Frantz Fanon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Frantz Fanon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2016 Perşembe

Jean Paul Sartre'ın Yeryüzünün Lanetlileri İçin Önsözü

Jean Paul Sartre'ın Yeryüzünün Lanetlileri İçin Önsözü

1961 Tarihli Baskıya Önsöz 

Jean-Paul Sartre (ortada) ve Simone de Beauvoir (solda),
 Che Guevara (sağda) ile Küba'da görüştüler. (1960)
Kısa bir süre öncesine dek yeryüzünün nüfusu iki milyardı: beş yüz milyon insan ve bir buçuk milyar “yerli”. Birinciler “Söz”e sahipti, ötekilerse bu sözü ödünç almışlardı. Bu ikisi arasında aracı olarak hizmet veren satılmış kralcıklar, derebeyleri ve tepeden tırnağa sahte bir burjuvazi vardı. Sömürgelerde gerçek çırılçıplak ortadaydı, ama “metropoller” bu gerçeğin giyinik olmasını yeğliyordu: Yerlilere kendilerini sevdirmek zorundaydılar. Bir tür anne gibi. Avrupalı seçkinler yerlilerden seçkin bir tabaka yaratmaya kalkıştı. Gençler arasından ayıklayıp seçiyorlardı; alınlarına kızgın demirle Batı kültürünün ilkelerini dağlıyorlardı; ağızlarını seslerle, tumturaklı, parlak, içi boş sözcüklerle tıkadılar. Metropolde kısa bir süre kaldıktan sonra, gözleri boyanmış bir halde ülkelerine yolluyorlardı. Bu iki ayaklı yalanların kardeşlerine söyleyecek hiçbir şeyi kalmamıştı; yalnızca yankı yapıyorlardı. Bizler Paris’ten, Londra’dan, Amsterdam’dan “Parthenon! Kardeşlik!” diye bağırdıkça, Afrika ya da Asya’nın herhangi bir yerinde dudaklar “...thenon! ...deşlik” demek için aralanıyordu. Altın çağdı bu.


Bu çağ sona erdi: Ağızlar kendi kendilerine açılıyordu artık; sarı ve kara sesler hâlâ bizim hümanizmamızdan söz ediyordu, ama yalnızca bizim insanlıkdışılığımızı yüzümüze çalmak için. Bu nazik küskünlük ifadelerini dinlerken hoşnut kalmadığımız söylenemez. Önce gururlu bir şaşkınlık duyduk. “Ne? Kendi başlarına mı konuşmaya başladılar? Kendi ellerimizle neler yaratmışız bir bakın!” ideallerimizi kabul ettiklerinden kuşkumuz yoktu, çünkü bizi bu ideale sadık kalmamakla suçluyorlardı. Bu kez Avrupa kendi misyonuna gerçekten de inanabilirdi; Asyalıları Helenleştirmişti; yeni bir tür, Greko-Latin siyahlar yaratmıştı. Her zamanki gibi pragmatik olan bizler kendi aramızda şöyle diyorduk: “Varsın içlerini döksünler, bu onları rahatlatır; havlayan köpek ısırmaz.”

Ortaya çıkan başka bir kuşak durumu değiştirdi. Bu kuşağın yazar ve şairleri, inanılmaz bir sabırla, bize değerlerimizin kendi yaşam gerçekleriyle uyuşmadığını, bu değerleri tam olarak ne reddedebildiklerini ne de onlarla bütünleşebildiklerini anlatmaya çalıştılar. Kabaca söyledikleri şuydu: Siz bizi bir ucube haline getiriyorsunuz, hümanizmanız bize evrensellik öneriyor, ama ırkçı uygulamalarınız bizi ayrılaştırıyor. Onları pek aldırmadan dinliyorduk: Sömürge yöneticilerine Hegel okumaları için para ödenmiyor, zaten Hegel’i pek az okurlar, ama rahatsız vicdanların kendi çelişkilerine batmış olduğunu anlamak için bu filozofa ihtiyaçları yok aslında. Elde var sıfır. Bu yüzden bırakalım bahtsızlıkları sürsün, hiçbir şey çıkmaz bundan. Uzmanlar bize onların ağlayıp sızlanmaları arasında küçücük bir talep iması varsa eğer bunun da entegrasyon talebi olacağını söylüyordu. Bunu elbette bahşedemezdik onlara: Yoksa bildiğiniz gibi aşırı sömürüye dayalı bu sistem yıkılıp giderdi. Ama bu havucu gözlerinin önünde sallandırmak yeter, koşa koşa gelirlerdi. isyan etmeye gelince, bu konuda hiç mi hiç kaygı duymuyorduk: Hangi aklı başında “yerli” Avrupa’nın güzel evlatlarını sırf onlar gibi olabilmek amacıyla katletmeye kalkar ki? Kısacası bu tür melankolik ruh hallerini teşvik ettik ve Goncourt Ödülü’nü bir kereliğine de bir siyaha vermenin fena olmayacağını düşündük. Bütün bunlar 1939’dan önceydi.

1961. Dinleyin: “Bir işe yaramaz bıktırıcı sözler ve mide bulandırıcı taklitlerle zaman kaybetmeyelim. Ağzından insan sözcüğünü düşürmeyen, ama her rastladığı yerde, kendi sokaklarının her köşesinde, dünyanın her yerinde insanı katleden bu Avrupa’yı terk edelim. Sözde ‘ruhsal macera’ adına Avrupa yüzyıllardır neredeyse tüm insanlığın sesini boğuyor.” Bu üslup yeni. Böyle konuşmaya cesaret eden kim? Bir Afrikalı, eskinin sömürgesi bir Üçüncü Dünya insanı. “Avrupa”, diye ekliyor, “öyle delice ve pervasız bir ivme kazandı ki... uçuruma doğru gidiyor, ondan uzak durmakla iyi yapmış oluruz.” Diğer bir deyişle, Avrupa hapı yuttu. Yenilir yutulur bir gerçek değil bu, ama bizler de buna derinden inanıyoruz – öyle değil mi sevgili kıtadaşlarım?

Ama ihtiyatlı konuşmalıyız. Örneğin bir Fransız ötekine, “Ülkemiz hapı yuttu!” dediğinde (ki bildiğim kadarıyla 1930’dan beri hemen her gün karşılaşılan durumdur bu), öfke ve aşk dolu tutkulu bir nutuk halini alır konuşma; hatip de tüm vatandaşlarıyla aynı gemidedir. Ama genellikle şunu ekler: “Tabii eğer şu yapılmazsa...” Herkes mesajı alır: Tek bir hatayı kaldıracak durum yoktur. Tavsiyelerine harfiyen uyulmazsa, o zaman, ancak o zaman ülke parçalanacaktır. Kısacası, ardından tavsiye gelen bir tehdittir bu ve ulusun kendi iç öznelliğinden kaynaklandığı ölçüde daha az şoke edicidir. Ama tam tersine, Fanon Avrupa’nın yok olmaya doğru gittiğini söylediğinde, alarm çığlığı atmadığı gibi, bir tanı koymaktadır. Bu doktor ne Avrupa’nın umutsuz vaka olduğu kanısındadır –mucizelerin var olduğu bilinmektedir– ne de tedavi yolları önerme iddiasındadır: O, Avrupa’nın ölüm döşeğinde olduğunu saptamaktadır. Dışarıdan biri olarak tanısını gözleyebildiği semptomlara dayandırıyor. Avrupa’yı iyileştirmeye gelince; hayır: onu endişelendiren başka şeyler var. Avrupa hayatta kalmış ya da yok olmuş, umurunda değil. Bundan dolayı Fanon’un kitabı skandal yaratıcıdır. Matrak ve rahatsız bir tavırla, “Bizi ne hale sokmuş!” diye mırıldanırsanız, skandalın gerçek niteliğini gözden kaçırmış olursunuz, çünkü Fanon sizi hiçbir hale “sokmaz”; başkaları için gayet yakıcı olan bu kitap size karşı tamamen ilgisizdir. Sık sık sizin hakkınızda konuşur, ama sizinle konuşmaz. Siyah Goncourtlar ve sarı Nobeller bitti: sömürgeleştirilmiş ödül sahiplerinin dönemi kapandı. “Fransızca konuşan” eski yerli kendi dilini yeni gereksinimlere uyarlar, sadece sömürgeleştirilmiş olan için kullanır ve ona hitap eder: “Bütün azgelişmiş ülke yerlileri birleşin!” Bu nasıl bir düşüş, düşkünlük! Babaların tek muhatabı bizlerdik, oğullar ise bizi muhatap olarak bile kabul etmiyorlar: Onların söylem nesnesiyiz. Fanon söz arasında Setif, Hanoi ve Madagaskar’da işlediğimiz suçlara değiniyor elbette, ama suçlayarak zaman harcamıyor: Onları kullanıyor. Sömürgecilik taktiklerini, sömürgelerdeki Avrupalılarla “metropol halkı”nı birleştiren ve ayıran karmaşık ilişki oyunlarını, kendi kardeşleri adına parçalıyor; amacı bizi alt etmeyi onlara öğretmek.

Kısacası, Üçüncü Dünya bu sesle kendisini keşfediyor ve kendisiyle konuşuyor. Türdeş bir dünyada olmadığımızı, köleleştirilmiş halkların bu dünyada hâlâ var olduğunu biliyoruz. Bunlardan bazıları sahte bir bağımsızlık edindi, bazıları egemenliklerini elde etmek için savaşıyor, bazıları ise tam özgürlüklerini kazanmış ama sürekli emperyalist saldırı tehdidi altında yaşıyor. Bu ayrımlar sömürge tarihinden, başka bir deyişle ezme ilişkisinden kaynaklanıyor. Bazı yerlerde metropol, birkaç feodali maaşa bağlamakla idare ederken başka yerlerde böl ve yönet sistemi içinde sömürgeleştirilmiş kullardan bir burjuvazi yaratmıştı; bazı yerlerde ise bir taşla iki kuş vurmuştu: sömürge hem yerleşim yeriydi hem de sömürü yeri. Bu yüzden Avrupa, ayrımları ve çatışmaları keskinleştirmiş, sınıflar ve bazı durumlarda ırkçılık yaratmış ve sömürgeleştirilmiş toplumlarda katmanların ortaya çıkması ve derinleşmesi için elinden geleni ardına koymamıştır. Fanon hiçbir şeyi gizlemez. Eski sömürge, bize karşı mücadele edebilmek için kendisine karşı da mücadele etmelidir. Daha doğrusu, bu ikisi tek ve aynı şeydir. Savaşın ateşi tüm iç engelleri eritmelidir; kompradorlardan ve iş bitiricilerden ibaret güçsüz burjuvazi, daima ayrıcalıklı şehir proletaryası ve gecekondu semtlerinin lümpen proletaryası, ulusal ve devrimci ordunun gerçek yedek gücü olan kır kitleleriyle ittifak kurmalıdır. Sömürgeciliğin ekonomik gelişmeyi kasten engellediği ülkelerde, köylülük isyan ettiğinde hızla radikal sınıf olarak ortaya çıkar. Köylülük çıplak baskıya çok aşinadır, şehirli işçilerden çok daha fazla çile çeker ve açlıktan ölmesini önlemek için mevcut yapıların bütünüyle yıkılmasından başka bir önlem yeterli olamaz. Köylülük zafere ulaşırsa ulusal devrim sosyalist olacaktır; harekete geçmişken durdurulursa, sömürge burjuvazisi iktidarı devralırsa, yeni devlet, biçimsel egemenliğine rağmen, emperyalistlerin elinde kalır. Katanga örneği bunu gayet iyi açıklamaktadır. Üçüncü Dünya’nın birliği henüz sağlanmamıştır: Bu, sürmekte olan bir süreçtir; her ülkedeki sömürgeleşmiş halkların bağımsızlık öncesi kadar sonrasında da köylü sınıfının komutası altında birleşmesi demektir. Fanon’un Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki kardeşlerine açıkladığı şey budur: Devrimci sosyalizmi her yerde ve hep birlikte gerekleştireceğiz; tek tek olursak eski tiranlar bizi yener. Fanon hiçbir şey saklamaz: ne zayıflıkları, ne anlaşmazlıkları ne de mistifikasyonları. Bir yerde hareket kötü bir başlangıç yapmıştır; başka bir yerde başlangıçtaki ani başarıların ardından hareketin ivmesi azalmıştır; başka yerde durmuştur ve yeniden canlanması için köylülerin burjuvazilerini başlarından atması gerekir. Fanon, okuyucuyu en tehlikeli yabancılaşmalara, yani lider ve kişilik kültüne, Batı kültürüne ve aynı zamanda Afrika kültürünün uzak geçmişine geri dönüşe karşı sürekli uyarıyor. Gerçek kültür devrimdir, yani demir tavında dövülür. Fanon yüksek sesle ve açık seçik konuşur. Biz Avrupalılar onu duyabiliyoruz. Bunun kanıtı bu kitabı elinizde tutuyor olmanızdır. Sömürgeci güçlerin onun samimiyetinden yararlanabileceğinden hiç korkmuyor mu?

Hayır. Fanon hiçbir şeyden korkmuyor. Bizim yöntemlerimiz çağdışı: Bazen kurtuluşu geciktirebilir ama durduramaz. Yöntemlerimizi düzeltebileceğimizi hayal etmeyin; metropollerin aylak düşü olan yeni-sömürgecilik bir safsatadır; “üçüncü güç” diye bir şey yoktur ya da varsa bile sömürgeciliğin çoktan iktidara getirdiği sahte burjuvazidir. Yalanlarımızı birbiri ardına yüzümüze çarpan bu uyanmış dünyada bizim Makyavelciliğimizin yapabileceği pek bir şey yok. Sömürgecinin tek bir çaresi var: gücü yetebiliyorsa şiddet. Yerlinin tek bir seçeneği var: ya kölelik ya egemenlik. Siz bu kitabı okusanız okumasanız Fanon’a ne? Bu kitap onun kardeşleri için; Fanon bizim köhnemiş hilelerimizi açığa çıkarıyor, yedekte başka hilemiz kalmadığına da emin. Kardeşlerine sesleniyor: Avrupa kıtalarımıza pençelerini geçirdi, bu pençeyi geri çekene dek çentikler açmalıyız üzerinde. Zaman bizden yana: Bizerta’da, Elizabethville’de, Cezayir’in iç bölgelerinden olup biten her şeyden tüm dünya haberdar oluyor. Rakip bloklar karşıt cephelerde yer alıyor ve birbirlerine gık dedirtmiyorlar; haydi bu hareketsizlikten yararlanalım, tarihte yerimizi alalım, bizim akınımız sayesinde tarih ilk kez evrensel olmak zorunda kalsın. Haydi savaşalım. Başka silahımız yoksa bile, bıçağın sabrı yeter.

Avrupalılar, bu kitabı açın, içine bakın. Karanlıkta birkaç adım attıktan sonra bir ateş çevresinde toplanmış yabancıları göreceksiniz; yaklaşın ve onları dinleyin. Sizin acentelerinize ve buraları koruyan paralı askerlere layık gördükleri yazgıyı tartışıyorlar. Belki sizi görecekler, ama seslerini bile alçaltmadan aralarında konuşmaya devam edecekler. Kayıtsızlıkları sizi can evinizden vurur: Onların babaları, gölgelerde yaşayan o yaratıklar, sizin yarattıklarınız, ölü canlardı; onlara ışık veren sizdiniz, onlar yalnızca size hitap ederlerdi ama siz bu zombilere cevap vermeye tenezzül etmezdiniz. Onların oğulları sizi görmezden geliyor. Onları ısıtan ve aydınlatan ateş size ait değil. Siz, saygılı bir mesafeyle duran siz, kendinizi kaçak, geceye özgü, işi bitmiş hissedeceksiniz. Şimdi sıra sizde. Bir başka şafağın doğacağı bu karanlıklarda artık zombi sizsiniz.

O halde, diyeceksiniz, bu kitabı pencereden fırlatıp atalım. Bizim için yazılmamışsa neden okuyalım ki? iki nedenle: Birincisi, Fanon sizi kardeşlerine analiz ediyor ve yabancılaştırma mekanizmalarımızı onlar için kırıp söküyor. Nesnelerden ibaret hakikatinizi keşfetmek için bundan yararlanın. Kurbanlarımız bizi kendi yara ve zincirlerinden tanıyorlar: Tanıklıklarını çürütülmez kılan da bu. Kendimize ne yapmış olduğumuzu kavramamız için onlara ne yaptığımızı bize göstermeleri yeter. Gerekli bir şey mi bu? Evet, çünkü Avrupa çökmeye yazgılı. Ama, diyeceksiniz yine, biz metropolde yaşıyoruz ve aşırılıkları onaylamıyoruz. Doğru, siz sömürgelerdeki Avrupalı değilsiniz, ama onlardan daha iyi de değilsiniz. Sömürgeciler sizin öncülerinizdi, onları deniz-aşırı topraklara siz gönderdiniz, sizi onlar zengin etti. Onları uyardınız: Çok fazla kan dökerlerse, yarım ağızla onları reddedecektiniz; tıpkı bir devletin –hangisi olduğu önemli değil– yurtdışındaki ajitatör, provokatör ve casuslar çetesi bir kez yakalanınca onları tanımazdan gelmesi gibi. Bu kadar liberal ve bu kadar insancıl olan, kültür aşkını abartılı bir özentiye vardıran sizler, sömürgeleriniz olduğunu ve bu sömürgelerde sizin adınıza insanların katledildiğini unutmuş gibi yapıyorsunuz. Fanon yoldaşlarına –özellikle biraz fazla Batılılaşmış kalanlara– sömürge temsilcileriyle “metropol halkı”nın dayanışmasını gösteriyor. Bu kitabı okuma cesaretini gösterin, en baş nedeniniz de sizi utandıracağı olmalı; utanç, Marx’ın dediği gibi, devrimci bir duygudur. Görüyorsunuz, ben de öznel yanılsamadan kendimi kurtaramıyorum. Ben de size şöyle diyorum: “Her şey bitti, tabii eğer...” Ben, bir Avrupalı olarak, düşmanımın kitabını çalıyor ve onu Avrupa’yı iyileştirmenin bir aracı kılıyorum. Bundan en iyi şekilde yararlanın.

***
Ve işte ikinci neden: Sorel’in faşist saçmalıklarını bir yana bırakırsanız, Engels’ten bu yana tarihin ebeliğini yeniden gün ışığına çıkaran ilk kişinin Fanon olduğunu görürsünüz. Üstelik mutsuz bir çocukluğun ya da ateşli bir mizacın onda tuhaf bir şiddet eğilimi yarattığını da sanmayın. Fanon duruma tercüman olmaktadır, hepsi bu. Ama liberal ikiyüzlülüğün sizden sakladığı ve kendisini yarattığı kadar bizi de yaratmış olan diyalektiği adım adım oluşturmak için yapması gereken tek şey de budur zaten.

Geçen yüzyılda burjuvazi, işçileri kaba açgözlülükleriyle çığrından çıkmış gözü doymaz yığınlar olarak gördü, ama bu kaba saba adamları insan ırkına dahil etmeyi ihmal etmedi. insan ve özgür olmasalar işgüçlerini nasıl satabilirlerdi ki? Fransa’da ve ingiltere’de hümanizma evrensel olduğu iddiasındadır.

Zorunlu çalışma bunun tam tersidir: Sözleşme yoktur; üstelik gözdağı vardır; dolayısıyla baskı aşikârdır. Deniz-aşırı topraklardaki askerlerimiz, metropollere özgü evrenselciliği reddederek, insan ırkına numerus clausus’u [1] uygular: insanın hemcinsini soyması, köleleştirmesi ya da öldürmesi suç sayıldığından, onlar sömürge halkının insanın hemcinsi olmadığı ilkesini geçerli kılarlar. Bizim vurucu güçlerimiz bu soyut kesinliği gerçekliğe dönüştürme görevini almışlardır: ilhak edilen toprakların sakinlerini gelişmiş maymun düzeyine indirgeyerek, sömürgecinin onlara yük hayvanı muamelesini yapmasını haklı çıkarmaları için emir verilmiştir. Sömürgeci şiddeti, bu köleleştirilmiş insanları salt durdurmayı amaçlamakla kalmaz, onları insanlıktan çıkarmaya da çalışır. Onların geleneklerini yok etmek, onların dilleri yerine bizim dilimizi yerleştirmek ve kendi kültürümüzü bile vermeden onların kültürünü yerle bir etmek için elden gelen her şey yapılacaktır; yorgunluktan serseme döneceklerdir. Açlıktan kadidi çıkmış ve hasta bir haldeyken hâlâ karşı koyacak güçleri kalmışsa eğer, gerisini korku halleder: Silahlar köylüye çevrilir; siviller gelip toprağına yerleşir ve kırbaç korkusuyla bu toprağı kendileri için işlemeye zorlanır. Köylü direnirse askerler ateş açar, artık ölü biridir o; boyun eğer ve kendini küçültürse bu kez de artık insan olmaktan çıkar. Utanç ve korku karakterini parçalar, kişiliğini dağıtır. Uzmanlar bu işi soluk aldırmadan yürütürler: “Psikoloji hizmetleri” yeni ortaya çıkmadı! Keza, beyin yıkama da! Gene de bütün bu çabalara karşın amaçlarına hiçbir yerde ulaşamadılar: ne siyahların ellerini kestikleri Kongo’da, ne de daha yakınlarda itiraz edenlerin dudaklarını yarıp kilit taktıkları Angola’da. Bir insanı hayvana çevirmenin mümkün olmadığını iddia edecek değilim; onu hatırı sayılır ölçüde zayıf düşürmeden bunu yapamayacaklarını söylüyorum: Dayak hiçbir zaman yeterli olmaz, açlığı daha da artırarak baskı kurmak gerekir. Kölelik koşullarında bu durum can sıkıcıdır: Türümüzün bir üyesini ehlileştirdiğiniz zaman onun üretkenliğini azaltırsınız, ne kadar az verirseniz verin, bu kümes insanı değerinden fazlaya mal olur. Bu yüzden sömürgeciler yolun yarısına geldiklerinde ehlileştirmekten vazgeçmek zorunda kalırlar. Sonuç: ne insan ne hayvan, yerli. Dayak yemiş, kötü beslenmiş, hasta, korku içinde ama yalnızca bir noktaya kadar; ister sarı olsun, ister siyah ya da beyaz, karakter özelliği hep aynıdır: o bir tembel, içten pazarlıklı ve hırsızdır, neyle yaşadığı belli değildir ve yalnızca şiddetin dilinden anlar.

Zavallı sömürgeci: Çelişkisi apaçık ortada. Yağmaladıklarını öldürmek zorundadır; cinlerin de böyle yaptığı söylenir. Ama bu artık mümkün değildir. Aynı zamanda onları sömürmesi de gerekmiyor mu? Katliamı soykırım noktasına, köleliği hayvanlaştırma düzeyine getiremediği için denetimi elden kaçırır, operasyon tersine döner ve şaşmaz bir mantıkla sonunda sömürgesizleştirmeye [2] varır.

Hemen değil ama. Öncelikle Avrupalılar hüküm sürmektedir: çoktan kaybetmiştir ama bunun farkında değildir; yerlilerin sahte yerli olduğunu henüz bilmemektedir: onlara eziyet etmiştir ama –sözüne kulak verecek olursak– içlerindeki kötülüğü yok etmek ya da bastırmak için bunu yaptığını söyler; üç kuşak sonra bu zararlı içgüdüleri artık bir daha ortaya çıkmayacaktır. Hangi içgüdüler? Köleleri efendiyi katletmeye yöneltenler mi? Efendi, kendi zulmünün kendine karşı döndüğünü nasıl olur da anlayamaz? Bu ezilen köylülerin vahşetinde, bir sömürgeci olarak uyguladığı vahşeti nasıl görmez? Bu vahşetin onların içlerine devasızca işlediğini nasıl anlamaz? Nedeni basittir: Kendi mutlak erkinden ve bu erki yitirme korkusundan deliye dönmüş bu zorba, bir zamanlar insan olduğunu hatırlamakta zorluk çekmektedir; kendisini bir kamçı ya da tüfek sanır; “aşağı ırklar”ın ehlileştirilmesinin onların reflekslerini koşullamaktan geçtiğine inanmıştır. insan belleğini, silinmez anıları görmezden gelir; ayrıca, her şeyden önemlisi, belki de hiç bilmediği bir şey var: ancak başkalarının bize yaptıklarını derinden ve kökten yadsıyarak şu an olduğumuz kişi oluruz. Üç kuşak, öyle mi? Daha ikincide, oğullar gözlerini açar açmaz babalarının dayak yediğini gördüler. Psikiyatri dilinde buna “travma geçirmek” denir. Hem de ömür boyu. Ama sürekli yenilenen bu saldırganlıklar, onlara boyun eğdirmek şöyle dursun, tam tersine, dayanılmaz bir çelişki içine sokar ve bunun da bedelini Avrupalı er ya da geç ödeyecektir. Bundan sonra, sıraları gelip de utanç, açlık ve acının ne olduğunu öğrendiklerinde, üzerlerinde uygulanan şiddetin derecesine eşit güçte volkanik bir öfke uyanır içlerinde. Onların şiddetin dilinden başka bir şeyden anlamadığını mı söylediniz? Haklısınız; ilk başta yalnızca sömürgecinin şiddeti olacak, bir süre sonra ise yalnızca onların şiddeti; yani, aynadan bize bakan yansımız gibi bize yönelen aynı şiddet. Yanılmayın sakın; bu delice öfkeyle, bu acımasızlık ve kinle, bizi öldürme yönündeki bitmez arzularıyla ve gevşemekten korkan güçlü kaslarının hiç durmadan kasılmasıyla insan haline gelir onlar: Onları yük hayvanına çevirmek isteyen sömürgeci sayesinde ve ona karşı çıkarak insan olurlar. Hâlâ kör ve soyut olmasına karşın nefretleri sahip oldukları tek hazinedir: Efendi bu nefreti körükler, çünkü onları aptallaştırmaya çalışır; bu nefreti kırmayı başaramaz, çünkü çıkarları yolun yarısında onu durdurur. Dolayısıyla, sahte yerliler, yerlinin inatla hayvan konumunu reddetmesine dönüşmüş olan ezenin gücü ve güçsüzlüğü sayesinde hâlâ insandır. Geri kalana gelince, mesaj açıktır. Tembeldirler, elbette öyledirler: Bu bir sabotaj biçimidir. içten pazarlıklı ve hırsızdırlar: Ne bekliyordunuz? Küçük hırsızlıkları henüz örgütlenmemiş bir direnişin başlangıcına işaret eder. Bu da yeterli olmazsa, kendilerini çıplak elleriyle silahların önüne atanlar vardır; onlar yerlilerin kahramanlarıdır; ötekiler de Avrupalıları öldürerek insanlaşır. Vurulurlar: Bu kanun kaçaklarının ve şehitlerin fedakârlıkları korku içindeki kitleleri coşturur.

Korku içindedirler, evet. Bu yeni aşamada sömürgeci saldırganlık sömürge insanı tarafından yeni bir tür terör olarak içselleştirilir. Bu terörle yalnızca bizim sınırsız baskı araçlarımız karşısında hissettikleri korkuyu değil, kendi öfkelerinin içlerinde esinlediği korkuyu da kast ediyorum. Onlara nişan almış silahlarımızla bu korkutucu içgüdüler arasında, yüreklerinin derinliklerinden gelen ve her zaman tanıyamadıkları bu canice güdüler arasında tuzağa düşmüş durumdadırlar. Çünkü öncelikle bu onların şiddeti değil, bizim şiddetimizdir, geri dönerek büyür ve onları parçalar; bu ezilen insanların ilk tepkisi, kendilerinin de bizim de ahlâki olarak kınadığımız ama insanlıklarına kalmış tek sığınak olan bu utanç verici öfkeyi bastırmak olur. Fanon’u okuyun: Çaresizlik dönemlerinde duyulan çılgınca öldürme isteğinin sömürge insanının kolektif bilinçaltı olduğunu anlayacaksınız.

Bu bastırılmış öfke, patlayamadığından, durmadan dönüp durur ve bizzat ezilenleri harap eder. Bu öfkeden kurtulmak için sonunda birbirlerini katlederler; kabileler gerçek düşmana karşı koyamadıklarından birbirleriyle savaşır – üstelik kabileler arasındaki bu düşmanlıkları körükleme konusunda sömürge politikasına güvenebilirsiniz; kardeşine bıçak çeken kişi, ortak aşağılanmalarının nefretlik imgesini sonsuza dek yok ettiğine inanır. Ama günahı ödeyen bu kurbanlar onların kana susamışlıklarını yatıştırmaz, makineli tüfeklerin üstüne yürümelerini önlemenin tek yolu bizim işbirlikçilerimiz olmalarıdır: reddettikleri insanlıkdışılaşma süreci tam da onların inisiyatifiyle hızlanacaktır. Sömürgecinin keyifli bakışları altında kendilerini onlara karşı doğaüstü önlemlerle koruyacaklardır; bazen huşu uyandıran eski mitleri yeniden canlandıracaklar, bazen de kılı kırk yaran ritüellere kendilerini bağlayacaklardır. Böylece sömürge insanı, her anını işgal eden tuhaflıklara sığınarak kendi saplantısı içinde derin arzularını gömer. Dans ederler: Bu onları meşgul eder; kaslarının acı veren gerginliğini gevşetir, üstelik dans çoğu zaman farkında olmadıkları şeyleri gizlice dile getirir: dillendirmeye cesaret edemedikleri Hayır’ı, işlemeye cüret edemedikleri cinayetleri ifade eder. Bazı yörelerde son bir çareyi kullanırlar: cinlenme. Bir zamanlar çok basit bir dinsel uygulama, inananın kutsalla bir tür iletişimi olan şey, umutsuzluk ve aşağılanmaya karşı bir silaha dönüşmüştür: Zar’lar, loa’lar, Santeria Azizleri içlerine girer, şiddetlerini denetim altına alır ve onları bitkin düşürene dek vecd halinde harcatır. Aynı zamanda bu yüksek şahsiyetler de onları korur: Diğer bir deyişle, sömürge insanı, dinsel yabancılaşmayla daha da yakınlaşarak kendisini sömürge yabancılaşmasından korur; birbirini pekiştiren iki yabancılaşmanın birikimi nihai sonuç olur. Örneğin bazı psikozlarda her gün aşağılanmaktan bıkan sanrılı kişi birden kendisine iltifat eden bir melek sesi duymaya başlar; bu durum alayları önlemez ama hiç değilse biraz soluk aldırır. Bu bir savunma aracı ve maceralarının sonudur: Kişilik parçalanır ve hasta deliliğe doğru yol alır. Titizlikle seçilmiş birkaç bahtsız için, daha önce sözünü ettiğim başka bir cinlenme durumu daha vardır: Batı kültürü. Onların yerinde olsam kendi zar’larımı Akropol’e tercih ederim diyebilirsiniz. Tamam, mesajı almışsınız. Yine de tam olarak değil, çünkü onların yerinde değilsiniz. Henüz değilsiniz. Yoksa başka seçenekleri olmadığını bilirdiniz: topluyorlar, biriktiriyorlar. iki dünya, iki ayrı cinlenme demektir: Gece boyunca dans edersiniz, şafakta ayine katılmak üzere kiliseye koşarsınız. Gün be gün çatlak genişler. Düşmanımız kardeşlerine ihanet eder ve hempamız haline gelir; kardeşleri de aynı şeyi yapar. Yerlilik, sömürgecinin sömürge insanında kendi rızasıyla yarattığı ve beslediği bir nevrozdur.

İnsan olmayı hem talep etmek hem de reddetmek patlayıcı bir çelişkidir. Patladığını siz de benim gibi biliyorsunuz. Ayrıca yangınlar çağında yaşıyoruz: Kıtlığın artması için doğum oranının yükselmesi yeter, yeni doğan ölmekten çok yaşamaktan korksun; şiddet seli tüm engelleri devirir. Cezayir ve Angola’da Avrupalılar görüldükleri yerde katlediliyor. Bu bir bumerang çağı, şiddetin üçüncü evresi: Üzerimize geri gelir, bize çarpar ve daha öncekiler gibi, bunun bizim bumerangımız olduğunu yine bilmeyiz. “Liberaller” aptala dönmüştür: Yerlilere karşı yeterince nazik olmadığımızı, onlara mümkün olduğunca bazı haklar vermenin akıllılık ve ihtiyatlılık olacağını kabul ederler; bu ayrıcalıklılar kulübüne, yani insan soyuna onları yığınlar halinde ve hamisiz kabul etmek onları pek mutlu edecektir: şimdiyse bu barbarca ve çılgınca zincirinden boşanma ne onları ne de zavallı sömürgeciyi esirgiyor. Metropol Solu rahatsız: Yerlilerin gerçek kaderinin, maruz kaldıkları acımasız baskının farkındadır, isyanlarını kınamaz, bunu kışkırtmak için elimizden geleni yaptığımızı bilir. Ama bu durumda bile sınırlar olduğunu düşünür: Bu gerillalar benimsenmek için şövalyece davranmalıdırlar; insan olduklarını kanıtlamanın en iyi yolu budur. Bazen sol onları ayıplar: “Fazla ileri gidiyorsunuz, sizi daha fazla destekleyemeyiz.” Yerliler onların desteğine hiç mi hiç aldırmazlar; bu desteği alıp bir taraflarına sokabilirler, değeri bu kadardır. Savaş başlar başlamaz bu sert gerçeği gördüler: Biz de herkes gibiyiz, hepimiz onlardan yararlandık, bir şey kanıtlamaları gerekmez, kimseye ayrıcalıklı muamele etmeyecekler. Görev tek, amaç tek: her tür araçla sömürgeciliği sürüp atmak. En uyanıklarımız gerektiğinde bunu kabul etmeye hazırdırlar, ama bu güç denemesinde aşağı-insanların bir insanlık belgesi elde etmek için kullandıkları tamamen insanlıkdışı yöntemi görmeden gelemezler: Hemen verin şu belgeyi de barışçıl yollarla bunu hak etmeye çalışsınlar. Soylu ruhlarımız ırkçıdır.

Fanon’u okumaları iyi olur. Fanon, bu bastırılamaz şiddetin ne bir bardak suda fırtına, ne barbar içgüdülerinin yeniden ortaya çıkışı ne de bir hınç olduğunu kusursuzca gösteriyor: kendine gelen insandır bu. Şu hakikati geçmişte bildiğimize ama unuttuğumuza inanıyorum: Tatlı dil şiddetin izlerini silemez; ancak şiddet onları yok edebilir. Sömürgeleştirilen, ancak sömürgeciyi silahla sürüp atarak sömürge nevrozundan kurtulur. Kaybettiği berraklık ve açıklığa ancak öfkesi patladığında yeniden kavuşur, kendini yarattığı ölçüde kendini tanır; uzaktan bakınca onların savaşını barbarlığın zaferi olarak görürüz; ama savaşçıyı adım adım özgürleştirmeye kendi başına girişir, sömürge karanlığını savaşın içinde ve dışında adım adım tasfiye eder. Savaş başlar başlamaz da acımasız olur. Ya korkacaksın ya da korkutucu olacaksın; yani ya hileli bir yaşamın ayrıştırmalarına teslim olacaksın ya da kendi yerli toprağının birliğini fethedeceksin. Köylüler ellerine silah aldığında eski mitler soluklaşır, tabular birer birer yıkılır: bir savaşçının silahı onun insanlığıdır. Çünkü isyanın ilk aşamasında öldürmek gereklidir: Bir Avrupalıyı öldürmek bir taşla iki kuş vurmak, tek bir atışta hem ezeni hem de ezileni yok etmektir: geriye bir ölü ve bir özgür insan kalır; hayatta kalan ilk kez ayaklarının altında bir ulusal toprak hisseder. Bu anda ulus onu yüzüstü bırakmaz: Nereye giderse, nerede olursa o da oradadır – her zaman yanında, onun özgürlüğüyle birleşir. Ama ilk şaşkınlıktan sonra sömürge ordusu tepki gösterir: isyancı ya birleşecek ya da katledilecektir. Kabile çatışmaları azalır, yok olmaya yüz tutar; çünkü öncelikle devrimi tehlikeye sokmaktadır ve daha da önemlisi, bu çatışmalar şiddeti sahte düşmanlara yöneltmekten başka bir işe yaramaz. Bu çatışmalar devam ederse –Kongo’da olduğu gibi– bunun tek nedeni sömürgeciliğin ajanlarının körüklemesidir. Ulus ileriye atılır: kardeşi nerede dövüşüyorsa ulusun da orda olduğunu hisseder kardeşler. Onların kardeşçe sevgileri size karşı hissettikleri nefretin öteki yüzüdür: Onlar, her biri öldürmüş olduğu ve her an yeniden öldürebileceği için kardeştirler. Fanon okurlarına “kendiliğindenlik”in sınırlarını, “örgütlenme”nin zorunluluk ve tehlikelerini gösterir. Ama görev ne kadar muazzam olursa olsun, her yeni aşamada devrim bilinci derinleşir. Son kompleksler de uçup gider: Bakalım bir ALN[3] askerindeki “bağımlılık kompleksi”nden söz etmeyi başarabilecekler mi? Gözündeki perdeden kurtulan köylü ihtiyaçlarının farkına varır: Bu ihtiyaçlar onu öldürmekteydi, ama onları görmezden gelmeye çalışmıştı; artık onları sınırsız talepler olarak keşfediyor. Bu kitlesel şiddet atmosferinde –Cezayirlilerin yaptığı gibi beş yıl, sekiz yıl sürdüğünde– askeri, toplumsal ve siyasal talepler birbirinden ayrılamaz. Savaş –keşke yalnızca komuta ve sorumluluklar sorunu olsaydı– barışın ilk kurumları olacak yeni yapılar kurar. Artık insan, dehşet verici şimdiki zamanın müstakbel evlatları olan yeni gelenekleri yaratmıştır; artık savaşın sıcaklığında her gün doğan, her gün doğacak bir hakla meşrulaşmıştır: Son sömürgecilerin öldürülmesi, topraklardan sürülmesi ya da asimile edilmesiyle birlikte, azınlık tür yok olarak yerini sosyalist kardeşliğe bırakır. Ama bu da yeterli değildir: Savaşçı kestirme yollara sapar; kendisini eski “metropol insanı” düzeyinde bulmak için bunca riske atıldığını sanmayın. Bakın ne kadar sabırlı: Belki de zaman zaman bir başka Dien Bien Phu[4] hayal eder; ama buna bel bağladığını da sanmayın: o, gayet iyi silahlanmış zenginlere karşı savaşan sefil bir baldırı çıplaktır. Kesin zaferler beklerken ve çoğu zaman hiçbir şey beklemezken düşmanlarında tiksinti yaratır. Korkunç kayıplar vermeden olmaz bu iş; sömürge ordusu barbarlaşır: Güvenlik kuvvetlerinin bölgeleri kuşatması, arama tarama, adam toplama, cezalandırma seferleri; kadınları ve çocukları katlederler. Bu yeni insan, bir insan olarak hayatının ölümle başladığını bilir; kendisini potansiyel ölü olarak görür. Öldürülecektir; sadece öldürülme riskini kabul ediyor değildir, öleceğinden emindir. Bu potansiyel ölü karısını ve oğullarını kaybetmiştir: O kadar çok can çekişen görmüştür ki hayatta kalmaya zaferi tercih eder; zaferden kendisi değil başkaları yararlanacaktır; kendisi çok yorulmuştur. Ama bu yürek yorgunluğu, inanılmaz cesaretinin kaynağıdır. Biz kendi insanlığımızı ölümün ve umarsızlığın berisinde buluyoruz; o ise işkence ve ölümün ötesinde buluyor. Rüzgârı eken biz olduk; kasırga da o. Şiddetin çocuğu kendi insanlığını her an bu şiddetten çekip çıkartır: Biz onun sırtından insan olduk; o bizim sırtımızdan insan olur. Başka bir insan: daha kaliteli.

***
Burada Fanon durur. O, yolu gösterdi: Savaşçıların sözcüsü olarak, her türlü anlaşmazlık ve bölgecilik karşısında birliğe, Afrika kıtasının birliğine çağrı yaptı. Amacına ulaşmıştır. Sömürgesizleştirme tarihsel olgusunu bütünüyle anlatmak isteseydi, bizim hakkımızda da konuşması gerekecekti – niyeti kesinlikle bu değildi. Ama kitabı kapattığımızda, kitabın etkisi, yazara rağmen sürüyor: Çünkü devrim halindeki halkların gücünü seziyor ve buna güçle karşılık veriyoruz. Dolayısıyla yeni bir şiddet ânı ortaya çıkıyor ve bu kez bizi de içine alıyor, çünkü sahte yerli bu şiddetle değiştiği ölçüde bizi de değiştiriyor. Herkes istediği gibi düşünebilir; yeter ki düşünsün: Bugünlerde aldığı darbelerden serseme dönmüş bir Avrupa’da, Fransa, Belçika ve İngiltere’de düşüncenin en ufak oyalanması sömürgecilikle işbirliği anlamına gelir ve cezayı gerektirir. Bu kitabın kesinlikle bir önsöze ihtiyacı yok. Özellikle de bize hitap eden bir önsöze. Gene de, diyalektiği sonuna kadar götürmek için bir önsöz yazdım: Biz Avrupalılar da, biz de sömürgesizleştiriliyoruz: Yani her birimizin içinde var olan sömürgeci kanlı bir operasyonla çıkartılıyor. Cesaretimiz varsa kendimize iyice bir bakalım ve ne hale geldiğimizi görelim.

Öncelikle şu beklenmedik manzarayla bir yüzleşelim: Hümanizmamızın striptizi. işte çırılçıplak, güzel değil: Yalancı bir ideolojiden başka bir şey değil, yağmanın incelikli aklanması; yapmacık tavırları ve sevgisi, saldırgan eylemlerimize kefil oluyor. Şiddet karşıtlarının görüntüsü hoştur: ne kurban ne işkenceci! Gelin bakalım şimdi! Oy verdiğiniz hükümet ve kardeşlerinizin hizmet ettiği ordu hiç duraksamadan ve vicdan azabı duymadan “soykırım” işlerken siz kurban değilseniz, o zaman kesinlikle işkencecisiniz. Kurban olmayı seçerseniz, bir iki günü cezaevinde geçirmeyi göze alırsanız, o zaman da kolay yolu seçmeye çalışıyorsunuz demektir. Ama sıyıramazsınız; çıkış yok. Şunu kafanıza sokun: Şiddet daha dün başlamış bir şey olsaydı, baskı ve sömürü yeryüzünde hiç var olmamış olsaydı, belki de sergilediğiniz şiddetsizlik çatışmayı yatıştırabilirdi. Ama tüm rejim, hatta sizin şiddet karşıtı görüşleriniz bile bin yıllık bir ezme ilişkisiyle yönetiliyorsa, pasifliğiniz sizi ezenlerin safına koymaktan başka bir amaca hizmet etmez.

Bizlerin sömürücü olduğumuzu çok iyi biliyorsunuz. “Yeni kıtalar”dan altını, madenleri, sonra da petrolü alıp eski metropollere getirdiğimizi çok iyi biliyorsunuz. Saraylar, katedraller ve sanayi merkezleri gibi kusursuz sonuçları eksik değil tabii; ama sonra ufukta kriz göründüğünde, darbeyi yumuşatmak ya da başka yere saptırmak için sömürge pazarları hazırda bekliyordu. Tıka basa zenginlik dolu Avrupa, tüm sakinlerine insanlığı de jure [yasal olarak] bahşetti: Bizde insan suç ortağı demektir, çünkü sömürge talanından biz hepimiz yararlandık. Bu pek soluk, semirmiş kıta sonunda Fanon’un haklı olarak “narsisizm” dediği şeye gömüldü. Cocteau Paris’ten, “kendisinden söz etmekten asla vazgeçmeyen bu şehir”den rahatsızdı. Peki Avrupa, başka ne yapıyor? Ya şu Avrupa-üstü canavar, Kuzey Amerika? Lâf-ı güzaf: özgürlük, eşitlik, kardeşlik, sevgi, onur, ülke, falan, filan. Bunlar bizi aynı zamanda ırkçı yorumlar yapmaktan alıkoymadı: pis Zenci, pis Yahudi, pis Arap. Liberal ve yumuşak, soylu zihinler –kısacası, yeni-sömürgeciler– bu tutarsızlıktan şok olduklarını ileri sürdüler; ama bu ya hatadır ya da kötü niyet: Bizde ırkçı bir hümanizmadan daha tutarlı bir şey olamaz, çünkü Avrupalının kendisini insan yapmasının tek yolu köleler ve ucubeler yaratmaktı. Yerli statüsü var olduğu sürece bu sahtekârlığın maskesi düşmedi. insan türü, daha somut uygulamaları örtmek için, sanki soyut bir evrensellik ilkesi varmış gibi gösterir: Denizaşırı topraklarda, sayemizde bizim konumumuza ulaşabilmeleri için belki bin yıl gerekecek alt-insanlar ırkı vardı. Kısacası, insan ırkını seçkinlerle karıştırıyorduk. Bugün yerli kendi hakikatini ortaya koyuyor; aynı zamanda, sıkı sıkıya kapalı kulübümüz de zayıflığını ortaya koyuyor: Bir azınlık kulübüdür bu; ne fazla ne eksik. Daha beteri de var: Ötekiler bizim karşımızda insana dönüştüğünden, bizim de insan soyunun düşmanı olduğumuz ortaya çıkıyor; seçkinler gerçek doğalarını ortaya koyuyorlar: bir çete. Sevgili değerlerimiz kanatsız kalıyor; yakından bakarsanız kanla lekelenmemiş tek bir değer bile göremezsiniz. Kanıt mı istiyorsunuz, şu soylu sözleri hatırlayın: Fransa ne kadar da cömerttir. Biz cömertiz, öyle mi? Ya Setif’e ne demeli? Bir milyondan fazla Cezayirlinin yaşamına mal olan sekiz yıllık o korkunç savaş peki? Elektrikle işkence? Ama bilmem hangi misyona ihanet etmiş olmakla suçlanamayız elbette; çünkü böyle bir misyonumuz yoktur. Sorgulanan şey tam da cömertliğimiz; böyle güzel, melodik bir kelime yalnızca tek bir anlama gelir: bahşedilmiş statü. Karşıdaki insanlar için, yeni ve serbest bu insanlar için, kimsenin kimseye bir şey verme gücü ya da ayrıcalığı yoktur. Herkes bütün haklara sahiptir. Her konuda. insan soyumuz, günün birinde iyice olgunlaştığında, kendisini yerküre sakinlerinin toplamı olarak değil, onların karşılıklı ilişkilerinin sonsuz birliği olarak tanımlayacaktır. Ben bırakıyorum; siz işi kolayca bitirirsiniz; karşıya, aristokratik erdemlerimize ilk ve son kez olarak bakmanız yeter: Bu erdemler yok olmaya mahkûm; kendilerini yaratmış olan alt-insanlar aristokrasisi yok olurken onlar nasıl yaşayabilir? Birkaç yıl önce, burjuva –ve sömürgeci– bir yorumcu Batı’yı savunma adına bula bula şunu bulmuştu: “Bizler melek değiliz. Ama hiç değilse vicdan azabı duyuyoruz.” Ne büyük bir itiraf! Geçmişte kıtamızın başka cankurtaranları vardı: Parthenon, Sözleşmeler, insan Hakları ve gamalı haç. Şimdi bunların değerinin ne olduğunu biliyoruz: Artık bizi batan gemiden kurtarabileceğini iddia ettikleri tek şey, şu gayet Hıristiyan suçluluk duygumuz. Sonumuz yaklaştı; gördüğünüz gibi Avrupa elek gibi su sızdırıyor. Peki ne oldu? Çok basit: Biz tarihin özneleriydik şimdi ise nesneleriyiz. iktidar savaşı tersine döndü, sömürgesizleştirme iş başında; paralı askerlerimizin ellerinden gelen tek şey, bu sürecin tamamlanmasını geciktirmek.

Dahası eski “metropol”lerin kelleyi koltuğa alıp, baştan kaybedilmiş bir savaşa tüm güçleriyle girişmeleri gerekir. Bugeaud’ların [5] kuşkulu zaferini yaratmış olan bu eski sömürge vahşetinin, maceranın sonunda, on kat artmış olsa da yetersiz kaldığını görüyoruz. Birlikler Cezayir’e gönderildi ve yedi yıl boyunca hiçbir sonuç alamadan orada kaldılar. Şiddet yön değiştirdi; muzaffer olduğumuz için, bu şiddeti uygulayışımız görünürde bizi etkilemedi; şiddet ötekilerin kişiliğini bozarken insan olan bizlerin hümanizmamız hiç etkilenmedi. Kârın birbirine bağladığı metropol sakinleri suç topluluklarını Kardeşlik ve Sevgi adlarıyla vaftiz ettiler. Bugün, her yerde engellenen aynı şiddet askerlerimiz aracılığıyla bize geri dönüyor, içselleşiyor ve bizi etkisi altına alıyor. içe dönme başlıyor: Sömürge insanları yeniden bütünleşirken, bizler, gericiler ve liberaller, sömürgeciler ve “metropol sakinleri”, çözülüyoruz. Öfke ve korku çoktan çırılçıplak kaldı: Başkent Cezayir’deki “zulüm” sırasında çırılçıplak ortaya çıktı. Peki ya vahşiler nerede? Barbarlık nerede? Hiç eksik yok, tamtamlar bile var: Otomobil kornaları “Cezayir Fransızdır!” diye ritim tutarken, Avrupalılar Müslümanları diri diri yakıyor. Fanon’un hatırlattığına göre, kısa süre önce bir psikiyatristler kongresinde yerlilerin suç işlemesinden dert yanıyorlardı: Bu insanlar birbirlerini öldürüyorlar, diyorlar, bu da normal değil; Cezayirlilerin korteksi gelişmemiş olmalı. Orta Afrika’daki başka psikiyatristler de “Afrikalılar ön loblarını çok az kullanıyor,” saptamasını yaptılar. Bu bilginler araştırmalarını Avrupa’da, özellikle de Fransızlar arasında yapsalar daha iyi olacak. Çünkü biz de bir süredir ön lob tembelliğinden muzdarip olmalıyız: Yurtseverlerimiz kendi yurttaşlarına suikast düzenliyor, kimseyi evde bulamazlarsa evi de kapıcıyı da havaya uçuruyorlar. Üstelik bu yalnızca başlangıç: İç savaşın sonbaharda ya da önümüzdeki ilkbahar başlayacağı tahmin ediliyor. Ne var ki loblarımız kusursuz görünüyor: Yerliyi ezmeye gücü yetmeyen şiddetin içe dönmesi, içimizde birikmesi ve bir çıkış yolu araması bunun nedeni olamaz mı? Cezayir halkının birliği Fransızların dağılmasına yol açıyor: eski metropol topraklarında kabileler dans ediyor ve savaşmaya hazırlanıyor. Terör Afrika’dan ayrılıp buraya yerleşti; çünkü yerliye yenilme utancını bizim kanımızla ödetmek isteyen kudurmuşlar var; başkaları da var, herkes, aynı derecede suçlu (Bizerta’dan sonra, eylül ayındaki linçlerden sonra sokaklara çıkıp “Yeter artık!” diye bağırdılar) ama daha oturaklı olanlar: liberaller, omurgasız solun en sertleri. Onların da içlerindeki ateş artmakta. Kudurganlıkları da. Ama korkudan da ölüyorlar! Öfkelerini mitlerin ve karmaşık ritüellerin ardına saklıyorlar. Nihai hesap verme gününü ve hakikat vaktini geciktirebilmek için başımıza bir Büyük Büyücü verdiler; tek görevi ne pahasına olursa olsun bizi bilgisiz bırakmak. Ama ne çare; bazılarının açıkça duyurduğu, bazılarının bastırdığı şiddet daireler çizerek dolaşıyor: Bir gün Metz’de patlıyor, ertesi gün Bordeaux’da; şimdi burada, sonra orada, mendil saklama oyunu gibi. Adım adım sıra bize geliyor, yerli konumuna götüren yola biz de giriyoruz. Ama hakiki yerli olabilmek için topraklarımızın eski sömürge insanları tarafından işgal edilmesi ve bizim de açlıktan gebermemiz gerekir. Böyle bir şey olmayacak; hayır, bizi pençesine alan düşkün bir sömürgecilik; çok geçmeden bütün küstahlığı ve bunaklığıyla üzerimize abanacak; bu bizim zar’ımız, bu bizim loa’mız. Emin olun, Fanon’un son bölümünü okurken sefaletin dibinde yaşayan bir yerli olmanın sömürgeci olmaktan daha iyi olduğuna ikna olacaksınız. Bir polis memurunun günde on saat işkence yapmak zorunda olması doğru bir şey değil: işkencecilerin fazla mesai yapması, kendi menfaatlerini düşünerek men edilene kadar bu gidişle sinir minir kalmayacak onlarda. Ulusun ve ordunun moralini hukuk düzeni içinde yüksek tutmak istiyorsanız, ordunun ulusu sistematik bir şekilde demoralize etmesi doğru değil. Cumhuriyetçi geleneklere sahip bir ülkenin yüz binlerce gencini cuntacı subaylara emanet etmesi de doğru değil. Sevgili yurttaşlarım, bizim adımıza işlenen bütün suçları bilen sizler, kimseye, kendimize bile bu suçlar hakkında tek laf etmemek gerçekten doğru değil; kendimizi yargılamaktan korkarak susmak doğru değil. Başta hiçbir şey bilmiyordunuz, buna inanmaya hazırım, sonra şüphe duymaya başladınız ve artık biliyorsunuz, ama gene de suskun kalıyorsunuz. Sekiz yıllık bir suskunluk artık zarar verir. Hem de boş yere: İşkencenin kör edici parlaklığı gökyüzünün en yüksek noktasında, tüm ülkeyi aydınlatıyor; bu parlak ışık altında tek bir kahkaha bile artık samimi çıkmıyor, öfke ve korkuyu maskelemek için boyanmamış tek bir yüz, tiksintimizi ve suç ortaklığımızı ele vermeyen tek bir hareket yok artık. Bugün nerede iki Fransız buluşsa aralarında ölü bir beden var. Bir mi dedim? Fransa vaktiyle bir ülkenin adıydı; dikkat edelim ki 1961’de bir nevroz adı olmasın.

İyileşecek miyiz? Evet. Şiddet, Aşil’in mızrağı gibi, açtığı yaraları iyileştirilebilir. Bugün zincire vurulmuş, aşağılanmış, korkudan hasta haldeyiz: en aşağıdayız. Şükür ki bu, sömürgeci aristokrasi için yeterli değil: Cezayir’deki geciktirici misyonunu gerçekleştirebilmesi için önce Fransızları sömürgeleştirmesi gerek. Her gün savaştan ürkerek kaçıyoruz, ama emin olun kaçamayacağız. Katillerin savaşa ihtiyacı var; Üstümüze çullanıp gelişigüzel vuracaklar. Büyücülerin ve fetişlerin çağı böyle sona erecek: Ya savaşacaksınız ya da kamplarda çürüyeceksiniz. Diyalektiğin son aşaması bu: Bu savaşı kınıyorsunuz, ama henüz Cezayir savaşçılarına desteğinizi açıklamaya cesaret edemiyorsunuz; korkmayın, kararınızı verme konusunda sömürgecilere ve paralı askerlere güvenebilirsiniz. Belki o zaman, sırtınız duvara yaslanmışken, yeniden ısıtılmış eski suçların içinizde uyandırdığı bu yeni şiddeti nihayet serbest bırakacaksınız. Ama, böyle denir ya, başka bir tarih bu. insanın tarihi. Vakit yaklaşıyor, eminim; bu tarihi yapanların saflarına katılacağız.

Jean-Paul Sartre Eylül 1961

Yeryüzünün Lanetlileri, Frantz Fanon,  Çeviri Şen Süer, VERSUS KİTAP,  Kasım 2007

ayrıca bkz. https://tr.wikipedia.org/wiki/Jean-Paul_Sartre

16 Mart 2016 Çarşamba

Frantz Fanon Üzerine

Frantz Fanon Üzerine

Alice Cherki
2000

Yeryüzünün Lanetlileri kitabı 1961 yılı Kasım sonunda François Maspero Yayınları’ndan çıktığında, lösemiden rahatsız olan yazarı Frantz Fanon Amerika Birleşik Devletleri’nde, Washington yakınlarındaki Bestheda kliniğinde ölümle mücadele ediyordu. Matbaadan çıkar çıkmaz el konulmaması için çetin yarı-gizlilik koşullarında basılan kitap, dağıtılır dağıtılmaz “devletin iç güvenliğine zarar verdiği” suçlamasıyla toplatıldı. Yine Fanon’un 1959 yılında Maspero Yayınları’nca basılmış ilk kitabı olan L’An V de la révolution algérienne’in [Cezayir Devriminin Beşinci Yılı] ve Cezayir savaşıyla ilgili çeşitli eserlerin (örneğin Maurice Maschino’nin Le Refus’sü [Red], Maurienne’in Le Déserteur’ü [Asker Kaçağı], onlardan önce de Henri Alleg’in La Question’u [Sorgu]) başına da aynı şey gelmişti. O dönemde bu tür yasaklar alışıldık şeylerdi.

Ama yine de kitap elden ele dolaşır ve basın geniş yer ayırır. Tunus üzerinden geçen karmaşık bir yolla Fanon 3 Aralık günü kitabının bir nüshasını eline alır. Yanında da gazetelerden kesilmiş yazılar vardır. 30 Kasım tarihli L’Express’te çıkmış olan Jean Daniel’in uzun bir makalesi övgü doludur. Bunu okuyan Fanon şu karşılığı verir: “Kuşkusuz, ama bu bana iliğimi iade etmez.” Fanon birkaç gün sonra, 8 Aralık 1961’de öldüğünde otuz altı yaşındadır.


1925 yılında Martinik’teki Fort-de-France’da, hali vakti yerinde bir küçük burjuva ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Çok sayıda kardeşin ortasında, köleliği sorgulamanın henüz âdet olmadığı eski bir sömürge dünyasında büyüdü. Bununla birlikte Fanon çok genç yaşta “de Gaulle’cü Güçler”e, Karaiplerdeki gönüllüleri toplayan V. tabura katıldı. Bu katılımı sırasında direniş kültürü edindi, ama aynı zamanda bayağı, gündelik ırkçılığı da deneyimleme imkânı buldu. (Aralarındaki tek ortaklığın bu olduğunu sık sık söylediği müstakbel General Salan tarafından verilmiş olan) savaş nişanıyla birlikte terhis olunca 1945 yılında Martinik’e geri döner, bakalorya sınavını verir ve Aimé Césaire’le sık sık görüşür (ona büyük bir hayranlık duymakta ama siyasal görüşlerini paylaşmamaktadır). Césaire o dönemde Martinik’i Fransa’nın bir eyaleti olarak kabul etmeyi tercih etmişti.

Fanon kendini hemen Fransa’da bulur ve Lyon’da tıp öğrenimine devam eder. Öğrenimine paralel olarak felsefe, antropoloji ve tiyatroya merak sarar ve erken psikiyatri uzmanlığına başlar. Aynı zamanda, hiçbir siyasal partiye katılmaz ama sömürgecilik-karşıtı bütün hareketlere katılır ve sömürge kökenli öğrencilere yönelik çıkartılan Tam Tam adlı küçük bir süreli yayının yazı işlerine katkıda bulunur. Özellikle ilk makalesini 1952 yılında Esprit dergisinde yayınlar. “Kuzey Afrika Sendromu” adlı bu makalede, bir sürgün olan, “gün be gün ölen insan” olmaktan ıstırap çeken, kökenlerinden ve amaçlarından koparak, büyük gürültü patırtı içine fırlatılan bir nesne ve bir şey halini alan Kuzey Afrikalı işçiyi sorgular.

On beş ay kalacağı Saint-Alban psikiyatri kliniğinde Fanon çok önemli biriyle karşılaşır: ispanyol kökenli psikiyatr ve Franco-karşıtı militan François Tosquelles. Bu Fanon için hem psikiyatri planında hem de sonraki angajmanları açısından çok önemli bir eğitim olur. Bedensel ile psişiğin, yapı ile tarihin bağlantısı yerine akıl hastalığının tüm dereceleriyle sorgulandığı noktayı burada bulur. 1953 yılında psikiyatri klinikleri hekimi olur ve Cezayir’deki Blida psikiyatri kliniğine atanır. ilk kitabı olan Peau noire, masques blanc [Siyah Deri, Beyaz Maskeler] 1952 yılında Francis Jeanson sayesinde Seuil Yayınları’ndan çıkmıştı.

Cezayir’de yalnızca akıl hastanelerinin klasik psikiyatrisiyle karşılaşmakla kalmaz, dahası yerlilerin ilkelciliği üzerine Cezayir Okulu’nun psikiyatrlarının teorisiyle de karşılaşır. Dönemin Cezayir’inin sömürge gerçeğini yakından keşfeder. Başlangıçta tüm enerjisini kendi sorumluluğundaki servisleri dönüştürmeye harcayacak ve Tosquelles’in uyguladığı “sosyal-terapi”yi getirecektir. Böylelikle tedavi edenlerin akıl hastalarıyla ilişkisini sürekli dönüştürmeye çalışır, Avrupalılarla olduğu kadar Müslüman “yerliler”le de ilişkiye girer ve onların kültürel göndergelerini, dillerini, toplumsal yaşamlarının örgütlenmesini, anlam oluşturabilecek her şeyi restore etmeye çalışır. Bu küçük psikiyatrik devrim hem tedavi personeli tarafından –ki bunların çoğu siyasal olarak angaje kişilerdi– hem de bölge militanları tarafından kabul gördü. Fanon’un ünü yayılır. Yıl 1955’tir ve Cezayir savaşı başlar.

Fanon Cezayirlilerin bağımsızlık arzusu karşısında Fransız sosyalist hükümetinin körlüğünü anlamaz ve sömürgecilik-karşıtı tavırları giderek daha fazla bilinir. Siyasi tutukluların ailelerine maddi destek vermeyi amaçlayan insani yardım derneği olan “Cezayir Dostları” hareketiyle ilişkiye girecektir. Bu dernek aslında Blinda yakınlarında gerilla faaliyeti yürüten savaşçılarla bağlantı halindeki milliyetçi militanların yönetimindedir. Fanon’a ilk gelen talep, psişik rahatsızlık çeken gerillalarla ilgilenmesi olur.

Böylelikle, psikiyatri ile politik angajman arasındaki kılcal ilişkiler yoluyla Fanon Cezayirlilerin bağımsızlık mücadelesine katılır. 1956 yılı sonunda psikiyatri doktoru görevinden istifa eder ve sömürge genel valisi Robert Lacoste’a yazdığı bir açık mektupta insanları ne pahasına olursa olsun zihinsel rahatsızlıklarından kurtarmanın kendisi için imkânsız olduğunu, “hukuksuzluğun, eşitsizliğin ve inayetin yasama ilkesi haline getirildiği, kendi ülkesinde sürekli akıl hastası olan yerlinin mutlak bir kişisizleştirme içinde yaşadığı bir ülkede bu insanları yerli yerine yerleştirmenin” elinden gelemeyeceğini belirtir. Fanon Cezayir’den sürülür.

Daha sonra Fransa’da üç ay geçirir. 1957 yılının bu ilk üç ayında, Cezayir’in bağımsızlığının kaçınılmaz olduğu şeklindeki görüşüne yandaş bulamaz. FLN’nin Fransa federasyonundan yardım alarak Tunus’a geçer ve orada ulusal kurtuluş hareketinin dış örgütlenmesini oluşturur. Kopuş tamamlanmıştır.

Fanon Tunus’ta hem psikiyatri alanında hem de politik alanda olmak üzere ikili bir faaliyet yürütecektir. FLN’nin gazetesi El Mucahid’in kadrosuna dahil olacaktır. Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin bütün çelişkilerine, politik temsilciler ile ordu arasındakiler de dahil olmak üzere, içerden tanık olacaktır. Çoğu zaman hayal kırıklığına uğrasa da, Cezayir kurtuluş mücadelesinin bir savunucusu ve sürekli yenilikçi bir psikiyatr olarak kalmaya devam edecektir. Aşağı-Sahra Afrika’sıyla giderek daha fazla ilgilenecektir ve Cezayir Cumhuriyeti geçici hükümeti tarafından 1959 sonunda Kara Afrika’da gezici büyükelçi olarak atanacaktır. Afrika’da bağımsızlıklar yılıdır bu. Fanon gerçekten de bir gezgin olacaktır, Gana’dan Kamerun’a, Angola’dan Mali’ye hesapsızca dolaşarak gerçek bir bağımsızlık mücadelesini savunacaktır. Hatta Mali’den yola çıkarak Sahra’dan geçecek ve Cezayirli savaşçılarla birleşecek bir cephe olasılığı bile düşünür.

Ama 1960 Aralık ayında, Tunus’ta kaldığı sırada, Fanon omurilik lösemisine yakalandığını fark eder. Bir yıllık ömrü kalmıştır ve bu sırada Les Damnés de la terre’i [Yeryüzünün Lanetlileri] yazar.

Adı, yayıncılarının değil kendisinin seçtiği tek kitap olan bu eser, bir hekim olarak o dönemde tedavisi olmadığını bildiği bir hastalığa mahkûm biri tarafından kaleme alındı.

Saate ve ölüme karşı gerçek bir yarışta Fanon son bir mesaj vermek ister. Kime? Yoksullara, mülksüzlere. Ama bunlar, esasen, “Ayağa kalkın yeryüzünün lanetlileri, ayağa kalkın açlığın forsaları” diye marşlar söyleyen XIX. yüzyıl sonu sanayileşmiş ülkelerinin proleterleri değillerdir. Fanon’un hitap ettiği yeryüzünün lanetlileri gerçekten toprak ve ekmek isteyen yoksul ülkelerin yoksulları, mülksüzleridir; oysa ki o dönemde genellikle ırkçı ve deniz-aşırı halklar konusunda açıkça cahil olan Batı dünyasının işçi sınıfı doğrudan doğruya kâr elde ettiği sömürgelerin kaderine nispeten ilgisizlik sergiliyordu.

Ne bir ekonomi kitabı, ne bir sosyoloji, hatta politika denemesi olan bu eser sömürgeleştirilmiş ülkelerin durumu ve geleceğine hakkında bir çağrı, hatta bir alarm çığlığıdır. Fanon, bütün eserlerinde olduğu gibi, politika, kültür ve bireyi gerilim halinde buraya yerleştirir ve ekonomik, politik ve kültürel tahakkümün tahakküm altındaki kişi üzerindeki etkilerini açıklar. Fanon’un analizi yalnızca halkların değil öznelerin de köleleştirilmesinin sonuçları üzerinde ve öncelikle bireyin kurtuluşu, “varlığın sömürgesizleştirilmesi” olan kurtuluş koşulları üzerinde ısrarla durmaktadır.

Yeryüzünün Lanetlileri Frantz Fanon’un son kitabıdır. 1952 yılında, yirmi beş yaşındayken, Siyah Deri, Beyaz Maskeler’i ve 1959 yılında Cezayir Devriminin Beşinci Yılı’nı yazmıştı. Bunlar François Maspero’nun ilk yayınladığı kitaplar oldu. Çok sayıda makale de yazdı: Daha önce sözünü ettiğimiz “Kuzey-Afrika Sendromu”, psikiyatri tebliğleri ve özellikle 1956 yılında Birinci Siyah Yazarlar Kongresi’nde yaptığı “Irkçılık ve Kültür” konuşması ile 1959 yılında Roma’da ikinci Siyah Yazarlar Kongresi’ndeki “Kültür ve Ulus” tebliği. Bütün bu metinlerde argümanların açılımı teorik olana değil yaşanan şeylere dayanır. Düşüncesinin gelişiminin çıkış noktası yaşanan şeylerdir. Daha Siyah Deri, Beyaz Maskeler’de ırkçılık üzerine düşünme, bazı kültürlerin tekyanlı olarak kararlaştırılmış tahakkümüne bağlanmıştı: bir kaza, psikolojik bir kapris değil, sömürge durumunda da işleyen kültürel bir baskı sistemi söz konusudur. Egemen kültürün uyguladığı baskının, toplulukları, politikayı ve kültürü, aynı zamanda psişik varlığı etkilendiren baskının sonuçları aydınlatılmazsa ırkçılığa karşı savaşmak boşunadır.

Yeryüzünün Lanetlileri’nde toplulukları olduğu kadar bireylerin kişisel geleceklerini de altüst edip başkalaştıran egemen bir dünyanın yabancılaştırması üzerine bu soruşturma sürer. Kitap, ezen/ezilen ilişkisinin verilerini ve kurtuluşun koşullarını politik mücadele çerçevesinde radikalleştirerek ele alır ve öznenin kurtuluşunu politika ile kültüre bağlar. Son iki bölümden biri kültüre ve kültürün ulusal inşayla ilişkisine, ikincisi ise Cezayir savaşının her iki tarafta yol açtığı travmatik rahatsızlıklara ayrılmıştır.

Fanon kendi tekil deneyiminden yola çıkarak yazar; kendi dolaysız tarihinden, bu tarihe dalışından, özümsemesi ve aktarması şart olan deneyimden yola çıkar. Yazının kendisi de bu hareketi izler: Kitabın beş bölümünü oluşturan farklı temalar fragmanlar halinde, bir şiirin kıtaları halinde düzenlenmiştir; bunların arasına kesin analiz zamanları girer ama bunlar her zaman, genç Fanon’un ilk kitabı Siyah Deri, Beyaz Maskeler hakkında kendisinin söylediği gibi, anlamların ötesinde, yalnızca kavramın kullanımına bağlı olmayan bir kavrayış üretmeye çalışan bir dilde yazılmıştır.

Fanon, söylem türlerini ve düzeylerini –politik, kültürel ve psikolojik analiz– karıştırmış olmakla, zihinsel rahatsızlıkla karşılaşan psikiyatr olarak deneyiminin alanından politik alana uygun düşmeyen veriler taşımakla eleştirilebilir, eleştirilmiştir de. Üslubu lirik ve kâhince olarak nitelenerek eleştirilebilir. Ama, paradoksal bir şekilde, Fanon’un modernliğini oluşturan da budur. Psikiyatr olarak ıstırap çeken öznelliklerle deneyimi onu yoksullarla doğrudan temas noktasına yerleştiriyordu.

Şiddet üzerinde ısrar etmiş olması da eleştirilmiştir. Oysa Fanon bireye karşı uygulanan şiddetin sonuçlarını kendi deneyimiyle bilmektedir: Bireyin kendisi için kişiliksizleştirici taşlaşmadan ya da yeri belli olmaz biçimde uygulamaya koyacağı korkunç bir şiddet itkisinin istilasından başka çaresi kalmaz. Bu şiddet, inkâr edilmek yerine, aşmayı sağlayan kurtuluş mücadelesi olarak örgütlenmelidir. “Irkçılık ve Kültür”de Fanon tebliğini şöyle noktalıyordu: “işgalcinin spazmlı ve katı kültürü, serbest kaldığında, gerçekten kardeş olan halkın kültürüne açılır. iki kültür karşı karşıya gelebilir, zenginleşebilir. […] Evrensellik, sömürge statüsü bir kez geri dönüşsüz olarak ortadan kaldırıldığında farklı kültürlerin karşılıklı göreceliğini üstlenme kararında yatar.” Siyah Deri, Beyaz Maskeler’de de siyah dünya ile beyaz dünya arasındaki bu aşmayı belirtir: “Her ikisi de kendi atalarının insanlıkdışı seslerinden uzaklaşmalıdırlar ki böylece gerçek bir iletişim doğabilir.” Bu aşma anlayışı, bu arada politik mücadele içinde radikalleşmiş olsa da, Yeryüzünün Lanetlileri’nde yeniden karşımıza çıkar.

Fanon’un dileği üzerine Sartre’ın bu kitaba yazdığı güzel önsöz, belli ki yıllar içerisinde metnin gövdesinden daha fazla okunmuştur. Yine de, belli bir biçimde, Fanon’un kaygılarını ve üslubunu saptırmaktadır. O esasen Avrupalılara hitap ederek, o metin ile temsil ettiği metin arasına ilk uyumsuzluğu dahil etmektedir. Fanon ise bütün ötekilere hitap etmektedir ve “öteki korkusu”nun aşılmış olacağı bir gelecekten söz etmektedir onlara. Bu önsöz özellikle Fanon’un şiddet üzerine analizini radikalleştirmektedir. Gerçekten de Sartre şiddeti doğru bulurken Fanon analiz eder, onu başlı başına bir amaç haline getirmez, zorunlu olarak geçilecek bir yer olarak görür. 

Bu nedenle Sartre’ın yazısı zaman zaman suç işlemeye teşvik vurguları taşımaktadır. “Fanon’u okuyun: Çaresizlik dönemlerinde duyulan çılgınca öldürme isteğinin sömürge insanının kolektif bilinçaltı olduğunu anlayacaksınız,” ya da “Bir Avrupalıyı öldürmek bir taşla iki kuş vurmak, tek bir atışta hem ezeni hem de ezileni yok etmektir: geriye bir ölü ve bir özgür insan kalır,” gibi cümleler Fanon’un önermelerinin kapsamını daraltmaktadır, çünkü bunlar şiddeti değil, bireysel gerçek cinayeti doğrular gibidir. Benliğin bir olasılığı içinde varlık haline gelebilmenin çağrısı olan her insan varlığına içkin şiddetin içinde değil, suça eğilimliliğin içindeyiz. Fanon Sartre’ın önsözünü okurken hiç yorum yapmadı; hatta, her zamanki halinin tersine son derece sessiz kaldı. Yine de, François Maspero’ya, vakti geldiğinde kendini ifade etme imkânı bulacağını umduğunu yazdı.

Yetmişli yıllarda kılavuz bir kitap olarak kabul edilen, esasen Üçüncü Dünyacılığa bağlı olan ve ezilenin bulunduğu yerde yabancılaşmasının [delirmesinin] temelleri üzerindeki ısrarcı sorgulamasını geri planda bırakarak politik tezleri öne çıkan Yeryüzünün Lanetlileri daha sonra unutuldu ve onunla birlikte Fanon’un bütün eseri de zaman aşımına uğramış kabul edildi. Fanon’un gösterdiği politik cesaret artık işe yaramaz –çünkü geride kaldığı söylenen bir sömürgesizleştirme dönemine bağlıydı– olarak ve olguların hayalkırıklığına uğrattığı bir umudun taşıyıcısı olarak kabul edildi. Fanon kurtuluş mücadelesinde köylülerin gücünü fazla abartmamış mıydı? Ne var ki, dönemin Cezayir politik mücadelesi koşullarında savaşçılar çoğunlukla köylülerden oluşuyordu. Fanon’un dönemsel bir tarihi deneyimi yazdığını unutmayalım. Ve ona göre, köylü dinamizmi, “Kendiliğindenliğin Büyüklüğü ve Zaafı”nda (Yeryüzünün Lanetlileri’nin ikinci bölümü) açıkladığı gibi gericiliğe de devrime de eşlik edebilir.

Dinin gücünü küçümsememiş miydi? Gerçekten de, Fanon’un katıldığı Cezayir kurtuluş mücadelesi islami bir devrim olarak kendini tanıtmıyor ve farklı akımları bir araya getiriyordu. 1956 yılında Summam kongresi platformu, esinleyicilerinin çelişkilerine rağmen, dini merkeze koymuyor, daha ziyade çoğulluğa başvuruyordu. Fanon’un sömürgesizleştirme yolundaki ülkelere, yeni insan yaratma, oluşturma çağrısı Afrika ülkelerinin geleceği tarafından sakatlanmadı mı? Sonraki jeopolitik evrim tüm bu umutları yalanlamadı mı? Aslında bu evrim Fanon’un çekindiği bir gelecek karşısındaki çekincelerinin (“Ulusal Bilincin Geçirdiği Sınavlar ve Sıkıntılar” bölümü) sağlam temellere dayandığını doğruladı.

Fanon olumsal bir gerçekliği analiz ediyordu ve onun kitabı, mümkün olabilecek olana bir çağrı olarak anlaşılmak yerine kendi döneminin bağlamıyla sınırlandırılırsa ancak “evre-dışı” olarak algılanabilir. Umutlarının somutlaşmamış olması bu umutları ifade ettiği gerçekliği yanlış mı kılar? Bu gerçekliğin, şiddet de dahil olmak üzere, günümüzde artık sömürge baskısı ya da üçüncü dünyanın geleceği terimleriyle ifade edilmediğini, eşitsizliklerin büyümesi, Kuzey ile Güney arasındaki büyüyen mesafe, dışlama, öznelerin nesneye indirgenmesi terimleriyle dile getirildiğini gayet iyi biliyoruz.

Sömürgesizleştirmeden ve Cezayir Savaşı’ndan kırk yıl sonra, ekonomik küreselleşmenin diktasına doğru ilerlediğini gördüğümüz bir dünyada bu gerçeklik, gündelik olarak, Güney/Kuzey ilişkisi içinde yazılır ve belirir: Afrika ülkeleri hükümetlerinin örgütlediği, kurumlaştırdığı ve gelişmiş dünyanın büyük petrol, ilaç şirketlerinin ve diğerlerinin sağlamlaştırdığı yozlaşma ve çürüme. Aynı zamanda bu aynı dünya, demokrasiyi amaçlayan bütün kurtuluş hareketlerinin, Fanon’un hayalini kurduğu ve bu amaçla, angaje bir psikiyatrken ezilen halkların davasının militanı haline geldiği, halkların kendi kendilerini yönetmelerinin kötüye kullanılması karşısında, müdahale etmeme adına, ama özellikle de sürdürülmesi gereken bir ekonomik emperyalizm adına ilgisizliğini korumuştur.

Ama bu gerçeklik yalnızca “gelişme yolunda” denen ülkeleri ilgilendirmekle kalmaz. Aynı zamanda, “gelişmiş” denen dünyadaki eşitsizliklerin büyümesini de kapsar; bu büyüme en yoksullar için geçici işleri ve işsizliği zorunlu kılmakta ve onlara ütopik değil topik bir yer ayırmaktadır: Bu yer, dışlamadır. Fanon bunun yanlışlığını ortaya koyuyordu, çünkü herkesin “ölüme yakın” bir yaşam sürmesini, gündelik geçim derdi içinde sürünmesini, hayatı “temel verimlilikte bir açılım ya da gelişme olarak değil, atmosferik bir ölüme karşı sürekli mücadele olarak” algılamalarını istemiyordu. Fanon her insanın kendi tarihinin öznesi ve politikanın faili olmasını arzuluyordu.

Ruanda’dan Bosna’ya, Afganistan’dan Ortadoğu’ya, Amerika’yı ve Avrupa’yı da kapsayacak şekilde, parçalanmış, kana ve ateşe bulanmış, şiddetin şiddeti kovaladığı ve devletlerin yol açtıkları şey karşısında şaşkınlığa ve öfkeye kapıldığı, halkların şiddetinin cehennemi ve insanlıkdışı bir döngü yarattığı, hem bireysel düzlemde hem de kolektif planda XXI. yüzyıl kuşaklarının düşüncesini, yaşamını ve geleceğini ortadan kaldıran bir dünya uzanmaktadır.

Günümüzde Cezayir savaşından yeniden söz ediliyor; otuz beş yıl boyunca “olaylar” diye adlandırıldıktan sonra nihayet yeniden adı konuyor. Yeniden güncelleniyor ve işkence teşhir ediliyor. Ama birçok güncel yazı, o dönemde çatışan iki tarafın vahşetini birbirine denk göstererek, güçlerin dengesizliğinin analizini gözardı ediyor. Fanon’un kendi döneminde analiz etmiş olduğu, birbirinden kopuk, her türlü diyaloğu dışlayan bu iki dünya arasındaki bu güçler ilişkisi, dünyanın birçok bölgesinde bugün de yürürlükte değil midir? Şirketler ve gelişmiş devletler bizzat kendi topraklarında şiddetin ortaya çıkmasına şaşırdıklarında, öfke anlayışın yerini almıyor mu? Şunu anlayalım: Bu iki dünya arasında hiçbir anlaşma kurulamadığında, söz aracılığıyla her türlü dolayım uzamı kapandığında ve en güçlü dünya ötekinin yerinin de sahibi olduğunu –bu yer ister toprak olsun, ister kültürel ya da psişik– ilan ettiğinde olup biten nedir? Fanon’u telaşlandırmış ve onu Yeryüzünün Lanetlileri’ni yazmaya yöneltmiş olan şey tam da bu dünyanın öngörüsüdür.

Ayrıca, kurtuluş savaşları da dahil olmak üzere, bitmek bilmez sıkıntılara yol açan ve şiddetin yinelenip durmasına, etnik ve kimlik regresyonlarına neden olan savaşların travmatik sonuçlarını da fark etmişti. Bu regresyonlar bitmekte olan yüzyılın tarihini kat eder ve yeni, ama aynı zamanda çok eski bir fikirle yeni yüzyılı başlatırlar: Ötekini kötülüğün, kendini ise iyiliğin cisimleşmesi olarak göstermek.Fanon bu simgeleri Yeryüzünün Lanetlileri’ndeki sömürge durumu analizinde tanımlamıştır: Sömürgeci için sömürge halkı kötülüğün cisimleşmesidir. Bunun ötesinde, bu konfigürasyonun öznel plandaki yıkıcı etkilerini de belirtir: kötülük olarak tanımlanan, bakışın dondurduğu kişi öncelikle öznelikten-çıkartıcı utancı, sonra da nefreti hisseder. Bu süreç günümüzde tuhaf bir güncellik kazanmıştır.

Yeryüzünün Lanetlileri’ni bu eserin yazıldığı, sınırları belirli tarihsel dönemin ötesinde ve bizim modernitemiz ışığında tekrar okumak gerekir. Bize neyi göstermektedir? Büyümenin Güney’de olduğu kadar Kuzey’de de bir yana bıraktıklarının çoğalması, ama aynı zamanda bu aynı modernitenin küreselleşme karşısında “hiçsizler” olarak belirtmekten sevinç duyduğu herkesin öznel olarak aşağılanma ve ezilmesinin sürekli yenilenmesi: vatansızlar, topraksızlar, evsizler, işsizler, kâğıtsızlar, söz söyleme hakkından yoksun olanlar.

Yeryüzünün Lanetlileri’ni okumak ya da tekrar okumak, insanların bu türden yoksunluk kayıtları içinde tutulduklarında ne olduğunu anlamaya yardım eder: şiddet, etnik ya da kimlik regresyonlarına başvuru. Ama bu yinelenen temaların ötesinde, Fanon’un güncelliği şunda da yatmaktadır: Bir yanda güç ilişkilerinin yabancılaşmasının materyalist analizinin ve diğer yanda varoluşçu ya da kültürcü özne bakış açısının (hatta, psikanalitik düzlemde, çevredeki dünyadan kopuk bir öznel macera bakış açısının) birbirine hak vermediği bir dönemde, öngörülü bir şekilde, o, bedeni, dili ve başkalığı bizzat politikanın geleceğinin inşasında zorunlu öznel deneyim olarak koyan yeni bir bilgi inşasını yerleştirmeye çalıştı. Bu yaklaşım özünde Marcuse Okulu’nun yaklaşımından, hatta ikinci Dünya Savaşı’nın ve Amerika Birleşik Devletleri’ne zorunlu sürgünlerinin ezdiği Viyana’nın politik psikanalistlerinin kaygılarından pek de uzak değildir.

Dolayısıyla Fanon’un büyük bir güncellik taşıması tesadüf değildir. Kökenleri ve geçtiği yol itibarıyla, bu zaman dilimini kesintiye uğratmış travmatik durumlarla boğuşan faillerinden biri olduğu geçen yüzyılın olaylarıyla kesişir.

Ayrıca yaşamı ve düşüncesinin evrimi bakımından da güncelliğini korumaktadır: Bu ekonomik küreselleşme ve öznenin dışlanması çağında, ideolojilerin çöküşü olarak adlandırılan şeyin ötesinde, genç Fanon’un yazdığı ve eylem halindeki tüm düşüncesine rehberlik eden cümle –“Ey bedenim, beni daima sorgulayan bir insan kıl!”–, dilleri ve doğum yerleri neresi olursa olsun zamanımızın birçok gencinde yankı bulmaktadır.

Yeryüzünün Lanetlileri, Frantz Fanon,  Çeviri Şen Süer, VERSUS KİTAP,  Kasım 2007

ayrıca bkz. https://tr.wikipedia.org/wiki/Frantz_Fanon