destanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
destanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
29 Temmuz 2022 Cuma
17 Temmuz 2007 Salı
OĞUZ KAĞAN DESTANI
1. OĞUZ DESTANININ ÖZELLİKLERİ
Eski Türk tarihinde hükümdarların doğuşu, efsanelere büründürülmüş ve kutsal bir olay gibi anlatılmışlardı. Hükümdarlar böyle kutsallaştırılıp, gökten indirilir iken; elbetteki Oğuz-Kağan gibi, bütün Türk kaviminin atası olan kutsal bir kişinin menşeleri de, Tanrıya ve göğe bağlanacaktı. Eski Türklere göre herşeyi yaratan ve her varlığın sahibi olan tek kutsal şey, gökteki biricik Tanrı idi.Aslında göğün kendisi olan Tanrı değildi. Çünkü gök de, yer gibi, maddî birer varlık ve yüce Tanrı tarafından yaratılmış, dünyanın birer parçası idiler. Gök, bir tane idi ve dünyamızın üstünü, bir kubbe şeklinde kaplıyordu. Fakat bu kubbenin üstünde, daha bir çok gökler vardı. Ayın güneşin ve türlü yıldızlar ile burçların dolaştıkları, ayrı ayrı gökler, uzayın sonsuzluklarını kendi aralarında paylaşıyorlardı. Bütün bunların üstünde, bir gök daha vardı ki, bu gökte yaratıcı, büyük ve tek Tanrı oturuyordu. Eski Türkler, ğögün katlarını üst üste koyma yolu ile saymamışlardı. Fakat sonradan, biraz da dış tesirler sebebi ile gökleri, yedi veya dokuz kat olarak tarif etmeğe başladılar.
"Oğuz-Kağan destanına, Uygur çağından sonra, hafif dış tesirler girmeğe başladı":
Göktürk çağında, eski Türk dini ile inançları, bozulmadan devam etmekte ve gittikçe de gelişmekte idi. Uygur devleti kurulup da, yeni bir çok dinler Türkler arasına girmeğe başlayınca, durum biraz daha değişti. Çünkü Uygurlar, çok daha önceleri Çin'in ortalarında gezmişler, ticaret yapmışlar ve birçok insanlarla karşılaşarak, konuşmuşlardı. "Bu dış ilişkiler, Uygurlara birçok yeni görüşler getirmiş ve onlarda, büyük dinlere inanmak ihtiyacını doğurmuştur." Ticaret, eski Türk savaşçılarının dini ile, pek bağdaşan bir meslek değildi. Eski Türk dini, disiplin, otorite ve savaşçılığı, herşeyden üstün tutuyordu. Halbuki tüccarlar, daha geniş ve rahat bir hayata sahip olmak zorunda idiler. İşte bunun içindir ki, bu zamana kadar Türkler göğe ve gökten gelen kutsallıklara inanırlar iken, Uygur çağında durum birdenbire değişiyordu. Uygurlar, köklerini Suriye'den alıp, İran'da gelişen Mani dinini aldıktan sonra, aya daha çok önem vermeye başladılar. Aslında ise Türklerde, kutsal olan en önemli şey, gökten sonra dünyamızı ışıtan güneş idi. "Uygurların, güneşten aya geçmiş olmaları, yeni bir düşüncenin başlangıcı gibi sayılabilirdi". Bu sebeple, Uygurlar çağında yazılmış Oğuz-Kağan destanlarında, eski Türklerin dedikleri gibi kutsal kişiler, artık "Göğün oğlu" değil; "Ayın oğulları" oluyorlardı. Oğuz-Kağan da "Ay Tanrı" nın bir oğlu idi. Destan, daha başlangıçta, şöyle başlıyordu:
"Aydın oldu gözleri, renklendi ışık doldu, "Ay-Kağan'ın o gündü, bir erkek oğlu oldu!"
Eski Türkler de iyi ve güzel olayları, aydınlık ve ışıkla anlatırlardı. Biz, nasıl yeni bir oğlu olan dostumuza, "Gözlerin aydın olsun" diyor isek, onlar da Oğuz-Kağan'ın doğuşu dolayısı ile, "Ay Kağan'ın gözleri aydın oldu, renklendi", diyorlardı.
"Müslüman olmuş Oğuz Türklerinin destanları da, Türk mitolojisinin en eski motifleri ile dolu idiler":
Fakat Türkler, çoktan müslüman olmuş ve İslâmiyetin ana prensiplerine gönülden bağlanmışlardı. Aslında ise, İslâmiyet ile eski Türk dini arasında büyük ayrılıklar da yoktu. Buna rağmen, eski Oğuz-Kağan destanları, elbetteki İslâmilyetin birçok inançları ile uygunluk gösteremeyecekti. Bunun içindir ki, İslâmiyetten sonra yazılan Oğuz-Kağan destanlarında, biraz daha değişiklik yapılmış ve İslâmiyete uydurulmuştu. İslâmiyeti kabul eden Türkler bizce Uygurlara nazaran, eski Türk an'anesini ve töresini daha çok korumuşlardı. Tabiî olarak biz Oğuz Türkleri üzerine, daha büyük bir önem veriyoruz. "Çünkü Oğuzlar, bütün Ortaasya ve Türk âleminin, en soylu ve en gelişmiş zümreleri idiler". Şehir hayatına çoktan başlamış olmalarına rağmen, eski Türk devlet teşkilâtı ile disiplini, onların ruhlarından henüz daha silinmemişlerdi. Bu sebeple Oğuz Türklerinin destanlarında, Uygurlarınkine nazaran, daha eski ve daha köklü motifler görüyoruz. İslâmiyetten sonraki Türk destanlarına göre, "Oğuz-Han'ın babası Kara-Han" idi. Oğuz Han'ın babasının, "Kara-Han" adını alması da boş değildi. Eski Türklerde, "Ak ve kara soylular ile halkı birbirinden ayıran, sembolik renkler" idi. "Ak-Kemik", Kağanlar ile, onların oğulları idiler. "Kara-Kemik" ise, halk tabakasından başka bir şey değildi. Diğer kitaplarımızda da her zaman söylediğimiz gibi, Türk halklarının "ak" ve "kara" şeklinde ayrılmış olmalarına rağmen, aralarında bir sınıf mücadelesi yoktu. Müslüman Türkler, Oğuz-Han'ın babasına "Kara-Han" diyorlardı. Çünkü kendisi Müslüman değildi. Müslüman olmak isteyen oğlu Oğuz-Han'a da engel olmak istemişti. Tabiî olarak bu fikirlerimiz tam ve kesin değildir. Fakat Türk tarihi ve an'aneleri hakkındaki bilgilerimiz, bizi bu sonuca doğru sürüklemektedirler. Oğuz Han Müslüman Türklere göre, babasından çok, an'anesine bağlıdır. Bu sebeple Oğuz destanını anlatmağa başlarlar iken, hemen şöyle derler:
Üç gün üç gece geçti, annesine gelmedi, Annenin memesinden, bir damla süt emmedi. Bana gelmedi diye, annesi ağlıyordu, Sütümü emmedi diye, kalbini dağlıyordu. Ağlayıp sızlıyordu, beşiğe dolanarak, Sütümü, az em diye, çocuğa yalvararak!
2. TÜRK MİTOLOJİSİ VE KUTSAL ÇOCUKLAR
Oğuz Han diğer Türk destanlarında olduğu gibi doğar doğmaz, bir olgunluk ve erginlik gösteriyordu. Annesi, henüz daha Müslüman olmamıştı. Annesine karşı, bu kırgınlığın sebebi de, bundan başka birşey olmamalıydı. Nitekim az sonra Oğuz Han annesi ile konuşmağa başlar ve ona şöyle der:
Ey, benim güzel annem, öğüdümü alırsan! Yüce Tanrı'ya tapıp, eğer hakkı tanırsan! O zaman memen alır, ak sütünü emerim!Bana lâyık olursan, adına anne derim!
Oğuz-Kağan'ın annesi, henüz daha üç günlük beşikte yatan çocuğunun, böyle konuşup söyleşmeye başladığını görünce, ona kalpten bağlanır ve Tanrıya inandığını oğluna söyler. Müslüman Türklerin söyledikleri bu Tanrı, İslâmiyetin Allah'ından başka birşey değildi. Fakat aynı zamanda destanlar, zaman zaman bir "Gök Tanrısı" ndan da söz açıyorlar ve eski Türklerin, gerçek inançlarını açığa vurmaktan geri kalmıyorlardı. Eski Türklerde de "üç sayısı" ve "üç yaşında" olma önemli idi. Fakat Türk mitolojisinin en önemli sayısı "yedi" ile "dokuz" sayılarıdır. Müslüman Türklerin Oğuz destanlarında: "Oğuz-Kağan, üç gün içinde olgunlaşmıştı". Halbuki eski Altay destanlarında: "Çocuğun olgunlaşması için, yedi günün geçmiş olması gerekiyordu". Hatta çok güzel, şöyle bir Altay efsanesi de vardır:
Altay'da olmuş idi, bir çocuk doğmuş idi, Dünyaya gelir iken, nurlara boğmuş idi. Yedi kurtlar uçmuşlar, koku alıp koşmuşlar, "Çocuğu ver", demişler, uluyarak coşmuşlar. Annesi çok ağlamış, yüreğini dağlamış, Çocuk da dile gelmiş, yarasını bağlamış. Demiş: "Anne, sızlama! Oyala da, ağlama! "Yedi gün mühlet iste, işi bağla sağlama!" Yedi gün mühlet dolmuş, annenin benzi solmuş, Oğlan beşiği kırmış, bir civan yiğit olmuş.
Bu Altay efsanesi mitolojinin ta kendisidir. Gerçi Oğuz-Kağan destanı da, bir mitolojidir. Fakat büyük devletler kurup gelişen Türk toplumları, onun içindeki akla uymayan motifleri ayıklamış ve gerçekçi bir şekle sokmuşlardı. Oğuz-Kağan destanında, göklerde dolaşıp, ğögün çeşitli katlarını zapteme ve türlü ruhlarla çarpışma, kutsal bir Hakandı. Fakat O, daha çok, bir insandı. İnsanlık özelliklerini taşımış ve insanların yaşadığı yeryüzünü zaptederek, Tanrı adına, idare etmeğe memur edilmişti. Az önce özetini yaptığımız Altay efsanesi dikkatle incelenince, daha birçok mitolojik motifler de ortaya çıkacaktır. Meselâ "Yedi kurt"."Büyük ayı burcu" nun, yedi yıldızında başka bir şey değildi. Çünkü Türklere göre: "(Büyükayı burcu'nun yedi yıldızı, kalın ve demir zincirlerle Kutup yıldızı'na bağlanmış, yedi azgın kurt idiler). Bir ara bu kurtlar, çocuğun atı ile tayını da alıp götürmek isterler. Bu savaşlar sırasında çocuk sıkışınca, akıllı ve kutsal buzağısı da ona yol gösterir ve başarı sağlamasına imkân verir. (Türklere göre 'Küçükayı burcu', iki at tarafından çekilen, bir arabadan başka birşey değildi.) Bu burcun etrafından dönen Büyükayı burcunun yedi kurdu, bu iki atı yakalayıp yemek isterler ve bunun için de gökyüzünde, durmadan onların etrafında dönerlerdi. (Altay efsanesi göre). Küçükayı burcu, çocuğun dostu ve yakını idi. Boğa burcu da, herhalde yine bu kahramanın buzağısından başka birşey olmamalıydı".
Görülüyor ki, Oğuz-Kağan destanı birdenbire uydurulmuş ve yazılmış bir hikâye değildi. Onun kökleri, yüzyıllar önce inanılmış ve söylenmiş, Türk efsaneleri ile inançlarına dayanıyordu. Süzüle, süzüle, akla mantığa uymayan bölümlerin, gerçeğe uydurulması ile, bütün Türklerin malı olan Oğuz-Kağan destanı meydana gelmişti.
3. OĞUZ - KAĞAN'IN DOĞUŞU
"Oğuz-Kağan, kutsal bir şekilde doğmuştu":
Az önce, büyük Türk kahramanlarının, genel olarak kutsal bir şekilde doğduklarını söylemiştik. Elbette ki Oğuz-Kağan'ın da doğuşu da, kutsal ve fevkalâde bir şekilde olmalıydı. Nitekim Uygurların Oğuz-Kağan destanı, O'nun doğuşunu şöyle anlatıyordu:
Gök mavisiydi sanki, benzi bu oğlancığın! Ağzı kıpkızıl ateş, rengi bu oğlancığın! Al, al idi gözleri, saçları da kapkara, Perilerden de güzel, kaşları var ne kara!
Oğuz-Kağan doğarken, benzinin rengi tıpkı gök mavisi gibi idi. Yüz, eski Türklere göre, insanın en önemli bir yeri idi. Utanç, kötülük ve hatta kutsallık bile, insanın yüzüne akseden özellikleri idiler. Kötü bir insanın yüzü, elbette kara idi. İyilerin de yüzleri, aktı. Ama kutsal insanların yüz rengi, gök mavisinden başka birşey olamazdı. Çünkü gök, Tanrı'nın oturduğu ve hatta bazan, Tanrı'nın kendisinden başka birşey değildi. "Oğuz-Kağan doğarken, yüzünün gök renkten olması, onun gökten geldiğini ve Tanrı'nın rengini taşıdığını gösteren bir belirti idi." Biz yanlış olarak Türklerin, "Gök Börü", yani gök kurt dedikleri kutsal kurda, bozkurt adını veregelmişiz. Aslında ise gök ile boz arasında büyük ayrılıklar vardır. Türklerin kutsal kurtlarının rengi de gök idi. Çünkü o Tanrı tarafından gönderilmiş bir elçiden başka bir şey değildi. Belki de Tanrı'nın ta kendisi idi. Tanrı, kurt şekline girerek Türklere görünüyor ve onlara başarı yolu açıyordu. Onun için de, kurdun rengi gömgök idi. Daha sonraları Türkler, gök rengini olgunluk, erginlik ve tecrübenin bir sembolü olarak görmüşlerdir.
Oğuz-Kağan'ın ağzı ateşe niçin benzetilmişti":
Bugün Anadolu'da söylenen, "Gözleri Kanlı" deyimi de, bize çok şeyler ifade eder. O'nun gözlerinin al oluşu, daha doğrusu kan rengine benzemesi, Oğuz-Kağan'ın büyük bahadarlığının, bir özelliğinden başka bir şey değildi. Cengiz-Han da doğarken "avucunun içinde bir kan pıhtısı" tutuyordu. Bunu gören annesi ile babası şaşırmış ve hemen Şamanlara koşmuşlardı. Şamanlar ise, O'nun dünyayı zaptedeceğini ve büyük bir bahadır olacağını söylemişlerdi. Fakat Cengiz-Han çağı ile ilgili efsaneler, en eski Türk ve Ortaasya özelliklerini göstermiyorlardı. Elbetteki onları kökleri de, Türk mitolojisine dayanıyordu. Fakat Çin yolu ile, Moğollara birçok yabancı tesirler girmişti. Türklerde yeni doğan kahramanlar, avuçlarında bir kan pıhtısı tutmazlardı. Çünkü biraz da, eski Hint mitolojisinin motiflerinden biri idi. "Türklerin kahramanlarının gözleri, kırmızı ve kızıldır." Çinde de, bu vardır. Fakat çin kahramanlarının gözleri yalnız kırmızı olmakla kalmazlar, aynı zamandan cam gibi de parlarlardı. Çinliler, "Büyük bir Göktürk Kağanı Mohan Kağan'dan söz açarken, onun da yüzünün kıpkırmızı ve gözlerinin cam gibi parladığını" söylüyorlardı. Herhalde Mohan-Kağan, acayip bir fizyonomiye sahip değildi. Fakat 20 sene müddetle, bütün Çin'i korkutmuş ve diz çöktürmüş bir hükümdardı. Eski Türkler, kırmızı renk için genel olarak "al" sözünü kullanırlardı. Fakat bu söz sonradan, biraz da manevi bir anlam almıştı. Nitekim loğusaları basan ve kötülük yapan, "Albastı" da, yine bu rengi taşıyordu. Altay Türkleri, büyük kurt sürülerini idare edip, köylere korkunç zararlar veren kurtlara da, zaman, zaman, "al-börü" derlerdi. Bu allık, kurdun veya albastı gibi ruhların renginden dolayı değil; daha çok, onların korkunç zararlar vermesinden ileri geliyordu. Çünkü onlar güçlü ve kudretli idiler. Tıpkı yeryüzünü zapteden ve kendi egemenliği altında toplayan Oğuz-Kağan gibi.
"Oğuz-Kağan'ın yüzünün rengi gök mavisi, gözleri de al, yani kırmızı idi".
Bazıları al sözünü, "ela" şeklinde anlamak istemişlerdi. Fakat tabiî olarak, bunun aslı yoktur. Çünkü, "Oğuz-Kağan'ın saçları da kara" idi. Sarı değil. Bu sebeple gözlerinin elâ olmasına da, hiçbir sebep yoktu.
http://www.turktarih.net/
Eski Türk tarihinde hükümdarların doğuşu, efsanelere büründürülmüş ve kutsal bir olay gibi anlatılmışlardı. Hükümdarlar böyle kutsallaştırılıp, gökten indirilir iken; elbetteki Oğuz-Kağan gibi, bütün Türk kaviminin atası olan kutsal bir kişinin menşeleri de, Tanrıya ve göğe bağlanacaktı. Eski Türklere göre herşeyi yaratan ve her varlığın sahibi olan tek kutsal şey, gökteki biricik Tanrı idi.Aslında göğün kendisi olan Tanrı değildi. Çünkü gök de, yer gibi, maddî birer varlık ve yüce Tanrı tarafından yaratılmış, dünyanın birer parçası idiler. Gök, bir tane idi ve dünyamızın üstünü, bir kubbe şeklinde kaplıyordu. Fakat bu kubbenin üstünde, daha bir çok gökler vardı. Ayın güneşin ve türlü yıldızlar ile burçların dolaştıkları, ayrı ayrı gökler, uzayın sonsuzluklarını kendi aralarında paylaşıyorlardı. Bütün bunların üstünde, bir gök daha vardı ki, bu gökte yaratıcı, büyük ve tek Tanrı oturuyordu. Eski Türkler, ğögün katlarını üst üste koyma yolu ile saymamışlardı. Fakat sonradan, biraz da dış tesirler sebebi ile gökleri, yedi veya dokuz kat olarak tarif etmeğe başladılar.
"Oğuz-Kağan destanına, Uygur çağından sonra, hafif dış tesirler girmeğe başladı":
Göktürk çağında, eski Türk dini ile inançları, bozulmadan devam etmekte ve gittikçe de gelişmekte idi. Uygur devleti kurulup da, yeni bir çok dinler Türkler arasına girmeğe başlayınca, durum biraz daha değişti. Çünkü Uygurlar, çok daha önceleri Çin'in ortalarında gezmişler, ticaret yapmışlar ve birçok insanlarla karşılaşarak, konuşmuşlardı. "Bu dış ilişkiler, Uygurlara birçok yeni görüşler getirmiş ve onlarda, büyük dinlere inanmak ihtiyacını doğurmuştur." Ticaret, eski Türk savaşçılarının dini ile, pek bağdaşan bir meslek değildi. Eski Türk dini, disiplin, otorite ve savaşçılığı, herşeyden üstün tutuyordu. Halbuki tüccarlar, daha geniş ve rahat bir hayata sahip olmak zorunda idiler. İşte bunun içindir ki, bu zamana kadar Türkler göğe ve gökten gelen kutsallıklara inanırlar iken, Uygur çağında durum birdenbire değişiyordu. Uygurlar, köklerini Suriye'den alıp, İran'da gelişen Mani dinini aldıktan sonra, aya daha çok önem vermeye başladılar. Aslında ise Türklerde, kutsal olan en önemli şey, gökten sonra dünyamızı ışıtan güneş idi. "Uygurların, güneşten aya geçmiş olmaları, yeni bir düşüncenin başlangıcı gibi sayılabilirdi". Bu sebeple, Uygurlar çağında yazılmış Oğuz-Kağan destanlarında, eski Türklerin dedikleri gibi kutsal kişiler, artık "Göğün oğlu" değil; "Ayın oğulları" oluyorlardı. Oğuz-Kağan da "Ay Tanrı" nın bir oğlu idi. Destan, daha başlangıçta, şöyle başlıyordu:
"Aydın oldu gözleri, renklendi ışık doldu, "Ay-Kağan'ın o gündü, bir erkek oğlu oldu!"
Eski Türkler de iyi ve güzel olayları, aydınlık ve ışıkla anlatırlardı. Biz, nasıl yeni bir oğlu olan dostumuza, "Gözlerin aydın olsun" diyor isek, onlar da Oğuz-Kağan'ın doğuşu dolayısı ile, "Ay Kağan'ın gözleri aydın oldu, renklendi", diyorlardı.
"Müslüman olmuş Oğuz Türklerinin destanları da, Türk mitolojisinin en eski motifleri ile dolu idiler":
Fakat Türkler, çoktan müslüman olmuş ve İslâmiyetin ana prensiplerine gönülden bağlanmışlardı. Aslında ise, İslâmiyet ile eski Türk dini arasında büyük ayrılıklar da yoktu. Buna rağmen, eski Oğuz-Kağan destanları, elbetteki İslâmilyetin birçok inançları ile uygunluk gösteremeyecekti. Bunun içindir ki, İslâmiyetten sonra yazılan Oğuz-Kağan destanlarında, biraz daha değişiklik yapılmış ve İslâmiyete uydurulmuştu. İslâmiyeti kabul eden Türkler bizce Uygurlara nazaran, eski Türk an'anesini ve töresini daha çok korumuşlardı. Tabiî olarak biz Oğuz Türkleri üzerine, daha büyük bir önem veriyoruz. "Çünkü Oğuzlar, bütün Ortaasya ve Türk âleminin, en soylu ve en gelişmiş zümreleri idiler". Şehir hayatına çoktan başlamış olmalarına rağmen, eski Türk devlet teşkilâtı ile disiplini, onların ruhlarından henüz daha silinmemişlerdi. Bu sebeple Oğuz Türklerinin destanlarında, Uygurlarınkine nazaran, daha eski ve daha köklü motifler görüyoruz. İslâmiyetten sonraki Türk destanlarına göre, "Oğuz-Han'ın babası Kara-Han" idi. Oğuz Han'ın babasının, "Kara-Han" adını alması da boş değildi. Eski Türklerde, "Ak ve kara soylular ile halkı birbirinden ayıran, sembolik renkler" idi. "Ak-Kemik", Kağanlar ile, onların oğulları idiler. "Kara-Kemik" ise, halk tabakasından başka bir şey değildi. Diğer kitaplarımızda da her zaman söylediğimiz gibi, Türk halklarının "ak" ve "kara" şeklinde ayrılmış olmalarına rağmen, aralarında bir sınıf mücadelesi yoktu. Müslüman Türkler, Oğuz-Han'ın babasına "Kara-Han" diyorlardı. Çünkü kendisi Müslüman değildi. Müslüman olmak isteyen oğlu Oğuz-Han'a da engel olmak istemişti. Tabiî olarak bu fikirlerimiz tam ve kesin değildir. Fakat Türk tarihi ve an'aneleri hakkındaki bilgilerimiz, bizi bu sonuca doğru sürüklemektedirler. Oğuz Han Müslüman Türklere göre, babasından çok, an'anesine bağlıdır. Bu sebeple Oğuz destanını anlatmağa başlarlar iken, hemen şöyle derler:
Üç gün üç gece geçti, annesine gelmedi, Annenin memesinden, bir damla süt emmedi. Bana gelmedi diye, annesi ağlıyordu, Sütümü emmedi diye, kalbini dağlıyordu. Ağlayıp sızlıyordu, beşiğe dolanarak, Sütümü, az em diye, çocuğa yalvararak!
2. TÜRK MİTOLOJİSİ VE KUTSAL ÇOCUKLAR
Oğuz Han diğer Türk destanlarında olduğu gibi doğar doğmaz, bir olgunluk ve erginlik gösteriyordu. Annesi, henüz daha Müslüman olmamıştı. Annesine karşı, bu kırgınlığın sebebi de, bundan başka birşey olmamalıydı. Nitekim az sonra Oğuz Han annesi ile konuşmağa başlar ve ona şöyle der:
Ey, benim güzel annem, öğüdümü alırsan! Yüce Tanrı'ya tapıp, eğer hakkı tanırsan! O zaman memen alır, ak sütünü emerim!Bana lâyık olursan, adına anne derim!
Oğuz-Kağan'ın annesi, henüz daha üç günlük beşikte yatan çocuğunun, böyle konuşup söyleşmeye başladığını görünce, ona kalpten bağlanır ve Tanrıya inandığını oğluna söyler. Müslüman Türklerin söyledikleri bu Tanrı, İslâmiyetin Allah'ından başka birşey değildi. Fakat aynı zamanda destanlar, zaman zaman bir "Gök Tanrısı" ndan da söz açıyorlar ve eski Türklerin, gerçek inançlarını açığa vurmaktan geri kalmıyorlardı. Eski Türklerde de "üç sayısı" ve "üç yaşında" olma önemli idi. Fakat Türk mitolojisinin en önemli sayısı "yedi" ile "dokuz" sayılarıdır. Müslüman Türklerin Oğuz destanlarında: "Oğuz-Kağan, üç gün içinde olgunlaşmıştı". Halbuki eski Altay destanlarında: "Çocuğun olgunlaşması için, yedi günün geçmiş olması gerekiyordu". Hatta çok güzel, şöyle bir Altay efsanesi de vardır:
Altay'da olmuş idi, bir çocuk doğmuş idi, Dünyaya gelir iken, nurlara boğmuş idi. Yedi kurtlar uçmuşlar, koku alıp koşmuşlar, "Çocuğu ver", demişler, uluyarak coşmuşlar. Annesi çok ağlamış, yüreğini dağlamış, Çocuk da dile gelmiş, yarasını bağlamış. Demiş: "Anne, sızlama! Oyala da, ağlama! "Yedi gün mühlet iste, işi bağla sağlama!" Yedi gün mühlet dolmuş, annenin benzi solmuş, Oğlan beşiği kırmış, bir civan yiğit olmuş.
Bu Altay efsanesi mitolojinin ta kendisidir. Gerçi Oğuz-Kağan destanı da, bir mitolojidir. Fakat büyük devletler kurup gelişen Türk toplumları, onun içindeki akla uymayan motifleri ayıklamış ve gerçekçi bir şekle sokmuşlardı. Oğuz-Kağan destanında, göklerde dolaşıp, ğögün çeşitli katlarını zapteme ve türlü ruhlarla çarpışma, kutsal bir Hakandı. Fakat O, daha çok, bir insandı. İnsanlık özelliklerini taşımış ve insanların yaşadığı yeryüzünü zaptederek, Tanrı adına, idare etmeğe memur edilmişti. Az önce özetini yaptığımız Altay efsanesi dikkatle incelenince, daha birçok mitolojik motifler de ortaya çıkacaktır. Meselâ "Yedi kurt"."Büyük ayı burcu" nun, yedi yıldızında başka bir şey değildi. Çünkü Türklere göre: "(Büyükayı burcu'nun yedi yıldızı, kalın ve demir zincirlerle Kutup yıldızı'na bağlanmış, yedi azgın kurt idiler). Bir ara bu kurtlar, çocuğun atı ile tayını da alıp götürmek isterler. Bu savaşlar sırasında çocuk sıkışınca, akıllı ve kutsal buzağısı da ona yol gösterir ve başarı sağlamasına imkân verir. (Türklere göre 'Küçükayı burcu', iki at tarafından çekilen, bir arabadan başka birşey değildi.) Bu burcun etrafından dönen Büyükayı burcunun yedi kurdu, bu iki atı yakalayıp yemek isterler ve bunun için de gökyüzünde, durmadan onların etrafında dönerlerdi. (Altay efsanesi göre). Küçükayı burcu, çocuğun dostu ve yakını idi. Boğa burcu da, herhalde yine bu kahramanın buzağısından başka birşey olmamalıydı".
Görülüyor ki, Oğuz-Kağan destanı birdenbire uydurulmuş ve yazılmış bir hikâye değildi. Onun kökleri, yüzyıllar önce inanılmış ve söylenmiş, Türk efsaneleri ile inançlarına dayanıyordu. Süzüle, süzüle, akla mantığa uymayan bölümlerin, gerçeğe uydurulması ile, bütün Türklerin malı olan Oğuz-Kağan destanı meydana gelmişti.
3. OĞUZ - KAĞAN'IN DOĞUŞU
"Oğuz-Kağan, kutsal bir şekilde doğmuştu":
Az önce, büyük Türk kahramanlarının, genel olarak kutsal bir şekilde doğduklarını söylemiştik. Elbette ki Oğuz-Kağan'ın da doğuşu da, kutsal ve fevkalâde bir şekilde olmalıydı. Nitekim Uygurların Oğuz-Kağan destanı, O'nun doğuşunu şöyle anlatıyordu:
Gök mavisiydi sanki, benzi bu oğlancığın! Ağzı kıpkızıl ateş, rengi bu oğlancığın! Al, al idi gözleri, saçları da kapkara, Perilerden de güzel, kaşları var ne kara!
Oğuz-Kağan doğarken, benzinin rengi tıpkı gök mavisi gibi idi. Yüz, eski Türklere göre, insanın en önemli bir yeri idi. Utanç, kötülük ve hatta kutsallık bile, insanın yüzüne akseden özellikleri idiler. Kötü bir insanın yüzü, elbette kara idi. İyilerin de yüzleri, aktı. Ama kutsal insanların yüz rengi, gök mavisinden başka birşey olamazdı. Çünkü gök, Tanrı'nın oturduğu ve hatta bazan, Tanrı'nın kendisinden başka birşey değildi. "Oğuz-Kağan doğarken, yüzünün gök renkten olması, onun gökten geldiğini ve Tanrı'nın rengini taşıdığını gösteren bir belirti idi." Biz yanlış olarak Türklerin, "Gök Börü", yani gök kurt dedikleri kutsal kurda, bozkurt adını veregelmişiz. Aslında ise gök ile boz arasında büyük ayrılıklar vardır. Türklerin kutsal kurtlarının rengi de gök idi. Çünkü o Tanrı tarafından gönderilmiş bir elçiden başka bir şey değildi. Belki de Tanrı'nın ta kendisi idi. Tanrı, kurt şekline girerek Türklere görünüyor ve onlara başarı yolu açıyordu. Onun için de, kurdun rengi gömgök idi. Daha sonraları Türkler, gök rengini olgunluk, erginlik ve tecrübenin bir sembolü olarak görmüşlerdir.
Oğuz-Kağan'ın ağzı ateşe niçin benzetilmişti":
Bugün Anadolu'da söylenen, "Gözleri Kanlı" deyimi de, bize çok şeyler ifade eder. O'nun gözlerinin al oluşu, daha doğrusu kan rengine benzemesi, Oğuz-Kağan'ın büyük bahadarlığının, bir özelliğinden başka bir şey değildi. Cengiz-Han da doğarken "avucunun içinde bir kan pıhtısı" tutuyordu. Bunu gören annesi ile babası şaşırmış ve hemen Şamanlara koşmuşlardı. Şamanlar ise, O'nun dünyayı zaptedeceğini ve büyük bir bahadır olacağını söylemişlerdi. Fakat Cengiz-Han çağı ile ilgili efsaneler, en eski Türk ve Ortaasya özelliklerini göstermiyorlardı. Elbetteki onları kökleri de, Türk mitolojisine dayanıyordu. Fakat Çin yolu ile, Moğollara birçok yabancı tesirler girmişti. Türklerde yeni doğan kahramanlar, avuçlarında bir kan pıhtısı tutmazlardı. Çünkü biraz da, eski Hint mitolojisinin motiflerinden biri idi. "Türklerin kahramanlarının gözleri, kırmızı ve kızıldır." Çinde de, bu vardır. Fakat çin kahramanlarının gözleri yalnız kırmızı olmakla kalmazlar, aynı zamandan cam gibi de parlarlardı. Çinliler, "Büyük bir Göktürk Kağanı Mohan Kağan'dan söz açarken, onun da yüzünün kıpkırmızı ve gözlerinin cam gibi parladığını" söylüyorlardı. Herhalde Mohan-Kağan, acayip bir fizyonomiye sahip değildi. Fakat 20 sene müddetle, bütün Çin'i korkutmuş ve diz çöktürmüş bir hükümdardı. Eski Türkler, kırmızı renk için genel olarak "al" sözünü kullanırlardı. Fakat bu söz sonradan, biraz da manevi bir anlam almıştı. Nitekim loğusaları basan ve kötülük yapan, "Albastı" da, yine bu rengi taşıyordu. Altay Türkleri, büyük kurt sürülerini idare edip, köylere korkunç zararlar veren kurtlara da, zaman, zaman, "al-börü" derlerdi. Bu allık, kurdun veya albastı gibi ruhların renginden dolayı değil; daha çok, onların korkunç zararlar vermesinden ileri geliyordu. Çünkü onlar güçlü ve kudretli idiler. Tıpkı yeryüzünü zapteden ve kendi egemenliği altında toplayan Oğuz-Kağan gibi.
"Oğuz-Kağan'ın yüzünün rengi gök mavisi, gözleri de al, yani kırmızı idi".
Bazıları al sözünü, "ela" şeklinde anlamak istemişlerdi. Fakat tabiî olarak, bunun aslı yoktur. Çünkü, "Oğuz-Kağan'ın saçları da kara" idi. Sarı değil. Bu sebeple gözlerinin elâ olmasına da, hiçbir sebep yoktu.
http://www.turktarih.net/
OĞUZ KAĞAN DESTANI
"Türk mitolojisinde kahramanlar, 'üç' veya 'yedi' günde konuşurlardı":
Az önce, Müslüman olmuş Türklerin Oğuz-Kağan destanlarından söz açarken, Oğuz-Kağan'ın üç günde konuşmağa başladığını belirtmiştik. İslâmiyetin tesirleri görülmeyen, Uygurca Oğuz Kağan destanında da, aynı şeyleri görüyoruz. Ama, yukarıda da dediğimiz gibi, eski Türk efsanelerinde büyük kahramanlar çoğu zaman "Yedi günde kendilerine gelir ve kırk gün sonra da bir delikanlı gibi hayata başlarlardı". Nitekim Uygurların Oğuz Destanı, Oğuz'un küçüklüğünü şöyle anlatıyordu:
Geldi ana göğsünü, aldı emdi sütünü, İstemedi bir daha, içmek kendi sütünü. Pişmemiş etler ister, aş yemek ister oldu, Etraftan şarap ister, eğlenmek ister oldu. Ansızın dile geldi, şiirler düzer oldu, Aradan kırk gün geçti, oynaşır, gezer oldu.
Geldi ana göğsünü, aldı emdi sütünü, İstemedi bir daha, içmek kendi sütünü. Pişmemiş etler ister, aş yemek ister oldu, Etraftan şarap ister, eğlenmek ister oldu. Ansızın dile geldi, şiirler düzer oldu, Aradan kırk gün geçti, oynaşır, gezer oldu.
"Türkler yemeklerini, ilk çağlardan beri pişirerek yerlerdi":
Türkler herhalde, tarihten çok önceki çağlarda bile, yemeklerini pişirerek yemeğe başlamışlardı. Nitekim, Göktürklerin Çin kaynaklarında bulunan ilk efsaneleri de, "İlk Türk Atasının, ateşi icât ettiğini ve yemekleri pişirmeği öğrettiğini," söylüyordu. Sibirya'nın tundralarında yaşayan geri halklar, Türklere nazaran çok daha sonraki çağlarda yemeklerini pişirip, yemeği öğrendiler. Nitekim, Fin'lerle Macar'ların ataları olan Batı Sibiryalılar, kendi atalarının çiğ et yediklerini söylerler ve bununla öğünürlerdi. Onlar, daha güneylerindeki Ortaasya Türk halklarına, "yemeklerini pişirenler" derler ve kendilerini, onlardan ayırırlardı. Gerçi bu Sibirya halkların da, sonradan yemeklerini pişirmeğe başlamışlardı. Ama, zaman zaman bu eski hatıraları yadetmek için "çiğ et yeme törenleri" yapmağı da, ihmal etmezlerdi. Türk mitolojisinde, Türk çiğ et yediğine dair, elimizde hiçbir delil yoktur. Ama büyük kahramanlar, o kadar korkunç idiler ki, zaman zaman çiğ et bile yerlerdi. Onun için Oğuz-Kağan'ın, çiğ et istemesinin sebebi de, bundan ileri geliyordu.
"Oğuz-Han'ın vücudu, güçlü ve korkunç hayvanlara benzetilirdi":
Dede Korkut masallarında da büyük kahramanların yürüyüşü, arslanlara benzetilmiş ve vücut yapıları da, korkunç hayvanlar gibi anlatılmışlardı. Oğuz-Kağan destanında da, az da olsa bunları görmüyor değiliz. Uygurların Oğuz destanı, Oğuz-Kağan'ın şeklini, şöyle anlatıyordu:
Öküz ayağı gibi, idi sanki ayağı, Kurdun bileği gibi, idi sanki bileği. Benzer idi omuzu, ala samurunkine, Göğsü de yakın idi, koca ayınınkine!
Destana göre, Oğuz'un elleri ve pençesi, ayının büyük ve güçlü pençesini andırıyordu. Ama kurdun bileği başka idi. Kurt, yeryüzündeki hayvanlar içinde, koşma bakımından, en dayanıklı hayvandı. Bir türlü yorulma bilmezdi. Bileği ince idi. Fakat o ince bilekli kurdun pençesi korkunçtu. Bir samur büyüklüğündeki, kıllı omuzlar ve ayının göğsü gibi, gergin ve şişkin ğögüsler, Oğuz-Kağan'ın bir insan olarak ne derece güçlü olduğunu anlatmağa yarayan sözlerdi.
"Oğuz-Kağan'ın vücudu niçin "tüylü" idi":
Eski Türkler, "ilk insanın, tüylü olduğuna inanırlardı." Altaylarda yaşayan birçok efsanelerde, bu konu ile ilgili, sayısız örneklere rastlıyoruz: "Tüylere kaplı olan ilk insan, Tanrı'ya karşı günah işlemiş ve bundan dolayı da tüyleri dökülmüştü. Tüyleri dökülünce de insanoğlu, bir türlü hastalıktan kurtulamamış ve ölümsüzlüğü elinden kaçırmıştı. (Bir söylenişe göre) Tanrı, insanı yaratırken şeytan gelmiş ve insanın üzerine tükürerek, her tarafına pislik içinde bırakmıştı. Tanrı da, insanın dışını içine, içini de dışına çevirmek zorunda kalmıştı. Bu suretle insanın içinde kalan şeytanın pisliği ve tüyler, insanoğlunun ruhunu ve ahlâkını kötü yapmıştı. İnsanın gerçi dışı, Tanrı yapısı idi ve güzeldi ama; içi şeytan tarafından kirletilmiş ve şeytana benzer, bir özelliğe bürünmüştü". Bu sebeple Oğus destanında, bu çok eski Türk inançlarının izlerini de buluyoruz. Çünkü Oğuz-Kağan, bizim gibi tüysüz değil; her tarafı kıllarla dolu ve fevkalâde bir yaratıktı:
Bir insan idi fakat, tüyleri dolu idi, Vücudu kıllı idi, çok uzun boylu idi. Güder at sürüleri, tutar, atlara biner, Daha bu yaşta iken, çıkar, avlara gider. Geceler günler geçti, nice seneler doldu. Oğuz da büyüyerek, bir yahşi yiğit oldu!
5. OĞUZ - KAĞAN'IN GENÇLİĞİ
Türk mitolojisinde büyük kahramanların, çocukluk ile gençliğini birbirinden ayıran, bazı önemli, çağlar vardı. Altay efsanelerinde bu çağ, daha çok "Ad koyma" töreni ile başlardı. Adı olmayan bir çocuk, henüz daha yetişkin bir genç ve kahraman sayılmazdı. Bir gencin ad alabilmesi de, kolay bir iş değildi. Elbette adsız bir insan olamazdı. Her çocuğa Türkler, doğuşundan itibaren bir ad verirlerdi. Fakat bu ad, onun gerçek adı ve ünvanı sayılmazdı. Hatta Türkler kahramanlarına, her yeni bir başarı üzerine, yeni bir ad daha verirlerdi. Daha yüksek bir rütbeye terfi eden kimseler bile, yeni memuriyet unvanı ile beraber, ayrıca bir ad da alırlardı. Bu sebeple Çin kaynakları, bu bakımdan bize bir çok güçlükler çıkarmışlardır. Meselâ, büyük bir komutan veya Kağan'ın, bir gençlik adı vardır. Geçliğinde büyük şöhret elde eden bu komutanlar, Çin kaynaklarında çoğu zaman, gençlik adları ile adlandırılırlardı. Zaman zaman bunlar, bazı savaşlar dolayısı ile yeni ünvanlar alırlardı. Fakat Çin kaynaklarında bu Türkler, gençlik ve olgunluk adları ile geçince, tarihçeler için, kimin kim olduğunu anlamak, adetâ çok güç bir hale girer. Bu sebeple Oğuz Han'ında, gerçek bir ad ve unvan alabilmesi için, büyük bir kahramanlık ve başarı göstermesi lâzımdı. Eski Türk tarihinde de, "Baş kesmeyen ve kan dökmeyen" şehzadelere, gerçek adları verilmezdi.
6. OĞUZ'UN BİR GERGEDAN ÖLDÜRMESİ
"Oğuz korkunç bir gergedan öldürerek, erginliğini ispat etmişti":
Bunun içindir ki, Oğuz-Kağan, insanları ve sürüleri yiyen bir gergedanı öldürür ve milletini, büyük bir belâdan kurtarır. Eski Türkler, karanlık ve sık ormanlara da saygı gösterir ve hatta onlara tapılanırlardı. Türk tarihinde, yeni tahta çıkan hükümdarların, bir orman dikerek, kendi adlarına yetiştirdikleri de görülmemiş değildir. Nitekim Oğu-Kağan destanında da, Oğuz'un yurdunun yanında büyük bir orman ve içinde de bir "gergedan" yaşardı. Destan bu olayı şöyle anlatıyordu:
Bir büyük orman vardı, Oğuz yurdundan içre, Ne nehir ırmaklar, akardı bu orman içre. Ne çok av hayvanları, ormanda yaşar idi, Ne çok av kuşları da, üstünde uçar idi. Ormanda yaşar idi, çok büyük bir gergedan, Yer idi yaşatmazdı, ne hayvan ne de insan! Başardı sürüleri, yer idi hep atları, Yokluk verir insana, alırdı hayatları! Vermedi hiçbir zaman, insanoğluna aman!
Hepimiz biliyoruz ki, Ortaasya'da "gergedan" yoktu. Türklerin gergedan görmüş olmaları da, pek ihtimal dahilinde değildi. Ama gergedanın, çok korkunç bir hayvan olduğu kulaktan kulağa, Ortaasya'ya kadar gelmiş ve Türk mitolojisinde de gerekli yerini almıştı. Gergedanın yaşadığı bölgeler, Çin'e yakın olan bölgelerdi. Fakat Çinliler de gergedanın esas şeklini bilmiyorlardı. Çinlilere göre, "Gergedan, burnunun ucunda sivri boynuzu bulunan, bir geyikten başka birşey değildi". Ama gergedan, Çin'de büyük bir öneme sahipti. Çünkü Çin İmparatorları ile büyük komutanlar, zırhlarını gergedan derisinden yaparlardı. Bu bakımdan onlar gergedanın derisini ve dolayısı ile, bu hayvanın büyüklüğünü de tasavvur edebiliyorlardı. Gergedan motifi bakımından Türk mitolojisine, Çin tesirleri de olabilirdi. Fakat gergedanla ilgili bilgiler Türklere daha çok Batı Türkistan ve Hindistan yolu ile gelmişti. Türkler gergedana "kıyant" derlerdi. Bu söz de, Hindistan ile Batı Türkistan'da yayılmış bir deyimdi. Oğuz-Kağan, kendi milletine bu kadar zarar veren gergedanı duyunca, onu avlamak ister ve yola çıkar. Destan Oğuz'un yıla çıkışını şöyle anlatıyordu:
Oğuz-Kağan derlerdi, çok alp bir kişi vardı, Avlarım gergedan: diye o yere vardı. Kargı, kılıç aldı, kalkan ile ok ile, Dedi: "Gergedan artık, kendisini yok bile! Ormanda avlanarak bir geyiği avladı, Bir söğüt dalı alıp, bir ağaca bağladı. Döndü gitti evine, sabah olmadan önce, Tam tan ağarıyordu, geyiğine dönünce, Anladı ki gergedan, geyiği çoktan yuttu, Geyiğin yerine de, büyük bir ayı tuttu. Belinden çıkararak, altın bakma kuşağı, Ayıyı astı yine, o ağaçtan aşağı,
Tabiî olarak efsaneye göre, gergedan ayıyı da yutmuştu. Çok iyi biliyoruz ki gergedan, otla geçinen bir hayvandır. Halbuki gergedanı yakından tanımayan Türkler, onun et yediğini zannediyorlardı. Çünkü onlara göre, bütün korkunç hayvanlar et yerler ve etle beslenirlerdi. Oğuz'un belindeki kuşağı altındı. "Kuşak, Türkler için çok önemli bir hükümdar sembolüdür". Çünkü her hükümdarın belindeki kemerin altın olması, onun hükümdarlığını gösteren bir sembol ve belirti idi. Oğuz-Kağan, daha gençliğinde bu kuşağı kuşanmış ve hükümdarlığa hazırlanmıştı. Öyle öyle anlaşılıyor ki Oğuz-Kağan gergedana büyük bir tuzak kurmuş ve onu, bu yolla avlamak istemişti. Fakat gergedan, her defasında bu tuzağa düşmeden, gelip, avını almasını bilmişti. Bunun için Oğuz, başka yol görmemiş ve bizzat kendisi, gergedanın karşısına çıkarak, onu öldürmek zorunda kalmıştı. Destan bu korkunç vuruşmayı da, şöyle anlatıyordu:
Yine sabah olmuştu, ağarmıştı çoktan tan, Oğuz baktı ki almış ayısını gergedan. Artık bu durum onu, can evinden vurmuştu, Ağaca kendi gidip, tam altında durmuştu! Gergedan geldiğinde, Oğuz'u görüp durdu, Oğuz'un kalkanına, gerilip bir baş vurdu! Kargıyla gergedanın, başına vurdu Oğuz! Öldürüp gergedanı, kurtardı yurdu Oğuz! Keserek kılıcıyla, hemen başını aldı, Döndü gitti evine, iline haber saldı!
"Altay Türk efsanelerindeki kahramanlar da, boynuzlu" canavarlar öldürürlerdi":
Oğuz-Kağan'ın korkunç bir canavar öldürerek, kendi yurdunu kurtarması, Türk mitolojisinin ilk ve son motifi değildir. Bu motif, dışarıdan gelmiş bir tesire de bağlanamaz. Gerçi Türkler gelişip yayıldıktan sonra, "gergedan" gibi korkunç hayvanların bulunduğunu da duymuşlar ve efsanelerini bu yeni bilgilere göre anlata gelmişlerdi. Fakat bu olayın kökleri, çok eski Türk inançlarından ve efsanelerinden geliyordu. Nitekim, Altay efsanelerinde de, buna benzer olaylar görüyoruz. Bu efsanelerdeki kahramanların, öldürdükleri canavarlar da, "boynuzlu" idiler. Bu efsanelerden birini, çok kısa olarak özetleyip, aşağıda verelim:
Yedi gün geçmişti ki, oğlan başladı işe, Demir beşiği kırdı, kendini attı dışa. Yedi dağı dolaştı, yedi geyik avladı, Boynuzlarını yonttu, birbirine bağladı. Öyle bir yay yaptı ki, kirişsiz olmaz idi, Böyle büyük yaya da, her kiriş uymaz idi. Duydu bir hayvan varmış, çok büyük bir canavar! "Bari gideyim", dedi, "Belki derisi uyar!" Oğlan göklere gider, devlerle de savaşır, Büyük bir dağa çıkar, canavara ulaşır, Bu ne müthiş hayvandı, bir dağa yaslanmıştı, Bir dağa da yatmıştı, upuzun uzanmıştı. Oğlana bakaraktan, sanki göz kırpıyordu, Uzun boynuzlarıyla, gökleri yırtıyordu!...
Bu Altay efsanesi, tam bir mitolojidir. Çünkü efsanenin kahramanı, atı ile göklerde uçar ve göğün katlarını gezerek, canavarı aramağa koyulur. Oğuz-Kağan destanındaki canavar, Oğuz yurdunun hemen yanındaki bir ormanda yaşamaktadır. Altay efsanesindeki canavar ise, göklerin derinliğindeki, efsanevî dağların ve göllerin içinde yaşar.
"Müslüman Türkler, Oğuz-Kağan'ın gençliğini mitolojiden kurtarmak istemişlerdi":
Müslüman Türkler, Oğuz-Han'ın ad alması için, böyle bir kahramanlık yapmasını gerekli görmemişlerdi. Oğuz-Han, kendi adını kendi vermiş ve bütün Oğuz milleti de, onun bu arzusuna uymuşlardı. Efsaneler, onun ad alışını şöyle anlatıyorlardı:
Büyük toy yapılırdı, eski Türk âdetince, Böyle ad seçilirdi, çocuğun kudretince, Kara-Han atlar kesti, Oğuz ad bulsun diye, Çağırdı hep Türkleri, yurdu şen olsun diye. Oğuz-Han birden bire, adım Oğuz'dur dedi, Beklemedi kimseyi kendi adını verdi, Ne kadar Türk var ise, hepsi şaşa kaldılar, Bu Tanrı sözü deyip, buyruğa katıldılar.
Bundan da anlaşılıyor ki Oğuz-Han'ın daha çok küçük yaşta iken kendi adını koyması, milletince bir Tanrı buyruğu gibi kabul edilmişti. Daha sonraki Türk efsanelerinde olduğu gibi burada, gök sakallı bir ihtiyar görülmüyordu. Oğuz-Han, Tanrının gönderdiği gök sakallı elçilerin yerine bizzat geçmiş ve kendi adını, kendisi vermişti. Daha sonraki Oğuz destanının parçaları sayılan "Dede Korkut" hikâyelerinde, çocukların adları, genel olarak "Dede Korkut" un kendisi tarafından verilirdi. Anadolu Masallarında ise gök sakallı ihtiyarlar ile "Hızır" ın ve hatta "Dede Korkut" yerine, ihtiyar dervişler geçmişlerdi.
7. OĞUZ KAĞAN'IN EVLENMESİ
Müslüman Türkler Oğuz Kağan'ı, normal bir insan gibi kabul etmişler ve onu, öylece evlendirerek, bir yuva kurdurmuşlardı. Halbuki İslâmiyetin tesirleri görülmeyen Oğuz destanlarında, durum daha başkadır. Uygurların Oğuz destanına göre Oğuz Kağan, "Gökten inen göğün kızı ve yerdeki bir ağaç koğuğundan çıkan, yerin kızları ile evlenmiş" ve bu yolla soyunu meydana getirmişti. Burada artık Oğuz-Kağan destanı, bir destan değil; daha çok, gerçek bir mitoloji halinde idi. Öyle bir mitoloji ki, Türklerin dünya görüşlerini, uzay anlayışlarını ve dolayısı ile, Cihân hakimiyeti hakkındaki düşünce ve isteklerini, hep kendisinde topluyordu. Oğuz-Kağan, mitolojik bir Türk hükümdarı idi. Yeryüzünü zaptetmiş ve büyük bir devlet kurmuştu. Bu olay, tıpkı bir tarih gibi anlatılıyordu. Aynı zamanda destanda, bir hikâye çeşnisi de vardı. Ama Oğuz destanı, Binbir Gece Masalları gibi, hayal mahsülü ve uydurulmuş, bir masal değildi. Oğuz-Kağan destanı, Türklerin düşünüş, inanış ve binlerce seneden beri gelişerek, olgunluğa erişmiş fikirlerinin, bir özeti gibi idi. Fikirler, düşünceler ve semboller, tarih olayları ile anlatılmışlardı. Oğuz-Kağan da, hatunları da, çocukları ve akınları da, hepsi birer sembolden başka şeyler değil idiler. Oğuz-Kağan'ın gökten inen kızla evlenişini, Uygurların destanı şöyle anlatıyordu:
8. OĞUZ'UN, GÖĞÜN KIZI İLE EVLENMESİ
Oğuz-Kağan bir yerde, Tanrıya yalvarırken, Karanlık bastı birden, bir ışık düştü gökten, Öyle bir ışıktı ki, parlak aydan, güneşten. Oğuz-Kağan yürüdü, yakınına ışığın, Gördü, oturduğunu ortasında bir kızın. Bir ben vardı başında, ateş gibi ışığı, Çok güzel bir kızdı bu, sanki Kutup yıldızı!. Öyle güzel bir kız ki, gülse, gök güle durur! Kız ağlamak istese, gök de ağlaya durur! Oğuz kızı görünce, gitti aklı beyninden, Kıza vuruldu birden, sevdi kızı gönülden. Kızla gerdeğe girdi, aldı dilediğinden!
Eski Türklere göre, hem gök ve hem de yer, kutsal idiler. İran'da ve Avrupa mitolojisinde olduğu gibi, yer kötülüğün ve fenalığın bir sembolü değildi. Ama gök, yerden daha önemli idi. Bu sebeple Oğuz-Kağan ilk önce, gökten inen kutsal kızla evlenmişti. Daha sonraki Altay efsanelerinde de, buna benzer motifler görüyoruz. "Altay dağlarının vadilerine sıkışmış kalmış olan bu Türkler, büyük devlet kuramamışlardı. Onların, ne Kağanları ve ne de hükümdarları vardı. Bu Türkler arasında, kağanların yerlerini, Şamanlar alıyorlardı". Çünkü, cemiyet içinde söz ve güç sahibi olanlar, Şamanlar idiler. Bu sebeple Şamanların soyları da, eski Türk Kağanları gibi kutsal ve gökten geliyorlardı. Bu efsaneye göre: "Şamanların atası olan büyük bir Şaman, gökle yerin kızı ile evlenmiş ve onlardan, Altay Şamanları türemişti. (Bazıları da), gökle suların kızları ile evlenmişlerdi". Bütün bunlar bize gösteriyor ki, belirli mitoloji motifleri, her bölgeye ve çağa göre değişiyorlar; fakat ana özelliklerini kaybetmiyorlardı.
http://www.turktarih.net/
Az önce, Müslüman olmuş Türklerin Oğuz-Kağan destanlarından söz açarken, Oğuz-Kağan'ın üç günde konuşmağa başladığını belirtmiştik. İslâmiyetin tesirleri görülmeyen, Uygurca Oğuz Kağan destanında da, aynı şeyleri görüyoruz. Ama, yukarıda da dediğimiz gibi, eski Türk efsanelerinde büyük kahramanlar çoğu zaman "Yedi günde kendilerine gelir ve kırk gün sonra da bir delikanlı gibi hayata başlarlardı". Nitekim Uygurların Oğuz Destanı, Oğuz'un küçüklüğünü şöyle anlatıyordu:
Geldi ana göğsünü, aldı emdi sütünü, İstemedi bir daha, içmek kendi sütünü. Pişmemiş etler ister, aş yemek ister oldu, Etraftan şarap ister, eğlenmek ister oldu. Ansızın dile geldi, şiirler düzer oldu, Aradan kırk gün geçti, oynaşır, gezer oldu.
Geldi ana göğsünü, aldı emdi sütünü, İstemedi bir daha, içmek kendi sütünü. Pişmemiş etler ister, aş yemek ister oldu, Etraftan şarap ister, eğlenmek ister oldu. Ansızın dile geldi, şiirler düzer oldu, Aradan kırk gün geçti, oynaşır, gezer oldu.
"Türkler yemeklerini, ilk çağlardan beri pişirerek yerlerdi":
Türkler herhalde, tarihten çok önceki çağlarda bile, yemeklerini pişirerek yemeğe başlamışlardı. Nitekim, Göktürklerin Çin kaynaklarında bulunan ilk efsaneleri de, "İlk Türk Atasının, ateşi icât ettiğini ve yemekleri pişirmeği öğrettiğini," söylüyordu. Sibirya'nın tundralarında yaşayan geri halklar, Türklere nazaran çok daha sonraki çağlarda yemeklerini pişirip, yemeği öğrendiler. Nitekim, Fin'lerle Macar'ların ataları olan Batı Sibiryalılar, kendi atalarının çiğ et yediklerini söylerler ve bununla öğünürlerdi. Onlar, daha güneylerindeki Ortaasya Türk halklarına, "yemeklerini pişirenler" derler ve kendilerini, onlardan ayırırlardı. Gerçi bu Sibirya halkların da, sonradan yemeklerini pişirmeğe başlamışlardı. Ama, zaman zaman bu eski hatıraları yadetmek için "çiğ et yeme törenleri" yapmağı da, ihmal etmezlerdi. Türk mitolojisinde, Türk çiğ et yediğine dair, elimizde hiçbir delil yoktur. Ama büyük kahramanlar, o kadar korkunç idiler ki, zaman zaman çiğ et bile yerlerdi. Onun için Oğuz-Kağan'ın, çiğ et istemesinin sebebi de, bundan ileri geliyordu.
"Oğuz-Han'ın vücudu, güçlü ve korkunç hayvanlara benzetilirdi":
Dede Korkut masallarında da büyük kahramanların yürüyüşü, arslanlara benzetilmiş ve vücut yapıları da, korkunç hayvanlar gibi anlatılmışlardı. Oğuz-Kağan destanında da, az da olsa bunları görmüyor değiliz. Uygurların Oğuz destanı, Oğuz-Kağan'ın şeklini, şöyle anlatıyordu:
Öküz ayağı gibi, idi sanki ayağı, Kurdun bileği gibi, idi sanki bileği. Benzer idi omuzu, ala samurunkine, Göğsü de yakın idi, koca ayınınkine!
Destana göre, Oğuz'un elleri ve pençesi, ayının büyük ve güçlü pençesini andırıyordu. Ama kurdun bileği başka idi. Kurt, yeryüzündeki hayvanlar içinde, koşma bakımından, en dayanıklı hayvandı. Bir türlü yorulma bilmezdi. Bileği ince idi. Fakat o ince bilekli kurdun pençesi korkunçtu. Bir samur büyüklüğündeki, kıllı omuzlar ve ayının göğsü gibi, gergin ve şişkin ğögüsler, Oğuz-Kağan'ın bir insan olarak ne derece güçlü olduğunu anlatmağa yarayan sözlerdi.
"Oğuz-Kağan'ın vücudu niçin "tüylü" idi":
Eski Türkler, "ilk insanın, tüylü olduğuna inanırlardı." Altaylarda yaşayan birçok efsanelerde, bu konu ile ilgili, sayısız örneklere rastlıyoruz: "Tüylere kaplı olan ilk insan, Tanrı'ya karşı günah işlemiş ve bundan dolayı da tüyleri dökülmüştü. Tüyleri dökülünce de insanoğlu, bir türlü hastalıktan kurtulamamış ve ölümsüzlüğü elinden kaçırmıştı. (Bir söylenişe göre) Tanrı, insanı yaratırken şeytan gelmiş ve insanın üzerine tükürerek, her tarafına pislik içinde bırakmıştı. Tanrı da, insanın dışını içine, içini de dışına çevirmek zorunda kalmıştı. Bu suretle insanın içinde kalan şeytanın pisliği ve tüyler, insanoğlunun ruhunu ve ahlâkını kötü yapmıştı. İnsanın gerçi dışı, Tanrı yapısı idi ve güzeldi ama; içi şeytan tarafından kirletilmiş ve şeytana benzer, bir özelliğe bürünmüştü". Bu sebeple Oğus destanında, bu çok eski Türk inançlarının izlerini de buluyoruz. Çünkü Oğuz-Kağan, bizim gibi tüysüz değil; her tarafı kıllarla dolu ve fevkalâde bir yaratıktı:
Bir insan idi fakat, tüyleri dolu idi, Vücudu kıllı idi, çok uzun boylu idi. Güder at sürüleri, tutar, atlara biner, Daha bu yaşta iken, çıkar, avlara gider. Geceler günler geçti, nice seneler doldu. Oğuz da büyüyerek, bir yahşi yiğit oldu!
5. OĞUZ - KAĞAN'IN GENÇLİĞİ
Türk mitolojisinde büyük kahramanların, çocukluk ile gençliğini birbirinden ayıran, bazı önemli, çağlar vardı. Altay efsanelerinde bu çağ, daha çok "Ad koyma" töreni ile başlardı. Adı olmayan bir çocuk, henüz daha yetişkin bir genç ve kahraman sayılmazdı. Bir gencin ad alabilmesi de, kolay bir iş değildi. Elbette adsız bir insan olamazdı. Her çocuğa Türkler, doğuşundan itibaren bir ad verirlerdi. Fakat bu ad, onun gerçek adı ve ünvanı sayılmazdı. Hatta Türkler kahramanlarına, her yeni bir başarı üzerine, yeni bir ad daha verirlerdi. Daha yüksek bir rütbeye terfi eden kimseler bile, yeni memuriyet unvanı ile beraber, ayrıca bir ad da alırlardı. Bu sebeple Çin kaynakları, bu bakımdan bize bir çok güçlükler çıkarmışlardır. Meselâ, büyük bir komutan veya Kağan'ın, bir gençlik adı vardır. Geçliğinde büyük şöhret elde eden bu komutanlar, Çin kaynaklarında çoğu zaman, gençlik adları ile adlandırılırlardı. Zaman zaman bunlar, bazı savaşlar dolayısı ile yeni ünvanlar alırlardı. Fakat Çin kaynaklarında bu Türkler, gençlik ve olgunluk adları ile geçince, tarihçeler için, kimin kim olduğunu anlamak, adetâ çok güç bir hale girer. Bu sebeple Oğuz Han'ında, gerçek bir ad ve unvan alabilmesi için, büyük bir kahramanlık ve başarı göstermesi lâzımdı. Eski Türk tarihinde de, "Baş kesmeyen ve kan dökmeyen" şehzadelere, gerçek adları verilmezdi.
6. OĞUZ'UN BİR GERGEDAN ÖLDÜRMESİ
"Oğuz korkunç bir gergedan öldürerek, erginliğini ispat etmişti":
Bunun içindir ki, Oğuz-Kağan, insanları ve sürüleri yiyen bir gergedanı öldürür ve milletini, büyük bir belâdan kurtarır. Eski Türkler, karanlık ve sık ormanlara da saygı gösterir ve hatta onlara tapılanırlardı. Türk tarihinde, yeni tahta çıkan hükümdarların, bir orman dikerek, kendi adlarına yetiştirdikleri de görülmemiş değildir. Nitekim Oğu-Kağan destanında da, Oğuz'un yurdunun yanında büyük bir orman ve içinde de bir "gergedan" yaşardı. Destan bu olayı şöyle anlatıyordu:
Bir büyük orman vardı, Oğuz yurdundan içre, Ne nehir ırmaklar, akardı bu orman içre. Ne çok av hayvanları, ormanda yaşar idi, Ne çok av kuşları da, üstünde uçar idi. Ormanda yaşar idi, çok büyük bir gergedan, Yer idi yaşatmazdı, ne hayvan ne de insan! Başardı sürüleri, yer idi hep atları, Yokluk verir insana, alırdı hayatları! Vermedi hiçbir zaman, insanoğluna aman!
Hepimiz biliyoruz ki, Ortaasya'da "gergedan" yoktu. Türklerin gergedan görmüş olmaları da, pek ihtimal dahilinde değildi. Ama gergedanın, çok korkunç bir hayvan olduğu kulaktan kulağa, Ortaasya'ya kadar gelmiş ve Türk mitolojisinde de gerekli yerini almıştı. Gergedanın yaşadığı bölgeler, Çin'e yakın olan bölgelerdi. Fakat Çinliler de gergedanın esas şeklini bilmiyorlardı. Çinlilere göre, "Gergedan, burnunun ucunda sivri boynuzu bulunan, bir geyikten başka birşey değildi". Ama gergedan, Çin'de büyük bir öneme sahipti. Çünkü Çin İmparatorları ile büyük komutanlar, zırhlarını gergedan derisinden yaparlardı. Bu bakımdan onlar gergedanın derisini ve dolayısı ile, bu hayvanın büyüklüğünü de tasavvur edebiliyorlardı. Gergedan motifi bakımından Türk mitolojisine, Çin tesirleri de olabilirdi. Fakat gergedanla ilgili bilgiler Türklere daha çok Batı Türkistan ve Hindistan yolu ile gelmişti. Türkler gergedana "kıyant" derlerdi. Bu söz de, Hindistan ile Batı Türkistan'da yayılmış bir deyimdi. Oğuz-Kağan, kendi milletine bu kadar zarar veren gergedanı duyunca, onu avlamak ister ve yola çıkar. Destan Oğuz'un yıla çıkışını şöyle anlatıyordu:
Oğuz-Kağan derlerdi, çok alp bir kişi vardı, Avlarım gergedan: diye o yere vardı. Kargı, kılıç aldı, kalkan ile ok ile, Dedi: "Gergedan artık, kendisini yok bile! Ormanda avlanarak bir geyiği avladı, Bir söğüt dalı alıp, bir ağaca bağladı. Döndü gitti evine, sabah olmadan önce, Tam tan ağarıyordu, geyiğine dönünce, Anladı ki gergedan, geyiği çoktan yuttu, Geyiğin yerine de, büyük bir ayı tuttu. Belinden çıkararak, altın bakma kuşağı, Ayıyı astı yine, o ağaçtan aşağı,
Tabiî olarak efsaneye göre, gergedan ayıyı da yutmuştu. Çok iyi biliyoruz ki gergedan, otla geçinen bir hayvandır. Halbuki gergedanı yakından tanımayan Türkler, onun et yediğini zannediyorlardı. Çünkü onlara göre, bütün korkunç hayvanlar et yerler ve etle beslenirlerdi. Oğuz'un belindeki kuşağı altındı. "Kuşak, Türkler için çok önemli bir hükümdar sembolüdür". Çünkü her hükümdarın belindeki kemerin altın olması, onun hükümdarlığını gösteren bir sembol ve belirti idi. Oğuz-Kağan, daha gençliğinde bu kuşağı kuşanmış ve hükümdarlığa hazırlanmıştı. Öyle öyle anlaşılıyor ki Oğuz-Kağan gergedana büyük bir tuzak kurmuş ve onu, bu yolla avlamak istemişti. Fakat gergedan, her defasında bu tuzağa düşmeden, gelip, avını almasını bilmişti. Bunun için Oğuz, başka yol görmemiş ve bizzat kendisi, gergedanın karşısına çıkarak, onu öldürmek zorunda kalmıştı. Destan bu korkunç vuruşmayı da, şöyle anlatıyordu:
Yine sabah olmuştu, ağarmıştı çoktan tan, Oğuz baktı ki almış ayısını gergedan. Artık bu durum onu, can evinden vurmuştu, Ağaca kendi gidip, tam altında durmuştu! Gergedan geldiğinde, Oğuz'u görüp durdu, Oğuz'un kalkanına, gerilip bir baş vurdu! Kargıyla gergedanın, başına vurdu Oğuz! Öldürüp gergedanı, kurtardı yurdu Oğuz! Keserek kılıcıyla, hemen başını aldı, Döndü gitti evine, iline haber saldı!
"Altay Türk efsanelerindeki kahramanlar da, boynuzlu" canavarlar öldürürlerdi":
Oğuz-Kağan'ın korkunç bir canavar öldürerek, kendi yurdunu kurtarması, Türk mitolojisinin ilk ve son motifi değildir. Bu motif, dışarıdan gelmiş bir tesire de bağlanamaz. Gerçi Türkler gelişip yayıldıktan sonra, "gergedan" gibi korkunç hayvanların bulunduğunu da duymuşlar ve efsanelerini bu yeni bilgilere göre anlata gelmişlerdi. Fakat bu olayın kökleri, çok eski Türk inançlarından ve efsanelerinden geliyordu. Nitekim, Altay efsanelerinde de, buna benzer olaylar görüyoruz. Bu efsanelerdeki kahramanların, öldürdükleri canavarlar da, "boynuzlu" idiler. Bu efsanelerden birini, çok kısa olarak özetleyip, aşağıda verelim:
Yedi gün geçmişti ki, oğlan başladı işe, Demir beşiği kırdı, kendini attı dışa. Yedi dağı dolaştı, yedi geyik avladı, Boynuzlarını yonttu, birbirine bağladı. Öyle bir yay yaptı ki, kirişsiz olmaz idi, Böyle büyük yaya da, her kiriş uymaz idi. Duydu bir hayvan varmış, çok büyük bir canavar! "Bari gideyim", dedi, "Belki derisi uyar!" Oğlan göklere gider, devlerle de savaşır, Büyük bir dağa çıkar, canavara ulaşır, Bu ne müthiş hayvandı, bir dağa yaslanmıştı, Bir dağa da yatmıştı, upuzun uzanmıştı. Oğlana bakaraktan, sanki göz kırpıyordu, Uzun boynuzlarıyla, gökleri yırtıyordu!...
Bu Altay efsanesi, tam bir mitolojidir. Çünkü efsanenin kahramanı, atı ile göklerde uçar ve göğün katlarını gezerek, canavarı aramağa koyulur. Oğuz-Kağan destanındaki canavar, Oğuz yurdunun hemen yanındaki bir ormanda yaşamaktadır. Altay efsanesindeki canavar ise, göklerin derinliğindeki, efsanevî dağların ve göllerin içinde yaşar.
"Müslüman Türkler, Oğuz-Kağan'ın gençliğini mitolojiden kurtarmak istemişlerdi":
Müslüman Türkler, Oğuz-Han'ın ad alması için, böyle bir kahramanlık yapmasını gerekli görmemişlerdi. Oğuz-Han, kendi adını kendi vermiş ve bütün Oğuz milleti de, onun bu arzusuna uymuşlardı. Efsaneler, onun ad alışını şöyle anlatıyorlardı:
Büyük toy yapılırdı, eski Türk âdetince, Böyle ad seçilirdi, çocuğun kudretince, Kara-Han atlar kesti, Oğuz ad bulsun diye, Çağırdı hep Türkleri, yurdu şen olsun diye. Oğuz-Han birden bire, adım Oğuz'dur dedi, Beklemedi kimseyi kendi adını verdi, Ne kadar Türk var ise, hepsi şaşa kaldılar, Bu Tanrı sözü deyip, buyruğa katıldılar.
Bundan da anlaşılıyor ki Oğuz-Han'ın daha çok küçük yaşta iken kendi adını koyması, milletince bir Tanrı buyruğu gibi kabul edilmişti. Daha sonraki Türk efsanelerinde olduğu gibi burada, gök sakallı bir ihtiyar görülmüyordu. Oğuz-Han, Tanrının gönderdiği gök sakallı elçilerin yerine bizzat geçmiş ve kendi adını, kendisi vermişti. Daha sonraki Oğuz destanının parçaları sayılan "Dede Korkut" hikâyelerinde, çocukların adları, genel olarak "Dede Korkut" un kendisi tarafından verilirdi. Anadolu Masallarında ise gök sakallı ihtiyarlar ile "Hızır" ın ve hatta "Dede Korkut" yerine, ihtiyar dervişler geçmişlerdi.
7. OĞUZ KAĞAN'IN EVLENMESİ
Müslüman Türkler Oğuz Kağan'ı, normal bir insan gibi kabul etmişler ve onu, öylece evlendirerek, bir yuva kurdurmuşlardı. Halbuki İslâmiyetin tesirleri görülmeyen Oğuz destanlarında, durum daha başkadır. Uygurların Oğuz destanına göre Oğuz Kağan, "Gökten inen göğün kızı ve yerdeki bir ağaç koğuğundan çıkan, yerin kızları ile evlenmiş" ve bu yolla soyunu meydana getirmişti. Burada artık Oğuz-Kağan destanı, bir destan değil; daha çok, gerçek bir mitoloji halinde idi. Öyle bir mitoloji ki, Türklerin dünya görüşlerini, uzay anlayışlarını ve dolayısı ile, Cihân hakimiyeti hakkındaki düşünce ve isteklerini, hep kendisinde topluyordu. Oğuz-Kağan, mitolojik bir Türk hükümdarı idi. Yeryüzünü zaptetmiş ve büyük bir devlet kurmuştu. Bu olay, tıpkı bir tarih gibi anlatılıyordu. Aynı zamanda destanda, bir hikâye çeşnisi de vardı. Ama Oğuz destanı, Binbir Gece Masalları gibi, hayal mahsülü ve uydurulmuş, bir masal değildi. Oğuz-Kağan destanı, Türklerin düşünüş, inanış ve binlerce seneden beri gelişerek, olgunluğa erişmiş fikirlerinin, bir özeti gibi idi. Fikirler, düşünceler ve semboller, tarih olayları ile anlatılmışlardı. Oğuz-Kağan da, hatunları da, çocukları ve akınları da, hepsi birer sembolden başka şeyler değil idiler. Oğuz-Kağan'ın gökten inen kızla evlenişini, Uygurların destanı şöyle anlatıyordu:
8. OĞUZ'UN, GÖĞÜN KIZI İLE EVLENMESİ
Oğuz-Kağan bir yerde, Tanrıya yalvarırken, Karanlık bastı birden, bir ışık düştü gökten, Öyle bir ışıktı ki, parlak aydan, güneşten. Oğuz-Kağan yürüdü, yakınına ışığın, Gördü, oturduğunu ortasında bir kızın. Bir ben vardı başında, ateş gibi ışığı, Çok güzel bir kızdı bu, sanki Kutup yıldızı!. Öyle güzel bir kız ki, gülse, gök güle durur! Kız ağlamak istese, gök de ağlaya durur! Oğuz kızı görünce, gitti aklı beyninden, Kıza vuruldu birden, sevdi kızı gönülden. Kızla gerdeğe girdi, aldı dilediğinden!
Eski Türklere göre, hem gök ve hem de yer, kutsal idiler. İran'da ve Avrupa mitolojisinde olduğu gibi, yer kötülüğün ve fenalığın bir sembolü değildi. Ama gök, yerden daha önemli idi. Bu sebeple Oğuz-Kağan ilk önce, gökten inen kutsal kızla evlenmişti. Daha sonraki Altay efsanelerinde de, buna benzer motifler görüyoruz. "Altay dağlarının vadilerine sıkışmış kalmış olan bu Türkler, büyük devlet kuramamışlardı. Onların, ne Kağanları ve ne de hükümdarları vardı. Bu Türkler arasında, kağanların yerlerini, Şamanlar alıyorlardı". Çünkü, cemiyet içinde söz ve güç sahibi olanlar, Şamanlar idiler. Bu sebeple Şamanların soyları da, eski Türk Kağanları gibi kutsal ve gökten geliyorlardı. Bu efsaneye göre: "Şamanların atası olan büyük bir Şaman, gökle yerin kızı ile evlenmiş ve onlardan, Altay Şamanları türemişti. (Bazıları da), gökle suların kızları ile evlenmişlerdi". Bütün bunlar bize gösteriyor ki, belirli mitoloji motifleri, her bölgeye ve çağa göre değişiyorlar; fakat ana özelliklerini kaybetmiyorlardı.
http://www.turktarih.net/
YARADILIŞ DESTANI
Her şeyden önce su vardır. Yer , gök , ay ve güneş yoktu. İlah Kara Han ( Kayra Han ) ile insan vardı. Her ikisi de birer kara kaz şeklinde , suyun üstünde uçuyorlardı.
Kara Han hiç bir şey düşünmüyordu. O sırada insan rüzgârı icât edip suyu dalgalandırdı, Kara Hanın yüzüne su sıçrattı. Bunu yapınca da kendisinin ilahlardan daha güçlü olduğunu sandı, daha yüksekte uçmak istedi.
Ama uçamadı ve suya düşüp dibe doğru dalmağa başladı. Neredeyse boğulacaktı; "Bana yardım et!" diye bağırıp Kara Handan yardım istedi.
Kara Han izin verdi ve insan su yüzüne boğulmadan çıktı. Ondan sonra Kara Han: "Sağlam bir taş olsun!" dedi; suyun dibinden bir taş yükseldi. Kara Han ile İnsan, bu taşın üstüne oturdular. Kara Han İnsana: "Suya dal, suyun dibinden toprak çıkar!" diye emir verdi, insan bu emri yerine getirdi. Suyun dibinden çıkardığı toprağı Kara Han'a götürdü.
Kara Han, insanın getirdiği toprağı suyun üzerine serpti ve serperken de: "Yer olsun!..." diye buyurdu. Buyruk yerine geldi, böylece yer yüzü yaratılmış oldu. Kara Han, insana yi-, ne: "Suya dal ve suyun dibindeki topraktan çıkar!.." diye emir verdi, insan suya daldığı zaman, bu sefer, kendim için de toprak alayım, diye düşündü, iki avucuna da toprak doldurdu, birindekini Kara Han'dan gizlemek için ağzına attı, sakladı. Maksadı, Kara Han'dan saklayıp kendine göre bir yer yaratmaktı.
Bu düşünceyle avucundaki toprağı getirip Kara Han'a uzattı. Kara Han, bu toprağı da suyun üzerine serpti ve genişlemesini buyurdu. Ne var ki Kara Han'ın suya serptiği toprak gibi, insanın ağzının içine sakladığı toprak da büyüyüp genişlemeğe başlamıştı. Bunu düşünmeyen insan korktu, soluğu kesilecekti, neredeyse Ölecekti. Kaçmağa başladı. Ama nereye kaçsa yani başında Kara Han'ın varlığını hissediyordu, ondan kaçamıyordu. Çaresiz kalınca yalvarmağa başladı.
Kara Han, insana: "Ağzındaki toprağı ne için sakladın?" diye sordu, insan: "Kendim için yer yaratmak niyetiyle saklamıştım." diye cevap verdi. Kara Han da: "Öyleyse at ağzından da kurtul!" dedi. insan, ağzında sakladığı toprağı attı. Bunlar yere dökülürken küçük tepeler meydana geldi. Bunun üzerine Kara Han: "Şimdi sen artık günahlı oldun" dedi; "Bana karşı geldin, kötülük düşündün. Senden sonra sana uyan, senin gibi kötülük düşünenler, senin gibi kötü kişi olacaklar; bana itaat edenler ise iyi ve temiz düşünceli olacak, onlar güneş ve aydınlık yüzü göreceklerdir. Bundan sonra senin adın Erlik olsun. Günahlarını benden saklayanlar senin adamın olsun, günahlarım senden saklayanlar ise benim olsunlar!..."
Bu sırada, yer yüzünde dalsız budaksız bir ağaç yeşermişti. Kara Han bu dalsız budaksız ağacı görünce hoşlaşmadı ; "Dallan, yaprakları olmayan ağaca bakmak hoş değil, bu ağacın dokuz dalı birden olsun!..." dedi. Dalsız budaksız ağaç bir anda dokuz dallı oluverdi. Kara Han bunu görünce: "Bu dokuz dalın her birinin kökünde birerden dokuz kişi türesin ve bunlardan dokuz millet olsun!.." dedi.
Erlik, bunlar olurken büyük bir gürültü duymuştu. Nedir acaba? diye bakınıp düşünürken vardı Kara Han'a gürültünün sebebini sordu. Kara Han da: "Ben bir Hakanım sen de kendince bir Hakansın. Duyduğun gürültüyü yapan insanlar benim insanlarımdır." diye cevap verdi. Erlik bu milleti kendisine vermesi için Kara Han'a rica ettiyse de Kara Han: "Hayır!" diye karşıladı; "Sen git kendi işine bak!"
Erlik'in canı sıkıldı. "Hele dur bir gidip şu milleti göreyim" diye kalabalığın yanına vardı. Orada, insanlardan başka yaban hayvanları, kuşlar ve daha bilmediği bir çok güzel yaratıklar vardı. Erlik: "Kara Han bunları nasıl yarattı acaba? Bunlar burada ne yiyip ne içiyorlar?" dîye düşünmeğe başladı. O düşüne dursun , insanlar ağacın meyvelerinden yemeğe başlamışlardı. Erlik baktı ki, insanlar ağacın yalnız bir yanındaki meyvelerden yiyorlar, öte yandakilere ellerini bile sürmüyorlar. Gidip bunun sebebini sordu, insanlardan aldığı cevap ise: "Tanrı bize o yandaki meyvelerden yemeyi yasak etti, biz de bunun için o meyvelerden yemiyor ancak, irin verdiği güneşin doğduğu yandaki meyvelerden yiyoruz. Şu gördüğün yılan ile köpek, o yasak yandaki meyveleri ye-mememiz için bekçilik ediyor."
Bu cevap Erlik'in canını sıkacağı yerde sevindirdi. Ağacın çevresindeki insanların arasında bulunan Doğanay (Törüngey) denilen bir adam buldu ve ona: "Kara Han size yalan söylemiş. Asıl size yasakladığı meyvelerden yemeniz gerekir; daha tatlıdır, göreceksiniz" dedi. Bu sırada uyumakta olan yılanın ağzına girdi ve yılana ağaca çıkmasını söyledi. Yılan da ağaca çıkıp yasak meyvelerden yedi. Doğanay'ın karısı Ece (Eje) yanlarına gelmişti. Erlik, Doğanay'la Ece'ye de meyvelerden yemeleri için ısrar etti. Doğanay, Kara Han'ın sözünü tutarak yasak meyvelerden yemedi ama karısı Ece dayanamadı, yedi. Meyve çok tatlı-idi. Alıp, kocasının ağzına sürdü o anda Doğanay ile Ece'nin tüyleri dökülüverdi, birden utanmağa başladılar, kaçışıp her biri bir ağacın ardına saklandılar.
Bu işler olurken Kara Han oraya gelmişti, insanların hepsi birden kaçışıp aklınca birer köşeye gizlenmişlerdi. Kara Han: "Doğanay!. Ece!. Doğanay! Ece!" diye haykırmağa başladı. "Neredesiniz?"
Doğanay'la Ece: "Ağaçların arasındayız" diye cevap verdiler. "Sana görünemeyiz. Utanıyoruz."
Sonra, olanları bir bir anlattılar. Kara Han, bildiği şeyleri duymanın Öfkesi içinde her birine ayrı ayrı cezalar verdi: "Şimdi sen de Erlik'ten bir parça oldun" diye yılana verdi ilk cezasını; "İnsanlar sana düşman olsun, seni görünce vurup, ezip öldürsünler!" dedi.
Ece'ye döndü: "Sen Erlik'in sözüne uydun, yasak meyveyi yedin, öyleyse cezanı çekeceksin. Çocuk doğuracaksın, doğururken de türlü eza cefa ve acı çekeceksin. Sonunda öleceksin, ölümü tadacaksın!"
Doğanay'a da şöyle diyerek cezasını verdi: "Erlik'in gösterdiğini yedin. Benim sözümü dinlemedin. Madem Erlik'in sözüne uydun öyleyse onun adamları onun ülkesinde yaşar, karanlık dünyasında bulunur. Benim ışığımdan mahrum kalır. Benim sözümü dinlemiş olsaydın benim gibi olacaktın. Dinlemediğin için dokuz oğlun ve dokuz kızın olacak. Bundan sonra ben insan yaratmayacağım. Bundan sonra insanlar senden türeyecek. Tek başına ne yaparsan yap."
Erliğe de kızdı: "Benim adamlarımı neden aldattın?" diye sordu öfkeyle. ,
Erlik: "İstedim vermedin" dedi; "Ben de senden çaldım. Artık hep çalacağım. Atla kaçarsa düşürüp çalacağım; içip içip sarhoş olurlarsa birbirine düşürüp döğüştüreceğim.. Suya girseler, ağaçlara çıksalar bile yine çalacağım."
Kara Han da: "Öyleyse üç kat yerin altında, ayı güneşi olmayan karanlık bir dünya vardır. Seni oraya atıyorum!" diye Erlik'i cezalandırdı.
Bu iş de bitince bütün insanlara birden ceza verdi: "Bundan sonra kendi yemeğinizi kendiniz kazanacak, gücünüzle elde edeceksiniz, benim yemeğimden yemek yok" dedi; "Artık yüz yüze 'gelip sizinle konuşmayacağım. Size bundan sonra Gök Oğul'u (Maytere) göndereceğim."
Gök Oğul gelip insanlara bir çok şeyler yapmasını öğretti. Arabayı da Gök Oğul yaptı. Ayrıca ot köklerini, yenebilecek bir kısım otlan yemeyi insanlara öğretti.
Bu böylece sürüp giderken Erlik Gök Oğul'a yalvarıyordu: "Ey Gök Oğul, bana yardım et, Kara Han'dan izin iste, yanına çıkmak dileğimi söyle, yardım et bana!" ,
Gök Oğul, Erlik'in bu dileğini Kara Han'a iletti ise de Kara Han aldırış bilş etmedi; Gök Oğul tam altmış yıl yalvarma-sına devam etti. Bunun üzerine, altmış yılın sonunda Kara Han Erlik'e haber gönderdi: "Düşmanlıktan vazgeçersen, insanlara kötülük etmezsen sana izin veririm, yanıma gelirsin." dedi. Erlik söz verdi. Bunun üzerine, Kara Han'ın huzuruna çıktı, baş eğdi: "Beni kutsa, bana izin ver, ben de kendime gökler yapayım" diye yalvardı.
Kara Han buna da izin verdi, îzni koparan Erlik kendisi için gökler yaptı Adamlarını başına topladı, yaptığı göklere yerleştirdi, kendisi de başlarına geçti, çok kalabalık oldular. .İlâh Kara Han (Kayra Han) ın en sevgili kullarından olan Ulu kişi bu durumu görüp üzülmüştü. Üzüntü içinde düşündü: "Bize bağlı, bizim öz insanlarımız yer yüzünde cefa çekip yoruluyor; Erlik'in adamları ise göklerde keyfedip duruyor. Bu iş, bir işe benzemez."
Bu üzüntülü düşünce içinde, biraz da Kara Han'a gücenmiş olarak, Erlik'e savaş açtı. Ne var ki Erlik daha güçlü çıkıp karşı geldi ve ateşle vurup Ulu kişiyi kaçırdı. Ulu kişi doğrulayıp Kara Han'ın huzuruna çıktı. Kara Han'ın: "nereden geliyorsun?" diye sorması üzerine Ulu Kişi: "Erlik'in adamlarının gökyüzünde oturması, buna karşılık bizim iyi insanlarımızın yer yüzünde yorgun argın yaşamaları ağınma gitti, bu çok kötü bir durum diyerek Erlik'in yandaşlarım yere indirmek göklerini başına yıkmak için Erlik'le savaş etmek istedim. Fakat gücüm yetmedi, o beni kaçırdı" diye üzgün ve ağlamaklı cevap verdi.
Kara Han üzülmemesini söyledi. "Erlik'e benden başka kimsenin gücü yetmez" dedi. "Erlik'in gücü senden fazladır. Ama bir gün gelecek senin gücün Erlik'in gücünden daha üstün olacak..."
Bu söz üzerine Ulu Kişi'nin yüreği "ferahladı rahat rahat uyudu.
Bir gün geldi Ulu Kişi o gün güçleneceğini hissetti. Yine o gün Kara Han Ulu Kişiyi yanına çağırttı ve: "Var git, güçlendin gayri; Erlik'in göklerini başına yıkacak güce kavuşturdum seni, maksadına ereceksin" dedi. "Kendi gücümden sana güç verdim."
Ulu Kişi önce hayret etti: "Yayım yok, okum yok, kargım yok, yatağanım yok. Kupkuru bir bileğim var. Yalnız bilek gücüyle Erlik'i nasıl yok edebilirim ben?"
Kara Han, Ulu Kişi'ye bir kargı verdi. Ulu Kişi kargıyı alıp Erlik'in göklerine gitti. Erlik'i yendi, kaçırdı; göklerini alt üst edip kırdı geçirdi. Erlik'in gökleri parça parça oldu yeryüzüne döküldü. O zamana kadar dümdüz olan yer yüzü, o günden sonra kayalıklarla, sipsivri dağlarla doldu. Görklü Güzel Tanrının özene bezene yarattığı o güzel yer yüzü eğri büğrü oldu. Erlik'in bütün yandaşları yere döküldü; suya düşenler boğuldu; ağaca çarpanlar sakatlanıp can verdi; sipsivri taşların kayaların üstüne düşenler öldü; hayvanlara çarpanlar hayvanların ayaklarının altında kaldılar.
Durum böyle olunca Erlik varıp Kara Han'dan kendine bir yer istedi. "Benim göklerimin yıkılmasına sen izin verdin, benim barınacak bir yerim kalmadı" dedi. Kara Han Erlik'i yerin altındaki karanlık ülkesine sürdü, üzerine yedi kat kilitler vurdurdu. "Burada güneş ve ay ışığı görmeyesin; iyi olursan yanıma alırım kötü olursan daha derinlere sürerim" dedi. Erlik bunun üzerine: "Öyleyse ölmüş insanların canlarını bana ver; bedenleri senin olsun canları benim işime yarasın" diye bir istekte bulundu. Kara Han : "Hayır, onları da sana vermeyeceğim" dedi; "İstiyorsan kendin yarat." Böylece yaratma iznine kavuşmuş olan Erlik eline bir çekiç, bir körük ve bir örs alarak vurmağa başladı. Her vuruşta bir hayvan ortaya çıktı. Sırasıyla kurbağa, yılan, ayı, domuz, deve ve kötü ruhlar yer yüzünü doldurdu. Sonunda Kara Han gelip Erlik'in elinden çekici, örsü ve körüğü aldı, ateşe attı. Körük bir kadın, çekiç bir erkek oldu. Kara Han kadını yakalayıp yüzüne tükürdü. Tükürür tükürmez, kadın bir kuş olup uçtu. Bu kuş, eti yenmeyen tüyü bir işe yaramayan Kurday denilen kuştur.
Kara Han erkeği yakalayıp onun da yüzüne tükürdü, o da bir kuş olup uçtu, adına Yalban Kuşu dediler.
Bütün bunlardan sonra Kara Han, insanlara: "Ben size mal verdim, aş verdim; yer yüzünde iyi, güzel, temiz ne varsa verdim, yardımcınız oldum, siz de iyilik yapınız. Ben göklerime çekileceğim, belki bir daha dönmeyeceğim." dedi. Arkasından yardımcı ruhlarına: "Gün Aşan, sen, içki içip aklını yitirenleri; körpecik çocukları, kısrak yavrularını inek buzağılarını koru, onlara kötülük gelmesin. Sağlığında iyilik yapmış olanların ruhlarını yanına al, intihar edenlerinkini alma. Zenginlerin malına göz dikenleri, hırsızlan, başkalarına düşmanlık edenleri koruma. Benim için, bir de Hâkanları ile Yurtlan için savaşıp ölenlerin ruhlarını da yanına al, benim yanıma getir.
İnsanlar! Size yardım ettim, sizden kötü ruhları uzaklaştırdım. Onlar insanlara yaklaşırlarsa insanlar onlara yiyecek versinler, ama o kötü ruhların yemeklerinden yeme-sinler, yerlerse onlardan olurlar. Şimdi ben aranızdan ayrılıyorum ama yine geleceğim beni unutmayınız, geri gelmez sanmayınız. Tekrar geldiğimde iyiliklerinizin ve kötülüklerinizin hesabını göreceğim. Şimdilik benim yerimde Ağca Dağ, Ulu Kişi ve Gün Aşan kalacaklar, sizlere yardımcı olacaklar.
Ağca Dağ! Gözlerini dört aç! Erlik senin elinden ölenlerin ruhlarını çalmak isterse, Ulu Kişi'ye söyle, o güçlüdür. Gün Aşan, sen de iyi dinle, kötü ruhlar yerin altındaki karanlıklar ülkesinden yukarı çıkmasınlar, çıkarlarsa hemen Gök Ogul'a git ve haber ver, ona güç verdim, kötü ruhları kovar.
Alma Ata ayı ve güneşi bekleyecek. Ulu '"işi yer yüzünü ve gök yüzünü koruyacak Gök Oğul ise iyilerden kötüleri uzaklaştıracaktır."
Bunlan söyledikten sonra Kara Han uzaklaştı.
Ulu Kişi Kara Han'ın öğütlerini bir bir yerine getirdi. Olta yaptı, balık avladı; tüfeği barutu icât etti, sincap o vurdu.
Sonra bir gün geldi Ulu Kişi kendi kendine mırıldandı:
"Bugün beni rüzgâr uçuracak, alıp götürecektir!"
Ulu Kişi'nin dediği gibi rüzgâr geldi, aldı Ulu Kişiyi uçurdu götürdü. Ağca Dağ bunun üzerine insanlara: "Ulu Kişi'yi ilâh Kara Han yanına aldı. Onu bulamazsınız artık, beni de bir gün gelecek yanına çağıracak, nereye isterse oraya gideceğim. Siz öğrendiklerinizi unutmayın, Kara Han böyle istedi" dedi.İnsanlar kendi hâline bırakıp o da gitti.
http://www.turktarih.net/
Kara Han hiç bir şey düşünmüyordu. O sırada insan rüzgârı icât edip suyu dalgalandırdı, Kara Hanın yüzüne su sıçrattı. Bunu yapınca da kendisinin ilahlardan daha güçlü olduğunu sandı, daha yüksekte uçmak istedi.
Ama uçamadı ve suya düşüp dibe doğru dalmağa başladı. Neredeyse boğulacaktı; "Bana yardım et!" diye bağırıp Kara Handan yardım istedi.
Kara Han izin verdi ve insan su yüzüne boğulmadan çıktı. Ondan sonra Kara Han: "Sağlam bir taş olsun!" dedi; suyun dibinden bir taş yükseldi. Kara Han ile İnsan, bu taşın üstüne oturdular. Kara Han İnsana: "Suya dal, suyun dibinden toprak çıkar!" diye emir verdi, insan bu emri yerine getirdi. Suyun dibinden çıkardığı toprağı Kara Han'a götürdü.
Kara Han, insanın getirdiği toprağı suyun üzerine serpti ve serperken de: "Yer olsun!..." diye buyurdu. Buyruk yerine geldi, böylece yer yüzü yaratılmış oldu. Kara Han, insana yi-, ne: "Suya dal ve suyun dibindeki topraktan çıkar!.." diye emir verdi, insan suya daldığı zaman, bu sefer, kendim için de toprak alayım, diye düşündü, iki avucuna da toprak doldurdu, birindekini Kara Han'dan gizlemek için ağzına attı, sakladı. Maksadı, Kara Han'dan saklayıp kendine göre bir yer yaratmaktı.
Bu düşünceyle avucundaki toprağı getirip Kara Han'a uzattı. Kara Han, bu toprağı da suyun üzerine serpti ve genişlemesini buyurdu. Ne var ki Kara Han'ın suya serptiği toprak gibi, insanın ağzının içine sakladığı toprak da büyüyüp genişlemeğe başlamıştı. Bunu düşünmeyen insan korktu, soluğu kesilecekti, neredeyse Ölecekti. Kaçmağa başladı. Ama nereye kaçsa yani başında Kara Han'ın varlığını hissediyordu, ondan kaçamıyordu. Çaresiz kalınca yalvarmağa başladı.
Kara Han, insana: "Ağzındaki toprağı ne için sakladın?" diye sordu, insan: "Kendim için yer yaratmak niyetiyle saklamıştım." diye cevap verdi. Kara Han da: "Öyleyse at ağzından da kurtul!" dedi. insan, ağzında sakladığı toprağı attı. Bunlar yere dökülürken küçük tepeler meydana geldi. Bunun üzerine Kara Han: "Şimdi sen artık günahlı oldun" dedi; "Bana karşı geldin, kötülük düşündün. Senden sonra sana uyan, senin gibi kötülük düşünenler, senin gibi kötü kişi olacaklar; bana itaat edenler ise iyi ve temiz düşünceli olacak, onlar güneş ve aydınlık yüzü göreceklerdir. Bundan sonra senin adın Erlik olsun. Günahlarını benden saklayanlar senin adamın olsun, günahlarım senden saklayanlar ise benim olsunlar!..."
Bu sırada, yer yüzünde dalsız budaksız bir ağaç yeşermişti. Kara Han bu dalsız budaksız ağacı görünce hoşlaşmadı ; "Dallan, yaprakları olmayan ağaca bakmak hoş değil, bu ağacın dokuz dalı birden olsun!..." dedi. Dalsız budaksız ağaç bir anda dokuz dallı oluverdi. Kara Han bunu görünce: "Bu dokuz dalın her birinin kökünde birerden dokuz kişi türesin ve bunlardan dokuz millet olsun!.." dedi.
Erlik, bunlar olurken büyük bir gürültü duymuştu. Nedir acaba? diye bakınıp düşünürken vardı Kara Han'a gürültünün sebebini sordu. Kara Han da: "Ben bir Hakanım sen de kendince bir Hakansın. Duyduğun gürültüyü yapan insanlar benim insanlarımdır." diye cevap verdi. Erlik bu milleti kendisine vermesi için Kara Han'a rica ettiyse de Kara Han: "Hayır!" diye karşıladı; "Sen git kendi işine bak!"
Erlik'in canı sıkıldı. "Hele dur bir gidip şu milleti göreyim" diye kalabalığın yanına vardı. Orada, insanlardan başka yaban hayvanları, kuşlar ve daha bilmediği bir çok güzel yaratıklar vardı. Erlik: "Kara Han bunları nasıl yarattı acaba? Bunlar burada ne yiyip ne içiyorlar?" dîye düşünmeğe başladı. O düşüne dursun , insanlar ağacın meyvelerinden yemeğe başlamışlardı. Erlik baktı ki, insanlar ağacın yalnız bir yanındaki meyvelerden yiyorlar, öte yandakilere ellerini bile sürmüyorlar. Gidip bunun sebebini sordu, insanlardan aldığı cevap ise: "Tanrı bize o yandaki meyvelerden yemeyi yasak etti, biz de bunun için o meyvelerden yemiyor ancak, irin verdiği güneşin doğduğu yandaki meyvelerden yiyoruz. Şu gördüğün yılan ile köpek, o yasak yandaki meyveleri ye-mememiz için bekçilik ediyor."
Bu cevap Erlik'in canını sıkacağı yerde sevindirdi. Ağacın çevresindeki insanların arasında bulunan Doğanay (Törüngey) denilen bir adam buldu ve ona: "Kara Han size yalan söylemiş. Asıl size yasakladığı meyvelerden yemeniz gerekir; daha tatlıdır, göreceksiniz" dedi. Bu sırada uyumakta olan yılanın ağzına girdi ve yılana ağaca çıkmasını söyledi. Yılan da ağaca çıkıp yasak meyvelerden yedi. Doğanay'ın karısı Ece (Eje) yanlarına gelmişti. Erlik, Doğanay'la Ece'ye de meyvelerden yemeleri için ısrar etti. Doğanay, Kara Han'ın sözünü tutarak yasak meyvelerden yemedi ama karısı Ece dayanamadı, yedi. Meyve çok tatlı-idi. Alıp, kocasının ağzına sürdü o anda Doğanay ile Ece'nin tüyleri dökülüverdi, birden utanmağa başladılar, kaçışıp her biri bir ağacın ardına saklandılar.
Bu işler olurken Kara Han oraya gelmişti, insanların hepsi birden kaçışıp aklınca birer köşeye gizlenmişlerdi. Kara Han: "Doğanay!. Ece!. Doğanay! Ece!" diye haykırmağa başladı. "Neredesiniz?"
Doğanay'la Ece: "Ağaçların arasındayız" diye cevap verdiler. "Sana görünemeyiz. Utanıyoruz."
Sonra, olanları bir bir anlattılar. Kara Han, bildiği şeyleri duymanın Öfkesi içinde her birine ayrı ayrı cezalar verdi: "Şimdi sen de Erlik'ten bir parça oldun" diye yılana verdi ilk cezasını; "İnsanlar sana düşman olsun, seni görünce vurup, ezip öldürsünler!" dedi.
Ece'ye döndü: "Sen Erlik'in sözüne uydun, yasak meyveyi yedin, öyleyse cezanı çekeceksin. Çocuk doğuracaksın, doğururken de türlü eza cefa ve acı çekeceksin. Sonunda öleceksin, ölümü tadacaksın!"
Doğanay'a da şöyle diyerek cezasını verdi: "Erlik'in gösterdiğini yedin. Benim sözümü dinlemedin. Madem Erlik'in sözüne uydun öyleyse onun adamları onun ülkesinde yaşar, karanlık dünyasında bulunur. Benim ışığımdan mahrum kalır. Benim sözümü dinlemiş olsaydın benim gibi olacaktın. Dinlemediğin için dokuz oğlun ve dokuz kızın olacak. Bundan sonra ben insan yaratmayacağım. Bundan sonra insanlar senden türeyecek. Tek başına ne yaparsan yap."
Erliğe de kızdı: "Benim adamlarımı neden aldattın?" diye sordu öfkeyle. ,
Erlik: "İstedim vermedin" dedi; "Ben de senden çaldım. Artık hep çalacağım. Atla kaçarsa düşürüp çalacağım; içip içip sarhoş olurlarsa birbirine düşürüp döğüştüreceğim.. Suya girseler, ağaçlara çıksalar bile yine çalacağım."
Kara Han da: "Öyleyse üç kat yerin altında, ayı güneşi olmayan karanlık bir dünya vardır. Seni oraya atıyorum!" diye Erlik'i cezalandırdı.
Bu iş de bitince bütün insanlara birden ceza verdi: "Bundan sonra kendi yemeğinizi kendiniz kazanacak, gücünüzle elde edeceksiniz, benim yemeğimden yemek yok" dedi; "Artık yüz yüze 'gelip sizinle konuşmayacağım. Size bundan sonra Gök Oğul'u (Maytere) göndereceğim."
Gök Oğul gelip insanlara bir çok şeyler yapmasını öğretti. Arabayı da Gök Oğul yaptı. Ayrıca ot köklerini, yenebilecek bir kısım otlan yemeyi insanlara öğretti.
Bu böylece sürüp giderken Erlik Gök Oğul'a yalvarıyordu: "Ey Gök Oğul, bana yardım et, Kara Han'dan izin iste, yanına çıkmak dileğimi söyle, yardım et bana!" ,
Gök Oğul, Erlik'in bu dileğini Kara Han'a iletti ise de Kara Han aldırış bilş etmedi; Gök Oğul tam altmış yıl yalvarma-sına devam etti. Bunun üzerine, altmış yılın sonunda Kara Han Erlik'e haber gönderdi: "Düşmanlıktan vazgeçersen, insanlara kötülük etmezsen sana izin veririm, yanıma gelirsin." dedi. Erlik söz verdi. Bunun üzerine, Kara Han'ın huzuruna çıktı, baş eğdi: "Beni kutsa, bana izin ver, ben de kendime gökler yapayım" diye yalvardı.
Kara Han buna da izin verdi, îzni koparan Erlik kendisi için gökler yaptı Adamlarını başına topladı, yaptığı göklere yerleştirdi, kendisi de başlarına geçti, çok kalabalık oldular. .İlâh Kara Han (Kayra Han) ın en sevgili kullarından olan Ulu kişi bu durumu görüp üzülmüştü. Üzüntü içinde düşündü: "Bize bağlı, bizim öz insanlarımız yer yüzünde cefa çekip yoruluyor; Erlik'in adamları ise göklerde keyfedip duruyor. Bu iş, bir işe benzemez."
Bu üzüntülü düşünce içinde, biraz da Kara Han'a gücenmiş olarak, Erlik'e savaş açtı. Ne var ki Erlik daha güçlü çıkıp karşı geldi ve ateşle vurup Ulu kişiyi kaçırdı. Ulu kişi doğrulayıp Kara Han'ın huzuruna çıktı. Kara Han'ın: "nereden geliyorsun?" diye sorması üzerine Ulu Kişi: "Erlik'in adamlarının gökyüzünde oturması, buna karşılık bizim iyi insanlarımızın yer yüzünde yorgun argın yaşamaları ağınma gitti, bu çok kötü bir durum diyerek Erlik'in yandaşlarım yere indirmek göklerini başına yıkmak için Erlik'le savaş etmek istedim. Fakat gücüm yetmedi, o beni kaçırdı" diye üzgün ve ağlamaklı cevap verdi.
Kara Han üzülmemesini söyledi. "Erlik'e benden başka kimsenin gücü yetmez" dedi. "Erlik'in gücü senden fazladır. Ama bir gün gelecek senin gücün Erlik'in gücünden daha üstün olacak..."
Bu söz üzerine Ulu Kişi'nin yüreği "ferahladı rahat rahat uyudu.
Bir gün geldi Ulu Kişi o gün güçleneceğini hissetti. Yine o gün Kara Han Ulu Kişiyi yanına çağırttı ve: "Var git, güçlendin gayri; Erlik'in göklerini başına yıkacak güce kavuşturdum seni, maksadına ereceksin" dedi. "Kendi gücümden sana güç verdim."
Ulu Kişi önce hayret etti: "Yayım yok, okum yok, kargım yok, yatağanım yok. Kupkuru bir bileğim var. Yalnız bilek gücüyle Erlik'i nasıl yok edebilirim ben?"
Kara Han, Ulu Kişi'ye bir kargı verdi. Ulu Kişi kargıyı alıp Erlik'in göklerine gitti. Erlik'i yendi, kaçırdı; göklerini alt üst edip kırdı geçirdi. Erlik'in gökleri parça parça oldu yeryüzüne döküldü. O zamana kadar dümdüz olan yer yüzü, o günden sonra kayalıklarla, sipsivri dağlarla doldu. Görklü Güzel Tanrının özene bezene yarattığı o güzel yer yüzü eğri büğrü oldu. Erlik'in bütün yandaşları yere döküldü; suya düşenler boğuldu; ağaca çarpanlar sakatlanıp can verdi; sipsivri taşların kayaların üstüne düşenler öldü; hayvanlara çarpanlar hayvanların ayaklarının altında kaldılar.
Durum böyle olunca Erlik varıp Kara Han'dan kendine bir yer istedi. "Benim göklerimin yıkılmasına sen izin verdin, benim barınacak bir yerim kalmadı" dedi. Kara Han Erlik'i yerin altındaki karanlık ülkesine sürdü, üzerine yedi kat kilitler vurdurdu. "Burada güneş ve ay ışığı görmeyesin; iyi olursan yanıma alırım kötü olursan daha derinlere sürerim" dedi. Erlik bunun üzerine: "Öyleyse ölmüş insanların canlarını bana ver; bedenleri senin olsun canları benim işime yarasın" diye bir istekte bulundu. Kara Han : "Hayır, onları da sana vermeyeceğim" dedi; "İstiyorsan kendin yarat." Böylece yaratma iznine kavuşmuş olan Erlik eline bir çekiç, bir körük ve bir örs alarak vurmağa başladı. Her vuruşta bir hayvan ortaya çıktı. Sırasıyla kurbağa, yılan, ayı, domuz, deve ve kötü ruhlar yer yüzünü doldurdu. Sonunda Kara Han gelip Erlik'in elinden çekici, örsü ve körüğü aldı, ateşe attı. Körük bir kadın, çekiç bir erkek oldu. Kara Han kadını yakalayıp yüzüne tükürdü. Tükürür tükürmez, kadın bir kuş olup uçtu. Bu kuş, eti yenmeyen tüyü bir işe yaramayan Kurday denilen kuştur.
Kara Han erkeği yakalayıp onun da yüzüne tükürdü, o da bir kuş olup uçtu, adına Yalban Kuşu dediler.
Bütün bunlardan sonra Kara Han, insanlara: "Ben size mal verdim, aş verdim; yer yüzünde iyi, güzel, temiz ne varsa verdim, yardımcınız oldum, siz de iyilik yapınız. Ben göklerime çekileceğim, belki bir daha dönmeyeceğim." dedi. Arkasından yardımcı ruhlarına: "Gün Aşan, sen, içki içip aklını yitirenleri; körpecik çocukları, kısrak yavrularını inek buzağılarını koru, onlara kötülük gelmesin. Sağlığında iyilik yapmış olanların ruhlarını yanına al, intihar edenlerinkini alma. Zenginlerin malına göz dikenleri, hırsızlan, başkalarına düşmanlık edenleri koruma. Benim için, bir de Hâkanları ile Yurtlan için savaşıp ölenlerin ruhlarını da yanına al, benim yanıma getir.
İnsanlar! Size yardım ettim, sizden kötü ruhları uzaklaştırdım. Onlar insanlara yaklaşırlarsa insanlar onlara yiyecek versinler, ama o kötü ruhların yemeklerinden yeme-sinler, yerlerse onlardan olurlar. Şimdi ben aranızdan ayrılıyorum ama yine geleceğim beni unutmayınız, geri gelmez sanmayınız. Tekrar geldiğimde iyiliklerinizin ve kötülüklerinizin hesabını göreceğim. Şimdilik benim yerimde Ağca Dağ, Ulu Kişi ve Gün Aşan kalacaklar, sizlere yardımcı olacaklar.
Ağca Dağ! Gözlerini dört aç! Erlik senin elinden ölenlerin ruhlarını çalmak isterse, Ulu Kişi'ye söyle, o güçlüdür. Gün Aşan, sen de iyi dinle, kötü ruhlar yerin altındaki karanlıklar ülkesinden yukarı çıkmasınlar, çıkarlarsa hemen Gök Ogul'a git ve haber ver, ona güç verdim, kötü ruhları kovar.
Alma Ata ayı ve güneşi bekleyecek. Ulu '"işi yer yüzünü ve gök yüzünü koruyacak Gök Oğul ise iyilerden kötüleri uzaklaştıracaktır."
Bunlan söyledikten sonra Kara Han uzaklaştı.
Ulu Kişi Kara Han'ın öğütlerini bir bir yerine getirdi. Olta yaptı, balık avladı; tüfeği barutu icât etti, sincap o vurdu.
Sonra bir gün geldi Ulu Kişi kendi kendine mırıldandı:
"Bugün beni rüzgâr uçuracak, alıp götürecektir!"
Ulu Kişi'nin dediği gibi rüzgâr geldi, aldı Ulu Kişiyi uçurdu götürdü. Ağca Dağ bunun üzerine insanlara: "Ulu Kişi'yi ilâh Kara Han yanına aldı. Onu bulamazsınız artık, beni de bir gün gelecek yanına çağıracak, nereye isterse oraya gideceğim. Siz öğrendiklerinizi unutmayın, Kara Han böyle istedi" dedi.İnsanlar kendi hâline bırakıp o da gitti.
http://www.turktarih.net/
TÜREYİŞ DESTANI
Bir Uygur destanıdır. Büyük Türk imparatorluğunun Göktürkler'den sonraki halkası olan Uygur Türkleri, Türeyiş Destanı ile soylannın yeryüzünde ilk görünüşlerini anlatırken aynı zamanda da, bütün Türk boylarında yaygın bir inanış olarak beliren, soyun ilâhî bir kaynağa bağlanması fikrini bir kere daha belirtmiş olmaktadırlar.
Uygur Türeyiş Destanının, Göktürk-Bozkurt Destanı ile olan çok yakın benzerlikleri, ilk okuyuşta anlaşılacak kadar açıktır. Hemen bütün Türk Destanlarının birinci derecedeki unsuru olan kurt süsü, gerek Türeyiş ve gerekse Bozkurt Destanlarında özellikle ilâhileştirilmekle, neslin başlangıcı ve sürekliliği bu ilâhî süse bağlanmaktadır.
Türeyiş Destanı, aslında bir büyük destanın başlangıç kısmına benzemektedir. Büyük bir ihtimâlle, Göktürk-Bozkurt destanı gibi Uygur Türeyiş Destanı da, ilk büyük Türk Destanı olan Yaradılış Destanının etkisi altında gelişip meydana getirilmiş, daha dar bir çevrenin küçük çapta bir yaradılış destanıdır.
Destan:
Büyük Hun Hakanlarından birinin iki kızı vardı. Kızlarının ikisi de bir birinden güzeldi. Öyle güzeldi ki, Hunlar, bu iki kızın da, ancak ilahlarla evlenebileceğine inanıyor ve bu kızların insanlar için yaratıldığını söylüyorlardı.Hakan da aynı şekilde düşündüğü için kızlarını insanlardan uzak tutmanın yollanın aradı, ülkesinin en kuzey ucunda, insan ayağı az basan veya insan ayağı hiç görmeyen bir yerinde, çok yüksek bir kule yaptırdı.
Kızların ikisini de bu kuleye kapattı. Ondan sonra da aklınca inandığı ilaha yalvarmağa, gelip kızlarıyla evlenmesi için yakarmağa başladı. Öyle yalvarıyor, öyle yakarıyordu ki sonunda bir gün. Hakanın kendi aklınca inandığı İlâh dayanamadı ve bir Bozkurt şekline girip geldi. Hun Hakanının kızlarıyla evlendi.
Bu evlenmeden bir çok çocuklar doğdu; bunlara Dokuz Oğuz-On Uygur denildi. Çocukların hepsinin sesi Bozkurt sesine benzedi. Yine bu çocuklar, birer Bozkurt ruhu taşıyarak çoğaldılar.
Uygur Türeyiş Destanının, Göktürk-Bozkurt Destanı ile olan çok yakın benzerlikleri, ilk okuyuşta anlaşılacak kadar açıktır. Hemen bütün Türk Destanlarının birinci derecedeki unsuru olan kurt süsü, gerek Türeyiş ve gerekse Bozkurt Destanlarında özellikle ilâhileştirilmekle, neslin başlangıcı ve sürekliliği bu ilâhî süse bağlanmaktadır.
Türeyiş Destanı, aslında bir büyük destanın başlangıç kısmına benzemektedir. Büyük bir ihtimâlle, Göktürk-Bozkurt destanı gibi Uygur Türeyiş Destanı da, ilk büyük Türk Destanı olan Yaradılış Destanının etkisi altında gelişip meydana getirilmiş, daha dar bir çevrenin küçük çapta bir yaradılış destanıdır.
Destan:
Büyük Hun Hakanlarından birinin iki kızı vardı. Kızlarının ikisi de bir birinden güzeldi. Öyle güzeldi ki, Hunlar, bu iki kızın da, ancak ilahlarla evlenebileceğine inanıyor ve bu kızların insanlar için yaratıldığını söylüyorlardı.Hakan da aynı şekilde düşündüğü için kızlarını insanlardan uzak tutmanın yollanın aradı, ülkesinin en kuzey ucunda, insan ayağı az basan veya insan ayağı hiç görmeyen bir yerinde, çok yüksek bir kule yaptırdı.
Kızların ikisini de bu kuleye kapattı. Ondan sonra da aklınca inandığı ilaha yalvarmağa, gelip kızlarıyla evlenmesi için yakarmağa başladı. Öyle yalvarıyor, öyle yakarıyordu ki sonunda bir gün. Hakanın kendi aklınca inandığı İlâh dayanamadı ve bir Bozkurt şekline girip geldi. Hun Hakanının kızlarıyla evlendi.
Bu evlenmeden bir çok çocuklar doğdu; bunlara Dokuz Oğuz-On Uygur denildi. Çocukların hepsinin sesi Bozkurt sesine benzedi. Yine bu çocuklar, birer Bozkurt ruhu taşıyarak çoğaldılar.
ŞU DESTANI
Destana kahraman olarak adını veren Şu, sanıldığına göre M.Ö dördüncü yüzyılda yaşamıştır. Bir Türk Hakanıdır.
Destanda Makedonyalı İskender'in, İran üzerinden Asya'ya doğru yürürken yapılan savaşları ve bu savaşların Türklerle ilgili bölümü anlatılmaktadır. Türk boylarının oluşumu, Türklerin şehir hayatı yaşamağa başlamaları, aynı zamanda milletini geçici bir işgalden mümkün olduğu kadar can ve mal kaybına uğratmadan kurtarmak için düşünen bir Hakanın kaygıları da anlatılan destanın en büyük özelliği, daha sonraki Türk destanlarında gelişecek olan ana fiziği ve süslemeleri önceden işlemesidir.
Zeki Velidî Togan'a göre, destanda önemli bir yer tutan ve destanın geçiş dengesi olan İskender'in istilâsının aslında İskender'le ilgisi yoktur; daha önceki yüzyıllardan bir Aryanı istilâ ile ilgilidir.
Destanın kısa da olsa bir özeti Divan-ı Lügat-it Türk'de kayıtlıdır.
Destanın Özeti:
Şu Kalesi, Balasagun yakınlarında, genç bir Hakan olan Şu tarafından yapılmış bir kaleydi, fakat Hâkan'ın sarayı Balasagun'da idi. Kalede ve Balasagun'da, o çağların en güçlü, en büyük ordusu bulunuyordu. Şehir zengindi. Öyle ki, her gün, Şu Hakanın sarayının önünde, ordu beğleri için 365 nöbet vurulurdu.
Bu sıralarda, bir adına da Zülkarneyn denilen Makedonya Kralı İskender ünlü Doğu seferine çıkmış, Ön Asya'dan İran içlerine doğru önüne neresi gelmişse ordusunu yenmiş ülkesini ellerinden almıştı. İskender Semerkand'e kadar gelmiş burayı da geçip Türklerin yaşadığı ülkelere doğru ilerlemişti.
İskender'in, Balasagun'a ve Şu Kalesine doğru yaklaşmakta olduğunu, genç Hakan Şu'nun gözcüleri gelip haber verdiler. Dediler ki:
"İskender denilen, gün batısından kopup gelen bir kral ordusuyla bize yaklaşmaktadır. Önüne gelen ülkeleri dize getirmiş yerle bir etmiştir. Bize ne buyurursun? Savaşalım mı ?"
Genç Hakan, ordu habercilerini dinlemez gibi göründü. Çünkü çok daha önce, en güvendiği yiğitlerden kırk kişiyi seçmiş, Hucend Irmağı kıyılarına gözcülük etsin diye göndermişti. Yiğitler kimseye görünmeden, gizlice gidip Hucend Irmağının kıyılarına yerleştikleri için ordu habercileri durumu bilmiyorlardı. Getirdikleri haberden, Hakanlarının telâş edip yerinden kımıldamadığını gördükleri için de şaşmışlardı. Hakanın gönlü rahattı.
Hakan Şu'nun bir havuzu vardı; gümüştendi. Bu işten çok iyi anlayan ustalara yaptırmıştı. Her yere taşınabilecek şekildeydi. Bunun için Hakan da gümüş havuzunu, sefere bile çıksa yanına alır, konakladıkları yerlerde içine su doldur-tur, kazlar ve ördekleri su dolu gümüş havuza salar, onlarla oyalanırdı, eğlenirdi.
Kazların ve ördeklerin gümüş havuzda yüzüşlerini seyretmek Hâkan'ı dinlendirir, dinlenir iken seferle, milletinin geleceği ile ilgili taşanları hazırlardı.
Haberciler geldikleri zaman yine gümüş havuzunda yüzen ördeklerle kazları seyredip dinleniyordu.
Habercilerin:
- Nasıl buyurursunuz? İskenderle savaşalım mı ?.. diye sorup buyruk beklemeleri üzerine onlara havuzu, havuzda yüzen kazlarla ördekleri gösterdi:
- Görüyor musunuz, Kazlarla ördekler suda ne güzel yüzüyor, nasıl dalıp dalıp çıkıyorlar? dedi.
Haberciler, Hakanlarının bu sözünü garip karşıladılar; Ona kuşku ile baktılar. "Herhalde Hakanımızın hiç bîr hazırlığı yok ne yapacağını bilemiyor." diye düşündüler.
Ama o sırada, İskender, Hucend Irmağını geçmişti.
Vakit gece yansına geliyordu. Hucend Irmağının kıyılarında gözcülük yapıp devriye gezen Genç Hakanın en güvendiği kırk yiğit yıldırım hızıyla atlanıp Şu kalesine geldiler ve gece vakti, İskender'in Hucend suyunu geçip Balasagun yolunda ilerlemekte olduğunu Şuya haber verdiler.
Daha önceki habercilerin haberlerini dinlerken kılı bile kıpırdamayan Hakan Şu, yiğitlerin sözü üzerine derhal ve gece yarısı göç davulunun çalınmasını emretti. Davulun çalınmasıyla birlikte, Doğuya doğru hızla yola çıktı.
Bu durum halkı şaşırttı. Hakanın, gündüzün hiç bir hazırlıkta bulunmadan böyle gece vakti göçü başlatması üzerine korktular. Ellerine ne geçtiyse toplayıp, buldukları ata atlayan millet Hakanla birlikte yola düştü. Sabah olurken, şehirde hemen hemen biç kimse kalmamıştı; bomboş ve dümdüz bir ova görünüyordu.
Bütün milletin, Hakan Şunun ardından gitmiş olmasına rağmen, gece vakti binecek hiçbir şey bulamayan yirmi iki kişi, ne yapacağını bilemeden Şu Kalesinde kalmışlardı.
Bu yirmi iki kişi, ne yapacaklannı düşünürken yanlarına iki kişi daha geldi. Kap kaçakları toplamışlar sırtlarına yüklenmişler, öyle taşıyorlardı. Yorgundular. Fakat pek duracağa benzemiyorlardı. Önceki yirmi kişi, bu yeni gelenlere bir yere gitmemelerini, kendileri gibi burada kalıp beklemelerini söylediler. Ayrıca:
- İskender dedikleri her kim ise, burada uzun müddet kalamaz: geldiği gibi geri dönüp gider. Burası bizim yurdumuz, yine bize kalır, diye ısrar ettiler.
Bu yüzden bu iki kişinin adı (Kalaç) oldu kaldı; bu iki kişiden olan çocuklar ve torunları (Kalacı) adıyla anıldılar. Fakat bu iki kişi, öteki yirmi iki kişinin sözlerini dinlemedikleri, bırakıp gittikleri için İskenderin geldiğini görmediler.
İskender gelip de, uzun saçlı yirmi iki kişiyi görünce: "Türk mânend" dedi. "Bunlar Türke benziyorlar" demişti. Bu yüzden yirmi iki kişinin soylarının adı Türkmen olarak kaldı. Giden İki kişi gittikleri için tamı tamına Türkmen sayılmadılar. Yirmi dört boydan yirmi ikisi Türkmen, kalan ikisi Kalaç diye bilindi.
Bu olaylar gelişe dursun, öte yandan Şu Hakan ordusu ve yanında gidenlerle birlikte Çin sınırına kadar yürümüşlerdi. Çin'e yakın Uygur iline vardıklarında Şu, İskender'i artık karşılayabilecek durumda olduğunu, onu asıl merkezinden çok uzaklara çektiğini, kendi ırkdaşları arasında bulunduğu için İskender'den daha güçlü bir duruma geldiğini düşündü. Ve bir kısım askerini ayırarak, içlerinden en gençlerini seçerek İskender'in üstüne yolladı. Veziri, gidenlerin hepsinin genç olduğunu, tecrübelerinin olmadığını ileri sürdü. Başaramazlarsa sonucun kötüye varacağını söyledi. Şu Hakan vezirine hak verdi ve yaşlı, tecrübeli bir Subaşını askerleriyle birlikte gönderdi.
Bunlar, bir zaman sonra İskender'in gönderdiği öncü birliklerle karşılaştılar. Türk erleri, İskender'in öncü birliklerine bir gece baskını yaptı. Çok kanlı bir baskındı bu, ölüm kalım meselesiydi. İskender'in öncü birlikleri bozguna uğradı. Türk erlerinden biri, İskender'in askerlerinden birini bir kılıçta ikiye bölmüş, askerin kemerine bağladığı altın dolu bir kemer parçalanarak içindeki altınlar yere saçılmış ve İskender'in askerinin kanıyla bulanmıştı. Ertesi sabah güneş ışıklan bu kanlı altınları parıldattı. Bunu gören Türk erleri birbirlerine bakıp "Altın Kan!. Altın kan!.- diye bağırıştılar. O günden bu yana, bu baskının yapıldığı yere yakın bulunan bir dağın adı Altun Han Dağı oldu ve öyle söylenip geldi. Baskından sonra Şu Hakan ile İskender bir daha savaşmadılar , barış yaptılar . Barışın sonu her iki taraf için de iyi sonuçlar verdi. Birbiri ardınca şehirler yapılmaya başlandı . Uygurlar ile öteki Türk kavimleri şehirlere yerleşti. Şu Hakan da Balasagun'a döndü. Şu kalesini sağlamlaştırdı , şehri geliştirdi. Bütün bunları yaptıktan sonra bir de tılsım koydu. Bu tılsım öyle bir tılsımdı ki her yanda duyuldu. Leylekler bu şehre geldikleri zaman tılsım yüzünden daha öteye geçemediler , şehri aşamadılar.
http://www.turktarih.net/
Destanda Makedonyalı İskender'in, İran üzerinden Asya'ya doğru yürürken yapılan savaşları ve bu savaşların Türklerle ilgili bölümü anlatılmaktadır. Türk boylarının oluşumu, Türklerin şehir hayatı yaşamağa başlamaları, aynı zamanda milletini geçici bir işgalden mümkün olduğu kadar can ve mal kaybına uğratmadan kurtarmak için düşünen bir Hakanın kaygıları da anlatılan destanın en büyük özelliği, daha sonraki Türk destanlarında gelişecek olan ana fiziği ve süslemeleri önceden işlemesidir.
Zeki Velidî Togan'a göre, destanda önemli bir yer tutan ve destanın geçiş dengesi olan İskender'in istilâsının aslında İskender'le ilgisi yoktur; daha önceki yüzyıllardan bir Aryanı istilâ ile ilgilidir.
Destanın kısa da olsa bir özeti Divan-ı Lügat-it Türk'de kayıtlıdır.
Destanın Özeti:
Şu Kalesi, Balasagun yakınlarında, genç bir Hakan olan Şu tarafından yapılmış bir kaleydi, fakat Hâkan'ın sarayı Balasagun'da idi. Kalede ve Balasagun'da, o çağların en güçlü, en büyük ordusu bulunuyordu. Şehir zengindi. Öyle ki, her gün, Şu Hakanın sarayının önünde, ordu beğleri için 365 nöbet vurulurdu.
Bu sıralarda, bir adına da Zülkarneyn denilen Makedonya Kralı İskender ünlü Doğu seferine çıkmış, Ön Asya'dan İran içlerine doğru önüne neresi gelmişse ordusunu yenmiş ülkesini ellerinden almıştı. İskender Semerkand'e kadar gelmiş burayı da geçip Türklerin yaşadığı ülkelere doğru ilerlemişti.
İskender'in, Balasagun'a ve Şu Kalesine doğru yaklaşmakta olduğunu, genç Hakan Şu'nun gözcüleri gelip haber verdiler. Dediler ki:
"İskender denilen, gün batısından kopup gelen bir kral ordusuyla bize yaklaşmaktadır. Önüne gelen ülkeleri dize getirmiş yerle bir etmiştir. Bize ne buyurursun? Savaşalım mı ?"
Genç Hakan, ordu habercilerini dinlemez gibi göründü. Çünkü çok daha önce, en güvendiği yiğitlerden kırk kişiyi seçmiş, Hucend Irmağı kıyılarına gözcülük etsin diye göndermişti. Yiğitler kimseye görünmeden, gizlice gidip Hucend Irmağının kıyılarına yerleştikleri için ordu habercileri durumu bilmiyorlardı. Getirdikleri haberden, Hakanlarının telâş edip yerinden kımıldamadığını gördükleri için de şaşmışlardı. Hakanın gönlü rahattı.
Hakan Şu'nun bir havuzu vardı; gümüştendi. Bu işten çok iyi anlayan ustalara yaptırmıştı. Her yere taşınabilecek şekildeydi. Bunun için Hakan da gümüş havuzunu, sefere bile çıksa yanına alır, konakladıkları yerlerde içine su doldur-tur, kazlar ve ördekleri su dolu gümüş havuza salar, onlarla oyalanırdı, eğlenirdi.
Kazların ve ördeklerin gümüş havuzda yüzüşlerini seyretmek Hâkan'ı dinlendirir, dinlenir iken seferle, milletinin geleceği ile ilgili taşanları hazırlardı.
Haberciler geldikleri zaman yine gümüş havuzunda yüzen ördeklerle kazları seyredip dinleniyordu.
Habercilerin:
- Nasıl buyurursunuz? İskenderle savaşalım mı ?.. diye sorup buyruk beklemeleri üzerine onlara havuzu, havuzda yüzen kazlarla ördekleri gösterdi:
- Görüyor musunuz, Kazlarla ördekler suda ne güzel yüzüyor, nasıl dalıp dalıp çıkıyorlar? dedi.
Haberciler, Hakanlarının bu sözünü garip karşıladılar; Ona kuşku ile baktılar. "Herhalde Hakanımızın hiç bîr hazırlığı yok ne yapacağını bilemiyor." diye düşündüler.
Ama o sırada, İskender, Hucend Irmağını geçmişti.
Vakit gece yansına geliyordu. Hucend Irmağının kıyılarında gözcülük yapıp devriye gezen Genç Hakanın en güvendiği kırk yiğit yıldırım hızıyla atlanıp Şu kalesine geldiler ve gece vakti, İskender'in Hucend suyunu geçip Balasagun yolunda ilerlemekte olduğunu Şuya haber verdiler.
Daha önceki habercilerin haberlerini dinlerken kılı bile kıpırdamayan Hakan Şu, yiğitlerin sözü üzerine derhal ve gece yarısı göç davulunun çalınmasını emretti. Davulun çalınmasıyla birlikte, Doğuya doğru hızla yola çıktı.
Bu durum halkı şaşırttı. Hakanın, gündüzün hiç bir hazırlıkta bulunmadan böyle gece vakti göçü başlatması üzerine korktular. Ellerine ne geçtiyse toplayıp, buldukları ata atlayan millet Hakanla birlikte yola düştü. Sabah olurken, şehirde hemen hemen biç kimse kalmamıştı; bomboş ve dümdüz bir ova görünüyordu.
Bütün milletin, Hakan Şunun ardından gitmiş olmasına rağmen, gece vakti binecek hiçbir şey bulamayan yirmi iki kişi, ne yapacağını bilemeden Şu Kalesinde kalmışlardı.
Bu yirmi iki kişi, ne yapacaklannı düşünürken yanlarına iki kişi daha geldi. Kap kaçakları toplamışlar sırtlarına yüklenmişler, öyle taşıyorlardı. Yorgundular. Fakat pek duracağa benzemiyorlardı. Önceki yirmi kişi, bu yeni gelenlere bir yere gitmemelerini, kendileri gibi burada kalıp beklemelerini söylediler. Ayrıca:
- İskender dedikleri her kim ise, burada uzun müddet kalamaz: geldiği gibi geri dönüp gider. Burası bizim yurdumuz, yine bize kalır, diye ısrar ettiler.
Bu yüzden bu iki kişinin adı (Kalaç) oldu kaldı; bu iki kişiden olan çocuklar ve torunları (Kalacı) adıyla anıldılar. Fakat bu iki kişi, öteki yirmi iki kişinin sözlerini dinlemedikleri, bırakıp gittikleri için İskenderin geldiğini görmediler.
İskender gelip de, uzun saçlı yirmi iki kişiyi görünce: "Türk mânend" dedi. "Bunlar Türke benziyorlar" demişti. Bu yüzden yirmi iki kişinin soylarının adı Türkmen olarak kaldı. Giden İki kişi gittikleri için tamı tamına Türkmen sayılmadılar. Yirmi dört boydan yirmi ikisi Türkmen, kalan ikisi Kalaç diye bilindi.
Bu olaylar gelişe dursun, öte yandan Şu Hakan ordusu ve yanında gidenlerle birlikte Çin sınırına kadar yürümüşlerdi. Çin'e yakın Uygur iline vardıklarında Şu, İskender'i artık karşılayabilecek durumda olduğunu, onu asıl merkezinden çok uzaklara çektiğini, kendi ırkdaşları arasında bulunduğu için İskender'den daha güçlü bir duruma geldiğini düşündü. Ve bir kısım askerini ayırarak, içlerinden en gençlerini seçerek İskender'in üstüne yolladı. Veziri, gidenlerin hepsinin genç olduğunu, tecrübelerinin olmadığını ileri sürdü. Başaramazlarsa sonucun kötüye varacağını söyledi. Şu Hakan vezirine hak verdi ve yaşlı, tecrübeli bir Subaşını askerleriyle birlikte gönderdi.
Bunlar, bir zaman sonra İskender'in gönderdiği öncü birliklerle karşılaştılar. Türk erleri, İskender'in öncü birliklerine bir gece baskını yaptı. Çok kanlı bir baskındı bu, ölüm kalım meselesiydi. İskender'in öncü birlikleri bozguna uğradı. Türk erlerinden biri, İskender'in askerlerinden birini bir kılıçta ikiye bölmüş, askerin kemerine bağladığı altın dolu bir kemer parçalanarak içindeki altınlar yere saçılmış ve İskender'in askerinin kanıyla bulanmıştı. Ertesi sabah güneş ışıklan bu kanlı altınları parıldattı. Bunu gören Türk erleri birbirlerine bakıp "Altın Kan!. Altın kan!.- diye bağırıştılar. O günden bu yana, bu baskının yapıldığı yere yakın bulunan bir dağın adı Altun Han Dağı oldu ve öyle söylenip geldi. Baskından sonra Şu Hakan ile İskender bir daha savaşmadılar , barış yaptılar . Barışın sonu her iki taraf için de iyi sonuçlar verdi. Birbiri ardınca şehirler yapılmaya başlandı . Uygurlar ile öteki Türk kavimleri şehirlere yerleşti. Şu Hakan da Balasagun'a döndü. Şu kalesini sağlamlaştırdı , şehri geliştirdi. Bütün bunları yaptıktan sonra bir de tılsım koydu. Bu tılsım öyle bir tılsımdı ki her yanda duyuldu. Leylekler bu şehre geldikleri zaman tılsım yüzünden daha öteye geçemediler , şehri aşamadılar.
http://www.turktarih.net/
METE DESTANI
. METE'NİN GENÇLİĞİ OĞUZ-HAN'INKİNE BENZİYORDU
"Büyük Hun İmparatoru Mete'nin bir efsane halinde anlatılan gençliği, Oğuz-Han'ın hayatına benzetilmişti" :
Oğuz Kağan, müslüman olan Türklere göre, babası Kara Han'ı öldürmüş ve onun yerine geçmişti. Zamanımızdan 200 sene önce büyük bir Türk Tarihi yazmış olan bir Fransız bilgini, Oğuz Han'ın Mete olabileceğini söylemiş ve ikisi arasında da bir bağ görmüştü. Bu Fransız bilgininin görüşü, büsbütün de yanlış değildi." Çünkü Mete de, Oğuz-Han gibi babasını öldürmüş ve onun yerine, hükümdar olmuştu."Çin Tarihleri, Mete ile babası arasındaki savaşlar, bir tarih olayı hadisesi gibi anlatıyorlardı. Ama önemli olan nokta, Mete'nin hayatının gençlik çağlarının da, bir efsane olup olmadığı idi. Mete'nin daha sonraki hayatı ve savaşları hakkında, epey şeyler biliyoruz. Tarih kaynaklarından kronolojik olarak kesin bir şekilde verilen bu bilgiler, tarihin ve gerçeğin ta kendileri idiler. Ama bütün tarih boyunca, büyük hükümdarlarla olduğu gibi, Mete'nin hayatının da gençlik çağları, karanlık kalmakta ve bir nevi mitolojiye bürünmüş olarak anlatılmaktadır. Büyük hükümdarların, hemen hemen hepsinin de gençlik çağları, bir mitoloji perdesi arkasında gizlenmiş ve bu devreler, romantik bir şekilde anlatılmıştı. Çinliler, Mete'den sonra Hun'ları ve Ortaasya halklarını, birçok savaş ve temaslar sonunda, çok iyi bir şekilde tanıyabilmişlerdi. Fakat Mete'den önce, Çin kaynaklarında Ortaasya hakkında anlatılan bilgiler, çok karanlıktı. Çinliler bu çağda öyle ki, kendi sınırlarının dışındaki bölgelerden bile haberleri yoktu. Zaten Mete'nin hayatını anlatmağa başlayan Çin tarihleri, üslûp bakımından da mitolojik ve hikâyemsi bir dille konuşuyorlardı. Çin tarihinin üslûbu çok kuru, fakat kronolojik ve kesindi. Zaten bu bilgilerin çoğu, imparatora gelen raporlarla, Çin sarayından çıkan fermanların, kopyalarından başka bir şey değil idiler. Halbuki Mete'nin hayatından Çin tarihleri, âdeta bir Çin romanı gibi söz açıyorlardı.
"Çin tarihlerinin verdikleri yarım mitolojik bilgilere göre Mete, Oğuz-Han gibi kendi babasını öldürmüştü":
Ortaasya'da Tuman adlı bir Hun reisi varmış. Bu reisin de Mete adlı büyük bir oğlu bulunuyormuş. Gerek babasının ve gerekse oğlunun adları, Çin tarihlerinde, zaten, Çin işaretleri ile yazılıyordu. İkiyüz sene önce bu işaretler, Mete şeklinde okunmuş ve bizim tarihçilerimiz de bu adı; Mete olarak yazmışlar ve Türkiye'ye yaymışlardı. Bugün Türkiye'mizde, bu büyük Hun İmparatorunu, "Mete" adı ile tanıyoruz. Birçok kimseler de bu adı, maalesef 200 sene önce okunan, böyle yanlış bir okunuşla, kendi adları olarak tanımaktadırlar. Aslında ise bu Çince işaretleri, "Mao-dun" şeklinde okumak gerekiyordu. Kendi hususî metodlarımıza göre, Mete'nin Türkçe adının herhalde "Bahadır" dan başka bir şey olmaması gerekiyordu. Ama ne yapalım ki, bugün Türkiye'miz de bu büyük Hun hükümdarı, Mete adı ile tanınmış ve öyle yayılmıştır. Mete hakkındaki Çin kaynaklarında okuduğumuz bu efsanemsi olaylar özet olarak şöyledir:
METE'NİN GENÇLİK EFSANESİ
Üçüncü yüzyıldı tam, çok önceydi İsa'dan, Bir fırtına kopmuştu, taşmıştı İç Asya'dan! Sonsuz at sürüleri, yerleri inletmişti. Kurdumsu türküleri, gökleri çınlatmıştı! Atlılar gelmişlerdi, ordular biçmişlerdi, Volga, Sarı nehirden, kanıp, su içmişlerdi! Tarihten uğultular, bir millet var diyordu! Yazılı doğrultular, bir devlet var, diyordu! Hunların ilindeydi, İç Asya ilindeydi, Hun reisi Tuman-Han, herkesin dilindeydi! Bayrağı direkteydi, büyük oğlu Mete'ydi, Diğer bütün komşular, henüz birer çeteydi. Tuman-Han da kanarmış, insanoğluymuy bu ya! Bir cariye hep dermiş: "Bu Mete ölsün!" Diye. Tuman fakat korkarmış, kadına da tapırmış, Bir bahane ararmış, çünkü bir "Töre" varmış! Soyuna bakarlarmış, tek kadın alırlarmış, Sonraki hatunlarsa, mirâssız kalırlarmış. Tuman oğlunu vermiş rehin Yüeçi'lere Sonra da hücum etmiş, sormamış elçileri. Yüe-çi'ler varmışlar, Mete'yi aramışlar, Mete çoktan kaçmışmış, yolları taramışlar. Tuman oğlunu görmüş, aklı başına dönmüş,Şenlik düğün yaptırmış, güya çok mes'ut günmüş. Mete'ye tümen vermiş, eline ferman vermiş, Mete'nin disiplini, Dünyaya hep şan vermiş! Asker Tanrı sanırmış, hep Mete'ye taparmış, Ondan ne buyruk gelse, düşünmeden yaparmış. Orduyu toplamışmış, atını oklamışmış, Tümen disiplinini, böylece yoklamışmış. Askerler ok atmışmış, atlar yere yatmışmış, Atına kıymayanın, kanı yere akmışmış! Bir defa şenlik yapmış, aileler toplanmış, Ok atmış karısına, bütün eşler oklanmış! Biraz nefes alanlar, azıcık geç kalanlar, Kılıçtan geçirilmiş, görülmemiş kaçanlar! Avlara gidilirmiş, şenlikler düzülürmüş, Gelen ordular ile, hayvanlar sürülürmüş. Tuman-Han ava gitmiş, Mete'ye de gel demiş, Kurdu Mete avlamış, Tuman'sa keklik yemiş! Avda bir ok uçmuşmuş, Tuman-Han'a gelmişmiş! Gerçi derler ilk oku, Mete atmıştı, çoğu, Mete'nin tümeni de, bu hedefi delmişmiş! Oğuz'un babasıysa, yemişti "Tanrı oku"! Bu bir efsane idi, ok bir bahane idi, Töre'yi bozan Tuman, tam bir divane idi!
Çin tarihlerinde, Mete'nin babasını öldürüşü ile ilgili olay, böyle anlatılıyordu. "Zaten olayların anlatılışından da, bunun bir mitoloji olduğu, açık olarak görülüyordu." Öyle anlaşılıyor ki bu çağda, Hunlar arasında da, buna benzer efsaneler yok değildi. Mete gibi büyük bir hükümdarın ortaya çıkışı, bütün Ortaasya'yı hakimiyeti altına alışı ve ayrıca komşularını da büyük bir dehşet saçısı sebebi ile, Ortaasya'nın eski mitoloji kahramanlarının hususiyetleri, Mete'ye yakıştırılmış ve onun faaliyetlerine uydurulmuştu.
2. "TÖRE"Yİ BABA BİLE BOZSA, ÖLMELİYDİ
Aslında ise, "Babalarını öldüren çocuk efsaneleri", insanlığın hayalinde yaşamış, çok eski şuuraltı âkisleri idiler. Yunanistan'da da "Kral Ödip", babasını öldürmüştü. Tabiî olarak, Türk efsanelerinden haberleri olmayan, Sigmond Freud gibi büyük ruh doktorları, kral Ödip'le ilgili efsaneyi de açıklamaktan geri kalmamışlar ve hatta şuuraltı görüntülerine göre, birçok tedavi şekilleri bile bulmuşlardı. Bizim eski "Rüya Tabirnâmeleri" mizde de, bu gibi hislerin açıklanmasına yer verilmiştir. Çünkü onlara göre, erkek çocuğun rüyasında, yeni cemiyetin yasak ettiği bir işe şuuraltında girişmiş olması anormal değildi. Tabiî olarak bu konuları Freud, birazda mubalâğa etmiş ve büyütmüştü. Ama kendisi, büyük bir ruh doktoru idi. Bu teşhis yolu ile, birçok erkek çocuklarını da tedavi edip, iyileştirmişti. İşte, böyle, cemiyetin yasak ettiği; fakat şuurlatında toplanan istekler ile hisler, kendilerine masallarda gösteriyorlar ve bir mitoloji motifi haline giriyorlardı. Zaten, insaların ulaşamayacakları şeylerin pek çoğu, masallarda olmuş gibi anlatılıyorlardı. Türklerin, Mete ve Oğuz Han efsanelerinin, ne zaman meydana geldiklerini söylemenin, elbetteki imkânı yoktur. Ama öyle anlaşılıyor ki bunlar, tarihten çok önceki çağlarda, belki de insanlığın, henüz daha insanlıklarını bilmediği devirlerde, hissedilmiş ve duyulmuş hayallerden başka bir şey değil idiler. Yukarıdaki açıklamaları yapmakla,"Oğuz Kağan Destanı" nın, kesin olarak Freud'un nazariyesine göre düzenlenmiş olduğunu, söylemek istemiyoruz. Ama Türk Mitolojisine benzer, daha başka mitolojiler de vardır. Bu motifler, Avrupalı'lar tarafından yüzyıllar boyunca işlenmiş ve bir açıklanma yoluna doğru gidilmiştir. Türk Mitolojisi ise, hiç el atılmamış, üzerinde düşünülmemiş ve hatta birçoklarımızın, varlığına bile inanmadığımız bir konudur. Bunun içindir ki, bizden önce söylenmiş ve görülmüş gerçekleri de gözönünde tutarak, kendimize bir metod ve ışık aramak zorundayız.", insanlığın hayalinde yaşamış, çok eski şuuraltı âkisleri idiler. Yunanistan'da da "Kral Ödip", babasını öldürmüştü. Tabiî olarak, Türk efsanelerinden haberleri olmayan, Sigmond Freud gibi büyük ruh doktorları, kral Ödip'le ilgili efsaneyi de açıklamaktan geri kalmamışlar ve hatta şuuraltı görüntülerine göre, birçok tedavi şekilleri bile bulmuşlardı. Bizim eski "Rüya Tabirnâmeleri" mizde de, bu gibi hislerin açıklanmasına yer verilmiştir. Çünkü onlara göre, erkek çocuğun rüyasında, yeni cemiyetin yasak ettiği bir işe şuuraltında girişmiş olması anormal değildi. Tabiî olarak bu konuları Freud, birazda mubalâğa etmiş ve büyütmüştü. Ama kendisi, büyük bir ruh doktoru idi. Bu teşhis yolu ile, birçok erkek çocuklarını da tedavi edip, iyileştirmişti. İşte, böyle, cemiyetin yasak ettiği; fakat şuurlatında toplanan istekler ile hisler, kendilerine masallarda gösteriyorlar ve bir mitoloji motifi haline giriyorlardı. Zaten, insaların ulaşamayacakları şeylerin pek çoğu, masallarda olmuş gibi anlatılıyorlardı. Türklerin, Mete ve Oğuz Han efsanelerinin, ne zaman meydana geldiklerini söylemenin, elbetteki imkânı yoktur. Ama öyle anlaşılıyor ki bunlar, tarihten çok önceki çağlarda, belki de insanlığın, henüz daha insanlıklarını bilmediği devirlerde, hissedilmiş ve duyulmuş hayallerden başka bir şey değil idiler. Yukarıdaki açıklamaları yapmakla,"Oğuz Kağan Destanı" nın, kesin olarak Freud'un nazariyesine göre düzenlenmiş olduğunu, söylemek istemiyoruz. Ama Türk Mitolojisine benzer, daha başka mitolojiler de vardır. Bu motifler, Avrupalı'lar tarafından yüzyıllar boyunca işlenmiş ve bir açıklanma yoluna doğru gidilmiştir. Türk Mitolojisi ise, hiç el atılmamış, üzerinde düşünülmemiş ve hatta birçoklarımızın, varlığına bile inanmadığımız bir konudur. Bunun içindir ki, bizden önce söylenmiş ve görülmüş gerçekleri de gözönünde tutarak, kendimize bir metod ve ışık aramak zorundayız.
Türk destanlarında , "Türk töresi" ne uymadığı gerekçesi ile, baba öldürme olayları yer alıyorlardı":
Ortaasya'da söylene gelen efsanelerde büyük kahramanlara, insan üstü hususiyetler verilmek istenmişti. Oğuz Kağan Destanında da, bunun örneklerini pek çok görüyoruz. "Oğuz'un ayağı, ayı ayağı gibi; bileği ise, kurt bileğine benziyordu. Vucûdu, baştan aşağıya tüylerle örtülü idi. Annesinden doğar doğmaz, memeyi ağzına bir defa almış ve sütten bir yudum içtikten sonra da, annesine bir daha yanaşmamıştı. "Çiğ et yiyip, şarap istemeğe başlamıştı". Aşağıda da söyleyeceğimiz gibi, "Türkler çiğ et yemezlerdi". Ama korkunç bir kahraman, onlara göre, çiğ et de yiyebilirdi. Çünkü O, o kadar korkunç ve o kadar bahadır, bir kimse idi:
"Korkunç bir hakan olsun, çok büyük bir han olsun, "Babasını öldürsün, Türk Töresi korunsun".
Ortaasya efsanelerinde, "Manas Han'ın oğlu Semetey doğmuş ve epeyde büyümüştü. Ama ona hiç kimse bir ad bulamamıştı. Günün birinde yurtta, ansızın "Gök sakallı " bir ihtiyar peyda olmuş ve Semetey-Han'ı kucağına alarak, O'na Semetey adını vermişti. Bundan sonra da bir şiir okumağa başlamıştı. Bu şiirin başında, "Semetey öyle büyük, öyle korkunç bir bahadır olacak ki, babasını bile öldürecek" diye söze başlanıyordu. Bu da, büyük bahadırlığın, bir hususiyeti idi. Çünkü, büyük bir kahraman gerekirse, babasına bile acımazdı ve öyle olması lâzımdı. Ama, Türk Mitolojisinde çok önemli bir nokta vardır. Bunu da, hiçbir zaman unutmamamız lâzımdır: "Ne Oğuz Kağan ve nede Mete, kendi öz ihtirasları için babalarını öldürmemişlerdi". Babalarının öldürüşlerinin tek sebebi, onların "Türk töresine uymamış ve riayet etmemiş olmaları" idi. Çünkü Türk töresine göre taht, Mete'nin hakkı idi. Kendisi Baş-Hatun'dan, yani hükümdarın en asil hatunundan doğmuştu. Eski Türk töresine göre hükümdarlık, ancak onun hakkı olabilirdi. Halbuki, Mete'nin babasının yeni bir cariyesi araya girmişti. Babası zayıftı. Kadının tesirinde kalıyordu, "Töreyi unutuyor" ve asil olmayan bir çocuğu, onun yerine geçirmek istiyordu. Göktürk tarihinde, bunun örnekleri çoktur: Üçüncü Göktürk Kağanı Mohan Kağan'ın, çok değerli bir oğlu vardı. Savaşçılığı ve idaresi ile, Türkler arasında büyük bir ün yapmıştı. Ama annesi, birinci hatun değildi. Onun annesi de asil idi ama; asillik derecesi bir kağan doğurmak için yeterli görülmüyordu. Bu sebeple, Mohan Kağan'ın vasiyeti üzerine, kendi oğlu hükümdar olamamış ve yerine küçük kardeşi geçmişti. Hatta Mohan Kağan: Bir evlâtla baba arasındaki bağ, hiçbir şeyle mukayese edilemez. Ama ne yapayım ki aramızda bir de töre var", şeklinde konuşmak zorunda kalmıştı.
"Oğul ile babanın, arasına girilmez,"Mayasıdır Hakanın, Türk Töresi geçilmez!"
Oğuz-Han'da babasını öldürmüştü. Türk cemiyeti, Oğuz-Han'ın babasını öldürmesini, doğru ve töreye uygun bir hareket olarak görüyordu. Çünkü babası, Hak dinini kabul etmemiş ve Tanrı yoluna girmemişti. Hatta Oğuz-Kağan destanları, Kara-Han'ın kendi oğlu Oğuz-Kağan tarafından öldürüldüğünü de söylemiyorlardı. Kara-Han, bilinmeyen bir yerden gelen, bir kılıç darbesi ile ölmüştü. Bazıları da, "Kimin attığı bilinmeyen bir ok Kara-Han'ın hayatına son vermiştir", diyorlardı. Bütün bu sözleri altında yatan, bir istek ve bir eğilim görülüyordu. "Kara-Han'ı, oğlu Oğuz Kağan değil; yine Tanrı öldümüştü". Kimden geldiği bilinmeyen bu kılıç darbesi veya ok, Tanrı tarafından atılmış ve Kara-Han da, bu yolla cezalandırılmıştı. Türk destanlarının hiçbiri, Oğuz Han'ın elini, baba kanına bulandırmıyorlardı. Mete'de öyle idi. Mete'nin bizzat kendisi, babasını öldürmemişti. Türklerde ordu, bir milletin sembolü ve gerçek varlığı idi. Mete'nin babasını öldüren oklar, ordu tarafından atılmıştı. Tuman-Han, binlerce ve hatta onbinlerce ok ile ölmüştü. Mete'nin babası, bütün bir milletin okları ile cezalandırılmış ve bu yolla da töre, yerine getirilmişti.
"Mete ile Oğuz'un, babaları yanılmış, "Tanrı vermiş cezayı, oğul yaptı sanılmış!"
"Büyük Hun İmparatoru Mete'nin bir efsane halinde anlatılan gençliği, Oğuz-Han'ın hayatına benzetilmişti" :
Oğuz Kağan, müslüman olan Türklere göre, babası Kara Han'ı öldürmüş ve onun yerine geçmişti. Zamanımızdan 200 sene önce büyük bir Türk Tarihi yazmış olan bir Fransız bilgini, Oğuz Han'ın Mete olabileceğini söylemiş ve ikisi arasında da bir bağ görmüştü. Bu Fransız bilgininin görüşü, büsbütün de yanlış değildi." Çünkü Mete de, Oğuz-Han gibi babasını öldürmüş ve onun yerine, hükümdar olmuştu."Çin Tarihleri, Mete ile babası arasındaki savaşlar, bir tarih olayı hadisesi gibi anlatıyorlardı. Ama önemli olan nokta, Mete'nin hayatının gençlik çağlarının da, bir efsane olup olmadığı idi. Mete'nin daha sonraki hayatı ve savaşları hakkında, epey şeyler biliyoruz. Tarih kaynaklarından kronolojik olarak kesin bir şekilde verilen bu bilgiler, tarihin ve gerçeğin ta kendileri idiler. Ama bütün tarih boyunca, büyük hükümdarlarla olduğu gibi, Mete'nin hayatının da gençlik çağları, karanlık kalmakta ve bir nevi mitolojiye bürünmüş olarak anlatılmaktadır. Büyük hükümdarların, hemen hemen hepsinin de gençlik çağları, bir mitoloji perdesi arkasında gizlenmiş ve bu devreler, romantik bir şekilde anlatılmıştı. Çinliler, Mete'den sonra Hun'ları ve Ortaasya halklarını, birçok savaş ve temaslar sonunda, çok iyi bir şekilde tanıyabilmişlerdi. Fakat Mete'den önce, Çin kaynaklarında Ortaasya hakkında anlatılan bilgiler, çok karanlıktı. Çinliler bu çağda öyle ki, kendi sınırlarının dışındaki bölgelerden bile haberleri yoktu. Zaten Mete'nin hayatını anlatmağa başlayan Çin tarihleri, üslûp bakımından da mitolojik ve hikâyemsi bir dille konuşuyorlardı. Çin tarihinin üslûbu çok kuru, fakat kronolojik ve kesindi. Zaten bu bilgilerin çoğu, imparatora gelen raporlarla, Çin sarayından çıkan fermanların, kopyalarından başka bir şey değil idiler. Halbuki Mete'nin hayatından Çin tarihleri, âdeta bir Çin romanı gibi söz açıyorlardı.
"Çin tarihlerinin verdikleri yarım mitolojik bilgilere göre Mete, Oğuz-Han gibi kendi babasını öldürmüştü":
Ortaasya'da Tuman adlı bir Hun reisi varmış. Bu reisin de Mete adlı büyük bir oğlu bulunuyormuş. Gerek babasının ve gerekse oğlunun adları, Çin tarihlerinde, zaten, Çin işaretleri ile yazılıyordu. İkiyüz sene önce bu işaretler, Mete şeklinde okunmuş ve bizim tarihçilerimiz de bu adı; Mete olarak yazmışlar ve Türkiye'ye yaymışlardı. Bugün Türkiye'mizde, bu büyük Hun İmparatorunu, "Mete" adı ile tanıyoruz. Birçok kimseler de bu adı, maalesef 200 sene önce okunan, böyle yanlış bir okunuşla, kendi adları olarak tanımaktadırlar. Aslında ise bu Çince işaretleri, "Mao-dun" şeklinde okumak gerekiyordu. Kendi hususî metodlarımıza göre, Mete'nin Türkçe adının herhalde "Bahadır" dan başka bir şey olmaması gerekiyordu. Ama ne yapalım ki, bugün Türkiye'miz de bu büyük Hun hükümdarı, Mete adı ile tanınmış ve öyle yayılmıştır. Mete hakkındaki Çin kaynaklarında okuduğumuz bu efsanemsi olaylar özet olarak şöyledir:
METE'NİN GENÇLİK EFSANESİ
Üçüncü yüzyıldı tam, çok önceydi İsa'dan, Bir fırtına kopmuştu, taşmıştı İç Asya'dan! Sonsuz at sürüleri, yerleri inletmişti. Kurdumsu türküleri, gökleri çınlatmıştı! Atlılar gelmişlerdi, ordular biçmişlerdi, Volga, Sarı nehirden, kanıp, su içmişlerdi! Tarihten uğultular, bir millet var diyordu! Yazılı doğrultular, bir devlet var, diyordu! Hunların ilindeydi, İç Asya ilindeydi, Hun reisi Tuman-Han, herkesin dilindeydi! Bayrağı direkteydi, büyük oğlu Mete'ydi, Diğer bütün komşular, henüz birer çeteydi. Tuman-Han da kanarmış, insanoğluymuy bu ya! Bir cariye hep dermiş: "Bu Mete ölsün!" Diye. Tuman fakat korkarmış, kadına da tapırmış, Bir bahane ararmış, çünkü bir "Töre" varmış! Soyuna bakarlarmış, tek kadın alırlarmış, Sonraki hatunlarsa, mirâssız kalırlarmış. Tuman oğlunu vermiş rehin Yüeçi'lere Sonra da hücum etmiş, sormamış elçileri. Yüe-çi'ler varmışlar, Mete'yi aramışlar, Mete çoktan kaçmışmış, yolları taramışlar. Tuman oğlunu görmüş, aklı başına dönmüş,Şenlik düğün yaptırmış, güya çok mes'ut günmüş. Mete'ye tümen vermiş, eline ferman vermiş, Mete'nin disiplini, Dünyaya hep şan vermiş! Asker Tanrı sanırmış, hep Mete'ye taparmış, Ondan ne buyruk gelse, düşünmeden yaparmış. Orduyu toplamışmış, atını oklamışmış, Tümen disiplinini, böylece yoklamışmış. Askerler ok atmışmış, atlar yere yatmışmış, Atına kıymayanın, kanı yere akmışmış! Bir defa şenlik yapmış, aileler toplanmış, Ok atmış karısına, bütün eşler oklanmış! Biraz nefes alanlar, azıcık geç kalanlar, Kılıçtan geçirilmiş, görülmemiş kaçanlar! Avlara gidilirmiş, şenlikler düzülürmüş, Gelen ordular ile, hayvanlar sürülürmüş. Tuman-Han ava gitmiş, Mete'ye de gel demiş, Kurdu Mete avlamış, Tuman'sa keklik yemiş! Avda bir ok uçmuşmuş, Tuman-Han'a gelmişmiş! Gerçi derler ilk oku, Mete atmıştı, çoğu, Mete'nin tümeni de, bu hedefi delmişmiş! Oğuz'un babasıysa, yemişti "Tanrı oku"! Bu bir efsane idi, ok bir bahane idi, Töre'yi bozan Tuman, tam bir divane idi!
Çin tarihlerinde, Mete'nin babasını öldürüşü ile ilgili olay, böyle anlatılıyordu. "Zaten olayların anlatılışından da, bunun bir mitoloji olduğu, açık olarak görülüyordu." Öyle anlaşılıyor ki bu çağda, Hunlar arasında da, buna benzer efsaneler yok değildi. Mete gibi büyük bir hükümdarın ortaya çıkışı, bütün Ortaasya'yı hakimiyeti altına alışı ve ayrıca komşularını da büyük bir dehşet saçısı sebebi ile, Ortaasya'nın eski mitoloji kahramanlarının hususiyetleri, Mete'ye yakıştırılmış ve onun faaliyetlerine uydurulmuştu.
2. "TÖRE"Yİ BABA BİLE BOZSA, ÖLMELİYDİ
Aslında ise, "Babalarını öldüren çocuk efsaneleri", insanlığın hayalinde yaşamış, çok eski şuuraltı âkisleri idiler. Yunanistan'da da "Kral Ödip", babasını öldürmüştü. Tabiî olarak, Türk efsanelerinden haberleri olmayan, Sigmond Freud gibi büyük ruh doktorları, kral Ödip'le ilgili efsaneyi de açıklamaktan geri kalmamışlar ve hatta şuuraltı görüntülerine göre, birçok tedavi şekilleri bile bulmuşlardı. Bizim eski "Rüya Tabirnâmeleri" mizde de, bu gibi hislerin açıklanmasına yer verilmiştir. Çünkü onlara göre, erkek çocuğun rüyasında, yeni cemiyetin yasak ettiği bir işe şuuraltında girişmiş olması anormal değildi. Tabiî olarak bu konuları Freud, birazda mubalâğa etmiş ve büyütmüştü. Ama kendisi, büyük bir ruh doktoru idi. Bu teşhis yolu ile, birçok erkek çocuklarını da tedavi edip, iyileştirmişti. İşte, böyle, cemiyetin yasak ettiği; fakat şuurlatında toplanan istekler ile hisler, kendilerine masallarda gösteriyorlar ve bir mitoloji motifi haline giriyorlardı. Zaten, insaların ulaşamayacakları şeylerin pek çoğu, masallarda olmuş gibi anlatılıyorlardı. Türklerin, Mete ve Oğuz Han efsanelerinin, ne zaman meydana geldiklerini söylemenin, elbetteki imkânı yoktur. Ama öyle anlaşılıyor ki bunlar, tarihten çok önceki çağlarda, belki de insanlığın, henüz daha insanlıklarını bilmediği devirlerde, hissedilmiş ve duyulmuş hayallerden başka bir şey değil idiler. Yukarıdaki açıklamaları yapmakla,"Oğuz Kağan Destanı" nın, kesin olarak Freud'un nazariyesine göre düzenlenmiş olduğunu, söylemek istemiyoruz. Ama Türk Mitolojisine benzer, daha başka mitolojiler de vardır. Bu motifler, Avrupalı'lar tarafından yüzyıllar boyunca işlenmiş ve bir açıklanma yoluna doğru gidilmiştir. Türk Mitolojisi ise, hiç el atılmamış, üzerinde düşünülmemiş ve hatta birçoklarımızın, varlığına bile inanmadığımız bir konudur. Bunun içindir ki, bizden önce söylenmiş ve görülmüş gerçekleri de gözönünde tutarak, kendimize bir metod ve ışık aramak zorundayız.", insanlığın hayalinde yaşamış, çok eski şuuraltı âkisleri idiler. Yunanistan'da da "Kral Ödip", babasını öldürmüştü. Tabiî olarak, Türk efsanelerinden haberleri olmayan, Sigmond Freud gibi büyük ruh doktorları, kral Ödip'le ilgili efsaneyi de açıklamaktan geri kalmamışlar ve hatta şuuraltı görüntülerine göre, birçok tedavi şekilleri bile bulmuşlardı. Bizim eski "Rüya Tabirnâmeleri" mizde de, bu gibi hislerin açıklanmasına yer verilmiştir. Çünkü onlara göre, erkek çocuğun rüyasında, yeni cemiyetin yasak ettiği bir işe şuuraltında girişmiş olması anormal değildi. Tabiî olarak bu konuları Freud, birazda mubalâğa etmiş ve büyütmüştü. Ama kendisi, büyük bir ruh doktoru idi. Bu teşhis yolu ile, birçok erkek çocuklarını da tedavi edip, iyileştirmişti. İşte, böyle, cemiyetin yasak ettiği; fakat şuurlatında toplanan istekler ile hisler, kendilerine masallarda gösteriyorlar ve bir mitoloji motifi haline giriyorlardı. Zaten, insaların ulaşamayacakları şeylerin pek çoğu, masallarda olmuş gibi anlatılıyorlardı. Türklerin, Mete ve Oğuz Han efsanelerinin, ne zaman meydana geldiklerini söylemenin, elbetteki imkânı yoktur. Ama öyle anlaşılıyor ki bunlar, tarihten çok önceki çağlarda, belki de insanlığın, henüz daha insanlıklarını bilmediği devirlerde, hissedilmiş ve duyulmuş hayallerden başka bir şey değil idiler. Yukarıdaki açıklamaları yapmakla,"Oğuz Kağan Destanı" nın, kesin olarak Freud'un nazariyesine göre düzenlenmiş olduğunu, söylemek istemiyoruz. Ama Türk Mitolojisine benzer, daha başka mitolojiler de vardır. Bu motifler, Avrupalı'lar tarafından yüzyıllar boyunca işlenmiş ve bir açıklanma yoluna doğru gidilmiştir. Türk Mitolojisi ise, hiç el atılmamış, üzerinde düşünülmemiş ve hatta birçoklarımızın, varlığına bile inanmadığımız bir konudur. Bunun içindir ki, bizden önce söylenmiş ve görülmüş gerçekleri de gözönünde tutarak, kendimize bir metod ve ışık aramak zorundayız.
Türk destanlarında , "Türk töresi" ne uymadığı gerekçesi ile, baba öldürme olayları yer alıyorlardı":
Ortaasya'da söylene gelen efsanelerde büyük kahramanlara, insan üstü hususiyetler verilmek istenmişti. Oğuz Kağan Destanında da, bunun örneklerini pek çok görüyoruz. "Oğuz'un ayağı, ayı ayağı gibi; bileği ise, kurt bileğine benziyordu. Vucûdu, baştan aşağıya tüylerle örtülü idi. Annesinden doğar doğmaz, memeyi ağzına bir defa almış ve sütten bir yudum içtikten sonra da, annesine bir daha yanaşmamıştı. "Çiğ et yiyip, şarap istemeğe başlamıştı". Aşağıda da söyleyeceğimiz gibi, "Türkler çiğ et yemezlerdi". Ama korkunç bir kahraman, onlara göre, çiğ et de yiyebilirdi. Çünkü O, o kadar korkunç ve o kadar bahadır, bir kimse idi:
"Korkunç bir hakan olsun, çok büyük bir han olsun, "Babasını öldürsün, Türk Töresi korunsun".
Ortaasya efsanelerinde, "Manas Han'ın oğlu Semetey doğmuş ve epeyde büyümüştü. Ama ona hiç kimse bir ad bulamamıştı. Günün birinde yurtta, ansızın "Gök sakallı " bir ihtiyar peyda olmuş ve Semetey-Han'ı kucağına alarak, O'na Semetey adını vermişti. Bundan sonra da bir şiir okumağa başlamıştı. Bu şiirin başında, "Semetey öyle büyük, öyle korkunç bir bahadır olacak ki, babasını bile öldürecek" diye söze başlanıyordu. Bu da, büyük bahadırlığın, bir hususiyeti idi. Çünkü, büyük bir kahraman gerekirse, babasına bile acımazdı ve öyle olması lâzımdı. Ama, Türk Mitolojisinde çok önemli bir nokta vardır. Bunu da, hiçbir zaman unutmamamız lâzımdır: "Ne Oğuz Kağan ve nede Mete, kendi öz ihtirasları için babalarını öldürmemişlerdi". Babalarının öldürüşlerinin tek sebebi, onların "Türk töresine uymamış ve riayet etmemiş olmaları" idi. Çünkü Türk töresine göre taht, Mete'nin hakkı idi. Kendisi Baş-Hatun'dan, yani hükümdarın en asil hatunundan doğmuştu. Eski Türk töresine göre hükümdarlık, ancak onun hakkı olabilirdi. Halbuki, Mete'nin babasının yeni bir cariyesi araya girmişti. Babası zayıftı. Kadının tesirinde kalıyordu, "Töreyi unutuyor" ve asil olmayan bir çocuğu, onun yerine geçirmek istiyordu. Göktürk tarihinde, bunun örnekleri çoktur: Üçüncü Göktürk Kağanı Mohan Kağan'ın, çok değerli bir oğlu vardı. Savaşçılığı ve idaresi ile, Türkler arasında büyük bir ün yapmıştı. Ama annesi, birinci hatun değildi. Onun annesi de asil idi ama; asillik derecesi bir kağan doğurmak için yeterli görülmüyordu. Bu sebeple, Mohan Kağan'ın vasiyeti üzerine, kendi oğlu hükümdar olamamış ve yerine küçük kardeşi geçmişti. Hatta Mohan Kağan: Bir evlâtla baba arasındaki bağ, hiçbir şeyle mukayese edilemez. Ama ne yapayım ki aramızda bir de töre var", şeklinde konuşmak zorunda kalmıştı.
"Oğul ile babanın, arasına girilmez,"Mayasıdır Hakanın, Türk Töresi geçilmez!"
Oğuz-Han'da babasını öldürmüştü. Türk cemiyeti, Oğuz-Han'ın babasını öldürmesini, doğru ve töreye uygun bir hareket olarak görüyordu. Çünkü babası, Hak dinini kabul etmemiş ve Tanrı yoluna girmemişti. Hatta Oğuz-Kağan destanları, Kara-Han'ın kendi oğlu Oğuz-Kağan tarafından öldürüldüğünü de söylemiyorlardı. Kara-Han, bilinmeyen bir yerden gelen, bir kılıç darbesi ile ölmüştü. Bazıları da, "Kimin attığı bilinmeyen bir ok Kara-Han'ın hayatına son vermiştir", diyorlardı. Bütün bu sözleri altında yatan, bir istek ve bir eğilim görülüyordu. "Kara-Han'ı, oğlu Oğuz Kağan değil; yine Tanrı öldümüştü". Kimden geldiği bilinmeyen bu kılıç darbesi veya ok, Tanrı tarafından atılmış ve Kara-Han da, bu yolla cezalandırılmıştı. Türk destanlarının hiçbiri, Oğuz Han'ın elini, baba kanına bulandırmıyorlardı. Mete'de öyle idi. Mete'nin bizzat kendisi, babasını öldürmemişti. Türklerde ordu, bir milletin sembolü ve gerçek varlığı idi. Mete'nin babasını öldüren oklar, ordu tarafından atılmıştı. Tuman-Han, binlerce ve hatta onbinlerce ok ile ölmüştü. Mete'nin babası, bütün bir milletin okları ile cezalandırılmış ve bu yolla da töre, yerine getirilmişti.
"Mete ile Oğuz'un, babaları yanılmış, "Tanrı vermiş cezayı, oğul yaptı sanılmış!"
ER MANAS DESTANI
Bu muhteşem Türk Destanının tamamı 400.000 mısradır. Bir Kırgız destanıdır. Müslüman Kırgızlarla Putperest Kalmuklar arasında mücâdeleleri anlatır. Bununla beraber Manas Destanının dokuzuncu yüzyılda, Kırgızların Yenisey Kıyılarında devlet kurmağa başladıkları sırada oluşmuş olduğunu ileri süren ilim adamları da vardır.
Manas'ın, tarihte gerçekten var olduğunu gösterir izler görülememiş ise de, Kırgız-Kalmuk mücadelelerinde göz doldurmuş bir Kırgız yiğidinin, belki de bir Kırgız Beğinin adı ve yiğitliği ile bu destana konu olduğunu düşünebiliriz.
Manas Destanı, Kırgızların bir bakıma ansiklopedisi gibidir. Manas Destanında Kırgızların bütün gelenek ve göreneklerini, törelerini, inanışlarını, görüşlerini, başka milletlerle olan ilişkilerini, masallarını ve ahlak anlayışlarını bulmak mümkündür.
Manas Destanının bütününü söyleyenlere Manasçı, bir kısmını söyleyenlere Ircı denilir. Manasçılar, destanı anlatırken kendi zamanlarının etkisi altında kaldıkları olaylar ile kendi duygu ve düşüncelerini de ustaca katmışlardır.
Manas Destanına ilk defa, Kazak-Kırgız yöneticisi olan Rus aslından Franel tesadüf etmiştir. Daha sonra Çokan Velihanof 1856 yılında destanı dinlemiş fakat destanın en uzun parçasını Radloff yazıya geçirerek 1885te yayınlamıştır.
Destanın en önemli bölümlerini Manas, Manas'ın oğlu Semetay, Manas'ın torunu Seytek, Colay ve Töştük'ün hikâyeleri teşkil etmektedir. Colay ve Er Tostuk hikayeleri ile ilgili bölümlerin Colay adında bir Manaş'çıdan derlendiği sanılmaktadır.
Destanın bölümlerine göre özeti:
1) Yeditör adını taşıyan yerde Boyun Han oturmaktadır. Boyun Hanın oğlu Kara Han ve onun oğlu Çakıp Han (Yakûp Han) adıyla anılır. Çakıp Han, Alma Ata ırmağının gözesinde, Sungur Yuvası denilen yerde yerleşmiştir; Çakıp Han'ın hiç çocuğu yoktur. Bir gün Tanrıdan bir oğlan çocuk ister, onun yiğitler yiğidi olmasını diler. Tanrının izni ile bir oğlu olur. Oğlu olduğu için de Tanrıya güzel bir kısrak kurban eder. Dört Peygamber gelip çocuğa ad kor, adına Manas, der.
Manas dile gelir, babasına: "Ben İslâm yolunu açacağım, inanmayanların malını yağmalayacağım" deyince Çakıp Han, çok eski arkadaşı olan Bakaya haber gönderir çağırır. Baka gelince Manas'ın söylediklerini Ona nakleder, bu söz üzerine Baka: "Pek güzel söz" der: "Hemen atlanalım, Çin'e akın edelim, Pekin yolunu bozalım!"
Dediği gibi yaptılar.
Çakıp Han'ın oğlu genç Manas ise on yaşına gelince ok attı, on dört yaşına basınca Hân Evini basıp yıktı, Hân oldu. Kâşgar'dan bütün Çinlileri sürüp Turfana tıktı, Turfandaki Çinlileri sürdü, Aksu'ya attı.
2) Kalmuk Han'ın oğlu Almambet'in Müslüman oluşu, Er Kökçe'ye sığınışı, Er Kökçe'den de ayrılıp Manasa gelişini anlatır:
Yerin yer suyun su olduğu çağda... altı atanın oğlu gavur, üç atanın oğlu Müslüman idi. O zaman Kara Han'ın oğlu Amambet doğdu, hemen büyüdü ve Müslüman oldu. Babasını Müslüman olmadığı için öldürdü, kaçıp geldi müslüman beylerinden Er Kökçe'ye sığındı. Er Kökçe'nin kırk yiğidi vardı. Bu kırk yiğit, Beylerinin bu Kalmuklu'ya, Almambet'e çok iltifatlar edip onu yanından ayırmadığını görünce kıskandılar, kıskanınca da Almambet hakkında dedikodular çıkarıp yaydılar. Bu yüzden Almambet ile er Kökçe Bey'in arası bozuldu.
Almambet kalkıp Manas'ın Bey evine geldi.
Manas da Almambet'i büyük iltifatlarla karşıladı. Manas, Almambet'i çok sevdi.
3) Manas ile Er Kökçe'nin savaşmasını anlatır:
Manas'ın çerileri Er Kökçe'nin ilini yağma ederler. Savaşta Er Kökçe yenilir. Ardından Çakıp Han, oğlu Manas'ı evlendirmek ister. Kız aramağa başlar. Temir Hanın kızı olan Kanıkey'in, Manas'a uygun bir evdeş olduğunu sağlık verirler. Temir Han da kızını Manas'a vermek istemektedir. Fakat Temir Hanın baş danışmanı bu evlenmeye engel olmağa çalışır. Bu yüzden düğün esnasında kavgalar olur, ucu savaşa ve yağmaya varır. Sonunda baş danışman Mendibay Manas'ı zehirler Manas ölür. Manas'ın ölümü ailesini yoksulluğa, sıkıntıya ve felâkete düşürür. Atı, doğanı ve köpeği mezarının başında ağlarlar; Manas'ın canını bağışlaması için Tanrıya yalvarıp yakarırlar. Manas'ın kırk yiğidi vardır ama hepsi de beğlerini unuturlar. Tanrı, Manas'ın hayvanlarının bu bağlılığı karşısında onların duasını kabul eder; Manas dirilir. Eskisi gibi, eskisinden daha güçlü bir şekilde iline ve töresine hizmet eder.
4) Kökütey Han'ın yas törenini anlatır:
Kökütey Han hastalanır. Son nefesini vermeden önce vasiyetini yapar. Ardından da ölür. Kökütey Han'ın ölümü üzerine komşu milletlerden yas töreni için çağırılanlar olur; herkes gelir. Büyük bir yuğ töreni yapılır. Törenin biteceğine yakın konuklar arasında bir kavga başlar, sonu savaşa varır. Manas ile Müslüman olmayan Colay Han arasında süren savaş uzayıp gider.
5) Göz Kaman'ı anlatır:
Çakıp Han'ın, küçükken Kalmuklara esir düşen ve Moğolistan'a götürülüp orada büyütülen Göz Kaman adlı bir kardeşi vardır. Göz Kaman Moğolistan'da, Kalmuklar arasında büyütülüp orada bir Kalmuk kızıyla evlendirilir; beş oğlu olur; bir gün oğullan ile birlikte asıl yurduna döner. Kalmukça konuşmaktadır.
Manas, hem amcasını hiç görmediği ve o güne kadar tanımadığı, hem de amcası Kalmukça konuştuğu için onu casus zanneder: yakalayıp zincire vurur. Bunları yaptıktan sonra böyle bir amcası olup olmadığını anlamak için babasına haber gönderir. Colay Han haberi alınca sevinir ve kardeşini hoş tutması için oğluna emir verir. Fakat Manas'ın annesi ile karısı da Göz Kaman'dan hoşlanmamışlar hele Kalmukça konuşmasını büsbütün yadırgamışlardır. Bu yüzden birlik olup hep beraber Çakıp Hanın buyruğunu hiçe sayarlar. Yalnız Manas babasının buyruğunu dinleyip amcasına iyi davranır, hatta amcası ve oğullan için büyük bir şölen verir. Fakat Göz Kaman'ın oğullan bu şölende bir kavga çıkarıp Manas'ı döverler.
Manas, Kalmuklara karşı sefere çıktığında amcasının oğullan Kalmukça bildiği için onlardan yararlanmak ister. Gökçegöz'ü Kalmuklara casus olarak gönderir. Gökçegöz Kalmuklar tarafına geçer geçmez Manas'a ihanet eder. Manas bunun üzerine Almambet'i gönderir. Almambet'in yardımıyla Manas savaşı kazanır. Bir çok ganimetler alır, dönerken yarı yolda Gökçegöz ile karşılaşırlar Gökçegöz Manas'ı, kırk yiğidi ile birlikte zehirler. Kırk yiğit ölür. Manas'ı, karısı Kanıkey kurtarır. Mekke'den erenler gelir, Kanıkey'e yardım ederler.Manas iyi olur olmaz Mekke'ye gider; dua edip Tanrıya yalvararak kırk yiğidinin dirilmesini sağlar. "
6) Semetey'in doğumunu anlatır.
Manas artık ihtiyarlamıştır.
Ak atı halsiz düşmüş zayıflamıştır.
Manas kırk yiğidini yanına çağırır. Ölümünden sonra doğacak olan oğluna iyi bakmaları için vasiyet eder.
Ve Manas ölür.
Manas için büyük bir yuğ töreni yapılır, yas tutulur.
Çakıp Han Kanıkey'e haber göndererek Manas'ın kırk yiğidinden biri olan Abeke'ye Onu beğenmezse Köbeş'e varıp evlenmesini buyurur. Kanıkey'in doğumu yakındır:
- Kızım olursa dediğini tutar evlenirim, gel gelelim oğlum olursa evlenmek şöyle dursun ne Abeke'nin suratına ne de Köbeş'in yüzüne bakarım, diye cevabını gönderir.
Kanıkey'in bir oğlu olur. Dediğini yapıp kimseyle evlenmez. Ötekiler Kanıkey'in oğlunu öldürmek isterler. Bunu öğrenen Kanıkey oğlunu alıp babası Temir Han'ın ülkesine kaçar. Yolda türlü sıkıntılar çeker, başına gelmedik kalmaz". Sonunda Temir Hanın ülkesine varır, Bey Evine ulaşır.
Temir Han kızına ve torununa kavuşunca pek çok şölenler verir. Torununa ad konulması için bütün il halkını toplar fakat çocuğa kimse bir ad bulup da koyamaz. Ansızın, nerden geldiği bilinmeyen aksakallı bir ihtiyar görünür, uzun uzun dualar eder; Temir Han'ın torununa Semetey adını verir.
Semetey büyür. Baba yurduna dönmek ister. Yola çıkacağı sırada annesi Kanıkey:
-Baka'ya selam söyle, ne söylerse sözünü tut, dışına çıkma, diye tenbih eder.
Semetey, baba ocağına döner. Çakıp Han sağdır; torunu Semetey'in, annesine yapılan eziyetlerin acısını çıkaracağını, öç alacağını sanarak korkar. Bu yüzden Semetey'i zehirlemeğe karar verir. Kararını uygulayacağı sırada durumu öğrenen Semetey hem Cakıp Hanı, hem de Abeke ve Köbeş'i öldürür.
7) Semetey'in baba ocağına yerleştikten sonrasını anlatır:
Semetey, baba ocağına dönüp öz yurduna yerleştikten sonra, Kalmuklar üstüne akınlar yapmak için hazırlıklara başlar. Babasının, hayatta kalan kırk yiğidini çağırıp toplar. Der ki:
- Akın yapmamız gerek; at sürüleri ve ganimet almamız gerek!
Bu sözden sonra sefere çıkar.
Fakat kırk yiğit, kendi aralarında toplanıp konuşurlar:
- Bizden öncekiler yetmiş yaşına vardı; bizden sonrakiler altmışına ulaştı. Biz, bu Semetey'in babasına hizmet ettik, şimdi de oğluna hizmet edeceğiz, ihtiyarladık artık. Semetey, bizi bu ihtiyar hâlimizde yüce dağ başlarından aşırmak diler, çağlayanlı sulardan geçirmek diler; bizi öldürmeğe kastetmiştir, dönelim! dediler.
Semetey'in buyruğunu dinlemediler, geri döndüler, kaçtılar.
Semetey, babasından kalma kırk yiğidin ardından yetişip onlara tatlı söz söyledi, alttan alıp yalvardı.
Semetey, onca sözden sonra babasından kalma kırk yiğide söz geçiremeyince onları öldürür.
Bu arada, Acubey ile Almambet'in birer oğulları olmuştur. Semetey, bu çocukları kendisine kardeş edinir.
Birinin adını Kançura ötekinin adını Külçura koyup öyle çağırır.
Kançura ile Külçura da büyürler. Büyüyünce Semetey'e hizmet etmeğe başlarlar. Bir gün gelir, Semetey, Kançura ile Külçura'ya, Akın Han'm kızı Ay Çürek'i evlenmek üzere kaçırmak istediğini söyler ve onlardan bu iş için hizmet ister. Bunun için de Akın Han'ın ülkesine sefere çıkılması gerektiğini anlatır. Dediklerini yaparlar, Ay Çürek'i kaçırırlar. Gel gelelim Ay Çürek'in bir de nişanlısı vardır ki Kökçe oğlu Ümetey dîye bilinmiştir. Bu Kökçe oğlu Ümetey, Ay Çürek'in kaçırılışını kendisine yediremez. O da karşılık olarak Semetey'in sürülerini yağmalar. Bunun üzerine aralarında bir savaş başlar. Birbirlerini karşılıklı olarak yağmalayıp dururlar. Sonunda Semetey, Kökçe oğlu Ümetey'e barış teklif eder. Savaştan yorulan Ümetey de bunu kabul eder.
Ümetey'le yaptığı barıştan biraz rahatlayan Semetey, başka bir sefere çıkmak için hazırlandığı sırada bir düş görür. Düşünü karısı Ay Çürek'e anlatır. Ay Çürek düşü yorumlayıp:
- Sen bu sefere çıkma, der. Çıkarsan başına bir felâket gelecek.
Fakat Semetey inatçıdır. Boş sözlere kulak asacak türden değildir. Karısının düşünü yorumlamasına karşılık:
- Düş dediğin şey saçmalıktır!., diye karşılık verdi.
Böyle demesine rağmen, düşünün hayra yorulması için de babasının ruhuna en iyi kısraklarından birini kurban eder. Arkasından Er Kıyas'ın ülkesine akın başlar.
Akının en kızışmış zamanında Almambet'in oğlu Kançura, Semetey'e ihanet eder ve onu yakalayıp Er Kıyas'a götürür. Semetey'e ihanet etmeyen Külçura'yı da köle olarak kullanırlar.
Bu sırada Ay Çürek bir oğlan çocuk doğurmuştur. Ay Çüreğin bir oğlan çocuğu doğurduğunu duyan Er Kıyas, çocuğu yaşatmak istemez. Öldürtmeğe çalışır. Oğlunu kurtarmak isteyen Ay Çürek Er Kıyası korkutur:
- Eğer sen benim oğlumu öldürtürsen ben de seni babam Akın Han'a şikâyet ederim, ülkeni alt üst ettirir öcümü alırım, der.
Er Kıyas korktuğu için çocuğu öldürtmeyip kendine evlât edinerek yanında alıkoyar. Halkını toplayıp çocuğa ad koymak ister. Fakat kimse bir ad bulamaz. Aksakallı Aykoca derler bir ihtiyar vardır, sonunda o gelir, Ay
Çürek'in oğluna Seytek adını verir.
Seytek de büyür, delikanlı olur, yiğit olur. Külçura'yı koruyup kölelikten kurtarır. Er Kıyas öldürülür. Bunlardan sonra Seytek baba yurduna, öz ocağına döner. Babasına ihanet eden Almambet'in oğlu Kançura, Seytek'in baba yurduna Bey olmuştur. Üstelik Seytek'in babaannesi Kanıkey'e koyun güttürüp çobanlık yaptırmış, işkence etmiştir.Durumu görüp öğrenen Külçura, Kançura'yı yakalar ve Kanıkey de onu öldürür. Baba yurduna yerleşen Semetey ise Taşkent'ten Talasa kadar yayılan geniş ülkeleri yönetimi altına alıp oraların Hanı olur.
http://www.turktarih.net/
Manas'ın, tarihte gerçekten var olduğunu gösterir izler görülememiş ise de, Kırgız-Kalmuk mücadelelerinde göz doldurmuş bir Kırgız yiğidinin, belki de bir Kırgız Beğinin adı ve yiğitliği ile bu destana konu olduğunu düşünebiliriz.
Manas Destanı, Kırgızların bir bakıma ansiklopedisi gibidir. Manas Destanında Kırgızların bütün gelenek ve göreneklerini, törelerini, inanışlarını, görüşlerini, başka milletlerle olan ilişkilerini, masallarını ve ahlak anlayışlarını bulmak mümkündür.
Manas Destanının bütününü söyleyenlere Manasçı, bir kısmını söyleyenlere Ircı denilir. Manasçılar, destanı anlatırken kendi zamanlarının etkisi altında kaldıkları olaylar ile kendi duygu ve düşüncelerini de ustaca katmışlardır.
Manas Destanına ilk defa, Kazak-Kırgız yöneticisi olan Rus aslından Franel tesadüf etmiştir. Daha sonra Çokan Velihanof 1856 yılında destanı dinlemiş fakat destanın en uzun parçasını Radloff yazıya geçirerek 1885te yayınlamıştır.
Destanın en önemli bölümlerini Manas, Manas'ın oğlu Semetay, Manas'ın torunu Seytek, Colay ve Töştük'ün hikâyeleri teşkil etmektedir. Colay ve Er Tostuk hikayeleri ile ilgili bölümlerin Colay adında bir Manaş'çıdan derlendiği sanılmaktadır.
Destanın bölümlerine göre özeti:
1) Yeditör adını taşıyan yerde Boyun Han oturmaktadır. Boyun Hanın oğlu Kara Han ve onun oğlu Çakıp Han (Yakûp Han) adıyla anılır. Çakıp Han, Alma Ata ırmağının gözesinde, Sungur Yuvası denilen yerde yerleşmiştir; Çakıp Han'ın hiç çocuğu yoktur. Bir gün Tanrıdan bir oğlan çocuk ister, onun yiğitler yiğidi olmasını diler. Tanrının izni ile bir oğlu olur. Oğlu olduğu için de Tanrıya güzel bir kısrak kurban eder. Dört Peygamber gelip çocuğa ad kor, adına Manas, der.
Manas dile gelir, babasına: "Ben İslâm yolunu açacağım, inanmayanların malını yağmalayacağım" deyince Çakıp Han, çok eski arkadaşı olan Bakaya haber gönderir çağırır. Baka gelince Manas'ın söylediklerini Ona nakleder, bu söz üzerine Baka: "Pek güzel söz" der: "Hemen atlanalım, Çin'e akın edelim, Pekin yolunu bozalım!"
Dediği gibi yaptılar.
Çakıp Han'ın oğlu genç Manas ise on yaşına gelince ok attı, on dört yaşına basınca Hân Evini basıp yıktı, Hân oldu. Kâşgar'dan bütün Çinlileri sürüp Turfana tıktı, Turfandaki Çinlileri sürdü, Aksu'ya attı.
2) Kalmuk Han'ın oğlu Almambet'in Müslüman oluşu, Er Kökçe'ye sığınışı, Er Kökçe'den de ayrılıp Manasa gelişini anlatır:
Yerin yer suyun su olduğu çağda... altı atanın oğlu gavur, üç atanın oğlu Müslüman idi. O zaman Kara Han'ın oğlu Amambet doğdu, hemen büyüdü ve Müslüman oldu. Babasını Müslüman olmadığı için öldürdü, kaçıp geldi müslüman beylerinden Er Kökçe'ye sığındı. Er Kökçe'nin kırk yiğidi vardı. Bu kırk yiğit, Beylerinin bu Kalmuklu'ya, Almambet'e çok iltifatlar edip onu yanından ayırmadığını görünce kıskandılar, kıskanınca da Almambet hakkında dedikodular çıkarıp yaydılar. Bu yüzden Almambet ile er Kökçe Bey'in arası bozuldu.
Almambet kalkıp Manas'ın Bey evine geldi.
Manas da Almambet'i büyük iltifatlarla karşıladı. Manas, Almambet'i çok sevdi.
3) Manas ile Er Kökçe'nin savaşmasını anlatır:
Manas'ın çerileri Er Kökçe'nin ilini yağma ederler. Savaşta Er Kökçe yenilir. Ardından Çakıp Han, oğlu Manas'ı evlendirmek ister. Kız aramağa başlar. Temir Hanın kızı olan Kanıkey'in, Manas'a uygun bir evdeş olduğunu sağlık verirler. Temir Han da kızını Manas'a vermek istemektedir. Fakat Temir Hanın baş danışmanı bu evlenmeye engel olmağa çalışır. Bu yüzden düğün esnasında kavgalar olur, ucu savaşa ve yağmaya varır. Sonunda baş danışman Mendibay Manas'ı zehirler Manas ölür. Manas'ın ölümü ailesini yoksulluğa, sıkıntıya ve felâkete düşürür. Atı, doğanı ve köpeği mezarının başında ağlarlar; Manas'ın canını bağışlaması için Tanrıya yalvarıp yakarırlar. Manas'ın kırk yiğidi vardır ama hepsi de beğlerini unuturlar. Tanrı, Manas'ın hayvanlarının bu bağlılığı karşısında onların duasını kabul eder; Manas dirilir. Eskisi gibi, eskisinden daha güçlü bir şekilde iline ve töresine hizmet eder.
4) Kökütey Han'ın yas törenini anlatır:
Kökütey Han hastalanır. Son nefesini vermeden önce vasiyetini yapar. Ardından da ölür. Kökütey Han'ın ölümü üzerine komşu milletlerden yas töreni için çağırılanlar olur; herkes gelir. Büyük bir yuğ töreni yapılır. Törenin biteceğine yakın konuklar arasında bir kavga başlar, sonu savaşa varır. Manas ile Müslüman olmayan Colay Han arasında süren savaş uzayıp gider.
5) Göz Kaman'ı anlatır:
Çakıp Han'ın, küçükken Kalmuklara esir düşen ve Moğolistan'a götürülüp orada büyütülen Göz Kaman adlı bir kardeşi vardır. Göz Kaman Moğolistan'da, Kalmuklar arasında büyütülüp orada bir Kalmuk kızıyla evlendirilir; beş oğlu olur; bir gün oğullan ile birlikte asıl yurduna döner. Kalmukça konuşmaktadır.
Manas, hem amcasını hiç görmediği ve o güne kadar tanımadığı, hem de amcası Kalmukça konuştuğu için onu casus zanneder: yakalayıp zincire vurur. Bunları yaptıktan sonra böyle bir amcası olup olmadığını anlamak için babasına haber gönderir. Colay Han haberi alınca sevinir ve kardeşini hoş tutması için oğluna emir verir. Fakat Manas'ın annesi ile karısı da Göz Kaman'dan hoşlanmamışlar hele Kalmukça konuşmasını büsbütün yadırgamışlardır. Bu yüzden birlik olup hep beraber Çakıp Hanın buyruğunu hiçe sayarlar. Yalnız Manas babasının buyruğunu dinleyip amcasına iyi davranır, hatta amcası ve oğullan için büyük bir şölen verir. Fakat Göz Kaman'ın oğullan bu şölende bir kavga çıkarıp Manas'ı döverler.
Manas, Kalmuklara karşı sefere çıktığında amcasının oğullan Kalmukça bildiği için onlardan yararlanmak ister. Gökçegöz'ü Kalmuklara casus olarak gönderir. Gökçegöz Kalmuklar tarafına geçer geçmez Manas'a ihanet eder. Manas bunun üzerine Almambet'i gönderir. Almambet'in yardımıyla Manas savaşı kazanır. Bir çok ganimetler alır, dönerken yarı yolda Gökçegöz ile karşılaşırlar Gökçegöz Manas'ı, kırk yiğidi ile birlikte zehirler. Kırk yiğit ölür. Manas'ı, karısı Kanıkey kurtarır. Mekke'den erenler gelir, Kanıkey'e yardım ederler.Manas iyi olur olmaz Mekke'ye gider; dua edip Tanrıya yalvararak kırk yiğidinin dirilmesini sağlar. "
6) Semetey'in doğumunu anlatır.
Manas artık ihtiyarlamıştır.
Ak atı halsiz düşmüş zayıflamıştır.
Manas kırk yiğidini yanına çağırır. Ölümünden sonra doğacak olan oğluna iyi bakmaları için vasiyet eder.
Ve Manas ölür.
Manas için büyük bir yuğ töreni yapılır, yas tutulur.
Çakıp Han Kanıkey'e haber göndererek Manas'ın kırk yiğidinden biri olan Abeke'ye Onu beğenmezse Köbeş'e varıp evlenmesini buyurur. Kanıkey'in doğumu yakındır:
- Kızım olursa dediğini tutar evlenirim, gel gelelim oğlum olursa evlenmek şöyle dursun ne Abeke'nin suratına ne de Köbeş'in yüzüne bakarım, diye cevabını gönderir.
Kanıkey'in bir oğlu olur. Dediğini yapıp kimseyle evlenmez. Ötekiler Kanıkey'in oğlunu öldürmek isterler. Bunu öğrenen Kanıkey oğlunu alıp babası Temir Han'ın ülkesine kaçar. Yolda türlü sıkıntılar çeker, başına gelmedik kalmaz". Sonunda Temir Hanın ülkesine varır, Bey Evine ulaşır.
Temir Han kızına ve torununa kavuşunca pek çok şölenler verir. Torununa ad konulması için bütün il halkını toplar fakat çocuğa kimse bir ad bulup da koyamaz. Ansızın, nerden geldiği bilinmeyen aksakallı bir ihtiyar görünür, uzun uzun dualar eder; Temir Han'ın torununa Semetey adını verir.
Semetey büyür. Baba yurduna dönmek ister. Yola çıkacağı sırada annesi Kanıkey:
-Baka'ya selam söyle, ne söylerse sözünü tut, dışına çıkma, diye tenbih eder.
Semetey, baba ocağına döner. Çakıp Han sağdır; torunu Semetey'in, annesine yapılan eziyetlerin acısını çıkaracağını, öç alacağını sanarak korkar. Bu yüzden Semetey'i zehirlemeğe karar verir. Kararını uygulayacağı sırada durumu öğrenen Semetey hem Cakıp Hanı, hem de Abeke ve Köbeş'i öldürür.
7) Semetey'in baba ocağına yerleştikten sonrasını anlatır:
Semetey, baba ocağına dönüp öz yurduna yerleştikten sonra, Kalmuklar üstüne akınlar yapmak için hazırlıklara başlar. Babasının, hayatta kalan kırk yiğidini çağırıp toplar. Der ki:
- Akın yapmamız gerek; at sürüleri ve ganimet almamız gerek!
Bu sözden sonra sefere çıkar.
Fakat kırk yiğit, kendi aralarında toplanıp konuşurlar:
- Bizden öncekiler yetmiş yaşına vardı; bizden sonrakiler altmışına ulaştı. Biz, bu Semetey'in babasına hizmet ettik, şimdi de oğluna hizmet edeceğiz, ihtiyarladık artık. Semetey, bizi bu ihtiyar hâlimizde yüce dağ başlarından aşırmak diler, çağlayanlı sulardan geçirmek diler; bizi öldürmeğe kastetmiştir, dönelim! dediler.
Semetey'in buyruğunu dinlemediler, geri döndüler, kaçtılar.
Semetey, babasından kalma kırk yiğidin ardından yetişip onlara tatlı söz söyledi, alttan alıp yalvardı.
Semetey, onca sözden sonra babasından kalma kırk yiğide söz geçiremeyince onları öldürür.
Bu arada, Acubey ile Almambet'in birer oğulları olmuştur. Semetey, bu çocukları kendisine kardeş edinir.
Birinin adını Kançura ötekinin adını Külçura koyup öyle çağırır.
Kançura ile Külçura da büyürler. Büyüyünce Semetey'e hizmet etmeğe başlarlar. Bir gün gelir, Semetey, Kançura ile Külçura'ya, Akın Han'm kızı Ay Çürek'i evlenmek üzere kaçırmak istediğini söyler ve onlardan bu iş için hizmet ister. Bunun için de Akın Han'ın ülkesine sefere çıkılması gerektiğini anlatır. Dediklerini yaparlar, Ay Çürek'i kaçırırlar. Gel gelelim Ay Çürek'in bir de nişanlısı vardır ki Kökçe oğlu Ümetey dîye bilinmiştir. Bu Kökçe oğlu Ümetey, Ay Çürek'in kaçırılışını kendisine yediremez. O da karşılık olarak Semetey'in sürülerini yağmalar. Bunun üzerine aralarında bir savaş başlar. Birbirlerini karşılıklı olarak yağmalayıp dururlar. Sonunda Semetey, Kökçe oğlu Ümetey'e barış teklif eder. Savaştan yorulan Ümetey de bunu kabul eder.
Ümetey'le yaptığı barıştan biraz rahatlayan Semetey, başka bir sefere çıkmak için hazırlandığı sırada bir düş görür. Düşünü karısı Ay Çürek'e anlatır. Ay Çürek düşü yorumlayıp:
- Sen bu sefere çıkma, der. Çıkarsan başına bir felâket gelecek.
Fakat Semetey inatçıdır. Boş sözlere kulak asacak türden değildir. Karısının düşünü yorumlamasına karşılık:
- Düş dediğin şey saçmalıktır!., diye karşılık verdi.
Böyle demesine rağmen, düşünün hayra yorulması için de babasının ruhuna en iyi kısraklarından birini kurban eder. Arkasından Er Kıyas'ın ülkesine akın başlar.
Akının en kızışmış zamanında Almambet'in oğlu Kançura, Semetey'e ihanet eder ve onu yakalayıp Er Kıyas'a götürür. Semetey'e ihanet etmeyen Külçura'yı da köle olarak kullanırlar.
Bu sırada Ay Çürek bir oğlan çocuk doğurmuştur. Ay Çüreğin bir oğlan çocuğu doğurduğunu duyan Er Kıyas, çocuğu yaşatmak istemez. Öldürtmeğe çalışır. Oğlunu kurtarmak isteyen Ay Çürek Er Kıyası korkutur:
- Eğer sen benim oğlumu öldürtürsen ben de seni babam Akın Han'a şikâyet ederim, ülkeni alt üst ettirir öcümü alırım, der.
Er Kıyas korktuğu için çocuğu öldürtmeyip kendine evlât edinerek yanında alıkoyar. Halkını toplayıp çocuğa ad koymak ister. Fakat kimse bir ad bulamaz. Aksakallı Aykoca derler bir ihtiyar vardır, sonunda o gelir, Ay
Çürek'in oğluna Seytek adını verir.
Seytek de büyür, delikanlı olur, yiğit olur. Külçura'yı koruyup kölelikten kurtarır. Er Kıyas öldürülür. Bunlardan sonra Seytek baba yurduna, öz ocağına döner. Babasına ihanet eden Almambet'in oğlu Kançura, Seytek'in baba yurduna Bey olmuştur. Üstelik Seytek'in babaannesi Kanıkey'e koyun güttürüp çobanlık yaptırmış, işkence etmiştir.Durumu görüp öğrenen Külçura, Kançura'yı yakalar ve Kanıkey de onu öldürür. Baba yurduna yerleşen Semetey ise Taşkent'ten Talasa kadar yayılan geniş ülkeleri yönetimi altına alıp oraların Hanı olur.
http://www.turktarih.net/
GÖÇ DESTANI
Bu destan da bir Uygur destanıdır ve daha önce belirtildiği üzere, Türeyiş Destanının bir uzantısı gibidir. Bugün, Orhun nehri kıyısında bir şehir kalıntısı ile bir saray yıkıntısı vardır ki çok eskiden bu şehre Ordu -Balık denildiği sanılmaktadır. Büyük Uygur Destam'nın son bölümü diye kabul edebileceğimiz Göç Destanı, işte bu şehrin saray yıkıntısının önünde bugün görülebilecek şekilde duran yazıtlarda yazılı olduğunu Hüseyin Namık Orkun ileri sürmektedir. Yine Hüseyin Namık Orkun'un belirttiğine göre bu yazıtlar, Moğol Hânı Öğüdey zamanında Çin'den getirilen uzmanlara okutturulup tercüme ettirilmiştir.
Göç Destanının Çin ve Iran kaynaklarındaki kayıtlarına göre iki ayrı söyleyiş hâlinde olduğu bilinmekte ise de aslında birbirinin tamamlayıcısı gibidir. Iran kaynaklarındaki söyleyiş, daha çok tarih bilgilerine yakındır. Aynı zamanda Iran söyleyişi, Türklerin Maniheizm'i kabulünü anlatan bir menkıbe görünümündedir. Aşağıda özetlenmiş olan söyleyiş Cüveynî'nin Tarib-i Cihanküşa adlı eserinde yazılıdır, bu söyleyişe göre, destanda sözü geçen iki ağacın, Maniheizm'in kurucusu Mani'nin "iki Esas" adlı eserindeki iki ağacı temsil ve taklit ettiğini Prof. Fuad Köprülü ileri sürmektedir.
Çin Kaynaklarına Göre Göç Destanı:
Uygur Ülkesinde, Tuğla ve Selenge ırmaklarının birleştiği yerde Kumlançu denilen bir tepe vardır. Adına Hulin Dağı derlerdi.
Hulin Dağlarında da, birbirine çok yakın iki ağaç büyümüştü. Biri kayın ağacıydı. Bir gece, kayın ağacının üzerine gökyüzünden bir mavi ışık düştü, iki ırmak arasında yaşayan insanlar bu ışığı gördü ve ürpererek izledi. Kutsal bir ışıktı. Kayın ağacının üzerinde aylar ayı kaldı. Kutsal ışık, kayın ağacının üstünde kaldığı süre içinde kayın ağacının gövdesi büyüdükçe büyüdü, kabardı. Oradan çok güzel türküler gelmeğe başladı. Gece oldu mu, ağacın otuz adım ötesinden bütün çevre ışıklar içinde kalıyordu!
Bir gün ağacın gövdesi ansızın yarıldı, içinden beş küçük çadır, beş küçük odacık görünümünde ortaya çıktı. Her odacığın içinde bîr çocuk bulunmaktaydı. Çocukların ağızlarının üstünde asılı birer emzik vardı, onlar bu emziklerden süt emiyorlardı. Işıktan doğmuş olan bu kutsal çocuklara halk ve halkın ileri gelenleri çok büyük saygı gösterdiler.
Çocukların en küçüğünün adı Sungur Tekin'di, ondan sonrakinin adı Kutur Tiğin, üçüncüsünün ki Türek Tekin, dördüncüsünün Us Tekin, beşincisinin adı Buğu Tekin'di. Beş çocuğun beşinin de Tanrı tarafından gönderildiğine inanan insanlar, içlerinden birini hakan yapmak istediler. Buğu Han en büyükleri idi; ötekilerden daha güzel, daha zeki, daha yiğit görünüyordu. Buğu Tekin'in hepsinden üstün olduğunu anlayan halk onu hakan olarak seçtiler. Büyük bir törenle Buğu Hanı tahta oturttular.
Böylece yıllar yılı kovalamış, bir gün gelmiş Uygurlara bir başkası hakan olmuş.
Bu hakanın da Gah Tekin adında bir oğlu varmış.
Hakan oğlu, Gah Tekin'e, Çin prenseslerinden birini, Kiu-Lien'i almağı uygun görmüş.
Evlendikten sonra Prenses Kiu-Lien, sarayını Hatun Dağında kurdu. Hatun Dağının çevre yanı dağlıktı; bu dağlardan birinin adı Tanrı Dağıydı, Tanrı Dağının güneyinde Kutlu Dağ derler bir başka dağ vardı, kocaman bir kaya parçası.
Bir gün Çin Elçisi, falcılarıyla birlikte Kiu-Lien'in sarayına geldiler. Kendi aralarında konuşup dediler ki:
- Hatun Dağının varı yoğu, bütün bahtiyarlığı Kutlu Dağ denilen bu kaya parçasına bağlıdır. Türkleri yıkmak istiyorsak bu kayayı onların elinden almalıyız.
Bu konuşmadan sonra varılan karar üzerine Çinliler, Kui-Lien'e karşılık olarak o kayanın kendilerine verilmesini istediler. Yeni Hakan, isteğin nereye varacağını düşünmeden ve umursamadan Çinlilerin arzusunu kabul etti, yurdunun bir parçası olan bu kayayı onlara verdi. Halbuki Kutlu Dağ bir kutsal kayaydı; bütün Uygur Ülkesinin mutluluğu bu kayaya bağlıydı. Bu tılsımlı taş Türk Yurdunun bölünmez bütünlüğünü temsil ediyordu; düşmana verilirse bu bütünlük parçalanacak Türklerin bütün saadeti yok olacaktı.
Hakan kayayı vermesine verdi ama kaya öyle kolay kolay sökülüp götürülecek türden değildi. Bunu anlayan Çinliler, kayanın çevresine odun kömür yığıp ateşlediler. Kaya iyice kızınca üzerine sirke döküp paramparça ettiler. Her bir parçayı aldılar, ülkelerine taşıdılar.
Olan o zaman oldu işte. Türkelinin bütün kurdu kuşu, bütün hayvanları dile geldi, kendi dillerince kayanın düşmana verilişine ağladılar. Yedi gün sonra günahı bağışlanmaz olan bu düşüncesiz hakan öldü. Ne var ki Onun ölümüyle ülke felâketten kurtulamadı. Bir Çin prensesi uğruna çekinmeden bağışlanmış olan yurdun bir kayası, Türkelinin felâketine sebep oldu. Halk rahat huzur yüzü görmedi. Irmaklar birbiri ardınca kurudu. Göllerin suyu buhar olup uçtu. Topraklar yarıldı, ürün yeşermez oldu.
Günlerden sonra Türk tahtına Buğu Han'ın torunlarından biri hakan olarak oturdu. O zaman canlı cansız, evcil yaban, çoluk çocuk bütün yurtta soluk alan almayan ne varsa hepsi birden:
- Göç!. Göç!, diye çığrışmağa başladı. Derinden, iniltili, hüzün dolu, eli böğründe kalmış bir çığrışmaydı bu.
Yürekler dayanmazdı.
Uygurlar bunu bir ilahî emir diye bildiler. Toparlandılar, yollara düzüldüler; yurtlarını yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere doğru göç etmeğe başladılar. Sonunda bir yere gelip durdular, orada sesler de kesildi. Uygurlar, seslerin kesilip duyulmaz olduğu bu yerde kondular, beş mahalle kurup yerleştiler; bunun için bu yerin adını da Beş-balık koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar.
İran kaynaklarına göre Göç Destanı:
Destanın Buğu Tekin'in Uygurlara hakan oluncaya kadar geçen bölümü aynıdır. Buğu Tekin hakan olduktan sonra, İran söyleyişine göre, ülkeyi adalet üzere ve yıllarca yönetir. Bu süre içinde kendisine üç karga yardım etmekte, kargalar dünyanın bütün dillerini bilmektedir. Nerede bir olay olursa hemen Buğu Han'a haber vermektedirler.
Bir gün Buğu Han bir düş görür. Düşünde kendisine bir peri kızı gözükmüştür. Bu düşü Buğu Han hemen her gece, yedi yıl, altı ay ve yirmi iki gün üst üste görür, Ve her gece Peri kızı, Buğu Han'ın düşünde onunla konuşur, danışır; son gece, ayrılacağı vakit Buğu Han'a, dünyanın efendisi olacağı haberini verir.
Han uyanınca ordusunu toplar, her ordunun başına bir kardeşini tayin eder, Moğallar'ın Kırgızlar'ın, Tangutlar'ın ve Çinlilerin üzerine seferlere yollar.
Dört kardeşin dördü de seferden zaferle döner ve Orhun vadisini zengin ganimetlerle doldurur, bu arada Ordu-Balıg şehri de kurulmuş olur.
Bir müddet sonra Buğu Han bir düş daha görür. Düşünde, beyazlara bürünmüş,.başında beyaz şerit, elinde
Yada Taşı olan bir erkek gözükmüş, Buğu Han'a demiştir ki:
- Eğer bu taşı saklarsan dünyanın dört bucağında milletleri buyruğunun altına alabilirsin.
O gece Buğu Han'ın başveziri de tıpkı böyle bir düş görmüştür. Bunun üzerine Buğu Han ordusunu yeniden toplamış, bu sefer yatıya .doğru sefere çıkmıştır. Türkistan'a geldiği vakit geniş bozkırları, çayırlan ve gürül gürü! akan çayları görünce burada oturmağa karar vererek Balasagun şehrini kurmuştur. Buğu Han'ın orduları dört bir yana yayılmış, bütün milletleri buyruğu altına almıştır.
Fakat o zaman Uygurların dindar olmadıkları söylenirdi. Rahipleri vardı ama Kam deniliyordu. Bu Kamlar, tıpkı Moğollardaki gibi, cinlere söz geçirdiklerini ileri sürerler. Onlara her istediklerini yaptırmağa güçlerinin yettiğini söylerlerdi. Moğollar bu Kamlara çok Önem verirlerdi. Ne zaman bir işe başlayacak olurlar ise bu Kamlara sorarlardı ve ona göre davranırlardı. Hastalarına bile Kamlar bakardı.
Uygurlar, Buğu Han zamanında Çin hükümdârına elçiler gönderdi, kendilerine Nom Kitaplarını anlayan adamlar göndermesi ipin rica etti. Cinlerin din kitapları Nom'dur. Bugün yaşayan bir adamın bin yıl önce de yaşadığına inanırlar.Cinden Nom yöntemlerini anlayan adamlar gelince Kamlarla oturup konuştular, din kitaplarını gösterdiler; tartışmayı Kamlar kaybetti. Bu tartışmadan sonra Uygurlar Çin'den gelen yeni dini kabul ettiler. (Bu din Maniheizm'dir.)
http://www.turktarih.net/
Göç Destanının Çin ve Iran kaynaklarındaki kayıtlarına göre iki ayrı söyleyiş hâlinde olduğu bilinmekte ise de aslında birbirinin tamamlayıcısı gibidir. Iran kaynaklarındaki söyleyiş, daha çok tarih bilgilerine yakındır. Aynı zamanda Iran söyleyişi, Türklerin Maniheizm'i kabulünü anlatan bir menkıbe görünümündedir. Aşağıda özetlenmiş olan söyleyiş Cüveynî'nin Tarib-i Cihanküşa adlı eserinde yazılıdır, bu söyleyişe göre, destanda sözü geçen iki ağacın, Maniheizm'in kurucusu Mani'nin "iki Esas" adlı eserindeki iki ağacı temsil ve taklit ettiğini Prof. Fuad Köprülü ileri sürmektedir.
Çin Kaynaklarına Göre Göç Destanı:
Uygur Ülkesinde, Tuğla ve Selenge ırmaklarının birleştiği yerde Kumlançu denilen bir tepe vardır. Adına Hulin Dağı derlerdi.
Hulin Dağlarında da, birbirine çok yakın iki ağaç büyümüştü. Biri kayın ağacıydı. Bir gece, kayın ağacının üzerine gökyüzünden bir mavi ışık düştü, iki ırmak arasında yaşayan insanlar bu ışığı gördü ve ürpererek izledi. Kutsal bir ışıktı. Kayın ağacının üzerinde aylar ayı kaldı. Kutsal ışık, kayın ağacının üstünde kaldığı süre içinde kayın ağacının gövdesi büyüdükçe büyüdü, kabardı. Oradan çok güzel türküler gelmeğe başladı. Gece oldu mu, ağacın otuz adım ötesinden bütün çevre ışıklar içinde kalıyordu!
Bir gün ağacın gövdesi ansızın yarıldı, içinden beş küçük çadır, beş küçük odacık görünümünde ortaya çıktı. Her odacığın içinde bîr çocuk bulunmaktaydı. Çocukların ağızlarının üstünde asılı birer emzik vardı, onlar bu emziklerden süt emiyorlardı. Işıktan doğmuş olan bu kutsal çocuklara halk ve halkın ileri gelenleri çok büyük saygı gösterdiler.
Çocukların en küçüğünün adı Sungur Tekin'di, ondan sonrakinin adı Kutur Tiğin, üçüncüsünün ki Türek Tekin, dördüncüsünün Us Tekin, beşincisinin adı Buğu Tekin'di. Beş çocuğun beşinin de Tanrı tarafından gönderildiğine inanan insanlar, içlerinden birini hakan yapmak istediler. Buğu Han en büyükleri idi; ötekilerden daha güzel, daha zeki, daha yiğit görünüyordu. Buğu Tekin'in hepsinden üstün olduğunu anlayan halk onu hakan olarak seçtiler. Büyük bir törenle Buğu Hanı tahta oturttular.
Böylece yıllar yılı kovalamış, bir gün gelmiş Uygurlara bir başkası hakan olmuş.
Bu hakanın da Gah Tekin adında bir oğlu varmış.
Hakan oğlu, Gah Tekin'e, Çin prenseslerinden birini, Kiu-Lien'i almağı uygun görmüş.
Evlendikten sonra Prenses Kiu-Lien, sarayını Hatun Dağında kurdu. Hatun Dağının çevre yanı dağlıktı; bu dağlardan birinin adı Tanrı Dağıydı, Tanrı Dağının güneyinde Kutlu Dağ derler bir başka dağ vardı, kocaman bir kaya parçası.
Bir gün Çin Elçisi, falcılarıyla birlikte Kiu-Lien'in sarayına geldiler. Kendi aralarında konuşup dediler ki:
- Hatun Dağının varı yoğu, bütün bahtiyarlığı Kutlu Dağ denilen bu kaya parçasına bağlıdır. Türkleri yıkmak istiyorsak bu kayayı onların elinden almalıyız.
Bu konuşmadan sonra varılan karar üzerine Çinliler, Kui-Lien'e karşılık olarak o kayanın kendilerine verilmesini istediler. Yeni Hakan, isteğin nereye varacağını düşünmeden ve umursamadan Çinlilerin arzusunu kabul etti, yurdunun bir parçası olan bu kayayı onlara verdi. Halbuki Kutlu Dağ bir kutsal kayaydı; bütün Uygur Ülkesinin mutluluğu bu kayaya bağlıydı. Bu tılsımlı taş Türk Yurdunun bölünmez bütünlüğünü temsil ediyordu; düşmana verilirse bu bütünlük parçalanacak Türklerin bütün saadeti yok olacaktı.
Hakan kayayı vermesine verdi ama kaya öyle kolay kolay sökülüp götürülecek türden değildi. Bunu anlayan Çinliler, kayanın çevresine odun kömür yığıp ateşlediler. Kaya iyice kızınca üzerine sirke döküp paramparça ettiler. Her bir parçayı aldılar, ülkelerine taşıdılar.
Olan o zaman oldu işte. Türkelinin bütün kurdu kuşu, bütün hayvanları dile geldi, kendi dillerince kayanın düşmana verilişine ağladılar. Yedi gün sonra günahı bağışlanmaz olan bu düşüncesiz hakan öldü. Ne var ki Onun ölümüyle ülke felâketten kurtulamadı. Bir Çin prensesi uğruna çekinmeden bağışlanmış olan yurdun bir kayası, Türkelinin felâketine sebep oldu. Halk rahat huzur yüzü görmedi. Irmaklar birbiri ardınca kurudu. Göllerin suyu buhar olup uçtu. Topraklar yarıldı, ürün yeşermez oldu.
Günlerden sonra Türk tahtına Buğu Han'ın torunlarından biri hakan olarak oturdu. O zaman canlı cansız, evcil yaban, çoluk çocuk bütün yurtta soluk alan almayan ne varsa hepsi birden:
- Göç!. Göç!, diye çığrışmağa başladı. Derinden, iniltili, hüzün dolu, eli böğründe kalmış bir çığrışmaydı bu.
Yürekler dayanmazdı.
Uygurlar bunu bir ilahî emir diye bildiler. Toparlandılar, yollara düzüldüler; yurtlarını yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere doğru göç etmeğe başladılar. Sonunda bir yere gelip durdular, orada sesler de kesildi. Uygurlar, seslerin kesilip duyulmaz olduğu bu yerde kondular, beş mahalle kurup yerleştiler; bunun için bu yerin adını da Beş-balık koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar.
İran kaynaklarına göre Göç Destanı:
Destanın Buğu Tekin'in Uygurlara hakan oluncaya kadar geçen bölümü aynıdır. Buğu Tekin hakan olduktan sonra, İran söyleyişine göre, ülkeyi adalet üzere ve yıllarca yönetir. Bu süre içinde kendisine üç karga yardım etmekte, kargalar dünyanın bütün dillerini bilmektedir. Nerede bir olay olursa hemen Buğu Han'a haber vermektedirler.
Bir gün Buğu Han bir düş görür. Düşünde kendisine bir peri kızı gözükmüştür. Bu düşü Buğu Han hemen her gece, yedi yıl, altı ay ve yirmi iki gün üst üste görür, Ve her gece Peri kızı, Buğu Han'ın düşünde onunla konuşur, danışır; son gece, ayrılacağı vakit Buğu Han'a, dünyanın efendisi olacağı haberini verir.
Han uyanınca ordusunu toplar, her ordunun başına bir kardeşini tayin eder, Moğallar'ın Kırgızlar'ın, Tangutlar'ın ve Çinlilerin üzerine seferlere yollar.
Dört kardeşin dördü de seferden zaferle döner ve Orhun vadisini zengin ganimetlerle doldurur, bu arada Ordu-Balıg şehri de kurulmuş olur.
Bir müddet sonra Buğu Han bir düş daha görür. Düşünde, beyazlara bürünmüş,.başında beyaz şerit, elinde
Yada Taşı olan bir erkek gözükmüş, Buğu Han'a demiştir ki:
- Eğer bu taşı saklarsan dünyanın dört bucağında milletleri buyruğunun altına alabilirsin.
O gece Buğu Han'ın başveziri de tıpkı böyle bir düş görmüştür. Bunun üzerine Buğu Han ordusunu yeniden toplamış, bu sefer yatıya .doğru sefere çıkmıştır. Türkistan'a geldiği vakit geniş bozkırları, çayırlan ve gürül gürü! akan çayları görünce burada oturmağa karar vererek Balasagun şehrini kurmuştur. Buğu Han'ın orduları dört bir yana yayılmış, bütün milletleri buyruğu altına almıştır.
Fakat o zaman Uygurların dindar olmadıkları söylenirdi. Rahipleri vardı ama Kam deniliyordu. Bu Kamlar, tıpkı Moğollardaki gibi, cinlere söz geçirdiklerini ileri sürerler. Onlara her istediklerini yaptırmağa güçlerinin yettiğini söylerlerdi. Moğollar bu Kamlara çok Önem verirlerdi. Ne zaman bir işe başlayacak olurlar ise bu Kamlara sorarlardı ve ona göre davranırlardı. Hastalarına bile Kamlar bakardı.
Uygurlar, Buğu Han zamanında Çin hükümdârına elçiler gönderdi, kendilerine Nom Kitaplarını anlayan adamlar göndermesi ipin rica etti. Cinlerin din kitapları Nom'dur. Bugün yaşayan bir adamın bin yıl önce de yaşadığına inanırlar.Cinden Nom yöntemlerini anlayan adamlar gelince Kamlarla oturup konuştular, din kitaplarını gösterdiler; tartışmayı Kamlar kaybetti. Bu tartışmadan sonra Uygurlar Çin'den gelen yeni dini kabul ettiler. (Bu din Maniheizm'dir.)
http://www.turktarih.net/
ALPER TUNGA DESTANI
Yaradılış Destanından sonra bilinen ilk büyük ve millî Türk Destanı Alp Er Tunga Destanıdır. Fakat bu destanın, hattâ özeti hakkında dahî kesin bilgiler edinilmiş değildir; çok eski çağlarda ve Türk Boylan arasında böyle bir destanın söylenmiş olduğu, bilinmeyen sebeplerden, belki de bu destanlardan sonra çekirdeklenmeye başlayan ve daha etkili bir şekilde Türk Boylarını coşturan destanlar, özellikle Oğuz Kağan Destanının etkisiyle unutulmağa başlamış olabileceği varsayımını kabul etmek zorundayız,
Alp Er Tunga Destanı hakkındaki bilgilerin en önemli kaynağı Divan-ı Lugat-it Türk'tür. Milâttan sonra on birinci yüzyılda Kâşgarlı Mahmut tarafından yazılan bu eserde, Destanın, büyük bir ihtimâlle son kısımlarına ait bir ağıt (sagu) yazılı olarak verilmektedir.
Bu Türk Beğlerinde atı belgülük Tunga Alp Er idi katı belgülük Bedük bilgi birle öküş erdemi Biliglig ukuşlug budun ködremiTacikler ayur ânı Afrasyab Bu Afrasyap tutdı iller talab
Bugünkü Türkçemizle: "Alp Er Tunga, Türk Beyleri içinde adı ve kutsallığı bilinen ve tanınan bir yiğit idi; geniş bilgisinin yanında sayılamayacak kadar çok erdemi vardı: bilgiliydi, anlayışlıydı, meziyetleri çoktu. İranlılar ona, Afrasyab adını vermişlerdi. Afrasyab dünyaya hükmetti" anlamına gelen bu ağıttan, Alp Er Tunga'nın, İranlılar arasında da çok iyi bilindiği anlaşılmaktadır. Nitekim, İran Destanı olan Şehnâme'nin yazan Firdevsî de, destanının büyük bir kısmında Afrasyab'ın kahramanlıklarından söz etmek zorunda kalmıştır. Başka bir milletin kahramanından, kendi destanlarında söz edilebilmesi için o kahramanların gerçekten çok büyük değer taşımaları gerekmektedir. Alp Er Tunga'da bu değerler fazlasıyla vardır. Şehnâme'ye göre, önce Turan ülkesinin şehzadesi sonra da hakanı olarak adı geçen Alp Er Tunga Îran-Turan savaşlarının çok ünlü Turan kahramanıdır. Babasının öğüdünü tutmuş ve o zaman güçlü bir ülke olan İran'a savaş açmıştır. Selvi gibi uzun boylu, kollan ve göğsü aslana eş güçte ve fil kadar güçlü bir yiğitti, İranlıları yendi. İran hükümdarını esir aldı.
İran ülkesinde bir çok padişahlıklar bulunuyordu. Bunlardan biri de Kabil Padişahlığı idi ve başında da Zal adlı biri vardı. Kabil Padişahı Zal, Alp Er Tunga'nın elinde esir olan İran Hükümdarını kurtarmak için Turan ülkesine yürüdü. Alp Er Tunga'yı yendi ama hükümdarını kurtaramadı. Zaman geçti. İran ülkesine hükümdar olan Zev de öldü. Bunu fırsat bilen Alp Er Tunga iran'a bir daha savaş açtı . O zamana kadar Zal da yaşlanmışta. Kendi yerine, Alp Er Tunga'ya karşı oğlu Rüstem'i yolladı. 'Halen Anadolu'da Zaloğlu Rüstem adıyla meşhur olan halk kitaplarında Zaloğlu Rüstem ile Arap Üzengi cengi diye hikâyeleri anlatılan bu ünlü İran kahramanı ile Alp Er Tunga arasında sayısız savaşlar oldu. Savaşların çoğunu Rüstem kazandı bir kısmını Alp Er Tunga kazandı. (Şehnâme İran destanı olduğu için bunu olağan saymak gerekir.)
Bu savaşlar sürüp giderken, İran'ın, hükümdarı bulunan Keykâvus, oğlu Siyavuş'u ve Zaloğlu Rüstem'i gücendirmişti. Gücenmenin sonucu olarak şehzade Siyavüş kaçıp Alp Er Tunga'ya sığındı. Orada uzun zaman kaldı, hattâ Türk yiğitlerinden birinin kızıyla evlendi, Keyhüsrev adında da bir oğlu oldu.
Keyhüsrev büyüyünce, iranlılar onu kaçırıp hükümdar yaptılar. Keyhüsrev Zaloğlu Rüstem'i hoş tutup, gönlünü aldı ve Alp Er Tunga'nın üzerine gönderdi. Yine bir çok savaşlar oldu. Çoğunda Alp Er Tunga yenildi. Ve en sonunda Alp Er Tunga iyice yoruldu, ordusu dağıldı, askeri kalmadı. Tek başına dağlara çekildi. Orada, bir mağarada tek başına yaşadı. Fakat günün birinde izini keşfedip yerini buldular. Alp Er Tunga suya atlayıp kurtulmak istedi; fakat daha önce davranan Iran askerleri yetişip saldırdılar. Yiğitçe doğuştu ama ihtiyardı, yorgundu, tek başınaydı. Öldürdüler.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, çok şuurlu bir Iran milliyetçisi olan Firdevsî'nin Zal Oğlu Rüstem'i ve diğer İran asker ve hükümdarlarını üstün görmesi, savaşların çoğunda Alp Er Tunga'yı yenik durumlara düşürmesi olağan karşılanmalıdır. Alp Er Tunga'mn çok büyük bir yiğit, üstün değerlere sahip bir Hakan olduğunu anlamak için bir Iran Destanında ne kadar değerli bir yer kapladığı düşünülmelidir. Firdevsî, kendi milletinin kahramanlarını değerlendirebilmek için ancak bir Türk Hakanını ölçü olarak aldıysa bu bile, Alp Er Tunga'mn nasıl bir destan yiğidi olduğunu gösterir. Gerçi Iran ve Turan savaşlarının önde gelen bir yiğidi olarak Alp Er Tunga gerçek kişiliğe de sahiptir; Firdevsî'nin Alp Er Tunga'yı seçişinde bu gerçek payı da muhakkak vardır ama aslında Alp Er Tunga, destanlara has kişiliği ile Firdevsî'yi etkisi altına almıştır.
Prof. Zeki Velidî Togan'a göre M.Ö. dördüncü yüzyıla kadar yaşamış olan ve M.Ö. yedinci yüzyılda OrtaTiyanşan çevresinin en güçlü devleti olarak gelişmiş bulunan, Hunlardan önceki büyük Türk Devleti Şu veya Saka adını taşımaktadır. Bu Türk imparatorluğu, birçok kavimler üzerinde egemenlik kurmuş olup Güney Rusya'yı da içine almak üzere Doğu Avrupaya kadar yayılmıştır. Bir kısım tarihçiler Doğu Avrupa bölümündeki sakalara İskit, Orta Asya ve Azerbaycan çevresindekilere Saka adını vermektedir. M.Ö. yedinci yüzyılda en güçlü ve en parlak devrini yaşamış olan bu Türk İmparatorluğunun Hakanı ise alp Er Tunga'dır.
Divan-ı Lugat-it Türk'te, Alp Er Tunga için söylenen ağıtlardan (Sagu) bazı parçalar kaydedilmiştir.
Bu parçalar, o günkü ve bugünkü Türkçe söyleyişle aşağıya alınmıştır:
Alp Er Tunga öldi mü?Isız ajun kaldı mu?Ödlek öçin aldı mu?Emdi yürek yırtılur.Ödlek yarağ közettiOğrun tuzağ uzattı Begler begin azıttıKaçsa kah kurtulur?Begler atın urgurupKadgu anı turgurupMengzi yüzi sargarup .Korkum angar türtülür.Uluşıp eren börleyüYırtıp yaka urlayuSıkrıp üni yırlayuSığtap közi örtülür.Könglüm için ötedi .Yitmiş yaşıg kartadıKiçmiş ödig irtediTün kün kiçip irtelür Alp Er Tunga öldü mü?Kötü dünya kaldı mı?Felek öcünü aldı mı? Şimdi yürek yırtılır. Feleğin silahı hazır Gizli tuzak kurdururBeyler beyini vurdurur Kaçsa nasıl kurtulur? Beyler atlarını yorupKaygıdan çaresiz durup Beti benzi sararıpSarı safrana döndüler. Erler kurt gibi hıçkırdıYaka bağır yırtıp durdu Acı ağıtlar çığırdıYaş akar gözler kurur.Gönlüm içinden yandı.Geçmiş zamanı andı.Geçen günler nerdedir?
http://www.turktarih.net/
Alp Er Tunga Destanı hakkındaki bilgilerin en önemli kaynağı Divan-ı Lugat-it Türk'tür. Milâttan sonra on birinci yüzyılda Kâşgarlı Mahmut tarafından yazılan bu eserde, Destanın, büyük bir ihtimâlle son kısımlarına ait bir ağıt (sagu) yazılı olarak verilmektedir.
Bu Türk Beğlerinde atı belgülük Tunga Alp Er idi katı belgülük Bedük bilgi birle öküş erdemi Biliglig ukuşlug budun ködremiTacikler ayur ânı Afrasyab Bu Afrasyap tutdı iller talab
Bugünkü Türkçemizle: "Alp Er Tunga, Türk Beyleri içinde adı ve kutsallığı bilinen ve tanınan bir yiğit idi; geniş bilgisinin yanında sayılamayacak kadar çok erdemi vardı: bilgiliydi, anlayışlıydı, meziyetleri çoktu. İranlılar ona, Afrasyab adını vermişlerdi. Afrasyab dünyaya hükmetti" anlamına gelen bu ağıttan, Alp Er Tunga'nın, İranlılar arasında da çok iyi bilindiği anlaşılmaktadır. Nitekim, İran Destanı olan Şehnâme'nin yazan Firdevsî de, destanının büyük bir kısmında Afrasyab'ın kahramanlıklarından söz etmek zorunda kalmıştır. Başka bir milletin kahramanından, kendi destanlarında söz edilebilmesi için o kahramanların gerçekten çok büyük değer taşımaları gerekmektedir. Alp Er Tunga'da bu değerler fazlasıyla vardır. Şehnâme'ye göre, önce Turan ülkesinin şehzadesi sonra da hakanı olarak adı geçen Alp Er Tunga Îran-Turan savaşlarının çok ünlü Turan kahramanıdır. Babasının öğüdünü tutmuş ve o zaman güçlü bir ülke olan İran'a savaş açmıştır. Selvi gibi uzun boylu, kollan ve göğsü aslana eş güçte ve fil kadar güçlü bir yiğitti, İranlıları yendi. İran hükümdarını esir aldı.
İran ülkesinde bir çok padişahlıklar bulunuyordu. Bunlardan biri de Kabil Padişahlığı idi ve başında da Zal adlı biri vardı. Kabil Padişahı Zal, Alp Er Tunga'nın elinde esir olan İran Hükümdarını kurtarmak için Turan ülkesine yürüdü. Alp Er Tunga'yı yendi ama hükümdarını kurtaramadı. Zaman geçti. İran ülkesine hükümdar olan Zev de öldü. Bunu fırsat bilen Alp Er Tunga iran'a bir daha savaş açtı . O zamana kadar Zal da yaşlanmışta. Kendi yerine, Alp Er Tunga'ya karşı oğlu Rüstem'i yolladı. 'Halen Anadolu'da Zaloğlu Rüstem adıyla meşhur olan halk kitaplarında Zaloğlu Rüstem ile Arap Üzengi cengi diye hikâyeleri anlatılan bu ünlü İran kahramanı ile Alp Er Tunga arasında sayısız savaşlar oldu. Savaşların çoğunu Rüstem kazandı bir kısmını Alp Er Tunga kazandı. (Şehnâme İran destanı olduğu için bunu olağan saymak gerekir.)
Bu savaşlar sürüp giderken, İran'ın, hükümdarı bulunan Keykâvus, oğlu Siyavuş'u ve Zaloğlu Rüstem'i gücendirmişti. Gücenmenin sonucu olarak şehzade Siyavüş kaçıp Alp Er Tunga'ya sığındı. Orada uzun zaman kaldı, hattâ Türk yiğitlerinden birinin kızıyla evlendi, Keyhüsrev adında da bir oğlu oldu.
Keyhüsrev büyüyünce, iranlılar onu kaçırıp hükümdar yaptılar. Keyhüsrev Zaloğlu Rüstem'i hoş tutup, gönlünü aldı ve Alp Er Tunga'nın üzerine gönderdi. Yine bir çok savaşlar oldu. Çoğunda Alp Er Tunga yenildi. Ve en sonunda Alp Er Tunga iyice yoruldu, ordusu dağıldı, askeri kalmadı. Tek başına dağlara çekildi. Orada, bir mağarada tek başına yaşadı. Fakat günün birinde izini keşfedip yerini buldular. Alp Er Tunga suya atlayıp kurtulmak istedi; fakat daha önce davranan Iran askerleri yetişip saldırdılar. Yiğitçe doğuştu ama ihtiyardı, yorgundu, tek başınaydı. Öldürdüler.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, çok şuurlu bir Iran milliyetçisi olan Firdevsî'nin Zal Oğlu Rüstem'i ve diğer İran asker ve hükümdarlarını üstün görmesi, savaşların çoğunda Alp Er Tunga'yı yenik durumlara düşürmesi olağan karşılanmalıdır. Alp Er Tunga'mn çok büyük bir yiğit, üstün değerlere sahip bir Hakan olduğunu anlamak için bir Iran Destanında ne kadar değerli bir yer kapladığı düşünülmelidir. Firdevsî, kendi milletinin kahramanlarını değerlendirebilmek için ancak bir Türk Hakanını ölçü olarak aldıysa bu bile, Alp Er Tunga'mn nasıl bir destan yiğidi olduğunu gösterir. Gerçi Iran ve Turan savaşlarının önde gelen bir yiğidi olarak Alp Er Tunga gerçek kişiliğe de sahiptir; Firdevsî'nin Alp Er Tunga'yı seçişinde bu gerçek payı da muhakkak vardır ama aslında Alp Er Tunga, destanlara has kişiliği ile Firdevsî'yi etkisi altına almıştır.
Prof. Zeki Velidî Togan'a göre M.Ö. dördüncü yüzyıla kadar yaşamış olan ve M.Ö. yedinci yüzyılda OrtaTiyanşan çevresinin en güçlü devleti olarak gelişmiş bulunan, Hunlardan önceki büyük Türk Devleti Şu veya Saka adını taşımaktadır. Bu Türk imparatorluğu, birçok kavimler üzerinde egemenlik kurmuş olup Güney Rusya'yı da içine almak üzere Doğu Avrupaya kadar yayılmıştır. Bir kısım tarihçiler Doğu Avrupa bölümündeki sakalara İskit, Orta Asya ve Azerbaycan çevresindekilere Saka adını vermektedir. M.Ö. yedinci yüzyılda en güçlü ve en parlak devrini yaşamış olan bu Türk İmparatorluğunun Hakanı ise alp Er Tunga'dır.
Divan-ı Lugat-it Türk'te, Alp Er Tunga için söylenen ağıtlardan (Sagu) bazı parçalar kaydedilmiştir.
Bu parçalar, o günkü ve bugünkü Türkçe söyleyişle aşağıya alınmıştır:
Alp Er Tunga öldi mü?Isız ajun kaldı mu?Ödlek öçin aldı mu?Emdi yürek yırtılur.Ödlek yarağ közettiOğrun tuzağ uzattı Begler begin azıttıKaçsa kah kurtulur?Begler atın urgurupKadgu anı turgurupMengzi yüzi sargarup .Korkum angar türtülür.Uluşıp eren börleyüYırtıp yaka urlayuSıkrıp üni yırlayuSığtap közi örtülür.Könglüm için ötedi .Yitmiş yaşıg kartadıKiçmiş ödig irtediTün kün kiçip irtelür Alp Er Tunga öldü mü?Kötü dünya kaldı mı?Felek öcünü aldı mı? Şimdi yürek yırtılır. Feleğin silahı hazır Gizli tuzak kurdururBeyler beyini vurdurur Kaçsa nasıl kurtulur? Beyler atlarını yorupKaygıdan çaresiz durup Beti benzi sararıpSarı safrana döndüler. Erler kurt gibi hıçkırdıYaka bağır yırtıp durdu Acı ağıtlar çığırdıYaş akar gözler kurur.Gönlüm içinden yandı.Geçmiş zamanı andı.Geçen günler nerdedir?
http://www.turktarih.net/
BOZKURT DESTANI
Bilinen en önemli iki Göktürk Destanından birisidir. Bir bakıma, M.S. altıncı yüzyıldan sekizinci yüzyıl ortalarına kadar egemen olmuş bu Türk Devletinin Göktürklerin soy kütüğü ve var olma hikâyesidir. Ayrıca, Türk ırkının yeni bir dal hâlinde dirilişi de diyebileceğimiz Bozkurt Destanı, Bilge Kağan'ın Orhun Âbidelerindeki ünlü vasiyetinin ilk cümlesi olan: "Ben Tanrıya benzer, Tanrıdan olmuş Türk Bilge Kağan, Tanrı irade ettiği için, kağanlık tahtına oturdum" cümlesi ile birlikte düşünülecek olursa soyun ve ırkın nasıl bir şekilde ilahileştirilmek istenildiğini de anlatmaktadırlar. Destan Çin kaynaklarında kayıtlıdır. Değişik söyleyişler durumunda ise de, çizgileri aynı fakat isimler üzerinde, anlatıştan doğma veya Çinlilerce yazılırken isimlerin Çince söylenmesinden meydana gelme değişikler yüzünden ayrı görünen belli üç söylenti şeklinde yazılmıştır.
Birinci söyleyiş:
Hun Ülkesinin kuzeyinde So adı verilen bir ülke vardı. Burada, Hunlarla aynı soydan olan Göktürkler otururdu. Bir gün Göktürkler So Ülkesinden ayrıldılar. Bu sırada başlarında Kağan Pu adlı bir yiğit vardı. Kağan Pu'nun on altı kardeşi bulunuyordu. On altı kardeşten birinin annesi bir kurttu.
Annesi Göktürklerce en kutsal yaratıklardan biri olarak bilinen ve böyle kabul edilen bir kurt olduğu için delikanlı, rüzgârlara ve yağmura söz geçirir, bu iki kuvveti buyruğu altında tutardı.
Bununla beraber, So Ülkesindeki yurtlarından ayrılan Göktürkler düşmanlarının baskınına uğradılar.
Bu baskında düşmanlar bütün Göktürkler'i yok ettikleri gibi on altı kardeşten sadece birisi kurtulabildi. Kurtulan delikanlı annesi kurt olan idi.
Bu delikanlının da, birisi yaz diğeri de kış ilâhının kızı olan iki karısı vardı. Baskından sonra her ikisinden ikişer oğlu oldu. Zamanla kalabalıklaşıp çoğalan halk, çocuklardan en büyüğünü kendilerine Hakan seçtiler; o zamanki adı Göktürk dilinde değildi. Hakan seçilir seçilmez Göktürkçe olmayan bu adını bıraktı ve Türk adını aldı.
Ondan sonra Türk on kadınla evlendi, bir çok çocukları oldu. içlerinden Asena adını taşıyan biri hakanlık tahtına geçince boyun adı da Aşine oldu.
İkinci söyleyiş:
Hunların bir boyu olan ve adına Aşine denilen Türk boyu Hazar Denizinin batı taraflarında yerleşmişti. Türklerin ilk atası olarak biliniyordu. Rahat ve huzur içinde otururlarken bir gün ansızın düşmanların baskınına uğradılar. Baskının sonunda kimse sağ kalmadı.
Her nasılsa küçücük bir çocuk bu baskından sağ kalmış bir köşeye sığınmıştı. Düşmanlar onu da gördüler. Fakat, cılız ve küçük bir çocuk olduğu için kimse ondan korkmadı ve ona aldırmadı. Hattâ içlerinden acıyanlar bile çıktı. Ama düşman yine de her ihtimali düşünüp, çocuğu öldürmektense kolunu bacağını kesip orada öylece bırakmayı uygun gördü; düşündükleri gibi yaptılar.
Kolunu bacağını kesip, yan ölü hâle getirdikleri çocuğu alıp bataklıkta bir sazlığa attılar; bırakıp gittiler.
O sırada, nereden çıktığı bilinmeyen bir dişi Bozkurt göründü, geldi, çocuğu emzirdi. Yaralarını yalayıp iyi etti. O günden sonra da, avlanıp getirdiği yiyeceklerle çocuğu besleyip büyüttü, gücünü kuvvetini arttırdı.
Zamanla Bozkurd'un beslediği çocuk gürbüzleşti.
Günlerden sonra bir gün, baskın yapıp Asine soyunu yok eden düşman başbuğu, kolunu bacağını keserek sazlığa attıkları çocuğun yaşadığını öğrendi. Adamlar gönderip durumu öğrenmek, sağ kaldı ise öldürtmek istedi.
Düşman başbuğunun gönderdiği asker geldiğinde, kolu bacağı kesik gencin yanında bir dişi Bozkurt gördü. Dişi Bozkurt tehlikeyi sezmişti, dişleriyle gerici yakaladığı gibi denizin öte yanına geçirdi; orada da durmayıp Altay Dağlarına doğru götürdü. Orada, her tarafı yüksek dağlarla çevrili bir yaylada bir mağaraya yerleştirdi, onunla evlendi; on oğlan doğurdu!
Mağaranın bulunduğu yayla yeşillikti; serin gür suları, meyve ağaçlan, av hayvanları vardı. Oğlanlar orada büyüdüler, orada evlendiler. Her birinden bir boy türedi. Bunlardan birinin adı da Asine boyu idi.
Asine, kardeşlerinin içinde en akıllı, en gözü pek, en yiğit olanı idi. Bu yüzden Türk Hakanı o oldu.
Soyunu unutmadı. çadırının önüne her zaman, tepesinde bir kurt başı bulunan bir tuğ dikti.
Aradan çok yıllar geçti. Aşine boyuna Asençe adlı bir başka yiğit hakan oldu. Bunun zamanında ise Aşine boyu, bulundukları yerden çıkıp daha güzel yurtlara yerleştiler.
Üçüncü söyleyiş:
Bir not halindedir. Çin devlet adamlarından Cjan-Ken'in, Milattan önce 119 yılında, Çine göre batı ülkelerinde yaptığı gezi sonunda gördüklerini ve duydukların yazıp o zamanki Çin împaratoruna sunduğu notlan arasında kayıtlıdır. Notu, Abdülkadir înan'ın, Türk Dili Araştırmalan Yıllığı (1954) ndaki Türk Destanlanna Genel bir bakış adlı yazısından olduğu gibi alıyoruz:"Hun Ülkesinde bulunduğum zaman duydum ki Usun Hanı, Gunmo unvanını taşıyor. Gunmo'nun babası, Hunlann batısındaki bir ülkeye sahipti. Gunmo'nun babası bir savaşta Hunlar tarafından öldürüldü. Yeni doğmuş olan Gun-mo'yu kırlara attılar. Kuşlar çocuğu sineklerden koruyor; bir dişi kurt sütüyle besliyordu. Hun Hakanı buna şaştı. Bu çocuğu saydı. Onu kendi terbiyesine aldı, büyüttü. Babasının ülkesini ona geri verdi."
http://www.turktarih.net/
Birinci söyleyiş:
Hun Ülkesinin kuzeyinde So adı verilen bir ülke vardı. Burada, Hunlarla aynı soydan olan Göktürkler otururdu. Bir gün Göktürkler So Ülkesinden ayrıldılar. Bu sırada başlarında Kağan Pu adlı bir yiğit vardı. Kağan Pu'nun on altı kardeşi bulunuyordu. On altı kardeşten birinin annesi bir kurttu.
Annesi Göktürklerce en kutsal yaratıklardan biri olarak bilinen ve böyle kabul edilen bir kurt olduğu için delikanlı, rüzgârlara ve yağmura söz geçirir, bu iki kuvveti buyruğu altında tutardı.
Bununla beraber, So Ülkesindeki yurtlarından ayrılan Göktürkler düşmanlarının baskınına uğradılar.
Bu baskında düşmanlar bütün Göktürkler'i yok ettikleri gibi on altı kardeşten sadece birisi kurtulabildi. Kurtulan delikanlı annesi kurt olan idi.
Bu delikanlının da, birisi yaz diğeri de kış ilâhının kızı olan iki karısı vardı. Baskından sonra her ikisinden ikişer oğlu oldu. Zamanla kalabalıklaşıp çoğalan halk, çocuklardan en büyüğünü kendilerine Hakan seçtiler; o zamanki adı Göktürk dilinde değildi. Hakan seçilir seçilmez Göktürkçe olmayan bu adını bıraktı ve Türk adını aldı.
Ondan sonra Türk on kadınla evlendi, bir çok çocukları oldu. içlerinden Asena adını taşıyan biri hakanlık tahtına geçince boyun adı da Aşine oldu.
İkinci söyleyiş:
Hunların bir boyu olan ve adına Aşine denilen Türk boyu Hazar Denizinin batı taraflarında yerleşmişti. Türklerin ilk atası olarak biliniyordu. Rahat ve huzur içinde otururlarken bir gün ansızın düşmanların baskınına uğradılar. Baskının sonunda kimse sağ kalmadı.
Her nasılsa küçücük bir çocuk bu baskından sağ kalmış bir köşeye sığınmıştı. Düşmanlar onu da gördüler. Fakat, cılız ve küçük bir çocuk olduğu için kimse ondan korkmadı ve ona aldırmadı. Hattâ içlerinden acıyanlar bile çıktı. Ama düşman yine de her ihtimali düşünüp, çocuğu öldürmektense kolunu bacağını kesip orada öylece bırakmayı uygun gördü; düşündükleri gibi yaptılar.
Kolunu bacağını kesip, yan ölü hâle getirdikleri çocuğu alıp bataklıkta bir sazlığa attılar; bırakıp gittiler.
O sırada, nereden çıktığı bilinmeyen bir dişi Bozkurt göründü, geldi, çocuğu emzirdi. Yaralarını yalayıp iyi etti. O günden sonra da, avlanıp getirdiği yiyeceklerle çocuğu besleyip büyüttü, gücünü kuvvetini arttırdı.
Zamanla Bozkurd'un beslediği çocuk gürbüzleşti.
Günlerden sonra bir gün, baskın yapıp Asine soyunu yok eden düşman başbuğu, kolunu bacağını keserek sazlığa attıkları çocuğun yaşadığını öğrendi. Adamlar gönderip durumu öğrenmek, sağ kaldı ise öldürtmek istedi.
Düşman başbuğunun gönderdiği asker geldiğinde, kolu bacağı kesik gencin yanında bir dişi Bozkurt gördü. Dişi Bozkurt tehlikeyi sezmişti, dişleriyle gerici yakaladığı gibi denizin öte yanına geçirdi; orada da durmayıp Altay Dağlarına doğru götürdü. Orada, her tarafı yüksek dağlarla çevrili bir yaylada bir mağaraya yerleştirdi, onunla evlendi; on oğlan doğurdu!
Mağaranın bulunduğu yayla yeşillikti; serin gür suları, meyve ağaçlan, av hayvanları vardı. Oğlanlar orada büyüdüler, orada evlendiler. Her birinden bir boy türedi. Bunlardan birinin adı da Asine boyu idi.
Asine, kardeşlerinin içinde en akıllı, en gözü pek, en yiğit olanı idi. Bu yüzden Türk Hakanı o oldu.
Soyunu unutmadı. çadırının önüne her zaman, tepesinde bir kurt başı bulunan bir tuğ dikti.
Aradan çok yıllar geçti. Aşine boyuna Asençe adlı bir başka yiğit hakan oldu. Bunun zamanında ise Aşine boyu, bulundukları yerden çıkıp daha güzel yurtlara yerleştiler.
Üçüncü söyleyiş:
Bir not halindedir. Çin devlet adamlarından Cjan-Ken'in, Milattan önce 119 yılında, Çine göre batı ülkelerinde yaptığı gezi sonunda gördüklerini ve duydukların yazıp o zamanki Çin împaratoruna sunduğu notlan arasında kayıtlıdır. Notu, Abdülkadir înan'ın, Türk Dili Araştırmalan Yıllığı (1954) ndaki Türk Destanlanna Genel bir bakış adlı yazısından olduğu gibi alıyoruz:"Hun Ülkesinde bulunduğum zaman duydum ki Usun Hanı, Gunmo unvanını taşıyor. Gunmo'nun babası, Hunlann batısındaki bir ülkeye sahipti. Gunmo'nun babası bir savaşta Hunlar tarafından öldürüldü. Yeni doğmuş olan Gun-mo'yu kırlara attılar. Kuşlar çocuğu sineklerden koruyor; bir dişi kurt sütüyle besliyordu. Hun Hakanı buna şaştı. Bu çocuğu saydı. Onu kendi terbiyesine aldı, büyüttü. Babasının ülkesini ona geri verdi."
http://www.turktarih.net/
ERGENEKON DESTANI
Ergenekon Destanı, "Büyük Türk Destanından bir parçadır. Türk kavimlerinden Göktürkler'i mevzu alır. Göktürkler'in menşeini açıklamak ister. Ergenekon Destanı'nın özeti şöyledir:
Türk illerinde Göktürkler'e itaat etmeyen bir yer yoktu. Bunu kıskanan yabancı kavimler birleşerek Göktürkler'in üzerine yürüdüler. Maksatları öç almaktı. Göktürkler, çadırlarını, sürülerini bir yere topladılar. Çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince, vuruşma da başladı. On gün vuruştular. Göktürkler üstün geldi.
Bu yenilgiden sonra yabancı kavimlerin hanları ve beyleri av yerinde toplanıp konuştular.
"Göktürkler'e hile yapmazsak akıbet işimiz yaman olur," dediler.
Tan ağarınca, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar.
Göktürkler, "Bunların vuruşma güçleri bitti, kaçıyorlar," deyip arkalarından yetiştiler.
Düşman, Göktürkler'i görünce, birden döndü. Vuruşma sonunda düşman, Göktürkler'i gafil avlayıp yendi. Göktürkler'i öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını ve mallarını öylesine yağmaladı ki, bir ev kurtulmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdi. Küçükleri kul edindi. Her düşman birini alıp gitti.
Göktürkler'in başında İl Han vardı. Çocukları çoktu. Fakat bu uğursuz vuruşmada bir tanesi hariç, hepsi öldü. Kayı adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Han'ın Dokuz-Oğuz adlı bir de yeğeni vardı. Kayı ile Dokuz-Oğuz düşmana tutsak olmuşlardı. Fakat on gün sonra bir gece ikisi de kadınları ile beraber atlara atlayıp kaçtılar. Göktürk yurduna geldiler. Burada düşmandan kaçıp gelen çok deve, at, öküz ve koyun buldular. "Dört taraftaki illerin hepsi bize düşman. Gereği odur ki, dağların içinde insan yolu düşmez bir yer izleyip oturalım," dediler. Dağa doğru sürülerini alıp göç ettiler.
Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine bir yoldu ki, bir deve veya bir at güçlükle yürürdü. Ayağını yanlış bassa yuvarlanıp parça parça olurdu. Göktürkler'in vardıkları yerde akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, meyveler, ağaçlar ve avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı'ya şükrettiler. Hayvanlarının kışın etini yediler; yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye "Ergenekon" adını koydular.
İki Göktürk prensinin Ergenekon'da çocukları çoğaldı. Kayı Han'ın çok çocuğu oldu. Dokuz-Oğuz Han'ın daha az oldu. Çok yıllar bu iki Hanın çocukları Ergenekon'da kaldılar. Pek çoğaldılar.
Dört yüzyıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğaldı ki, Ergenekon'a sığışamaz oldular. Buna bir çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki, "Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasından yol izleyip bulalım. Göçüp Ergenekon'dan çıkalım. Ergenekon dışında her kim bize dost olursa, onunla görüşelim. Düşmanla vuruşalım".
Kurultay bu kararı alınca, Göktürkler, Ergenekon'dan çıkmak için yol aradılar, bulamadılar.
O zaman bir demirci dedi ki, "Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat madene benzer. Şunun demirini eritsek, belki dağ bize geçit verirdi". Göktürkler, varıp demircinin gösterdiği dağ parçasını gördüler. Demircinin tedbirini de beğendiler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın üstünü altını, yanını, yönünü böylece odun ve kömürle doldurduktan sonra, yetmiş deriden büyük körükler yapıp yetmiş yere koydular. Odun-kömürü ateşleyip körüklemeye başladılar,
Tanrı'nın gücü ve inayeti ile ateş, kızdıktan sonra demir dağ eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak kadar yol oldu. O kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününün, kutsal saatini bekleyip bu yoldan Ergenekon'dan çıkmaya başladılar. Bu kutsal gün, ondan sonra Göktürkler'de bayram oldu. Her yıl o gün gelince büyük tören yapılır; bir parça demir alınıp ateşte kızdırılır. Bu demiri Önce Göktürk Ham kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver.
Ondan sonra Türk beyleri de böyle yapıp bu günü kutlarlar.
Ergenekon'dan çıkınca, Göktürkler'in ulu hakanı Kayı Han soyundan Börteçine, bütün illere elçiler gönderdi; Göktürkler'in Ergenekon'dan çıktıklarını bildirdi. Tâ ki, eskisi gibi bütün iller Göktürkler'in buyruğu altına girer.
Türk illerinde Göktürkler'e itaat etmeyen bir yer yoktu. Bunu kıskanan yabancı kavimler birleşerek Göktürkler'in üzerine yürüdüler. Maksatları öç almaktı. Göktürkler, çadırlarını, sürülerini bir yere topladılar. Çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince, vuruşma da başladı. On gün vuruştular. Göktürkler üstün geldi.
Bu yenilgiden sonra yabancı kavimlerin hanları ve beyleri av yerinde toplanıp konuştular.
"Göktürkler'e hile yapmazsak akıbet işimiz yaman olur," dediler.
Tan ağarınca, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar.
Göktürkler, "Bunların vuruşma güçleri bitti, kaçıyorlar," deyip arkalarından yetiştiler.
Düşman, Göktürkler'i görünce, birden döndü. Vuruşma sonunda düşman, Göktürkler'i gafil avlayıp yendi. Göktürkler'i öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını ve mallarını öylesine yağmaladı ki, bir ev kurtulmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdi. Küçükleri kul edindi. Her düşman birini alıp gitti.
Göktürkler'in başında İl Han vardı. Çocukları çoktu. Fakat bu uğursuz vuruşmada bir tanesi hariç, hepsi öldü. Kayı adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Han'ın Dokuz-Oğuz adlı bir de yeğeni vardı. Kayı ile Dokuz-Oğuz düşmana tutsak olmuşlardı. Fakat on gün sonra bir gece ikisi de kadınları ile beraber atlara atlayıp kaçtılar. Göktürk yurduna geldiler. Burada düşmandan kaçıp gelen çok deve, at, öküz ve koyun buldular. "Dört taraftaki illerin hepsi bize düşman. Gereği odur ki, dağların içinde insan yolu düşmez bir yer izleyip oturalım," dediler. Dağa doğru sürülerini alıp göç ettiler.
Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine bir yoldu ki, bir deve veya bir at güçlükle yürürdü. Ayağını yanlış bassa yuvarlanıp parça parça olurdu. Göktürkler'in vardıkları yerde akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, meyveler, ağaçlar ve avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı'ya şükrettiler. Hayvanlarının kışın etini yediler; yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye "Ergenekon" adını koydular.
İki Göktürk prensinin Ergenekon'da çocukları çoğaldı. Kayı Han'ın çok çocuğu oldu. Dokuz-Oğuz Han'ın daha az oldu. Çok yıllar bu iki Hanın çocukları Ergenekon'da kaldılar. Pek çoğaldılar.
Dört yüzyıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğaldı ki, Ergenekon'a sığışamaz oldular. Buna bir çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki, "Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasından yol izleyip bulalım. Göçüp Ergenekon'dan çıkalım. Ergenekon dışında her kim bize dost olursa, onunla görüşelim. Düşmanla vuruşalım".
Kurultay bu kararı alınca, Göktürkler, Ergenekon'dan çıkmak için yol aradılar, bulamadılar.
O zaman bir demirci dedi ki, "Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat madene benzer. Şunun demirini eritsek, belki dağ bize geçit verirdi". Göktürkler, varıp demircinin gösterdiği dağ parçasını gördüler. Demircinin tedbirini de beğendiler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın üstünü altını, yanını, yönünü böylece odun ve kömürle doldurduktan sonra, yetmiş deriden büyük körükler yapıp yetmiş yere koydular. Odun-kömürü ateşleyip körüklemeye başladılar,
Tanrı'nın gücü ve inayeti ile ateş, kızdıktan sonra demir dağ eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak kadar yol oldu. O kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününün, kutsal saatini bekleyip bu yoldan Ergenekon'dan çıkmaya başladılar. Bu kutsal gün, ondan sonra Göktürkler'de bayram oldu. Her yıl o gün gelince büyük tören yapılır; bir parça demir alınıp ateşte kızdırılır. Bu demiri Önce Göktürk Ham kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver.
Ondan sonra Türk beyleri de böyle yapıp bu günü kutlarlar.
Ergenekon'dan çıkınca, Göktürkler'in ulu hakanı Kayı Han soyundan Börteçine, bütün illere elçiler gönderdi; Göktürkler'in Ergenekon'dan çıktıklarını bildirdi. Tâ ki, eskisi gibi bütün iller Göktürkler'in buyruğu altına girer.