyduğu için bunları hiç yayınlamamış, pür matematikteki buluşlarını dünyaya duyurmakla yetinmiştir. Kısacası, Eski Yunan düşüncesini kısıtlayan en önemli etken, "dünyevî" konulara, doğa olaylarına, günübirlik olup bitenlere duyulan ilgisizliktir. Dünyadan kaçıp felsefeye sığınıştır. Bütünüyle soyut ve biçimsel biçimde düşünmeleri gerçi kendisini geometrideki başarılarıyla göstermiştir, ama, bu keçi inadı, Yunan düşüncesini, ikinci büyük yanlışını yapmaya ve çıkmaza girmeye zorlamıştır.

Bir geometri sistemi geliştirmede aksiyomların ne kadar yararlı olduğunu gören Yunanlılar, bunun iğfaline kapılarak, aksiyomları "mutlak gerçek" olarak görmeye ve benzeri "mutlak gerçek"lerden yola çıkarak başka bilgi dallarının geliştirilebileceğini sanmaya başladılar. Örneğin, astronomide, herkesin gözleriyle gördüğü, tartışılmasına bile gerek olmayan şu aksiyomları, şu mutlak gerçekleri benimsediler: (1) dünya hareketsizdir ve evrenin merkezidir; (2) dünya kusurlu ve yozdur, oysa gökyüzü ölümsüzdür, değişmezdir, kusursuzdur. "Daire" denilen geometrik şekil kusursuz bir eğri olduğuna, gökyüzü de kusursuz bulunduğuna göre, bütün gökyüzü cisimleri kusursuz bir yörünge içinde dünyanın çevresinde dâireler çizerek dolaşmaktadır. Denizlere açılmak ve takvim yapmak gibi "dünyevî" zorunluluklarla ister istemez karşılaşan Eski Yunan bilginleri, zamanla, gezegenlerin yörüngelerinin kusursuz daireler olmadıklarını anladılar. Hem "dünyevî" gerçeklere pay bırakmak, hem de eski görüşlerinde diretmek için karmaşık daire sistemleri önermeye, geliştirmeye başladılar. İ.Ö. 150 yılında İskenderiyeli Ptolemaeus'un geliştirdiği karmaşık gökyüzü sistemi, bu çabanın bir ürünüdür. Aynı şeye örnek olarak, Aristo'nun hayal gücüne dayalı "tartışmasız" aksiyomlarını da gösterebiliriz. Taşın tüyden daha hızlı düştüğünü göz göre göre, Aristo, bir cismin düşüş hızının gövde ağırlığına orantılı olduğunu söylemiştir.

Gidecek yeri kalmayınca, bu tur "tartışmasız" aksiyomların bir noktadan sonra uçurumun ucuna geleceği, küçük bir dürtüklemeyle de tepetaklak aşağı düşeceği belliydi. Öyle de oldu. Eldeki tüm aksiyomları tüm boyutlarıyla derinlemesine irdeleyen Eski Yunan bilimcileri, matematik ve astronomi dallarında artık öğrenilecek hiç bir şey kalmadığı yargısına vardılar. Felsefe bilgisi konusunda öğrenilebilecek her şey öğrenildikten sonra da "düşünce" durdu. Eski Yunan'ın Altın Çağından iki bin yıl sonra bile, insanlar, açıklanması güç bir "dünyevî" sorunla karşılaşınca, kaçamağı, "Aristo şöyle dedi", "Öklid şöyle der" gibi sözlerde buldular. Gariptir, bu yanıtlar herkese uzun süre yetti de arttı bile...



Matematik ve astronominin tüm sorunlarını çözen Eski Yunan düşünürleri, bundan sonra, bakışlarını, daha önemli ve karmaşık konulara, örneğin "insan ruhunun derinlikleri" sorununa çevirdiler. Sözgelişi, Platon, yağmurun neden yağdığı ya da gezegenlerin neden hareket ettiği gibi sorulardan çok, "Adalet nedir? Erdem nedir?" gibi derin konularla ilgiliydi. En yüce doğa felsefecisi Aristo ise, en yüce ahlâk felsefecisi de Platon'du, Eski Yunan düşüncesinin o görkemli günlerinde... Ama, zaman geçtikçe, Yunan düşünürleri, ahlâk felsefesinin zevklerine,keyfine kaptırdılar kendilerini... Kısırlıktan başka şey vaat etmeyen bilim felsefesinden, doğa felsefesinden giderek uzaklaştılar. Antik Çağ felsefesinin son aşamasına, aşırı mistik bir içeriği olan ve İ.S. 250'de ortaya Plotinus tarafından atılan "neo-Platonizm"e böyle gelindi.

Tanrının özü ve insanlarla ilişkileri konusunu vurgulayarak işleyen Hıristiyanlık ahlâk felsefesine yepyeni boyutlar ekledi. Bu süreç içinde de, bilim ve doğa felsefesi bütünüyle ikinci plana itildi. Bütün "düşünen beyin"ler, ahlâk felsefesine vurdular kendilerini... İ.S. 200'den İS.1200'e kadar geçen bin yıllık sürede, Avrupalı düşünürlerin tek tutkusu, tek meşgalesi dinbilimle bütünleşen ahlâk felsefesi oldu. Doğa felsefesi de unutuldu gitti.

Orta Çağ felsefesi, aslına bakılırsa, karanlığın felsefesidir. Neyse ki, Arap dünyası, Orta Çağ boyunca Aristo ve Ptolemy'nin düşüncelerini yaşattılar da, doğa ve bilim felsefesi bütünüyle yitip gitmedi.

Batı Avrupa'nın Aristo'yu yeniden keşfetmesi, İ.S. 1200'lere rastlar. Eski Yunan'ın kültürel geleneğini ölüm döşeğinde bile sürdüren Bizans İmparatorluğu'nun da bu yeniden keşfedişte büyük etkisi olmuştur. İçinde yaşanılan koşulların etkisiyle, Aristo'nun mantık ve muhakeme sisteminin ilk uygulandığı yer dinbilimdir. İ.S. 1250 yılında Aristo ilkelerine dayalı "Thomism" sistemini geliştiren St. Thomas Aquinas, aynı zamanda, Roma Katolik Kilisesinin temel dinbilim anlayışını da oluşturmuştur.

Ama, "meraki" insanlar çok geçmeden, Eski Yunan düşüncesini lâik alanlara da uygulamaya başlamışlardır.

Rönesans akımının öncülerinin "hümanist" (insancıl) olarak anılmalarının temelinde yatan neden, bunların, ilgilerinin ağırlık merkezini Tanrı'dan İNSAN'a kaydırmalarıdır. İngiliz dilinde, tarih, edebiyat ve sanat gibi bilim dallarının "hümanite" genel başlığı altında toplanmasının kökenleri de. buraya kadar gider.

Meraklı, arayış içindeki beyinlere Eski Yunan düşüncesi yeterli ve doyurucu gelmediği için, Rönesans düşünürleri, bu felsefeye yepyeni boyutlar eklemek zorunda kalmışlardır. Bu genel çerçeve içinde, örneğin 1543 yılında, Polonyalı gökbilimci Nicolaus Copernicus'un Eski Yunan düşüncesinin astronomiyle ilgili temel aksiyomunu reddettiğini görüyoruz. Copernicus gerçi "dairevî yörünge" görüşünü benimsemiştir; ama, evrenin merkezinin dünya değil, güneş olduğunu doğru biçimde öne sürmüştür. Gök cisimlerinin gözle görülen hareketlerini açıklamada büyük kolaylıklar getirmiştir, bu yeni aksiyom... Gelin görün ki, dünyanın "sabit" olmayıp hareket ettiği aksiyomu, gözle görülmediği, algılanamadığı için bir türlü benimsenememiştir. "Bilim" dünyasının bu yeni aksiyoma alışması için tastamam yüzyıl geçmesi gerekmiştir.

Aslına bakılırsa, Copernicus'un önerdiği sistem "köklü" sayılabilecek bir değişiklik değildir. Aksiyom değiştirmiştir. Hepsi o kadar... Kaldı ki, Samos'lu Aristarchus'un tastamam 2000 yıl önce "merkez güneştir" dediği de bilinmektedir.

Sakın yanlış anlaşılmasın! Bir aksiyomu bırakıp yenisini benimsemek az-buz iş değildir. Örneğin, ondokuzuncu yüzyıl matematikçilerinin Öklid aksiyomlarına karşı çıkmaları ve Öklidçi olmayan bir geometri sistemi önermeleri, bir çok alandaki düşünce biçimlerini köklü şekilde değiştirmiştir, örneğin, bilim adamları, evrenin tarih ve yapısını açıklarken, Öklidçi olmayan Riemannian geometrisini benimsemekte, Öklid'in daha çok "akla-mantığa uygun" geometrisini reddetmektedirler.

Copernicus'un etkileri de bir bakıma dolaylı olmuş, köklü değişikliklerle sonuçlanacak bazı süreçleri harekete geçirmiştir.

Bu yeni süreçler bir İtalyanda,Galileo Galilei'de somutlaşmaktadır.

Eski Yunanlılar, mantık yürütmeye başlarken, gözle açık-seçik görülen, herkesçe benimsenmesi kolay ve "tartışmasız" doğa olaylarını çıkış noktası olarak almayı yeğlerlerdi. Kolaylarına gelirdi bu... Bir cismin ağırlığıyla düşüş hızının doğru orantılı olduğu görüşünü sınamak için Aristo'nun aynı yükseklikten değişik ağırlıkta iki taş atıp atmadığım bilmiyoruz,ama, şu kadarını biliyoruz ki, böylesine görgül deneyler, Eski Yunanlılar için gereksizdi, anlamsızdı, dünyevîydi. Böylesine deneyler saf bir tümdengelimin tüm güzelliklerine gölge düşürüyordu. Kaldı ki, tümdengelimin sonuçlarıyla deney sonuçları birbirine ters düşerse, deneyin sonuçlarının doğru olduğu ne malûmdu? Saf olmayan, kusurlu bir dünyanın gerçekleriyle kusursuz bir soyut görüşler dünyasının "hayal"leri çelişirse, kusurlu ve yoza abone olmanın ne anlamı vardı? Kusursuz bir kuramı kusurlu araçlarla sınamak ne ölçüde doğru sonuçlar verebilirdi?

İşte, Galileo Galilei ortaya çıkana kadar "bilim"e egemen olan görüş buydu.

Görgül deneylerin felsefî açıdan saygınlık kazanmaya başlaması, St. Thomas Aquinas'in çağdaşı olan Roger Bacon ve onun da adaşı olan Francis Bacon'la başlar. Yine de diyoruz ki, gerçek bilimde devrim Galileo ile başlamıştır. Eski Yunan düşüncesinin egemenliğini yıkan odur. Galileo usta ve inandırıcı bir mantıkçı, kendisini iyi satmasını bilen usta bir reklamcıydı. Yaptığı, deneyleri öylesine renkli ve etkileyici biçimde anlatırdı ki, kısa sürede, Avrupa'nın görmüş geçirmiş bilim çevrelerini avucunun içine almıştı. Galileo'nun yöntemlerini de, sonuçlarını da benimsediler, bu bilim çevreleri...

Hakkında anlatılan en ünlü öyküye göre, Galileo, Pisa Kulesi'nin tepesine çıkmış ve biri beş kiloluk, biri yarım kiloluk iki cismi aşağıya bırakmış... Aynı anda çarpmış cisimler yere... Derler ki, cisimlerin aynı anda yere çarpmalarının çıkardığı gürültü, çöken Aristo fiziğinin gümbürtüsünden başka bir şey değilmiş...

Aslına bakılırsa, Galileo'nun gerçekten böyle bir deney yapıp yapmadığı kesin değil... Büyük olasılıkla da yapmamıştır. Ama, bu tür taktikler Galileo'ya öylesine özgüdür ki, yüzyıllar boyunca, doğru olsun, olmasın, herkes inanmıştır böyle bir deneyin yapıldığına...

Galileo'nun eğimli yüzeylerden aşağıya doğru toplar yuvarladığı, bunların belli süreler içinde katettikleri mesafeleri ölçtüğü bilinmekte... Bu da, Galileo'nun, zaman boyutlu araştırmalar yapan, sistemli biçimde ölçümler alan ilk bilim adamı olduğunu ortaya koyuyor. Ama, Galileo'nun bilime en büyük katkısı, bilimin mantık yöntemi olarak,tümevarımı ön plana çıkarmasıdır. Bütünüyle varsayımlara dayalı bazı genellemelerden yola çıkarak sonuçlara ulaşan tümdengelim yönteminden farklı olarak, tümevarım, somut gözlemlerden yola çıkmakta ve genellemelere ("aksiyom" da diyebilirsiniz) varmaktadır.

Ama, bu noktada, Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek gerekiyor. Eski Yunan düşünürleri de elbette aksiyomlarını kafadan uydurmaz, bunları bazı somut gözlemlere dayandırırlardı. Örneğin,iki nokta arasındaki en kısa mesafenin düz çizgi olduğu yönünde Öklid'in geliştirdiği aksiyom, biraz deneyim, biraz da dehâya dayalı bir buluştu. Yine de, çağdaş bilim anlayışı, bilgi edinme sürecinin temelinde tümevarım yönteminin yattığı görüşündedir. Yalnızca bilgi edinmenin değil, yapılan bazı genellemeleri haklı göstermenin, kanıtlamanın da tek yolu budur. Kısacası, bir genellemenin varlık şartı sürekli biçimde, yeni deney ve yöntemlerle sınanabilmesidir.

Görüldüğü gibi, bugün de geçerliğini koruyan bu yaklaşım, Eski Yunan'daki yöntemin taban tabana karşıtıdır. Somut dünyayı "ideal gerçek"in kötü bir karbon kopyası olarak görmek yerine, genellemeleri, gerçek dünyanın defolu aynası olarak değerlendirmektedir. Bu durumda, ne kadar sınanırlarsa sınansınlar, tümevarım deneyleriyle ulaşılan genellemelerin gerçekleri olduğu gibi yansıtması olanaksızdır. Herhangi bir genellemeyi doğrulayan milyarlarca bağımsız gözlem olsa bile, ona aykırı düşen bir gözlem, o genellemenin değiştirilmesini, o aykırı gözlem ışığında yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılar. Kısacası, "istisnalar kuralı bozmaz" lâfı palavradır. Çağdaş bilimde, istisnalar, kuralların mezarıdır. Üstelik, "kesinlik" de yoktur bilimde... Bir sonraki deneyin ne sonuç vereceği önceden kestirilemedikçe, kesinlikten de söz edilemez.

İşte, çağdaş doğa felsefesinin püf noktası buradadır. Eski Yunan düşüncesinde olduğu gibi, "mutlak gerçek"e ulaşmak, onu arayıp bulmak gibi bir iddiası yoktur. Alçakgönüllüdür, kısacası... Çağdaş bilimin gözünde, dahası, "mutlak gerçek" kavramı da abestir.

Bir gerçeği "kesin", bu yoldan da "mutlak" kılacak sayıda, deney yapmaya, bırakın insanın, tüm insanlığın ömrü yetmez.

Oysa, Eski Yunan düşünürlerinin kafasında böyle sınırlamalar, böyle kaygılar yoktu. Aynı yöntemi, "Madde nedir?" sorusuna da, "Adalet nedir?" sorusuna da uygulamışlardı. Çağdaş bilim, bu iki soru türüne değişik biçimde yaklaşmakta... Tümevarım yönteminin özünde, gözlemlenemeyen olgular konusunda genelleme yapılamayacağı görüşü yatar. "İnsan ruhu" gözle görülür, elle tutulur cinsten olmadığı için de genelleme dışıdır. Tümevarım yönteminin uygulanamayacağı bir alandır.

Çağdaş bilimin asıl zaferi, tüm bilim adamları arasında işbirliğine dayalı özgür iletişimin kurulmasıdır. Belki bizlere, bu temel gerçeği bilenlere garip gelebilir, ama, antik ve orta çağ filozofları böyle bir işbirliğine gerek bile duymamışlardı. Örneğin, Antik Yunan'ın Pisagorcuları, matematik alanındaki bütün buluşlarını "devlet sırrı" gibi kendilerine saklayan, başkalarıyla paylaşmaya yanaşmayan bir tür "gizli örgüt"tüler. Orta Çağ simyagerleri de, başkalarınca öğrenilmesin diye, simya deneyleri hakkındaki yazılarım çok eğreti, çok üstü kapalı biçimde yazarlardı. Bir başka ilginç olay da, İtalyan matematikçi Niccolo Tartaglia'nın kübik denklemleri çözme yolunu bulduktan sonra, ısrarla bunu kendine saklamasıydı. Kim bilir, belki de haklıydı bunu yapmakta... Matematikçi arkadaşlarından Geronimo Cardano bir gece Tartaglia'yı içirmiş, denklemi çözme yöntemini ağzından almış, sonrada "benim kendi buluşum" diye yayınlamıştı. Cardano'nun bu üçkağıtçılığının kuşkusuz bağışlanır yanı yoktur, ama, böyle bir buluşun mutlaka yayınlanması gerektiği konusundaki tutumu doğrudur.

Bugünkü bilim anlayışına göre, "gizli" tutulan bir bilimsel keşif ya da buluş, keşiften ya da buluştan sayılmaz. Bu yolda en kararlı adımı, Tartaglia-Cardano olayından yüzyıl sonra, bilimsel gözlem sonuçlarının tüm ayrıntılarıyla yayınlanmasının bir namus borcu olduğunu söyleyen İngiliz kimyacısı Robert Boyle atmıştır. Bundan da öteye, bir yeni gözlem ya da buluşun geçerli sayılabilmesi için, yayınlanmasından sonra bir başka gözlemce doğrulanması zorunludur. Bilim, bireysel bilim adamlarının değil, "bilim camiası"nın ortak ürünüdür.

"Bilim camiası" ya da "bilim topluluğu" adı verilen örgütlenmenin ilk ve en ünlü örneklerinden biri, kuşkusuz, Londra'daki Kraliyet Doğa Bilgisini Geliştirme Derneği'dir. Kısa adıyla "Kraliyet Derneği" olarak anılan bu kuruluş, Galileo'nun yaptığı deneylere ilgi duyan ve bunun çeşitli boyutlarını tartışmak için 1645 yılında bir araya gelen birkaç bilim adamının çabalarıyla ortaya çıkmış, 1660 yılında da Kral II. Charles tarafından tescil edilmiştir.

Kraliyet Derneği'nin çalışma yöntemleri de ilginçti. Bazen toplanıp görüş alışverişinde bulunur, bazen de mektuplaşıp yaptıkları deneylerin aşama ve sonuçlarını ayrıntılı biçimde birbirlerine aktarırlardı. Bu olumlu atılımlarına rağmen Kraliyet Derneği üyeleri, onyedinci yüzyıl süresince savunmada kaldılar. Bilim dili olarak hiç kimsenin anlamadığı Latinceyi bırakıp da herkesin anlayacağı İngilizce'yi konuşan ve yazan, görüşlerini ve buluşlarını birbirlerinden esirgemeyen, kısacası gizlilik ve bencilliğe dayalı bir bilim dünyasına çomak sokan bu "haylaz çocuk"lara, sanki, Pisagor, Aristo ve Öklid'in ruhları ayıplarcasına, kınarcasına bakıyorlardı, yukarılarda bir yerden...

Kraliyet Derneği, Isaac Newton'la birlikte utangaçlığını da yendi. Galileo'nun, Danimarkalı gökbilimci Tycho Brahe'nin ve Alman gökbilimcisi Johannes Kepler'in araştırma, deney ve gözlemlerinden yola çıkan Newton, cisimlerin hareketinin üç temel yasasını buldu. Daha da önemlisi, yerçekiminin evrenselliğiyle ilgili çığır açıcı genellemesini yaptı. Daha hayattayken putlaştırılan sayılı kişilerden biri durumuna geldi Newton... Onun buluşu, Eski Yunan düşünürlerinin kafalarında kurduklarından çok farklı, çok görkemli bir evren çıkardı ortaya... Öyle ki, bir anda, Eski Yunan'ın o heybetli, o herkesi küçümseyici bilim devleri, mahalle arasında çelik-çomak oynayan, arı kovanına çomak sokan haylaz çocuk durumuna kendileri geliverdiler.Onyedinci yüzyılın başında Galileo'nun başlattığı devrim, böylece, aynı yüzyılın sonunda Newton tarafından noktalandı.



İnsanla bilimin ilişkisini, "Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine" türünden bir masal dileğiyle sonuçlandırmayı çok isterdim. Gerçek şu ki, başlayan, mutluluk değil, güçlüktü. Bilimin tümdengelime dayandığı dönemlerde, doğa ve bilim felsefesi her okumuşun dağarcığında kendine bir yer bulabiliyordu. İnsanın genel kültürünün birer parçasıydı bunlar... Ama, işin içine tümevarım yöntemi karışınca, bilim de sürekli gözlem, öğrenme ve çözümlemeye dayalı bir "hamallık" haline geldi. Yalnızca amatörlerin oynadıkları "bir oyun olmaktan 'çıktı, amatörlerin boyunu aştı. Her geçen gün, bilimi daha da karmaşık duruma getirdi.

Çabuk olmadı bu gelişmeler... Newton devrimini izleyen yüzyıl içinde, çok üstün yetenekli bir bilim adamı, her şeye karşın, bilimsel bilginin bütün dallarında "usta" olabiliyordu. Ama, 1800'lü yıllara girilmesiyle birlikte, her alanda ustalık bir "hayal" olup çıktı. Her geçen gün, bilim adamları, alanlarında derinleşebilmek, yoğun biçimde çalışabilmek için, ilgi alanlarını kendi bilim dalları içinde bile daraltmak zorunda kaldılar. Bilimin dev bir hızla dalbudak salması, "uzmanlaşma" olayını beraberinde getirdi. Her yeni bilim adamı kuşağıyla birlikte de uzmanlaşma artmakta, yoğunlaşmakta, akıl almaz derinliklere ulaşmakta...

İşin bir de başka yönü var. Uzmanlaşma öylesine derinleşti ki, bir daldaki bilim adamı, başka daldaki bir bilim adamının söylediklerini, yazdıklarını anlayamaz duruma geldi. Bu da bilime büyük bir darbe indirdi, çünkü biliyoruz ki, bilimsel gelişme, değişik uzmanlık alanlarında toplanan bilimsel bilgilerin eşleşmelerinin, etkileşmelerinin ürünüdür. Üstelik, daha da kötüsü, "bilim camiası" dışındaki ortalama insanların bilimle ilgileri de koptu. Bilim adamlarına saygı duyulan büyük bir kişi olarak değil, şapkadan ne çıkaracağı bilinmediği için herkesçe korkulan bir büyücü, bir sihirbaz gözüyle bakılmaya başlandı. Bilimin öyle sıradan insanlarca kavranamayacak kadar gizemli ve büyülü bir şey olduğu, bilim adamlarınınsa sokaktaki adamdan çok farklı, garip yaratıklar oldukları görüşü, insanlarla bilim arasındaki mesafeyi de, soğukluğu da artırdı.

1960'lı yıllar, genç kuşakların bilime karşı soğukluklarının açık düşmanlığa dönüştüğü yıllardır. Gariptir, bu düşmanlık, en çok, yüksek öğrenim gören kuşaklar arasında oluşmuştur. Son iki yüzyılın bilimsel gelişmeleri üstüne kurulan sanayi toplumlarının kendi başarılarının ölümsüz yan etkilerini hissetmeye başlamaları da bunun üstüne tuz-biber ekmiştir.

Olanlara şöyle bir bakalım.

Tıptaki gelişmeler ölüm oranlarını düşürmüş, bu da büyük bir nüfus patlamasına yol açmıştır. Bir yandan kimya sanayinin artıkları, öte yandan motorlu taşıtlar havamızı, suyumuzu sürekli kirletmektedir. Toprakta yetişen maddelere ve enerjiye duyulan gereksinme, yerkabuğunu kemirmektedir.

Sokaktaki adamın gözünde bunun suçlusu bilimdir, bilim adamıdır. Bilmezler, düşünmezler ki, bilim ve bilginin yarattığı sorunları çözecek güç yine bilim ve bilgidir. Yoksa "cehalet" değil...

Çağdaş bilimin, bilim adamı olmayanlar için bir "sır", bir "bilmece" olması gerekmez. Bilimsel yazıların yazarla dizer arasında bir sır olarak kalması da gerekmez. Aradaki uçurumu kapatmak herkesin yararınadır. Yeter ki, bilim adamları kendi bilim dallarını herkesin anlayabileceği bir biçim ve dille anlatma sorumluluğunu üstlensinler. Bilimden nasibini almamışlar da bilim adamlarını dinlerken kulaklarının üstüne oturmasınlar. Dinlemeyi öğrensinler.

Bir bilim dalındaki gelişmelerin ne yönde olduğunu anlamak, bunun önemini kavramak için insanların o bilim dalının ıcığını-cıcığını bilmeleri de gerekmez. Bunu istemek, ünlü bir yazarın, örneğin Shakespeare'in bir yapıtını okuyup da bunu beğenen kişiden Shakespeare gibi dev bir ozan olmasını istemeye benzer. Beethoven'in senfonilerini zevkle dinleyen bir kişiden, oturup Beethoven düzeyinde senfoni bestelemesini istemeye benzer. Shakespeare'den ya da Beethoven'dan hoşlanmak insanların ne kadar hakkıysa, bilimdeki gelişmeleri izleyip bunlardan kıvanç duymak da herkesin hakkıdır.

"Bundan ne çıkar?" demeyin... Sorunun özü de burada yatmaktadır, bir bakıma... Bilimin, bilim adamlarının ne yaptıkları, neye yöneldikleri hakkında hayal-meyal bile olsa bir fikirleri bulunmayan kişiler, bilim üstüne kurulu çağdaş dünyada sürekli huzursuzluk ve tedirginlik duyarlar. Çevrelerinde olup bitenleri kavrayamadıkları içindir bu... Karşılaştıkları sorunların nedenlerini anlayamadıkları içindir.

Ama, bütün bunlar bir yana, bilim dünyası görkemli bir yerdir. Ardına kadar açılan kapılarıyla, genç yaşlı, her insana sınırsız ufuklar, doyulmaz zevkler verir. İnsan beyninin görkeminin, gücünün, gelişme ve geliştirme, yeteneğinin hem aynası, hem de en somut, ifadesidir.

Başlarken derim ki, sokaktaki insanın bilimden, bilimin de sokaktaki insandan öğreneceği çok şey vardır. Bilim herkese yetecek bir Krezus hazinesidir. 

................................

Kaynak: Bilim Dergisi - Mart 1982, Gelişim Yayınları, s. 4, 93-98
https://mkoz.files.wordpress.com/2015/03/bilim-nedir-asimov1982.pdf
Bu yazıyı çevirenin ismi ve hangi kaynaktan alındığı, dergide belirtilmemiş. 

Burada adı geçen dergiyle ilgili oldukça ayrıntılı bilgi var. 
Kaan Öztürk, Mart 2014