Umberto Eco etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Umberto Eco etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ekim 2021 Çarşamba

15.yy Hümanizm, 16.yy Rönesans cagidir

15.yy Hümanizm, 16.yy Rönesans cagidir

"Özellikle İtalya'da, 1 6. yüzyıl tanımlanması çok zor bir yüzyıldır, çünkü akla tarihi çok konvansiyonel ve yanıltıcı bir şekilde çağiara ayıran bir sınıflandır­ma şeklini getirir.
Umberto Eco Kimdir

Umberto Eco Kimdir

"UMBERTO ECO (5 Ocak 1932-19 Şubat 2016) İtalyan yazar, edebiyatçı, eleştirmen ve düşünür. Gülün Adı ve Foucault Sarkacı gibi romanlarıyla bir anda dünya çapında tanınan Umberto Eco, aynı zaman­ da ortaçağ tarihi, estetiği ve göstergebilim uzmanıdır. 1971 'den

1 Mart 2016 Salı

Umberto Eco: Parçalar

Umberto Eco: Parçalar

Umberto Eco
1959


IV. Gökadalararası Arkeolojik İncelemeler Kurultayı Tutanakları, Sirius, 4. Kesim, Matematiksel Yıl 121. Dünya, Kuzey Kutbu, Prens Joseph Kara Üniversitesi, Arkeoloji Bölümünden Prof. Anouk Ooma tarafından okunan bildiri.

Saygıdeğer meslektaşlar,

Kuzeyli bilim adamlarının bir süredir yoğun bir 'araştırma etkinliğine giriştiğini ve sonuç olarak, eski çağlarda ya da daha doğrusu Patlamanın bütün yaşam izlerini yok ettiği, o zamanlar 1980 olarak bilinen felaket yılından önce gezegenimizin ılıman ve tropik bölgelerinde serpilip gelişmiş olan eski uygarlığın birçok kalıntısını gün ışığına çıkardığını eminim bilmiyorsunuzdur. Herkesin bildiği gibi, ondan sonraki bin yıl boyunca, bu bölgeler radyoaktivite tarafından öylesine kirlenmiş olarak kaldı ki, otuz-kırk yıl öncesine kadar keşiflerimiz, bilim adamlarımızın uzak atalarımızın gerçekleştirdiği uygarlığın derecesini bütün Gökadaya açıklamayı o kadar istemelerine karşın, bu topraklara ancak çok büyük tehlikelerle karşılaşarak yaklaşabildi.
Bir şey, sonsuza kadar sır olarak kalacaktır bizim için; İnsanlar bu dayanılmayacak kadar kızgın alanlarda nasıl oturabildi ve çok kısa aydınlık ve karanlık dönemlerin birbirini izlemesinin zorunlu kıldığı o anlamsız yaşam tarzına nasıl uydurabildiler kendilerini? Ama yine de eski yeryüzü sakinlerinin, bu kör edici aydınlık ve karanlık vertigosu içinde, etkin biyoritimler kurabildiğini, zengin ve düzenli bir uygarlık geliştirebildiğini biliyoruz. Yaklaşık yetmiş yıl önce (tamı tamına söyleyelim, Patlama sonrası 1745 yılında) dünyasal yaşamın söylencesel en güney ucu olan Keykjavik’teki gelişmiş üsten Profesör Amaa A. Kroak’ın önderliğindeki bir keşif grubu bir zamanlar Fransa olarak bilinen çöle kadar ilerledi. Orada, bu eşsiz bilim adamı, radyasyonun ve zamanın ortak etkilerinin bütün fosil kalıntılarını yok ettiğini hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde kanıtladı. O zaman, uzak atalarımız hakkında herhangi bir şey bilme umudumuz yok gibi görünüyordu.

Ondan önce, P.Ö. 1710 yılında, Profesör Ulak Amjacoa’nın Alfa Kentaur Vakfının sağladığı cömert destek sayesinde yürüttüğü keşif, Loch Ness’in radyoaktif sularını iskandil etmiş ve bugün genellikle eskilerin ilk ‘kriptokitaplığı’ olduğu düşünülen şeyi ele geçirmişti. Üzerinde BERTRANDUS RUSSELL SUBMERSİT ANNO HOMİNİ MCMLI  sözleri kazılı çinko bir sandık, koca bir beton blok içine gömülüydü. Bu sandıkta, hepinizin de bildiği gîbi, Britannica Ansiklopedisi ciltleri vardı; bunlar, yok olmuş uygarlık hakkında bugünkü tarih bilgimizin büyük bir bölümünü oluşturan çok zengin bilgiler sağladı bize. Çok geçmeden öteki bölgelerde (Almanya toprağında, üzerinde TENEBRA APPROPINQUANTE yazılı mühürlü bir kasa içinde bulunan kitaplık da içinde) başka kriptokitaplıklar bulundu. Çok geçmeden apaçık ortaya çıktı ki, yaklaşan trajediyi eksi dünyalılar arasında yalnızca kültür adamları sezmişti. Ellerindeki tek yoldan buna bir çare bulmaya çalışmışlardı: Yani, uygarlıklarının hazinelerini gelecek kuşaklar için saklayarak. Karşıtı bütün kanıtlara karşın gelecek kuşaklar diye bir şeyi önceden görebilmek… ne büyük bir inançtı bu!

Karşısında heyecan duymamamız olanaksız olan bu sayfalar sayesinde, seçkin meslektaşlarım, hiç olmazsa o dünyanın nasıl düşündüğünü, insanların nasıl davrandığını, sonul dramanın nasıl gözler önüne serildiğini bilebiliyoruz. Ha, yazılı sözün, yazıldığı dünya hakkında yetersiz bir tanıklık sağladığının elbette farkındayım, ama bu değerli yardımdan da yoksun olsaydık halimiz nice olurdu, bir düşünün! ‘İtalyan sorunu’, hiçbiri, hepimizin bildiği şu soruya bir kanıt bulamamış arkeologları ve tarihçileri büyülemiş olan bilmecenin tipik bir örneğini sunuyor bize: Niçin, bildiğimiz ve öteki topraklarda bulunan kitapların da fazlasıyla gösterdiği gibi, eski bir uygarlığın beşiği olan bu ülkede niçin, diye soruyoruz, herhangi bir kriptokitaplıktan herhangi bir iz bulunamadı? Bu soruya yanıt olarak ileri sürülen varsayımların sayısız olduğu kadar yetersiz de olduğunu biliyorsunuz; fakat halihazırda bildiğiniz şeyi tekrarlama tehlikesini göze alarak, bunları sizin için kısaca sıralayacağım:

1) Akdeniz Havzasındaki Patlama adlı kitapta (Baffin, P.S. 1750) zengin bilgilerle sunulan Aakon-Sturg Varsayımı. Birtakım termonükleer olaylar İtalyan kriptokitaplığını yok etti. Bu varsayım sağlam kanıtlarla desteklenmektedir, çünkü Adriyatik Sahilinden tümel çatışmayı başlatan ilk güdümlü atom mermileri ateşlendiğinde, İtalyan yarımadasının en ağır darbeyi yiyen yer olduğunu biliyoruz.

2) Çok okunan İtalya Diye Bir Yer Var mıydı? (Baren City, P.S. 1712) adlı kitapta açıklanan Ugum-Noa Noa Varsayımı. Bu varsayımda, yazar, tümel çatışmadan önce toplanmış yüksek düzeyli politik konferansların raporlarını dikkatle inceleyerek, ‘İtalya’nın hiçbir zaman var olmadığı sonucuna varıyor. Bu varsayım kriptokitaplıklar sorununu (daha doğrusu onların yokluğu sorununu) açık bir biçimde çözüyorsa da, ‘İtalyan’ halkının kültürüyle ilgili İngiliz ve Alman dillerinde sağlanan bir sıra bilgiyle çelişir gibi görünüyor. Öte yandan, Fransız dilindeki belgeler, Ugum-Noa Noa’nın bize anımsattığına göre, bu konuyu tamamen atlıyor ve böylece onun cesur fikrine destek veriyor.

3) Profesör Ixptt Adonis Varsayımı (bkz. İtalya, Altair, 22. Bölüm, Matematiksel Yıl 120). Bu, hiç kuşkusuz hepsinden daha parlak, ama aynı zamanda en az kanıtlanmış olan varsayımdır. Patlama sırasında İtalyan Ulusal Kitaplığının, belirlenemeyen nedenlerden dolayı son derece karışık bir durumda olduğunu; İtalyan bilim adamlarının, gelecek için kitaplıklar kurma işiyle îlgilenmekten çok mevcut kitaplıkları hakkında ciddi endişe taşıdıklarını, gerçekten de ciltlerce kitabı barındıran binanın çökmesini önlemek için çok büyük çabalar göstermek durumunda olduklarını ileri sürüyor. Bu varsayım, dünyalıları her gün ballı börek atıştırarak, geyik boynuzundan arplarını tıngırdatarak tembel bir mutluluk içinde yaşamış insanlar gibi düşünmeye alışkın, gezegenimizle ilgili her şeyin çevresinde çabucak bir söylence aylası ören dünyalı olmayan modern bir gözlemcinin ustalığını sergiliyor. Tersine, Patlamadan önce eski dünyalıların ulaştığı uygarlığın ileri derecesi bu tür utanç verici bir savsaklamayı anlaşılmaz kılıyor; özellikle de, ekvator-berisi öteki ülkelerin keşfi, kitap saklama konusunda oldukça ileri tekniklerin varlığını oraya koyduğundan beri.

Böylece başladığımız noktaya dönmüş bulunuyoruz. Öteki ülkelerin kriptokitaplıkları erken yüzyıllar için yeterli belgeler sapıyor olsa bile, Patlama öncesi İtalyan kültürü hep en koyu giz perdesiyle sarılı kalmaktadır. Doğru, yapılan dikkatli kazılar sırasında şaşırtıcı da olsa son derece sağlıksız, ilginç bazı belgeler bulunmakta. Burada Kosamba’nın ortaya çıkardığı küçük bir kağıt parçasını anacağım. Bu kağıttaki metin, kısa ve özlü şiirler konusunda İtalyan beğenisini açıkça gösteriyor. Metni bütünüyle alıyorum buraya: ‘Bu bizim yaşam yolumuzun ortasında. Kosamba bir Ache ya Eke diye birinin (Sturg’in işaret ettiği gibi, kalıntının üst kısmı ne yazık ki yırtılmış, bu yüzden adın tamamı belirsiz) yazdığı Gülün Adı başlıklı, besbelli bahçecilik üzerine bir bilimsel tez kitabının kapağını buldu. O dönem İtalyan biliminin genetikte büyük ilerleme gösterdiğini de anımsamalıyız; bu bilgiler üzerinde AJAX (ilk Ari savaşçıya bir gönderme) harfleriyle birlikte BEYAZDAN DAHA BEYAZ sözlerinden başka bir şeyin yazılı olmadığı, ırkın geliştirilmesi için bir ilaç içeriyor olması gereken bir kutu kapağından çıkarabildiğimize göre, ırkların ıslahı bilim dalında kullanılıyor olsa bile.
Bu değerli belgelere karşın hiç kimse o halkın tinsel düzeyinin kesin bir tablosunu oluşturabilmiş değil henüz: Eğer söylememe izin verirseniz, siz seçkin meslektaşlarım, yalnızca şiirsel sözcükle, bir dünyanın ve bir tarihsel durumun imgelemci bilinci olarak şiirle tam olarak dile getirilen bir düzeydir bu.
Kendime, bu denli uzun, ama umarım yararsız olmayan Bir giriş yapma iznini verdiysem şimdi büyük bir coşkuyla size bir haber vermek istememdendir. Ben ve Çıplak Ada Edebiyatı Kraliyet Enstitüsünden değerli meslektaşım Baaka B.B. Baaka A.S.P.Z., İtalyan yarımadasının ürkütücü bir bölgesinde, üç bin metre derinlikte olağanüstü bir buluş yaptık. Definemiz, Patlamanın yeryüzü kabuğunu korkunç bir biçimde yukarı kaldırmasıyla bir lav akıntısı tarafından örtülmüş, şans eseri dünyanın derinliklerine batmıştı. Yırtılmış ve parçalanmış, birçok bölümleri kayıp, hemen hemen okunamaz durumda, ama yine de soluk kesici bulgularla dolu bu küçük kitap görünüş ve boyutları bakımından fazla gösterişli bir şey değil, kapağında Dünün ve Bugünün En Çarpıcı Şarkıları diye bir başlık var. Biz bulunduğu yeri dikkate alarak Quaternulus Pompeianus adını verdik ona. Aziz meslektaşlarım, hepimiz biliyoruz ki, ‘şarkı’ sözcüğü, Britannica Ansiklopedisinin de doğruladığı gibi, eskil on dördüncü yüzyılda belli Şiirsel kompozisyonları işaret eden bir terim olan İtaIyanca canzone ya da canzona’yı karşılamaktadır; 'çarpıcı' “sözcüğünün tıpkı (başka bir yerde bulunan) 'vuruş' sözcüğü gibi, müziğin matematik ve genetik bilimlerle paylaştığı bir özellik olan ritimle ilişkili oIması gerektiğini düşünüyoruz. Ritim, birçok halklar arasında felsefi bir anlam da kazanmıştı ve artistik yapıların özel bir niteliğimi işaret etmede kullanılıyordu (bkz. Paris Ulusal Kriptokitaplıkta bulunmuş olan kitap, M. GHyka, Essai sur le rhythme, N.R.F., 1938). Bizim Quaternulus’umuz, böylece, o dönemin en değerli şiirsel kompozisyonlarının nefis bir antolojisi, akıl gözüne eşsiz bir güzellik ve tinsellik panoraması açan lirik şiir ve şarkıların bir özeti olmuş oluyor.

Eskil çağda yirminci yüzyılın şiiri, başka yerlerde olduğu gibi İtalya’da da, dünyanın yaklaşmakta olan ölümünün bilincinde bir bulunan şiiriydi. Aynı zamanda bir inanç şiiriydi. Dünyevi tasaları kınayan bir uzun şiirden olması gereken bir dize var elimizde —ne yazık ki, okunabilen tek dize— ‘Maddi bir dünya bu.” Bundan hemen sonra, doğaya bir yalvarış ya da bereket ilahisinden olduğu besbelli bir başka parçanın dizeleri çarpıyor bizi: ‘Yağmurda şarkı söylüyorum, işte şarkı söylüyorum yağmurda, şahane bir duygu bu...’* Bu şarkının bir genç kızlar korosu tarafından söylendiğini kolayca hayal edebilirsiniz: Bu tatlı sözler, bir pervigilium’da ekim zamanı beyaz tüller îçînde dans eden genç kızlar imgesi uyandırıyor insanda? Ama bir başka yerde yalnızlığın ve şaşkın kişiliğin acımasız betimlemesinde olduğu gibi, bir umutsuzluk duygusu, tehlikeli anın açıkça farkında olma duygusu buluyoruz; Britannica Ansiklopedisinin Luigi Pirandello hakkında söylediklerine inanılırsa, metni onun yazdığına inanmaya götürüyor bizi:
‘Kim? Çaldı benim kalbimi?
Kim?
Bütün gün düş gördüren bana? Kim...’
Başka bir canzona (‘Benimkî mayısta, onunki haziranda. Ne çabuk unuttu beni?) aynı dönemden bazı İngilizce dizelerin, belirsiz bir ‘en zalim ay’dan söz eden şair Thomas Stearns’ün yazdığı James Profrock’ın şarkısına bir karşılık olduğunu akla getiriyor.

Bu dağlayıcı acı, bazı şiir yorumcularını tarıma ait şiirlere ya da öğretici şiire sığınmaya mı itti? Örneğin, şu dizedeki bozulmamış güzelliğe bakın: ‘Mahmur bir göl, tropikal bir ay...’ Burada su imgesinin tanıdık ve simgesel bir kullanımını buluyoruz, daha sonra da doğanın gizemli sonsuzluğu karşısında insanın zayıflığını ima eden aynı görkemli ve yüce varlığı. Şu dizelere duyduğum hayranlığı eminim siz de paylaşırsınız: ‘Haziran bastırıyor her yeri, çayırları, ovaları; mısırlar bir fil gözü kadar yüksek...’ Görülüyor ki metin, bereket törenlerinden kaynaklanıyor, bahar ruhundan, insan kurbanlardan, belki de toprak anaya sunulan bir genç kızın kalbinden. Bu türlü törenler, onların zamanında, İngiltere Bölgesinde, bazıları adım Altın Kase diye okusa da genellikle Altın Dal denilen, neye gönderme yaptığı belirsiz bir kitapta çözümlenmişti. (bkz. Axbzz Eowrrsc’in henüz dilimize çevrilmemiş çalışmasının çeşitli yerleri, ‘Altın Dal mı, Altın Kase mi? Xpt Agrschh Clwoomai,’ Arcturus, 2. Bölüm, Matematiksel yıl 120).

Aynı bereket törenlerini ya da Frigyalıların Attis’in ölümü törenlerini, şöyle başlayan bir başka güzel şarkıyla bağlamak istiyor insan: ‘St. James Hastanesine gittim, bebeğimi görmeye, soğuk beyaz bir masaya yatırılmış...’ Saint James'e yapılan gönderme İspanyol Santiago’sunu akla getiriyor ve mutlu bir sezgi bizi bunu ünlü bir hac kentinin adı olarak tanımaya götürdü. O zaman, bir Liberya şiirinin tamamlanmamış bir çevirisiyle karşı karşıya olduğumuzu fark ettik. Ne yazık ki hepimizin de bildiği gibi, İspanyolca hiçbir metin bulunamamıştır, çünkü Britannica Ansiklopedisinin bize bildirdiğine öre, Patlamadan yaklaşık yirmi yıl önce bu ulusun dini yetkilileri özel bir nihil obstat’ı1{13} olmayan bütün kitapların yakılmasını emretmişti. Fakat, artık yabancı kitaplarda bulunan kısa alıntılar sayesinde bir süreden beri Federico Lorca olarak da tanınan, söylenceye göre, zorla iğfal ettiği yirmi beş kadın tarafından barbarca öldürülen on dokuz ya da yirminci yüzyıl söylencesel Katalan ozanı Federico Garcıa’nın kişiliği hakkında oldukça açık bir fikir oluşturabilmiş bulunuyoruz. 1966’da bir Alman yazarı (C.K. Dyroff, Lorca: Ein Beitrag zum Duendegescbichte als Flamencowissenschaft) Lorca’nm şiirinden ‘ölümde-aşk-gibi-kök salmış olmanın’ şiiri olarak söz ediyor; bu şiirde çağın ruhunun, Endülüs gökleri altında cenaze törenine yakışır bir biçimde yapılmış kadanslar yoluyla kendini kendine açıkladığı belirtiliyor. Yukarıda anılan metne son derece uyan bu sözler Quaternulus’ta basılı, ateşli İberya sıcaklığı taşıyan öteki harika dizeleri aynı yazara bağlamamıza olanak sağlıyor: ‘Cuando caliente el sol su esta playa...’ Aziz dostlar, uzayvizyon araçlarının bizi sürekli kasvetli ve korkunç öykünmeci bir müzik bombardımanına tuttuğu bugün, saçma sapan sözleri, şarkı diye haykıran sorumsuzların, çocuklarına anlamsız şeyleri şarkı diye öğrettiği bugün, adı sanı belirsiz bir bando şefinin, endüstriyel saçmalığın en son ürünü, sarhoş gemicilerin ağzından duyulabilecek açık saçık dizeleri (‘Kanı, görmek istemem kanı, Ignacio’nun kumlara dökülmüş kanını) nasıl müzikleştirdiğini anlatan, ‘Kuzeyli insanın Çöküşü’ adlı çok  önemli denemeyi anımsatma cesaretini göstereceğim. İzin verin bana, Lorca’nın çağın köyü karanlığından bize ulaşan o ölümsüz dizelerinin, iki bin yıl önceki bir dünyalının ahlaki ve entelektüel erdemine tanıklık ettiğini söyleyeyim. Karşımızda, kültürle şişmiş bir kafanın dolambaçlı, çapraşık araştırmalarına dayanmayan, ama içten gelen basit, taptaze ritimleri kullanan bir şiir var; bizi, böyle bir tansıktan, yaratıcı doğum sancısının değil bir Tanrı’nın sorumlu olduğunu düşünmeye götüren bir şiir. Bayanlar ve baylar, büyük şiir her yerde kendini belli eder; onun biçemi başka şeyle karıştırılamaz; evrenin birbirine ters uçlarından bile yankılansa, yakınlıklarını, benzerliklerini ortaya koyan kadanslar vardır. Böylece, seçkin meslektaşlarım, iki yıl önce bir Kuzey İtalya kentinin yıkıntıları arasında bulunmuş bir kağıt parçası üzerindeki bir tek dizeyi, tam metnini Quaternulus’ta iki sayfa olarak bir araya getirdiğimi sandığım daha büyük bir şarkının bağlamı içine yerleştirerek, sonunda bilime yaraşır bir karşılaştırma yapabildiğimi sevinç ve derin bir coşkuyla bildiririm size. Anlamca zengin eşsiz bir kompozisyon, Aleksandrin aylası içinde bir mücevher, biçemi, dili kusursuz:
       Ciao ciao bambina
       Get thee to a nunnery
       Nunnery, hey nonny!
       Come back to Sorrento
       As dreams are made on.

Korkarım bu bildiri için bana verilen zaman bitti. Konuyu daha fazla tartışmak isterdim, ama çok hassas birkaç dilbilim sorununu çözer çözmez, bu paha biçilmez buluşumun meyvelerini tercüme edip yayınlayacağıma inanıyorum. Sonuç olarak, sizleri, kendi değerlerinin yok oluşunu ağlamadan sızlanmadan dile getirmiş, her zaman zarif ve güzel bir dünyayı betimleyen elmas sözleri neşeli bir incelikle söylemiş bu kayıp uygarlığın imgesiyle baş başa bırakıyorum. Fakat sonun bir sezgisiyle birlikte, peygamberimsi bir duyarlık da vardı. Geçmişin dipsiz, gizemli derinliklerinden, Quarternuhıs Pompeianus’un yıpranmış, silinmiş sayfalarından, radyasyonun kararttığı bir sayfada tek başına durup duran bir tek dizede, ileride ne olacağını bildiren bir önsezi buluruz belki de. Patlamanın tam da arifesinde şair, dünya nüfusunun yazgısını gördü, kutuplardaki geniş buz tabakaları üzerinde yeni ve daha ergin bir uygarlık kurulacak ve yepyeni ve mutlu bir gezegenin üstün ırkı temelini Eskimo soyundan alacaktı. Şair, geleceğin yolunun Patlamanın dehşetinden erdeme ve ilerlemeye doğru gittiğini gördü. Bunu görünce de artık korku ya da pişmanlık duymadı, böylece şu, bir mezmur gibi dolaysız dizeyi boşalttı şarkısının içine: ‘Bir eğlentideysen eğer paltonu ilikle. Kendine iyi bak.’
Yalnızca bir dize; fakat bize, refah içinde ilerleyen Kutup çocuklarına, acı, güzellik, ölüm ve yeniden doğuş darboğazından bir inanç ve dayanışma bildirisi gibi geliyor, atalarımızın güzel ve sevgili yüzlerini bir an için bu bildiride görüyoruz.

*"Singing in the rain" kastediliyor.

Yanlış Okumalar, Umberto Eco, Can Yayınları, s: 24-41

ayrıca bkz. http://meltemgurle.blogspot.com.tr/2009/12/yanlis-okumalar.html

24 Şubat 2016 Çarşamba

İnsan öldükten sonra kütüphanesine ne olur?

İnsan öldükten sonra kütüphanesine ne olur?


Umberto Eco (U. E) - Jean-Claude Carriere (J. -C. C. )
Söyleşiyi yöneten: Jean-Philippe deTonnac (J. -P. de T)



J. -P. de T. : Jean-Claude, bize, kütüphanenizin bir kısmım satmak zorunda kaldığınızı ve bundan dolayı çok büyük üzüntü duymadığınızı söylediniz. Şimdi size oluşturduğunuz bu koleksiyonların geleceğini sormak isterim. İnsan böyle bir koleksiyonun, bir bibliyofili uğraşının yaratıcısıysa, kendisi artık ilgilenemeyecek durumda olacağı zaman bu koleksiyonun başına ne geleceğini kaçınılmaz olarak göz önünde bulunduruyordur herhalde. İzin verirseniz, siz yok olduktan sonra kütüphanelerinizin kaderinin ne olacağım konuşmak isterim.


J. -C. C. : Koleksiyonum gerçekten de budandı, ama tuhaftır, koca bir yığın güzel kitabı satmak bana hiç üzüntü vermedi. Bu vesileyle hoş bir sürpriz yaşadım. O zamanlar epey güzel şeyler, elyazmaları, ithaf edilmiş eserler içeren sürrealist arşivimin bir kısmını Gerard Oberle’ye emanet etmiştim. Oberle bunları azar azar piyasaya sürmeyi üstlenmişti.
Nihayet borçlarımı ödediğim gün, bu satış işinin ne durumda olduğunu öğrenmek için onu aradım. Alıcı bulmayan daha epey kitap olduğunu söyledi. Onları bana geri göndermesini istedim. Aradan dört yıldan fazla geçmişti. Unutuş çoktan işini görmeye başlamıştı. Sahip olduğum kitaplara, keşfin verdiği hayretle karışık büyük bir hayranlıkla kavuştum. İçmiş olduğumu sanıp da meğer dokunmadığım koca koca şişeler gibi.
Ben öldükten sonra kitaplarıma ne mi olacak? Karımla iki kızım karar verecekler buna. Yalnız vasiyetimde, falanca ya da filanca kitabı falanca ya da filanca dostuma bırakıyorum diye yazacağım şüphesiz. Ölüm sonrası hediyesi gibi, bir işaret, bir devir teslim gibi. Beni hepten unutmayacağından emin olmak için. Size hangisini bırakmak isteyeceğimi düşünüyorum şu an. Ah, sizde eksik olan Kircher elimde olsaydı keşke... ama yok.

U. E. : Benim koleksiyonuma gelince; dağılmasını istemem elbette. Ailem bir halk kütüphanesine verebilir ya da müzayedede satabilir. O zaman eksiksiz olarak bir üniversiteye satılmış olur. Benim için önemli olan tek şey bu.

J. -C. C. : Sizin hakiki bir koleksiyonunuz var. Uzun soluklu bir çabayla kurdunuz bu eseri, parçalanmasını istemezsiniz. Normal. Belki de, sizi kendi yazdıklarınız kadar iyi anlatan bir eser. Kendimle ilgili olarak da aynı şeyi söyleyeceğim: Kütüphanemin kurulmasına yön veren eklektizm de aynı şekilde beni gayet iyi anlatıyor. Ömrüm boyunca dağınık olduğumu söyleyip durdular. Yani kütüphanem de aynı bana benziyor.

U. E. : Benimki aynı bana benziyor mu bilmiyorum. Söyledim, inanmadığım eserlerin koleksiyonunu yapıyorum, yani kütüphanem beni tersten yansıtıyor. Ya da belki, çelişkili bir kafa yapısı olarak beni yansıtıyor. Emin olamayışımın sebebi koleksiyonumu çok az kişiye göstermiş olmam. Kitap koleksiyonu kendini tatmine yönelik bir olgudur, tek başına yapılır; tutkunuzu paylaşabilecek kişilere nadiren rastlarsınız. Çok güzel tablolarınız varsa, insanlar onları hayranlıkla seyretmek için evinize gelirler. Ama eski kitap koleksiyonunuzla sahiden ilgilenecek kimseyi bulamazsınız asla. Hiçbir çekiciliği olmayan küçük bir kitaba niye bu kadar önem verdiğinizi ve sizin için niye yıllar süren araştırmalara mal olduğunu anlamazlar.

J. -C. C. : Zaafımızı haklı göstermek için şunu söyleyeyim: Orijinal kitapla neredeyse bir insan gibi ilişki kurabilirsiniz. Bir kütüphane, size refakat eden, yaşayan arkadaşlar, bireyler topluluğu gibidir. Kendinizi biraz yalnız, biraz çökmüş hissettiğinizde, onlara başvurabilirsiniz. Oradadırlar. Hem arada sırada kazı çalışmaları yapar, mevcudiyetini unuttuğum saklı şeyler keşfederim.

U. E. : Söyledim ya, tek kişilik bir günahtır. Esrarengiz sebeplerden dolayı bir kitaba duyabileceğimiz bağlılığın, onun değeriyle hiçbir ilgisi yoktur. Çok bağlı olduğum kitaplarım var ama ticari değerleri pek büyük değil-

J. -P. de T. : Koleksiyonlarınız bibliyofili bakımından neyi temsil ediyor?

U. E. : Kişisel kütüphane ile eski kitap koleksiyonu genellikle birbirine karıştırılıyor bence. Benim asıl yaşadığım evde ve öbür evlerimde elli bin kitabım var. Ama bunlar çağdaş kitaplar. Nadir kitaplarım bin iki yüz başlıktan oluşuyor. Ancak, bir fark daha var. Eski kitaplar benim seçtiklerim (ve para ödediklerim), çağdaş kitaplarsa hem yıllar içinde satın aldıklarım hem de bir saygı belirtisi olarak bana -günden güne daha çok sayıda- gönderilenler. Ne var ki, bir yığınını öğrencilerime verdiğim halde, içlerinden epey büyük bir miktarım da alıkoyuyorum, böylece elli bin rakamına varıyoruz.

J. -C. C: Masal ve efsane koleksiyonumu bir yana koyacak olursam, toplam otuz-kırk bin kitabım var, bunların iki bin kadarı eski kitaplar. Ama bu kitapların bazıları kimi zaman bir yük oluyor. Bir dostunuzun size ithaf ettiği kitaptan ayrılamıyorsunuz mesela. Bu dostunuz evinize gelebilir. O zaman da kitabını görmesi icap eder, hem de iyi bir yerde.
Kendisine bir ithaf yazılmış kişinin ismini ithaf sayfasından kesip çıkaranlar var, ellerindeki nüshayı rıhtımlardaki sahaflarda satabilsinler diye. Bu yaptıkları, sayfa sayfa satmak için incunabula’ları kesip biçmek kadar korkunç bir şey. Size de, Umberto Eco’nun dünyadaki tüm dostlarından kitaplar geliyordur tahminimce!

U. E. : Bu konuda bir hesap yaptım ama üstünden biraz vakit geçti. Güncellemek lazım. Milano’daki bir dairenin metrekare fiyatını göz önünde bulundurdum, bu daire ne tarihî merkezde (çok pahalı) ne de işçi mahallelerinde olacaktı. O zaman, bir ölçüde burjuva saygınlığına sahip bir konut için metrekaresine 6000 avro ödemem gerektiği fikrine alışmalıydım, yani elli metrekarelik bir yüzölçümü için 300000 avro. Kapıların, pencerelerin yerini ve dairenin “düşey” diyebileceğimiz alanını kaçınılmaz olarak daraltacak öbür unsurların, bir başka deyişle kitap raflarının konmasına elverişli duvarların yerini bu hesaptan düşecek olursam, olsa olsa yirmi beş metrekareyi dikkate alabilirdim gerçekte. Demek ki, düşey bir metrekare bana 12000 avroya mal oluyordu.
Altı raflı, en ekonomik olanından bir kütüphane için en düşük fiyatı hesaplayınca, metrekare başına 500 avro yapıyordu. Bir metrekareden altı rafa, yaklaşık üç yüz kitap yerleştirebilirdim şüphesiz. Demek ki her kitabın yeri 40 avroya geliyordu. Yani fiyatından daha pahalıya. Sonuç olarak, bana gönderilen her kitap için, gönderen içine aynı tutarda bir çek yazıp koymalıydı. Daha büyük boyda bir sanat kitabı için, çok daha fazlasını hesaplamak gerekiyordu.

J. -C. C: Çeviriler için de aynı şey geçerli. Kitabınızın Birmanya dilindeki beş nüshasını ne yapıyorsunuz? Olur da bir Birmanyalıyla tanışacak olursam ona hediye ederim, dersiniz. Ama beş Birmanyalıyla tanışmaksınız!

U. E. : Kitaplarımın çevirileri bir mahzen dolusu. Hapishanelere göndermeyi denedim; İtalyan hapishanelerinde Alınanlardan, Fransızlardan ve Amerikalılardan çok Arnavutlar ve Hırvatlar vardır herhalde diye düşündüm. Onun için de kitaplarımın bu dillerdeki çevirilerini gönderdim.

J. -C. G: Gülün Adı kaç dile çevrildi?

U. E. : Kırk beş. Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonrasını da hesaba katan bir rakam bu, dolayısıyla, eskiden bütün Sovyet cumhuriyetleri için Rusça mecburi dil sayılırken, duvarın yıkılışından sonra kitabı Ukraynacaya, Azericeye vs. çevirmek gerekti. Bu acayip rakam bundan ileri geliyor. Her çeviri için beş ila on nüsha diye hesap ederseniz, iki yüz ila dört yüz kitap mahzeninizi mekân tutmuş demektir.

J. -C. C. : Burada size bir sırrımı vereyim: Kendimden bile saklayarak, bazen kitap attığım oluyor.

U. E. : Bir keresinde, jüri başkanının hatırı için, Viareggio Ödülü jürisine girmeyi kabul ettim. Jüride yalnızca deneme bölümü için yer alıyordum. Her jüri üyesine, bütün kategorilerde yanşan ne kadar kitap varsa geldiğini fark ettim. Sırf şiiri ele alacak olursam [sizin de bildiğiniz gibi, dünya muhteşem dizelerini kendi ceplerinden ödeyerek yayımlayan şairlerle dolu), ne yapacağımı bilmediğim sandık sandık şiir kitabı geliyordu. Bunlara bir de yarışmadaki öbür bölümlerin kitapları ekleniyordu. Bu kitapları belge olarak saklamam gerektiğini düşündüm. Fakat çok geçmeden evimde yer sorunuyla karşılaştım ve neyse ki sonunda Viareggio Ödülü jürisindeki görevimden çekildim. Şairler büyük farkla en tehlikelileridir.

J. -C. C. : Şu Arjantin fıkrasını duymuşsunuzdur, bildiğiniz gibi Arjantin çok sayıda şairin yaşadığı bir ülkedir. O şairlerden biri eski bir dostuyla karşılaşır ve elini cebine atarak şöyle der: “Hah! Tam vaktinde çıktın karşıma, demin bir şiir yazdım, sana okumam lazım. ” Bunun üzerine öbürü de elini cebine atar ve şöyle der: “Dikkat et, bende de bir tane var!”

U. E. : Arjantin’de şairden çok psikanalist var, öyle değil mi?

J. -C. C. : Öyle görünüyor. Ama ikisi birden olunabilir.

U. E. : Benim eski kitap koleksiyonum, Hollandalı bibliyofil Ritman’ın kurduğu BPH, Bibliotheca Philosophica Hermetica ile kıyaslanamaz elbette. Bu konuda sahip olunması gereken her şeye aşağı yukarı sahip olduğundan, son yıllarda, hermetizmle ilgisi olmasalar bile, değerli incunabula’lann da koleksiyonunu yapmaya başladı. Sahip olduğu çağdaş kitaplar büyük bir binanın üst kısmını olduğu
gibi kaplıyor, eski kitaplarıysa harikulade bir şekilde düzenlenmiş bir mahzende duruyor.

J. -C. C. : Americana61 diye adlandırılan malzemelerle ilgili eşsiz birtakım oluşturmuş olan Brezilyalı koleksiyoncu Jose Mindlin, kitapları için bir ev inşa ettirdi. Brezilya hükümeti o öldükten sonra kütüphanesine baksın diye bir vakıf kurdu. Benim, çok daha mütevazı bir şekilde, iki küçük koleksiyonum var; onları özel olarak değerlendirmek isterim. Birinin dünyada bir benzeri yok sanırım. Masalları ve efsaneleri, her ülkenin kurucu anlatılarını bir araya getiriyor. Bibliyofili anlamında değerli kitaplardan oluşan bir koleksiyon değil. Bu anlatılar anonim, baskıları genellikle sıradan, bazı nüshalarsa yıpranmış durumda. Üçdört bin ciltten oluşan bu takımı bir halk sanatları müzesine ya da bu alanda uzmanlaşmış bir kütüphaneye bırakmak isterim. Ama henüz bulamadım.
Özel olarak değerlendirmek istediğim [ama nasıl bilmem) ikinci koleksiyonumsa, karımla birlikte oluşturduğum koleksiyon. Daha önce değindiğim gibi, XVI. yüzyıldan itibaren “Eski İran’a Seyahat” başlığı altında toplanan kitaplara ilişkin. Belki günün birinde kızımız ilgilenip uğraşır.

U. E. : Benim çocuklarım ilgilenip uğraşacağa benzemiyor. Joyce’un Ulysses’inin ilk baskısına sahip oluşum oğlumun hoşuna gidiyor, kızımsa XVI. yüzyıldan kalma Mattioli’nin bitkibilim kitabını inceliyor sık sık, ama hepsi bu kadar. Kaldı ki, ben de elli yaşından sonra hakiki bir bibliyofil oldum.

J. -P. de T. : Her ikiniz de hırsızlardan korkmuyor musunuz?

J. -C. C. : Bir gün, bir kitabımı çaldılar, hem de herhangi bir kitap değil, Sade’ın Yatak Odasında Felsefe'sinin orijinali. Hırsızın kim olduğunu bildiğimi zannediyorum. Bir taşınma sırasında oldu. Bir daha da bulamadım.

U. E. : İşi bilen biriymiş. En tehlikelileri bibliyofil hırsızlardır, tek bir kitap çalanlar. Kitapçılar bu kleptoman müşterilerin kimliğini sonunda saptar ve meslektaşlarına bildirirler. Normal hırsızlar koleksiyoncu için tehlikeli değildir. Gariban soyguncuların koleksiyonumu çalmaya kalktıklarını düşünelim. Bütün kitapları sandıklara koymak iki gecelerini alır, taşımaları için de kamyon gerekir.
Daha sonra (malın tümünü eksiksiz olarak Arsene Lupin satın alıp Aiguille creuse’de62 saklamamışsa), sahaflar onlara gülünç bir miktar para verir, bunu da ahlaki kaygıları olmayan satıcılar yapar yalnızca, çünkü çalıntı mallar olduğu barizdir. Kaldı ki, iyi bir koleksiyoncu her nadir kitap için bir fiş hazırlar, kusurlarına varana kadar her türlü ayırt edici işaret belirtilir, ayrıca polisin sanat eserleri ve kitap hırsızlığında uzmanlaşmış bir kolu vardır. Mesela İtalya’da, polisin bu kolu son derece etkilidir, becerilerini savaş sırasında kaybolmuş sanat eserlerini bulmak için uğraştıkları dönemde edinmişlerdir çünkü. Son olarak da, eğer hırsız yalnızca üç kitap almaya karar verir de, en pahalıları bunlardır diye düşünerek en büyük boy olanları veya en güzel cilde sahip olanları alırsa muhakkak yanılacaktır, en nadir kitap fark edilmeyecek kadar küçük olabilir.
En büyük risk, filanca kitaba sahip olduğunuzu bilen ve o kitabı çalma pahasına da olsa mutlak surette ele geçirmek isteyen deli bir koleksiyoncunun özel olarak yolladığı kişinin göze aldığı risktir. Ancak elinizde Shakespeare’in 1623 tarihli Folio’su olmalıdır, yoksa onca risk almaya değmez.

J. -C. C. : Bilirsiniz, eski mobilya katalogları teşhir eden "antikacılar” vardır, hâlbuki o mobilyalar hâlâ sahiplerinin evlerindedir. Siz ilgilenirseniz, bir tek o mobilyayı alıp gitmek için hırsızlık tertiplerler. Ama söylediklerinize genel olarak katılıyorum. Bir kere soyuldum. Hırsızlar televizyonu, radyoyu, ne olduğunu hatırlamadığım bir şeyler daha aldılar ama tek bir kitaba dokunmadılar. On bin avroluk hırsızlık yaptılar, hâlbuki tek bir kitap alsalardı, o miktarın beş ya da on katını ceplerine koyarlardı. Demek ki cahillik bizi koruyor.

J. -P. de T. : Her kitap koleksiyoncusunun aklımın bir köşesinde yangın saplantı haline gelmiştir tahminimce...

U. E. : Ya evet! Koleksiyonumu sigortalatmak için hatarı sayılır bir miktar ödememin sebebi bu. Yanan bir kütüphane hakkında bir kitap yazmış olmam tesadüf değil. Ya evim yanarsa diye korkarım hep. Niye korktuğumu da biliyorum artık. Üç yaşından on yaşına kadar yaşadığım daire, bizim belediyenin itfaiye şefinin dairesinin alt katındaydı. Çok sık olarak, bazen haftada birkaç kere, gecenin bir vakti bir yerlerde yangın çıkar ve itfaiyeciler, sirenlerini çalarak, şeflerini uykusundan kaldırmaya gelirlerdi. Çizmelerinin merdivendeki sesini duyup uyanırdım. Ertesi gün, karısı anneme felaketin bütün ayrıntılarını anlatırdı... Yangın tehdidi çocukluğuma niye tebelleş olmuş anlıyorsunuzdur.

J. -P. de T. : Sabırla bir araya getirilmiş koleksiyonlarınızın geleceğinin ne olacağı konusuna dönmek isterim...

J. -C. G: Karımla kızlarımın, mesela veraset vergisini ödemek için koleksiyonumu kısmen veya tamamen satacaklarını tahayyül edebilirim. Kederli bir düşünce değil bu, aksine: Eski kitaplar piyasaya döndüklerinde, dağılırlar, başka yere giderler, bililerini mutlu ederler, bibliyofili tutkusunu devam ettirirler. Albay Sickels’ı muhakkak hatırlarsınız, XIX. ve XX. yüzyıl Fransız edebiyatının hayal edilebilecek en olağanüstü koleksiyonuna sahip şu zengin Amerikalı koleksiyoncu. Hayattayken koleksiyonunu Drouot’da sattı. Satış on beş gün sürdü. Bu unutulmaz satıştan sonra onunla karşılaştım. Pişman değildi. Birkaç yüz hakiki kitap meraklısının kalbinde iki hafta boyunca bir ateş yakmış olmaktan dolayı gururluydu hatta.

U. E. : Benim ilgi alanım o kadar özel ki, koleksiyonumun gerçekten kimin ilgisini çekebileceğini tam olarak kestiremiyorum. Kitaplarımın, sonunda, bir gizli bilim meraklısının eline düşmesini istemem, onlara mutlaka bağlanacaktır ama başka sebeplerden. Koleksiyonumu Çinliler satın alır belki de. Amerika Birleşik Devletleri’nde yayımlanan Semiotica dergisinin bir sayısı geldi, Çin’ de göstergebilime ayrılmış. Benim kitaplarımdan yapılmış alıntılar, bizim bu alanda uzmanlaşmış çalışmalarımızda yer alanlardan daha çok. Belki günün birinde koleksiyonum, Batı’nın tüm çılgınlıklarını anlamak isteyecek Çinli araştırmacıların ilgisini başkalarından daha çok çeker.


KİTAPLARDAN KURTULABİLECEĞİNİZİ SANMAYIN (içinde)
Umberto Eco (U. E) - Jean-Claude Carriere (J. -C. C. )
Söyleşiyi yöneten: Jean-Philippe deTonnac (J. -P. de T)
Fransızca aslından çeviren Sosi Dolanoğlu
Can Yayınları, 2014, İstanbul, s: 391-406
Eco, Paris Komünü ve Prag Mezarlığı

Eco, Paris Komünü ve Prag Mezarlığı

Umberto Eco
Prag Mezarlığı

19. yüzyılda Paris: Komün Günleri; hançer darbeleri; absent dumanları arasında hazırlanan cinayetler; kanalizasyonda yatan cesetler; patlamalar; isyanlar; takma sakallar; sahte noterler; düzmece vasiyetler; satanist örgütler; kara ayinler; cinsellikle pek fazla ilgilenmeyen, hastalarının rüyalarına burnunu sokmamaya kararlı bir Doktor Froïde Torino, Palermo, Paris şehirlerinde dolaşan histerik bir satanist; iki kez ölen bir rahip; masonlara karşı entrikalar kuran Cizvitler; rahipleri kendi bağırsaklarıyla boğan masonlar; çarpık bacaklı raşitik bir Garibaldi; bir sahte belgenin Siyon Bilgelerinin Protokollerine dönüşmesi...

Umberto Eco, 2010 yılında İtalya'da yayımlanır yayımlanmaz çoksatarlar arasına giren romanı Prag Mezarlığı'nda, çok renkli, çok katmanlı, çok kişilikli bir dünya sunuyor bize. Hitler'in Yahudi soykırımının gerekçesini oluşturduğu iddia edilen Siyon Bilgelerinin Protokolleri'nin ortaya çıkışını ele alıyor bu eserde. Dönemin popüler macera romanlarından gazete yazılarına kadar çok sayıda kaynağın bir araya gelmesiyle oluşan protokollerin tarihçesini, o dönemin tefrika romanlarına uygun bir tarzda ve tabii ki her zamanki gibi engin tarih, edebiyat ve popüler kültür bilgisini konuşturarak romanlaştırıyor. Üstelik dönemin kaynaklarından seçilmiş uygun resimlerle. (Tanıtım bülteninden)
http://www.idefix.com/kitap/prag-mezarligi-umberto-eco/tanim.asp?sid=HL6REXT4EM8MSR08YGXS

***



[Roman kahramanı Yüzbaşı Simonini, Paris Komünü günlerini  şöyle anlatıyor Prag Mezarlığı'nda.]

Zor günler eylül ayında Sedan trajedisiyle başladı. Napolyon düşmana esir düşünce imparatorluk çökmeye başladı ve Fransa'nın tamamı, neredeyse (şimdilik neredeyse) bir devrim heyecanına kapıldı. Cumhuriyet ilan ediliyordu ama Cumhuriyetçilerin sıralarında anladığım kadarıyla iki ayrı ruh vardı: Biri yaşanan yenilgiden sosyalist bir devrim çıkarmak isterken, öteki de sonunda ciddi bir komünizme dönüşecek olan reformlara boyun eğmemek için Prusyalılarla barış anlaşması imzalamak arzusundaydı.

Eylül ortasında Prusyalılar Paris kapılarına dayanmışlardı ve savunmaları gereken kaleleri zapt etmiş, kenti bombalamaya başlamışlardı. Beş aylık kuşatma öyle ağır geçti ki, açlık en büyük düşman haline geldi.
....

Ocak ayında Almanlarla ateşkes imzalanmıştı ve Almanlar mart ayında başkenti sembolik biçimde işgal etmişlerdi – çivili miğferleriyle Champs-Élysées'de geçit töreni yaptıklarını görmek benim bile içimi burkmuştu. Sonra Almanlar güneybatı bölgesinin kontrolünü Fransız hükümetine bırakarak kentin kuzeydoğusuna yani Ivry, Montrouge, Vanves, Issy ve güçlendirilmiş Mont-Valérien kalelerine yerleştiler (bunu Prusyalılar da denemişti), çünkü buradan kentin batısı kolayca bombalanabilirdi.

Prusyalılar Paris'i terk ediyor, Thiers başkanlığındaki Fransız hükümeti işbaşı yapıyordu ama artık denetlenmesi çok zor olan Ulusal Muhafızlar daha önce halkın yardımıyla satın aldıkları ve Montmartre'a sakladıkları topları ortaya çıkardılar. Thiers, General Lecomte'u önce Ulusal Muhafızlar'a ve kalabalığa ateş etmekle görevlendirdi ama sonunda onun askerleri de isyancılara katıldı ve Lecomte kendi adamlarınca tutuklandı. Bu arada birileri, bilmem nerede Thomas adındaki generali tanımıştı; o da 1848 yılında isyanın bastırılmasında iyi anılar bırakmamış bir kişiydi. Şimdi sivil giysilerle, belki de özel nedenlerle kaçmaktaydı ama herkes onun isyancılara casusluk yaptığını söylüyordu. O da yakalanarak Lecomte'un yanına götürüldü ve ikisi birlikte kurşuna dizildiler.

Thiers, hükümetiyle Versay'a çekiliyordu ve mart sonunda Paris'te komün ilan ediliyordu. Şimdi Mont-Valérien'den Paris'i bombalayan ve kuşatan Versay hükümeti idi; Prusyalılar ise buna göz yumuyorlardı, daha doğrusu onların sınırını geçen herkese son derece hoşgörülü davranıyorlardı; böylece Paris ikinci kuşatılmasında birincisinden daha fazla yiyecek bulabiliyordu: Kendi vatandaşlarınca aç bırakılanlar düşman tarafından doyuruluyordu. Ve birileri Almanları Thiers hükümetiyle karşılaştırınca bu lahanacıların aslında iyi Hıristiyanlar olduğunu fısıldamaya başlamıştı.

....

Kesin bir istihbarat... Söylemesi kolaydı, çünkü kentin dört bir yanında farklı olaylar yaşanıyordu; Ulusal Muhafız birlikleri tüfeklerinin namlularına çiçek takarak, ellerinde kırmızı bayrakla geçitler yapıyorlar; aynı mahallelerde kentsoylular evlerine kapanmışlar, yasal hükümetin dönmesini bekliyorlardı. Komüne seçilen kişilerin kim oldukları anlaşılamıyordu, ne gazetelerden ne pazarlardaki fısıltılardan öğrenmek mümkün olmuyordu; kimin hangi taraftan olduğu meçhuldü: İşçiler, hekimler, gazeteciler, ılımlı Cumhuriyetçiler, öfkeli sosyalistler ve hatta Seksen Dokuz Komünü'nü değil o korkunç Doksan Üç Komünü'nün dönüşünü bekleyen gerçek Jakobenler bile komünde yer alıyorlardı. Ama sokaklarda hissedilen sevinç ve mutluluktu. Erkeklerin üzerinde üniforma olmasa büyük bir halk şenliğinde olduğumuz sanılabilirdi. Askerler Torino'da sussi dediğimiz ve burada au bouchon diye bilinen oyunu oynuyorlardı; subaylar kızların önünde gerine gerine yürüyerek hava atıyorlardı.

Bu sabah eski eşyalarım arasında bulunması gereken ve içinde döneme ait gazete kupürleri olan bir kutu geldi; belleğimin tek başına oluşturmakta güçlük çektiği sahneleri bu gazeteler sayesinde zenginleştirebilirim diye düşündüm. Bulduklarım farklı eğilimlere ait başlıklardı: Le Rappel, Le Réveil du Peuple, La Marseillaise, Le Bonnet Rouge, Paris Libre, Le Moniteur du Peuple ve benzerleri. Bunları kim okurdu bilmiyorum; belki de sadece yazanlar okuyordu. Benim hepsini satın almamın nedeni Lagrange'ı ilgilendirebilecek olay ve görüşleri toparlamak istememdi.
....

Nisan ortasında Versay ordusunun bir öncüsü kuzeybatı bölgesine, Neuilly'ye girmiş ve yakaladığı herkese ateş etmeye başlamıştı. Mont-Valérien'den açılan ateşle Zafer Takı bombalanıyordu. Birkaç gün sonra kuşatmanın en inanılmaz olayına tanık oldum: Masonların geçit resmi. Masonların Komün yanlısı olduğunu sanmıyordum ama işte amblem ve tören önlükleriyle yürüyorlardı: Bombalanan köylerdeki yaralıları taşımak için Versay hükümetinin kısa bir ateşkes yapmasını istiyorlardı. Zafer Takı'na kadar geldiler, o sırada büyük bir rastlantı sonucu top atışı durmuştu, çünkü belli ki biraderlerinin büyük bölümü kral yanlılarıyla şehir dışındaydı. Ama işte Versay masonları bir günlük ateşkes için kullanılmışlardı; anlaşma orada kalmıştı ve Paris masonları Komün'le aynı safta yer almıştı.
....

Acele etmeden, Hébuterne'in benden önce oraya varması için Sen kenarından yürüyerek Montparnasse'a ulaşmayı düşünürken sağ kıyının bir kaldırımında kurşuna dizilmiş yirmi cesedin yattığını gördüm. Belli ki yeni öldürülmüşlerdi ve hepsi farklı sosyal sınıflardan, farklı yaşlardan kişilerdi. Proleter giyimli ağzı bir karış açık gencin yanında kıvırcık saçlı, bıyıkları bakımlı, ellerini henüz kırışmış redingotunun üzerinde kavuşturmuş orta yaşlarda bir kentsoylu yatıyordu; onun yanındaki tipin sanatçı bir havası vardı; bir tanesi de sol gözünden kurşun yediği için tanınmaz bir haldeydi, kim bilir kaç kurşunla dağılmış beynini bir arada tutmak isteyen merhametli biri başının etrafına bir havlu sarmıştı. Ve bir de kadın vardı; belki de bir zamanlar güzeldi.

Oracıkta, mayıs güneşi altında yatıyorlardı, mevsimin ilk sinekleri şölene koşmuş, üzerlerinde uçuşuyordu. Sanki rastgele seçilmişler ve birilerine ders olsun diye vurulmuşlar, sonra da o sırada geçmekte olan ve top arabasını çeken hükümet yanlısı mangaya yol açmak için kaldırıma dizilmişler gibiydiler. Bu yüzlerde beni en çok etkileyen, yazarken bile rahatsız olduğum unsur umursamazlıktı: Sanki onları bir araya getirmiş olan kadere razı olarak uyuyakalmışa benziyorlardı.

Sıranın sonuna geldiğimde, ötekilerden biraz ayrı yatan, sanki buraya sonradan taşınmış gibi duran son ölünün görüntüsü beni altüst etti. Yüzünün bir bölümü kurumuş kanla kaplı olsa da Lagrange'ı hemen ve gayet net tanıdım. Gizli servis yenileniyordu.

Ruhum kadın gibi hassas değildir ve bir rahibin cesedini lağım kanalına sürüklemişliğim bile vardır ama işte bu görüntü beni çok rahatsız etti. Merhametten değil, bunun benim başıma da gelebileceğini düşündüğümden tedirgin olmuştum. Buradan Montparnasse'a giderken Lagrange'ın adamı olduğumu bilen birine rastlamam yeterliydi; bu bir Versaylı ya da bir Komüncü olabilirdi; her ikisinin de bana güvensizlik duymaya hakkı vardı ve o günlerde güvensizlik demek öldürmek demekti.

....

Komüncülerin büyük bölümü çalışmak için silahlarını kenara yığdıkları için, pencerelerden başlayan ateş onları hazırlıksız yakaladı. Sonra silahlarını alsalar bile ateşin nereden geldiğini anlayamadılar ve Grenelle Sokağı'yla Four Sokağı yönüne insan hizasında ateş açmaya başladılar; öyle ki kurşunların Vieux Colombier'ye de ulaşacağından korkarak gerilemeye başladım. Sonra birileri düşmanın yüksekten ateş ettiğini fark etti ve evlerden sokağa, sokaktan evlere karşılıklı kurşunlar uçuştu; bir tek hükümet askerleri kime ateş ettiklerini iyi görüyorlardı ve isabet ettiriyorlardı; oysa Komüncüler henüz hangi pencereleri hedef alacaklarını kestirememişlerdi. Sözün kısası kolay bir kıyım oldu; dörtyol ağzından "İhanet!" çığlıkları duyuluyordu. Hep böyledir, başarısız olduğunda beceriksizliğin konusunda suçlayacak birilerini bulursun. Ne ihaneti, diyordum kendi kendime; siz değil devrim yapmak, nasıl savaşılacağını bile bilmiyorsunuz.

Sonunda birisi hükümet askerlerinin işgal ettiği evin hangisi olduğunu anladı ve sağ kalanlar büyük kapıyı kırma girişiminde bulundular. Tahminime göre brassardiers çoktan yeraltına inmişlerdi ve içeri giren Komüncüler evleri boş buldular ama ben orada durup beklemekten vazgeçtim. Sonradan öğrendiğim üzere, hükümetin çok sayıdaki askeri gerçekten de Cherche-Midi Sokağı'ndan geliyorlardı; demek ki Croix-Rouge köşesinde kalan son savunmacılar hezimete uğradılar.

En dar sokakları seçerek ve tüfek sesi gelen yönlerden uzak kalmaya çalışarak çıkmaz sokağıma vardım. Duvarlara henüz yapıştırılmış afişlerde Halk Sağlığı Komitesi yurttaşları son savunmaya çağırıyordu ("Aux barricades! L'ennemi est dans nos murs. Pas d'hesitations!").

Maubert Meydanı'ndaki bir birahanede son haberleri öğrendim: Saint Jacques Sokağı'nda yedi yüz Komüncü öldürülmüştü, Lüksemburg cephaneliği havaya uçurulmuştu, Komüncüler intikam için Roquette Hapishanesi'nde yatan ve aralarında Paris Başpiskoposu da bulunan bazı rehineleri çıkartıp duvara dizmişlerdi. Başpiskoposu kurşuna dizmek geri dönüşü olmayan bir noktaya işaret ediyordu. İşlerin normale dönmesi için kan banyosunun durması gerekliydi.

Ama işte bana bunlar anlatılırken, içeriye giren birkaç kadın müşterilerin sevinç naralarıyla karşılandı. Bunlar kendi brasserie'lerine dönen les femmes idi! Hükümet yanlıları Komüncülerin yasakladığı fahişeleri yanlarında Versay'a götürmüşlerdi ve şimdi hayatın normale döndüğünü ifade etmek için onları yeniden şehirde dolaşmaya teşvik ediyorlardı.

Bu it sürüsü arasında daha fazla oyalanamazdım. Komün'ün tek olumlu işi boşa çıkmıştı.

Sonraki günlerde Komün söndü gitti; süngülerle son göğüs göğse çarpışma Père-Lachaise Mezarlığı'nda yaşandı. Hayatta kalabilen yüz kırk yedi kişinin yakalanıp, oracıkta öldürüldüğü anlatılıyordu.

Böylece kendilerini ilgilendirmeyen işlere burunlarını sokmamayı öğrendiler.
***

Umberto Eco
Prag Mezarlığı
İtalyanca aslından çeviren: Eren Yücesan Cendey
Doğan Egmont Yayıncılık, 2013 İstanbul