Erik Jan Zürcher etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Erik Jan Zürcher etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Haziran 2017 Çarşamba

Atatürk’ün Nutuk’u Üzerine

Atatürk’ün Nutuk’u Üzerine

Erik Jan Zürcher
2004, Önsöz Tarihi

Osmanlıca basım
https://tr.wikipedia.org/wiki/Dosya:Nutuk_1927_Osmanl%C4%B1ca_Bas%C4%B1m.jpg
Siyaset Adamı Tarihçi Olunca

1927 yılının Ekim ayında, Mustafa Kemal Paşa’nın Cumhuriyet Halk Partisi kurultayında verdiği söylev, toplam 35 saat 33 dakika sürmüş ve altı güne yayılmıştır.

Bu makalede, modern Türkiye tarihi ve tarihyazımında Nutuk’un oynadığı rolü incelemek istiyorum. Bu konu şahsım için özellikle büyük bir önem taşımaktadır, zira araştırmalarım süresince, gerek 1978-1984 arasında, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin İstiklâl Savaşı’nda oynadığı rol hakkında, gerekse 1984-1989 arasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk muhalefet partisi hakkında yaptığım çalışmalarda yazdıklarım sıklıkla Atatürk’ün Nutuk'ta 1918-1927 arasındaki dönem üzerine yazdıkları ile doğrudan bir yüzleşme ve düzeltme ilişkisi içindeydi.


Atatürk, 1927 yılının baharında, aynı yılın güz aylarında yapacağı konuşmanın hazırlıklarına başladı. Kendi yazışmalarına ilaveten, arşiv dosyalarının da en önemlilerini Çankaya’ya getirtti. Öncelikle kullanacağı arşiv malzemesini seçiyor, bunu takiben birkaç saat boyunca, çıkardığı notları, sırayla görevi devralan sekreterlere dikte ettiriyordu. Günün çalışmaları, sık sık yakın çalışma arkadaşlarının beğenisine sunuluyor, neredeyse her akşam konuklar gün ağarıncaya dek yemek, içmek ve konuşmak -daha doğrusu yemek, içmek ve dinlemek- için konuta çağırılıyorlardı. Bu durumda, cumhurbaşkanının 1919 yılı sonrası Türk tarihi hakkında dev bir hitabe hazırlamakta olduğunun herkes tarafından bilinen bir sır haline gelmiş olması şaşırtıcı değil.

Haziran ayının ortalarında, son dört sene içindeki ikinci kalp krizini geçiren Atatürk, işlerine ara vermek zorunda kaldı. İki haftalık zorunlu bir istirahat döneminden sonra ay sonunda İstanbul’a geçti (ki bu, Mayıs 1919’daki ayrılışından sonra İstanbul’a ilk dönüşüydü). Dolmabahçe Sarayı’na yerleşerek, Nutuk için son hazırlıklarına başladı. Tüm bu hazırlıkların sonunda Atatürk’ün 1923’te kendi kurduğu ve dönemin tek partisi olan Birinci CHP Kurultayındaki altı günlük söylevi ortaya çıktı. 15 ile 20 Ekim tarihleri arasında her gün sabah ve öğleden sonra ortalama üçer saat olmak üzere partiye hitap etti. 1925 baharında muhalefet basınının susturulmasından beri tamamen iktidar tarafından yönetilmekte olan gazeteler, her gün özetler yayımlayarak, cumhurbaşkanının sözlerine geniş yer verdi.

Söylevin resmi konusu, 1919’da İstiklâl Savaşı’nın başından 1927’ye kadar, yeni Türkiye’nin kuruluşunun tarihiydi. Aslında anlatılanlar, 1924’ü 1925’e bağlayan yılbaşı aralığında sona eriyordu. Nutuk’ta 1925-1927 arası döneme ayrılmış olan yer, tüm metnin yaklaşık yüzde bir buçuğundan ibaret. Yazın çalışmalarını bölmek zorunda kalmasaydı, Atatürk’ün bu döneme daha fazla yer ayırmış olacağı düşünülebilir; fakat kanımca, söylevin (bilahare tartışacak olduğum) gerçek hedefleri göz önüne alındığında bu pek muhtemel görünmüyor.

Kurultaydan kısa süre sonra söylevin ilk baskısı, ilginç bir şekilde, Türk Tayyare Cemiyeti himayesinde gerçekleştirildi. İki ciltlik bu lüks baskının metinleri İstanbul’da, haritalarla çizimleri ise Viyana’da basılmıştı. Aşağı yukarı aynı zamanlarda çıkan halk baskısı ise Millî Eğitim Bakanlığı tarafından 50 bin kopya basılarak dağıtılmıştı. Bu sayının boyutlarını anlamak için, dönemin Türkiye’sinde halkın sadece yüzde 10,6’sının okuma-yazma bildiğini (kadın-erkek ve şehir-köy oranları arasında da büyük farklar vardı), yani potansiyel okuyucu sayısının tahmini 1,4 milyon kişi olduğunu göz önüne almak gerekir. Basım sayısının yüksekliği, TC idaresinin bu metne verdiği önemi de gösteriyor.

Müteakip yıllarda, hepsi 1928’de kabul edilen Latin alfabesinde olmak üzere, orijinal metnin üç baskısı daha yayımlanmıştır: 1934 ve 1938’in Kültür Bakanlığı yayınlarını, Millî Eğitim Bakanlığı adına Türk Devrim Tarihi Enstitüsü’nün 1950 (I. Bölüm), 1952 (2. Bölüm) ve 1959’daki (3. Bölüm) yayınları izlemiştir. Bu son baskı 1973 yılına kadar on üç defa tekrar basılmıştır. 1938 yılında tek cilt olarak (ki buna belgeler 1927’de Türk Tayyare Cemiyeti’nin dahil edilmemişti), popüler ve devletin büyük para yardımıyla çıkan baskı hariç hepsi, iki cilt metin ve bir cilt belgeden müteşekkildi.

Orijinal Osmanlıca baskıların yanısıra, 1963’ten beri, Türk Dil Kurumu tarafından Söylev adıyla en az altı kez daha basılmıştır. “Söylev” kelimesi gibi metnin geri kalanı da yeni Türkçeye çevrildi. 1973-1975 yıllarında da yeni bir diğer modernizasyon, belgeler olmaksızın, iki cilt halinde yayımlandı. Bu baskı, on yıl önce yayımlandığında fazla yapay bir öztürkçe kullandığı düşünülen Türk Dil Kurumu Söylev'ine bir tepki olarak çıktı. Bu sefer daha doğal bir modern Türkçe kullanımına özen gösterildi.
Günümüz Türkiye’sinde metnin orijinalini anlayabilecek çok az sayıda insan olması, bu “modern” baskılara ihtiyaç doğuruyor. Atatürk’ün kullandığı geç dönem Osmanlıca, gerek metnin kendisinde görülebildiği kadarıyla, gerekse dış kaynaklardan alınan bilgilere göre, Namık Kemal’in üslûbundan büyük etkiler taşıyor. Her ne kadar 1860’lar için Namık Kemal’in dili şaşırtıcı derecede sarih olsa da, sözcüklerin seçimi ve dizimi, Arapçadan alınmış öğelerle doluydu. Türkiye’de otuzlu yıllardan beri dura kalka devam eden dil devrimi o kadar etkili oldu ki, günümüzde Türkler özel eğitimden geçmeden bu metni anlayamazlar. Resmi olarak dildeki bu sürece “sadeleştirme” ya da “özleştirme” dense de, günümüzde daha sıklıkla kullanılan terim “Türkçeye çevrilmiş”tir. Bu da günümüz Türklerinin kendilerini, imparatorluğun dilinden bile ne kadar uzak gördüklerinin bir işareti. Sadeleştirme ve özleştirme ile uğraşanların, Türkiye koşullarında kendilerine ne kadar özgürlük tanıyabildikleri ilginç bir araştırmaya konu olabilir.

İyice basitleştirilmiş bir baskı, Milliyet gazetesi tarafından çocuk kitabı olarak çıkartıldı. Nutuk, zaman zaman çizgi roman haline de getirildi.

Nutuk daha 1928-29 yıllarında çevrilerek Almanca, İngilizce ve Fransızca basıldı. Üç tercüme de Leipzig’deki Koehler Yayınevi tarafından yayımlandı. Dr. Paul Roth tarafından Türkçeden yapılan Almanca tercüme gayet kalitelidir. Almancaya yapılan edilen iki çeviri ise yanlışlarla dolu ve güvenilir değil. Buna rağmen İngilizce çeviri, 1962 ve 1973 yıllarında Millî Eğitim Bakanlığı’nca hiçbir değiştirme yapılmadan yeniden basıldı. 1929-1934 yıllarında Moskova’da ise dört ciltlik bir Rusça tercüme basıldı.

Bu kadar ilgi görüp Türk tarihinin yazılmasında bu kadar büyük bir rol oynayan bu metnin hâlâ bilimsel bir baskısının yapılmamış olması ilginçtir. Atatürk’ün düzeltmelerini de içeren Nutuk elyazmaları, Atatürk’ün ölümünün ardından önce Ziraat Bankası’nda bir kasaya, sonra da Genelkurmay’ın ATAŞE arşivine kaldırılmıştır. Ne yazık ki bu, tüm Türk arşivleri arasında en ulaşılamaz olanıdır. Türk tarihyazımında herhalde en büyük eksiklik, elyazmalarına, eldeki arşivlere ve Atatürk’ün çevresindekilerin tanıklıklarına dayanılarak derlenmiş, açıklayıcı notlar da içeren eleştirel bir Nutuk basımıdır.

Nutuk, gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihinin yazılmasında çok büyük bir rol oynamıştır.
Türkiye’deki lise ve üniversite ders kitapları, kimi zaman değişik sözcüklerle, kimi zamansa doğrudan olmak üzere sık sık Nutuk’tan alıntı yapar. Popüler ve hattâ bilimsel tarihyazımında da daima temelde Nutuk takip edilir. Bu sadece Türkiye’deki çalışmalar için değil, Avrupa ve Amerika’dakiler için de geçerlidir.

Şüphesiz, Atatürk’ün sözlerinin nesnel gerçekler olarak kabul edilmiş olmasında, modern Türkiye’nin kurtarıcısı ve kurucusu olarak sahip olduğu büyük prestijin de payı vardır; fakat buna ilaveten, Atatürk’ün anlatısını kontrol etmek için elimizde ne kadar kaynak bulunduğu sorusunu unutmamak gerekir.

Bu durumda, Ortadoğu’da pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de modern bir tarihçi için durum pek parlak değildir. Bilindiği gibi, Türkiye’deki arşivlerin kısıtlayıcı tutumları yıllardır tartışma konusu olmuştur. 1989’da, dış baskıların da etkisiyle daha liberal bir rejimin göreve başlamasıyla, Başbakanlık Arşivi’nin elli yıldan eski, kataloglanmış ve Türk devletine zarar vermeyecek içerikteki bölümleri kullanıma açıldı. Bu arşiv, Kurtuluş Savaşı veya Türkiye Cumhuriyeti gibi Nutuk’ta sözü geçen konuların arşivlerinden ziyade, Osmanlı merkez idaresinin arşivlerini barındırıyor. Nutuk konuları için gerekli olanlar ise, Genelkurmay, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü ve Cumhurbaşkanlığı arşivleri. Bu arşivlere girmek hâlâ sorunlu görünse de, zaman zaman güvenlik ihlalleri olmuyor değil: Bir süre önce Cumhurbaşkanlığı arşivlerinin bir görevlisi, bu arşive dahil edilmiş olan “Atatürk Arşivi”nin fotokopilerini siyasi bir gazeteye satmıştı.

Sadece yabancılar değil, Türkler de bu durumda dönemin tarihi için yurtdışındaki arşivlere başvuruyorlar. Bu arşivler ise Türkiye arşivlerinin yerini tam olarak tutamıyor. Özellikle Nutuk’ta da izleri görülebilen, Müdafaa-i Hukuk hareketi içerisindeki çekişmeler konusunda dışarıdaki arşivler uygun değil.

Lise ve üniversitelerde zorunlu ders olarak okutulan “İnkılap Tarihi”ne verilen öneme rağmen, İstiklâl Savaşı tarihine dair belgelerin, kaynak oluşturma amacıyla, sistemli bir şekilde yayımlanması Türkiye'de inatla ihmal ediliyor.

Bu konuda Türk basını, sadece sansüre uğramadığı Ekim 1923 - Mart 1925 arasında kullanılabilir. Bu oldukça kısa dönem içerisinde, daha Jön Türkler döneminde tamamen gelişmiş olan Türk basını, etkin ve eleştirel idi.

Geriye kalan, Atatürk’ün çağdaşlarının ve çalışma arkadaşlarının tanıklıkları. Bu kişilerin çoğu hatıralarını yayımladılarsa da, bu neredeyse istisnasız olarak ellili yıllarda Türkiye siyasetinin liberalleşmesinin ve çok partili sisteme geçişin ardından gerçekleşti. Kurtuluş hareketinin önemli şahsiyetlerinden sadece Halide Edip Adıvar (Atatürk’ün oynadığı rol hakkında çok da eleştirel olan) hatıralarını yayımladı ki (1928 ve 1930’da, kuşkusuz Nutuk’a bir tepki olarak), bunlar da zaten İngilizce basılarak, bir nesil sonrasına kadar Türkiye’de yayımlanamadı. Sonuçta, Atatürk’ün tarih yorumu bir nesil boyunca herhangi bir itirazla karşılaşmadan, tüm çevreleri etkisi altına aldı.
Kırk yıldır giderek artan sayıda, farklı bir görünüm sunan hatıralar yayımlandıkça, Nutuk’un da “resmi tarihyazımı”na, yani enstitüleri, kongreleri ve ders kitaplarıyla bütün bir tarih endüstrisine etkisi asgari düzeyde kalmıştır.

Peki Nutuk nasıl bir metindir ve hangi amaçla yazılmıştır?
Atatürk’ün kendi sözleriyle amacı, “büyük bir milletin istiklalini nasıl kazandığını... millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmak.”

Burada tarihyazımının sözkonusu iddiası, gerek Türkiye’de, gerekse yurtdışında genellikle kabul görüyor. Daha önce de belirtildiği gibi, Atatürk’ün Nutuk’ta belirlediği tarih yorumu, ana hatlarıyla takip ediliyor. Türkiye’de, özellikle yetmişli yıllarda, Nutuk’un özellikleri ve değeri sıklıkla tartışma konusu oldu. Fakat tartışılan, metnin öncelikli olarak tarihyazımı ya da önemli bir tarihsel kaynak olarak görülmesinin icap etmesi; yani Atatürk’ün siyasetçi olarak bulunduğu konumda tarih yazmasının mı, yoksa bu görevi gelecek nesillere bırakmasının mı daha doğru olduğuydu.

Kimi yorumlarda, olaylı 1925-1927 yıllarının Atatürk tarafından sembolik olarak izole edilip geleceğin yolunun çizilmesiyle, Nutuk’un siyasi bir yönü de bulunduğu, en azından siyasi bir manifesto olduğu kabul edilmiştir. Genel tartışmalarda bu boyuta pek ilgi gösterilmemiş ve her halükârda, Türk tarihçilerinin gözünde, metnin güvenilirliği bu nedenle bir zarar görmemiştir. Bu bağlamda sık sık Nutuk’un orijinal belgelerden yola çıkılarak yazıldığı belirtilse de, bu belgelerin Atatürk tarafından seçilmiş belgeler olması konusuna değinilmemiştir.

Bana göre bu yaklaşımla, Nutuk’un özü anlaşılamamaktadır. Nutuk’tan hemen önceki yıllar sadece bir dizi önemli kültürel ve sosyal reformla değil, aynı zamanda her türlü siyasi muhalefetin bastırılmasıyla da tanımlanmaktadır.

CHP içinde, otoriter bir çizgide radikal sosyal ve kültürel reform taraftarları ile ılımlı liberal kanat arasındaki gerilim, 1924 yılında millî mücadelenin liderlerinden birkaçının partiden koparak, resmi muhalefet olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurmalarına yol açtı. Şubat 1925’te birkaç Doğu ilinde çıkan Kürt ayaklanması, Atatürk liderliğindeki radikal kanada, sıkıyönetim ilân ederek, Takrir-i Sükûn Yasası’nın kabul edilmesiyle her türlü muhalefeti susturma fırsatı verdi. Kürt ayaklanması bastırıldı, fakat aynı zamanda muhalefet partisi de kapatıldı ve muhalif basının sesi kesildi.

1926 yazında Atatürk’ün canına kasteden bir suikast girişiminin ortaya çıkarılması (ki yönetimin bunu bir süre öncesinden haber almış olması muhtemeldir), tüm olası rakiplerin iktidardan uzaklaştırılması için bir fırsat yarattı. İzmir ve Ankara’da gerçekleştirilen iki göstermelik mahkemede, 1918’deki Jön Türk liderlerinin hayatta kalanları ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın liderleri komploya suç ortaklığı yapmakla suçlandılar. Jön Türk liderleri idam edildilerse de, eski TCF liderlerinin İstiklâl Savaşı kahramanları olarak halk arasında, özellikle de orduda prestiji o kadar yüksekti ki, buna bir de etkileyici savunmaları eklenince, mahkûm edilmeleri imkânsız hale geldi. On yıla mahkum edilen tek TCF lideri, eski TCF başkanı ve Atatürk’ün millî bağımsızlık hareketindeki baş rakibi Hüseyin Rauf Orbay’dı. Orbay 1926 itibariyle Londra’da bulunduğu için gıyabında yargılanmıştı. Kendisini, oradan meclis başkanına yolladığı iki açık mektupla savundu. Bu mektuplarda, yönetimin davranışını ve İstiklâl Mahkemeleri’ni gayri kanuni olarak tanımlayarak, suçlanan meclis üyelerinin çoğunun dokunulmazlık sahibi olmalarına dikkat çekiyordu. Bu mektupların kopyaları, Orbay tarafından tüm önde gelen gazete yönetimlerine de gönderilmişti.

Atatürk 1927 başlarında Nutuk’u hazırlamaya giriştiğinde, bu olaylar sadece birkaç ay önce gerçekleşmişti ve paşaların konumları ile davranışları kamuoyunda güncelliğini korumaktaydı. İnanıyorum ki, Nutuk, her şeyden önce Atatürk’ün 1925’teki muhalefeti bastırma ve 1926’daki siyasi temizliği haklı çıkarma çabasıdır. Bunun için seçilen araç, yakın Türk tarihinin yeniden yazılmasıdır.

Metnin tamamında muhalefet liderlerinin eleştirilmesine ve İstiklâl Savaşı’ndaki rollerinin küçümsenmesine rastlarız. Rauf Orbay ve yandaşı paşalar Kâzım Karabekir, Ali Fuad Cebesoy, Refet Bele ve Cafer Tayyar Eğilmez, metnin pek çok yerinde tekrar tekrar eleştiri, suçlama ve alaylara hedef olur. Buna ilaveten, metnin son yüzde yirmilik bölümü ise neredeyse tamamen cumhuriyetin ilânını izleyen dönemde milliyetçi hareket içinde meydana gelen hizipleşmeye ve siyasi bir muhalefetin oluşmasına ayrılmış. Bu süreç, Rauf Orbay’ın başının altından çıkan karanlık bir komplo olarak anlatılıyor. Bu bağlamda, Nutuk’un 1925’te sona ermesi de anlam kazanmaktadır. Ne de olsa, artık 1925’ten itibaren muhalefetin sesi susturulmuştur.

Nutuk’un, kamuoyunun büyük bir bölümü tarafından tartışmalı bulunan bir siyasi baskının savunulmasına yönelik bir çalışma olduğunun görülmesi gerekliliği, beraberinde, gerçeğin çeşitli noktalarda bir hayli çarpıtılmış bir resmini sunduğu ihtimalini de getiriyor.

Son on iki yılda yapmış olduğum araştırmalar ışığında, Nutuk’un hangi açılardan gerçek olayların çarpıtılmış bir görünümünü sunduğunu düşündüğümü özetlemeye çalışayım. Ayrıntılardaki çeşitli noktalardan ziyade, metnin, üç değişik konuda aslında varolmayan bir devamlılığı öne sürerek, dönem tarihine bakışın açık veya örtülü bir şekilde çarpıtılmasına yol açan kısımları önem taşımaktadır.

Nutuk, Atatürk’ün Anadolu’ya çıkışıyla başlar. “1335 senesi Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım”,(1) ilk sözleridir. Ardından, o dönemdeki Osmanlı İmparatorluğu’nun genel durumunu tarif eder; çökmüş ve umutsuz, işgalcilere ve imparatorluğun parçalanmasına karşı ayaklanan ötede beride birkaç yerel gruptan fazlası yok. Bu durum, gerçeği birkaç noktada çarpıtmaktadır. Bölgesel direniş hareketleri, muhtemelen Atatürk’ün Anadolu’ya çıkışını da sağlamış olan İttihad ve Terakki tarafından kurulmuş ve yönetilmekte olan merkezi bir organizasyonun ürünü olup Atatürk katıldığında direniş altı aydır devam etmekteydi. Atatürk, bu nitelikli direniş grubunu, kendi teşkilâtının başına geçmeye çalışan bir alay gaspçı olarak resmediyor. Gerçekte ise Atatürk, onların kurdukları teşkilâtları yavaş yavaş kendi eline geçirecekti. Bu anlattığı biçimiyle, 1918 öncesi ve sonrası arasındaki devamlılık bir hayli karmaşıklaşıyor.

Tüm metin boyunca Atatürk, bağımsızlık hareketinin, aynı zamanda yeni bir Türk devleti doğrultusunda bilinçli bir gelişme olduğu izlenimini veriyor. Koşullar altında sadece parça parça açıklayabilmiş olduğu belirli bir plan, bir “millî sır” çerçevesinde çalıştığını söylüyor. Planlarını (saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilânı, Ankara’nın başkent olması, halifeliğin kaldırılması) gerçekleştirdikçe, dar görüşlü yandaşlarının saf değiştirmeye başladıkları söyleniyor. Burada karşımıza çıkan bir başka yanıltma, Millî Mücadele’nin İstanbul’un işgal altında olduğu bir dönemde oluştuğunun ve Osmanlı’nın (bir bölümünün) devamı amacını güttüğünün gözardı edilmesidir. Hareket üyelerinin büyük bir çoğunluğu, şüphesiz, Allah, padişah ve vatan için çarpıştıklarını düşünüyordu. Sakarya’daki son zafer ertesinde dağıtılan savaş madalyalarının Osmanlı madalyaları olmaları ve padişahın doğum gününün tüm Kurtuluş Savaşı süresince Ankara’da kutlanması bu bağlamda çok anlamlıdır. Atatürk’ün daha işin başında yeni bir devlet kurmayı hedeflediğine dair elimizde hiçbir kanıt bulunmamaktadır.

Çarpıtılan üçüncü önemli nokta ise, 1919-1922 arasındaki Müdafaa-i Hukuk hareketiyle, 1927’de kurulan CHP arasında varolduğu öne sürülen devamlılık. 1923’te, Atatürk karşıtı hiçbir rakibin katılamadığı seçimlerin ardından, seçilmiş meclisin üyeleri hem CHP’yi kurdular, hem de yeni partinin, millî direniş hareketinden geriye kalan, maddi olan veya olmayan her şeyi devralmasını kararlaştırdılar. CHP’nin millî hareketle tamamen özdeşleşmesi, Atatürk’ün, 1924’te millî hareketin mirasının cumhurbaşkanı çevresindeki bazı radikal gruplar tarafından sahiplenilmesini kabul etmeyerek partiden ayrılan eski İstiklâl Savaşı liderlerini komplocu vatan düşmanları olarak gösterebilmesine imkân tanıdı.

Nutuk, hem metnin kendisi açısından hem de 1919 sonrası tarihin CHP kurultayına resmi bir rapor olarak sunuluşu olmasıyla, hitabenin yapıldığı yer açısından büyük önem taşıyor. Kurultay da Nutuk’u bu kapsamda kabul ederek, Kurtuluş Savaşı’nı partinin yetkisi dahiline alıyordu. 1927 kurultayı resmi kaynaklarda daima CHP’nin ikinci kurultayı olarak anılır, zira 1919’da Sivas’ta millî direniş hareketinin kuruluş toplantısı (Sivas Kongresi) tarihsel ilk parti kurultayı olarak kabul edilmektedir.

Nutuk’un şüpheli bir tarihsel kaynak olduğu bütün bu noktaların tamamının, Atatürk’ün ve eski savaş arkadaşlarının Kurtuluş Savaşı’ndaki rolü ile bu iki taraf arasındaki ilişkilerle doğrudan ilişkili olması, metnin savunmacı özelliğini tekrar tespit eden ilginç bir husus.

Yukarıda yazdıklarımla, Nutuk’un her ne kadar tarihyazımı özellikleri taşısa da, temelde hitabenin şekil ve içeriğinin, aslında Atatürk’ün siyasetçi kişiliği tarafından belirlendiğini düşündüğümü yeterince açıkladığımı umuyorum. Bir siyaset adamı, tarihçi olmuştur. Bununla beraber, bu konularla ilgileniyorsak, benim gibi Nutuk’un tarihsel özelliklerini sorgulayan bir tarihçinin, Türkiye’de akademik olduğu kadar, siyasi bir tartışmanın da içine girdiğinin farkında olmalıyız.

Türkiye sürekli bir kimlik bunalımı içinde olan bir ülke. Tüm modern çağ boyunca Osmanlı İmparatorluğu, İslâm ve Ortadoğu kültürel mirasının en önde gelen bağımsız savunucusuydu. 19. yüzyıldan başlayarak ülke Batılı dünya sistemine giderek daha fazla dahil olmaya başladı. Geçtiğimiz yüzyılın başından ve özellikle de yirmili yılların ortalarından itibaren ise, birbirini takip eden Jön Türk rejimleri nedeniyle, yeniden Avrupa’ya doğru siyasi ve daha da önemlisi kültürel bir yönelim sözkonusu oldu. Bu yönelim, yönetimin pozitivist ideallerini paylaşmayan halk çoğunluğu tarafından destek görmedi. Cumhuriyet reformları için halk harekete geçirilirken, yönetim ile halk arasındaki uçurumun aşılmasında Atatürk’ün kahraman kimliği büyük rol oynadı. 1945’te demokrasiye geçildiğinden beri Türkiye’nin siyasi gelişiminin, politikanın ancak belirli kurallar çerçevesinde uygulanarak yetkin olabileceği yönünde bir temel fikir birliği gelişmediği için frenlendiği gözlemlenebilir. Bu durumda Atatürk’ün kimliği ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş miti, Türk devleti ve gerek sol gerek sağ her türlü yönetim için bağlayıcı ve stabilize edici unsurlar olarak büyük önem taşımaktadır.

Türk tarihyazımı büyük ölçüde Türk toplumundaki sınıfsal, etnik ve dinsel ayrılıkların zararsız hale getirilmesi için bir alettir. Bu nedenle, Atatürk’ün oynadığı role dair eleştirel yaklaşımlar, ağırlıkla aşırı uçlarda bir siyasi gündeme sahip gruplarda bulunur. Modern Türkiye tarihi üzerinde çalışan tarihçiler, Türklerin geçmişlerine gerçekçi bir gözle bakmalarının sonuçta herkese faydası olacağını düşünse bile, Atatürk’ün kendisinin ve söylediklerinin güncel hayattaki rolü konusunda daima bilinçli olmalıdırlar. Bu da 1927’de bir siyasetçinin tarihçi rolünü, 1992’de ise bir tarihçinin siyasetçi rolünü üstlenmesini gerektirebilir.
Hollandacadan çeviren | MELİS BEHLİL
.....................
1 Nutuk, sadeleştiren Bedi Yazıcı. İstanbul: Süray Sürekli Yayınları AŞ, 1995 (Yazım hataları alıntıda mevcuttur - ç.n.).

ERIK JAN ZÜRCHER, SAVAŞ, DEVRİM VE ULUSLAŞMA, TÜRKİYE TARİHİNDE GEÇİŞ DÖNEMİ: 1908-1928
ÇEVİREN ERGUN AYDINOĞLU, İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI, 1. Baskı İstanbul, Ocak 2005, 1. Bölüm içinde.

siyahlar bana aittir. DK
ayrıca bkz.
Tarihyazımı/Historiografi üzerine : https://tr.wikipedia.org/wiki/Tarihyaz%C4%B1m%C4%B1

27 Haziran 2017 Salı

Amele Taburları

Amele Taburları

ERIK JAN ZÜRCHER

Amele taburunda çalışan bir grup erkek.
https://en.wikipedia.org/wiki/Labour_Battalions_(Ottoman_Empire)#/media/File:Labor_Battalions_(Amele_Taburu).png
Dönemin diğer orduları gibi Osmanlı ordusunda da -hem barış hem de savaş zamanında- amele taburları vardı. Bu taburlar, Osmanlı ordusunu oluşturan yedi ordunun “menzil müfettişlikleri”ne bağlıydı. Amele taburlarının sayısı savaş boyunca değişmekteydi. Ama her durumda 70 ile 120 arasında aktif tabur olduğu söylenebilir.(1)
Bunun ifade ettiği toplam güç ise, 25.000 ile 50.000 kişi arasında değişir.(2) Amele taburları pek çok alanda çalışma yapmıştır, ama en önemlisi yol tamiri ve taşımadır. Taşıma ve iletişim, Osmanlı ordusunun en zayıf yanını oluşturmaktaydı. İmparatorluğun sadece 5700 kilometrelik demiryolu vardı. Yoğunluğu ise (ülkenin yüzeyine göre değerlendirildiğinde) Fransa’nınkinin otuzda biriydi.(3) Demiryolları tek hattı. Anadolu ile Arap vilâyetlerini Toros ve Amanos dağlarından (Gavur dağları) birbirine bağlayacak temel bağlantılar kesintili olduğu için, malzemeler dört kez indirilip sonra tekrar yüklenmek zorundaydı. Çerekli (Ankara’nın doğusu), Ulukışla (Kuzey Toroslar) ve Resülayn’daki (Musul’un batısı) demiryolu başlangıç noktaları, Kafkasya ve Mezopotamya’daki cephelere üç-dört haftalık yürüme mesafesindeydi. Her bir top mermisi ya da hayvan yemi torbası, savaş patlak verdiğinde zaten kötü bir durumda olan ve ağır trafikle daha da kötüleşen yollarda çok uzun mesafelerde taşınmak durumundaydı. Savaşın başlamasından sonra girişilen en acil tamiratların gerçekleştirilmesi sekiz ayı almıştır.(4) Arap aşiretleri Osmanlılara deve satmakta pek istekli olmadıklarından, özellikle deve genelde de yük hayvanı tedarikinde sıkıntı çekiliyordu. Bu durumda malzemelerin önemli bir kısmı amele taburlarındaki askerlerin sırtında taşınmaktaydı.

Amele taburları, cepheye ilişkin bu türden birincil görevlerinin yanısıra, ordunun Levazım Dairesi için de bir dizi görev üstlenmişti. Bunlar kısmen endüstriye ilişkin görevlerdi. İstanbul ve çevresindeki bir dizi silah, cephane, ayakkabı ve elbise fabrikası (barış zamanında bile) askeri kuruluşlar olarak yönetilmekteydi.(5) Kısmen esnaf tipi (tamir dükkânları, fırınlar), kısmen de tarımsal kuruluşlardı. Bu son durumda amele taburları, Orta Anadolu’nun tahıl üretimi bölgelerinden cepheye giden köylülerin yerini almaktaydı. Bu birlikler gayri-Müslimlerden ve bazen de kadınlardan oluşmaktaydı. Savaşın ilk yılında bunlar, insan eksikliği yüzünden üçte iki oranında düşen üretim düzeyinin yükseltilmesinde önemli rol oynamışlardır.(6) Bu son derece önemli bir konuydu, çünkü daha önce İstanbul’u besleyen Rus ve Romanya tahılı, savaşla birlikte kesilmişti.

Amele taburları başlıca Ermenilerden ve onların yanısıra Süryani ve Rumlardan oluşuyordu. Bir kaynağa göre buralarda Ermeni oranı yüzde 75 idi.(7) Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Osmanlı ordu birliklerinin etnik bileşimi hakkında bulunan deliller çelişkilidir. İttihad ve Terakki’nin orduyu bir çeşit “eritme potası” olarak kullanması ilân edilmiş bir politika gereğiydi ve bu tehlikeli kabul edilen Hıristiyan azınlıkların Türk birlikleri içinde erimesi anlamına da gelmekteydi. Ancak, Müslümanlar sözkonusu olduğunda, etnik olarak homojen gruplar bir istisna değil, bir kuraldı. İngiliz ve Alman subayları “iyi Anadolu birlikleri”nden ya da “ikinci sınıf Arap birlikleri”nden sözetmekteydiler. Farklı etnik topluluklar arasında açık bir hiyerarşi vardı. Örneğin, Araplar ikinci sınıf, Kürtlerse son derece güvenilmez kabul edilmekteydi.(8) Osmanlı ordusunun gözünde bağlılıklarından kuşku duyulan Ermeni ve Rumlar ise, yeterince önemsenmeyen amele taburlarına aktarılmaya lâyık adaylardı. İlk aşamada 45 yaşın üzerindekilerden birlikler oluşturuldu. Müslümanlar sözkonusu olduğunda bu yaştakiler, “mustahfız” (yedekler) içine alınmaktaydı. Osmanlı ordusunun Doğu saldırısının başarısızlığı ve yaşanan Sarıkamış yenilgisinin ardından ise, 25 Şubat 1915’te ordudaki Ermenilerin silahsızlandırılması kararı alındı. Açıktı ki bu karar, düzenli ordu birliklerinde görevlendirilmiş Ermenilerin amele taburlarına aktarılmasını gerektiriyordu. Kafkasya cephesindeki pratik uygulamanın bu olduğunda hiçbir kuşku yoktur. Ancak bu uygulama her yeri kapsamaz. Çünkü 1916 baharı gibi geç bir tarihte bile, Sina cephesinde ön hatlarda Ermeni askerlerin hizmet yaptığına ilişkin değerlendirmelere rastlamış bulunmaktayız.

Ermeni amele taburlarındaki korkunç koşulları tasvir eden pek çok tanıklık vardır. Askerler yetersiz beslenmektedir, güçlerini tüketmişlerdir ve nihayet hastalıklarla boğuşmaktadırlar.(9) Ancak şurası da unutulmamalı ki, bir bütün olarak Osmanlı ordusunun içinde bulunduğu koşullar inanılmaz derecede kötüdür. Askerler ve sözde en iyi bakımı alan cephedeki birlikler genellikle kötü beslenmektedir. Doğu Anadolu’da yüksek dağlarda mevzilenen askerlerin üzerinde sadece yazlık giysiler vardır. Filistin cephesinde Osmanlı askerleri, ölü İngiliz askerlerinin elbise ve botlarını almak üzere riskli harekâtlar yapmaktadır. Hastalıklar (en başta kolera ve tifüs), çatışmalardan daha çok insan kaybına yol açmıştır. Ama elbette amele taburlarının ya da garnizon birliklerinin içinde bulunduğu koşulların, cephedeki askerlerden daha da kötü olduğunda hiç kuşku yoktur.(10)

Özellikle Ermeni sivil halkın sürülmeye başlanmasından sonra amele taburlarındaki Ermeniler, askeri önderlik ve birlik komutanları tarafından güvenilmez kabul edildiler. O yüzden silahlı muhafızların kontrolü altında tutuluyorlardı.(11) Öte yandan -subayların askerleri insafsızca dövdüğü sahnelerle tasvir edilen- askerlere yönelik kötü muameleler, ordunun seferber edilme güçlüğü bağlamında ele alınmalıdır. Avrupa’nın tersine burada, kitleleri akın akın 1914’ün bayrakları altında toparlayan heyecanlı yurtseverlik dalgaları yoktur. Tersine, asker adaylarının birliklerine katılması için son derece sert tedbirler alınmaktadır. Tümen çapındaki birlikler de dahil olmak üzere, birliklerin cepheye giderken güçlerinin yarıya yakın bir kısmını kaybetmeleri hiç de olağanüstü bir şey değildi. Bu sorun özellikle Arap birliklerinde çok büyüktü. Arap asker adaylarının cephe hattına muhafız kontrolünde ve zincirlenmiş olarak gönderildiklerini gösteren raporlar vardır.(12) Bu askerlerin gördükleri muameleye ilişkin tasvirler, Ermeni birliklerinde yaşananları hatırlatır. Diğer bir ifadeyle 1914-15 kışında amele taburlarındaki Ermeni askerlerin içinde bulunduğu koşullar, ordunun bütününde olan bitenin aşırı bir biçimini ifade eder.

Ancak, Nisan 1915’te başlatılan, tamamen farklı karakterde bir olgudur. Katliam başladığında, doğal olarak amele taburlarındaki Ermeni askerler kolay hedef haline gelmişlerdir. Toplu öldürmeler esas olarak Ermeni erkeklerini hedef almıştır. Bu birliklerde ise, silahlı muhafızların gözetimi altında on binlerce Ermeni erkeği bulunmaktadır. Dolayısıyla saldırı kararı alındığında bunların hiçbir şansı yoktur. Ancak yoketme eylemlerinin zamanlaması ve metodu, yerine göre değişecektir. Örneğin, Kafkasya cephesinde Rus ordusu saldırıda iken öncelik, Ermenileri zarar veremeyecek hale getirmek ve düşmana iltihak etmelerini önlemektir.(13) Silahsızlandırılmalarının ardından bunların önemli bir kısmı amele taburlarına gönderilir. Ancak aralarından pek çoğu hapishane benzeri koşullarda kontrol altında tutulur ve sonunda öldürülürler. Fiili öldürme eyleminin, asker ve jandarmaların ve Kürt aşiretlerinin işi olduğu rapor edilmiştir. Asker ve jandarmalar, Ermenileri elli ile yüz arasında değişen gruplar halinde belli noktalarda toplamakta ve silah ve süngüyle öldürmektedirler.(14) Kürt aşiretleri ise yollardaki konvoylara saldırılar düzenlerler.(15) Öte yandan Çanakkale ve Sina cephelerinde ya da Bağdat Demiryolu inşaatlarındaki Ermeni amele taburları, çalışmalarını 1915 sonlarına, hattâ 1916 yazına kadar sürdürmüş gözükmektedirler. Ermeni askerlerin öldürülmesinin, 1915-16’daki büyük tehcir harekâtının başlangıç ve sonunda yoğunlaştığını söylemek mümkündür. Doğudaki Ermeni askerleri ilk öldürülenler arasındadır. Bunlar Mayıs 1915’te Ermeni kitlelerin sürülmesine ciddi olarak başlanmasından önce saldırıya uğrarlar. Son terör dalgasının hedefi ise, o zamana kadar hâlâ gerekli oldukları düşünülenlerdir. O sıralarda Vehib Paşa gibi bir Kafkas cephesi komutanının, yol inşaatlarında çalışan Ermeni amelelerin öldürülmesinden sorumlu olanları askeri mahkemeye vermeye çalışmasına şaşırmamak gerekir.(16) Ne var ki, öfke ve çılgınlık bir kez zincirlerinden boşaldığında -bizzat ordunun çıkarlarını bile temel almış olsalar- akılcı argümanlara kimse kulak asmaz. Örneğin, Bağdat Demiryolu, çalışmalarının uyumlu bir şekilde sürmesi için Ermeni amele ve memurların ustalığına muhtaç durumdadır. O yüzden şirket, Osmanlı hükümetinden gelen ve gittikçe artan baskılara karşı, çalışanlarını sürgünden korumak için bir ölçüye kadar başarılı bir mücadele vermiştir. Ancak, Osmanlı hükümeti, demiryollarında çalışan Ermeniler üzerinde bir baskı unsuru olarak, bunların eş ve çocuklarını sürgüne gönderme yoluna başvurur. Sonunda demiryolu şirketi, Amanos dağlarındaki tünellerde çalışan amelelerini, bu tünellerin ifade ettiği tüm stratejik öneme rağmen, sürgün ve ölümden kurtarma konusunda başarısızlığa uğrar.(17)

Bazı Ermeni askerler Müslümanlığı kabul ederek kurtulur. Sarafian, Osmanlı Ermenilerinin yüzde beş ile onunun, Müslümanlığı kabul ederek ölüm yürüyüşünden kurtulduğunu söylemektedir. Bu kabul, bazen gönüllü (tabiî o koşullar dikkate alındığında bu sözcük ne kadar anlamlı ise) bazen de hükümet zoruyla olur. Zor kullanarak Müslümanlaştırma uygulaması ise, Müslüman evlerine ya da yetimhanelerine alınan Ermeni kadın ve çocuklar aracılığıyla gerçekleşir.(18) Öyle gözükmektedir ki, zorla ve kitlesel Müslümanlaştırma, orduda da uygulanmıştır. Sina cephesinden bir görgü tanığı, çok sayıda Ermeni askerinin Müslüman olmayı, isimlerini değiştirmeyi ve sahra hastanelerinde sünnet olmayı kabul ettiğini ve bunun resmi törenlerle kutlandığını anlatır.(19)

İster Türk ister yabancı olsun, Birinci Dünya Savaşı’na ilişkin askerlik tarihi, amele taburlarına neredeyse tamamen gözlerini kapamıştır. Pek çok Türk ve Alman komutanın anılarında (Ali İhsan (Sabis), Halil (Kut), Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir, Liman von Sanders, Kannengiesser, Kress ve diğerleri) bu olgunun kaderi hakkında bir şeyler bulmak imkânsızdır. Bu yargı, Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı ordusu hakkında yazılmış askeri tarih kitapları için de geçerlidir. Örneğin aslında mükemmel bir çalışma olan Ed Erickson’un Ordered to Die* ve Maurice Larcher’in daha eski tarihli La guerre turque dans la guerre mondiale bu zaafı taşırlar. Bu eksiklik önemlidir, çünkü konu, Osmanlı Ermenileri üzerindeki baskı ve yok etme harekâtının önemli bir veçhesiyle ilgilidir. Ama bunun da ötesinde bu eksiklik, sıradan Osmanlı askerinin kaderi hakkında bir ilgisizliği de ifade eder (unutmamak gerek ki en nihayet bu Ermeniler, bizzat kendi orduları tarafından ya da onun suç ortaklığı ile öldürülmüş bulunan Osmanlı askerleridir). Sonuç olarak, Birinci Dünya Savaşı Osmanlı ordusunun sosyal tarihi, hâlâ yazılmayı bekliyor.

...
1. Düşük sayıya, Erol Çatma’nın Asker İşçiler’de (İstanbul: Ceylan, 1998, s.40 vd.) verdiği sıralama temelinde ulaşılmıştır. Yüksek sayı ise, Avusturya elçisi Pomiankowski’nin verdiği sayıdır. (Zusammenbruch des Osmanischen Reiches, Graz: Akademische Druck - und Verlagsanstalt, tıpkıbasım 1969 [ilk baskı 1928, s.93].
2. Savaş sırasında pek çok Osmanlı birliğinde önemli insan gücü yetersizliği vardır. Bir görgü tanığının ifadesine göre bir taburda başlangıçta 350 kişi vardır. Bir diğeri ise bağlı olduğu taburun 280’inin öldürüldüğünü söyler. (Raymond H. Kevorkian, “Receuil de témoignages sur l’extermination des amele tabouri ou bataillons des soldats-ouvriers Arméniens de l’armée Ottomane pendant la première guerre mondiale”, Revue d’Histoire Arménienne Contemporaine 1 (1995): 289-303.
3.  Erik Jan Zürcher, “Between Death and Desertion. The Expérience of Ottoman Soldier in World War I”, Turcica 28 (1997), s.250 (bkz. bu kitapta 11. makale).
4. Ahmed Emin [Yalman], Turkey in the World War, s.88.
5.  Çatma, Asker İşçiler, s.41-42.
6.  Zafer Toprak, Türkiye’de “Millî İktisat” (1908-1918), Ankara: Yurt, 1982, s.318.
7.  Hilmar Kaiser tarafından sağlanan 33. belge (no. 6738) Documents, Ankara: Directorate General of Press and Information, tarihsiz, s.91-92 içinde.
8.  Erik Jan Zürcher, “Between Death and Desertion”, s.240-241.
9.  Harry Morgenthau, Secrets of the Bosphorus, Londra: Hutchinson, 1918, s.199.
10.  Zürcher, “Between Death and Desertion”, s.249-250.
11. Belge 33’te (no 6738) muhaberat komutanı amelelerin başında beklemek üzere daha çok askeri birlik talep etmektedir. Yine 25 Temmuz 1915 tarihinde İstanbul’daki Genelkurmay merkezinden gönderilen bir telgraf, bu konuda özel olarak dikkat gösterilmesini ister. Askeri Tarih Belgeleri Dergisi özel sayı 1, s.92. (Bana bu belgeyi ilettiği için Hilmar Kaiser’e teşekkür ederim).
12. Francis Yeats-Brown, Golden Horn, Londra: Gollancz, 1932, s.120.
13. Rafael de Nogales, Four Years Beneath the Crescent, Londra: Scribner’s, 1926, S.41. Yazar burada, Ermeni birliklerin toplu olarak kaçışının, Osmanlılar için çok ciddi bir tehlike olduğunu tasvir etmektedir.
14. Kevorkian, Receuil de témoignages, s.290 (İsviçreli Zurlinden’in tanıklığı). Aynı metod, Alman Künzler tarafından Urfa’daki uygulamalara ilişkin olarak ve (başka kaynaklara dayanarak) Morgenthau tarafından anılarında tasvir edilmektedir. (Bkz. Akçam, İnsan Hakları, 243).
15. Kevorkian, Receuil de témoignages, s.295.
16. Akçam, İnsan Hakları, s.244.
17. Hilmar Kaiser, “The Baghdad Railway and the Armenian Genocide 1915-1916”, Richard G. Hovannisian der., Remembrance and Denial. The Case of the Armenian Genocide, Detroit: Wayne State University Press, 1999, s.67-112.
18. Ara Sarafyan, “The Absorption of Armenian Women and Children into Muslim Households as a Structural Component of the Armenian Genocide”, Omer Bartov and Phyllis Mack, der., In God's Name. Genocide and Religion in the Twentieth Century içinde, Oxford ve New York: Berghahn, 2001, s.211.
19. Dr. Krieger’in bu konudaki raporu, Hilmar Kaiser tarafından Kudüs’teki Siyonist Merkez Arşivi’nde bulunmuştur. Z3 (Zionistische Zentralbüro Berlin 1911-1920); dosya 66 (Konstantinopel 1913-1918). Bu bilgi için Hilmar Kaiser’e teşekkür ediyorum.
(*) Size Ölmeyi Emrediyorum, çev. Tanju Akad, İstanbul: Kitap, 2003.

ERIK JAN ZÜRCHER, SAVAŞ, DEVRİM VE ULUSLAŞMA, TÜRKİYE TARİHİNDE GEÇİŞ DÖNEMİ: 1908-1928
ÇEVİREN ERGUN AYDINOĞLU, İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI, 1. Baskı İstanbul, Ocak 2005, 12 bölüm.