jön türkler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
jön türkler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Temmuz 2017 Cuma

Butros, Hoşgörülmek İstemiyordu

Butros, Hoşgörülmek İstemiyordu

Amin Maalouf

JönTürkler ayaklanmasından bir yıl, Abdülhamit'in düşüşünden de ancak üç ay sonra… 

Onu en çok kızdıran şey, tüm yönetimde, valisinden en küçük yazmanına kadar bütün yerel görevlilerin uygulamalarında, hala eski yönetim alışkanlıklarının geçerli olmasıydı. Ama bunların bir günde, sadece bir kararnamenin yayımlanmasıyla değişebileceğini düşünmek için de çok saf olmak gerekirdi. Onu üzen başka bir şey de -ki çok daha ciddi, çok daha acı veren bu konudan açıkça söz edemiyordu Butros- onun için en temel konulardan birinde hiçbir düzenleme yapılmadığını, yapılma umudunun da olmadığını yavaş yavaş anlamaya başlamasıydı.

Bu konu, "İmparatorluğun azınlıkları" konusuydu. Doğu sorunuyla ilgili Tarih kitaplarına öykünerek biçimlendirdiğim bu başlık, aslında işin özünü anlatmıyor. Çünkü işin özü, azınlıkların haklarını tanımlamak değil; konuyu böyle dile getirmeye başladınız mı, o iğrenç hoşgörü mantığına, zafer kazananların yenilenlere 'bahşettiği' o küçümser tavırlı koruma mantığına giriveriyorsunuz.

Butros, hoşgörülmek istemiyordu; ve ben, onun torunu, ben de istemiyorum. Sahibi olduğum aitlikleri yadsımak zorunda bırakılmadan tüm yurttaş ayrıcalıklarının tanınmasını istiyorum ısrarla; devredilmesi olanaksız hakkım bu benim ve beni bundan yoksun bırakacak toplumlara, gururla sırt çeviriyorum.

Butros'un ilgilendiği şey -ilgilenmek fiili burada biraz zayıf kalıyor; tüm heyecanlarını, tüm düşüncelerini, tüm eylemlerini belirleyen şey desem daha doğru olur- onun gibi Hıristiyan ve Arapça konuşan bir azınlık topluluğu içinde doğmuş birinin, çağdaşlaşmış bir Osmanlı İmparatorluğu içinde, bir yaşam boyu doğumunun bedelini ödemek zorunda kalmadan tam bir yurttaş konumuna sahip olup olamayacağıydı.

Kimi belirtiler, Jön Türkler devriminin tam da bu yönde gittiğini düşünmesine neden oluyordu. İlk andan başlayarak devrimi alkışlayan, zaman zaman etkin biçimde ona katılan bütün azınlıklar, bu "tüm toplulukların özgür insanları", ister istemez onunla aynı umutları besliyor olmalıydılar.

Ama kısa zamanda kaygı verici olaylar da meydana gelmeye başlamıştı. Örneğin, şu genel seçimler;* bir özgürlük ve demokrasi başlangıcı olması gerekirken, dalaverelerle, hilelerle lekelendi; devrimci subaylara ve İttihat ve Terakki'ye yandaş milletvekili sayısını olabildiğince artırmak için her türlü yola başvuruldu. Bu milletvekilleri, imparatorluğun tüm uluslarının vekilleriydiler ama "birlikçiler" her oylamada iki klana ayrılıyor, bir yanda Türkler, bir yanda Türk olmayanlar toplanıyordu. 

Aynı bölünme, yönetici ekipte de gözlendi. Azınlıklar, "yerli olmayanlar" ve masonlar, yavaş yavaş yönetimden uzaklaştırıldılar; onların yerini, Adriyatik'ten Çin sınırlarına dek uzanan, tek uluslu, tek dilli, tek başkanlı, yeni bir Türk İmparatorluğu düşleri kuran Enver Paşa'nın yönettiği, aşırı ulusçu bir grup aldı. Aynı Enver değil miydi bu, Selanik'te, Olympia Palas'ın balkonundan halka seslendiğinde, artık İmparatorlukta ne Müslüman, ne Yahudi, ne Rum, ne Bulgar, ne Romen, ne Sırp kalmayacağını söyleyen; "Çünkü hepimiz kardeşiz ve aynı mavi ufkun altında, hepimiz Osmanlı olmaktan gurur duyuyoruz" diyen?

Bir zamanlar, bu güzel sözleri alkışlayanlar: "Ağzından dökülenleri dinlerken yalnızca duymak istediklerimizi mi duyduk acaba?" diye soruyorlardı şimdi kendi kendilerine. Enver'in ortadan kalkmasını istediği "Rum", "Sırp", "Bulgar", "Müslüman", "Yahudi" gibi tanımlar arasında "Türk" sözcüğünün yer almamasını anlamlı bulmaya başlıyorlardı. Ve bu subayın amacının, özgürlük ve eşitlik bahanesi altında, İmparatorluğun çeşitli halklarına o güne dek tanınmış özel hakları geri almak olup olmadığını düşünmeye başlıyorlardı.

Belli ki, ortada çok ağır bir yanlış anlama vardı. Ve dedemin yazgısını olduğu kadar, içinde doğduğu İmparatorluğun yazgısını da etkileyecekti bu yanlış anlama. Butros bir yurtseverdi; tumturaklı bir edayla kılıcını selamladığı subaysa bir ulusçuydu. İnsanlar, çoğu zaman bu iki tavrı birbirine yaklaştırırlar ve ulusçuluğu, yurtseverliğin güçlendirilmiş bir biçimi gibi görürler. O zamanlar -büyük olasılıkla başka dönemlerde de böyle olmuştur- gerçek bambaşkaydı: Ulusçuluk, yurtseverliğin tam tersiydi. Yurtseverler, içinde değişik diller konuşan, değişik dinsel inançları olan, ama geniş ve çağdaş bir yurdu kurma istemiyle bir araya gelmiş çok sayıda halkın bir arada yaşayacağı ve Batı'nın yücelttiği ilkelere, Doğulu ruhların incelikli bilgeliğini esinleyecek bir imparatorluğun hayallerini kuruyorlardı. Ulusçulara gelince, çoğunluğu oluşturan etnik grubun üyesiyseler salt egemenlik, azınlıktaysalar ayrılıkçılık düşleri kuruyorlardı; bugünün sefil Doğusu, onların yan yana gelen düşlerinden doğan canavardır işte.

Benim, bu kadar geç gelip bunları söylemem bir marifet sayılmaz; Tarih, getirip sayısız anlamlı olay sermiş burnumun dibine! Ama dedemin zamanında bile, başkaldıran subayların doğurduğu umutlar, aydan aya azalmıştı; kısa süre sonra da bütünüyle silinip süpürülecekti:
Enver, ülkesini Almanların ve Avusturyalıların yanında Birinci Dünya Savaşı'na sokacak, eğer yenilirse; Rusya'nın elinden Kafkasya'daki topraklarıyla genellikle Türkistan adıyla anılan Türkçe konuşulan eyaletlerini alma düşleri kuracak, ne var ki yenilen ve dağılan, Osmanlı İmparatorluğu olacaktı. Boyun eğmez subay, bu kez gidip hizmetlerini önce Lenin'e sunacak, daha sonra Kızıl Ordu'ya saldıracak ve onun kurşunlarıyla Buhara yakınlarında, 1922 yılında, kırk bir yaşında ölecekti.

Dedem, bu adamla artık ilgilenmiyordu. Ölümünden haberiolup olmadığını bile bilmiyorum. O dönemde Dağ'**da pek söz edilmemişti bundan. Birkaç yıl önce olsa Doğu halkları arasında bir destana dönüşebilecek böylesi bir 'cephede ölüm', önemsiz bir olay haline gelmişti. Anlı şanlı 1908 isyancılarının anısı, o zamana dek İmparatorluğun yaşadığı olaylarda küçük bir rol oynamış başka bir Türk subayının, Kemal Atatürk'ün yükselişiyle gölgelenmişti artık.


Butros, onun yaptıklarından da heyecanlanıp coşacak, giderek gereğinden fazla bile kaptıracaktı kendini bu coşkuya; yalnızca kılıcını selamlamak için bir şiir yazmakla yetinmeyecek, onuruna güzel bir de çılgınlık yapacaktı. Bir çılgınlık daha... Ama bu sonuncusu unutulmaz bir çılgınlık olacaktı. Zamanı gelince döneceğim bu konuya.

*Şubat 1912'de yapılan meclis seçimini kastediyor. Sopalı  Seçim olarak bilinir. DK
** Lübnan Dağı. Gerçekte Lübnan'ı kastediyor. DK

Yolların Başlangıcı, Özgün adı: Origincs, Amin Maalouf, Yapı Kredi Yayınları, 2004/3, s. 139-142

20 Mart 2017 Pazartesi

Prens Sabahattin Kimdir?

Prens Sabahattin Kimdir?


Prens Sabahattin'in Gençik Yılları

Prens Sabahattin (Mehmet Sabahattin), Türk siyasetçi ve düşünür. 1879’da alemin merkezi İstanbul’da doğdu. Annesi Osmanlı hükümdarı Sultan Abdülmecit Han’ın kızı Seniha Sultan, babasıysa Kaptan-ı Derya Damat Gürcü Halil Rıfat Paşa’nın oğlu olan Damat Mahmut Paşa’dır. Osmanlı hanedanı ile anne tarafından gelen akrabalık bağı sebebiyle bir ‘’sultanzâde’’ydi ancak kendisi ‘’prens’’ unvanını kullandı.

Dönemin ileri gelen entelektüellerinden evinde özel eğitim gördü ve adeta bir batılı gibi yetişti. Sarayın damadı ve padişah-ı devran Sultan II. Abdülhamid’in yakın arkadaşı olan babası, Adalet Bakanı olduğu esnada Çırağan Baskını’na adı karıştığı nedeniyle görevden alınınca yalısında gözaltında olduğu sürece oğulları Lütfullah Bey ve Sabahattin ile ilgilenmişti. Sabahattin Efendi, doğa bilimine büyük ilgi duyardı ve Fransızcayı üst düzeyde bilirdi.

Paris’e Kaçışı

Kendisine suikast girişiminden çekinen babası Mahmut Paşa 1899’da onu ve diğer oğlu Lütfullah Bey’i de yanına alarak Paris’e yerleşti. Prens Sabahattin, Damat Mahmut Celalettin Paşa’nın oğlu olmasının vermiş olduğu avantajla Fransa’da bulunan Jön Türkler arasında hızla yükseldi. Sultan II. Abdülhamid’e karşı Avrupa’da muhalefet edenler arasında bir lider konumuna geldi. Bir dönem babasıyla birlikte Mısır’a geçti ancak tekrar Paris’e dönmek zorunda kaldı. Ecole des Roches isimli okulun kurucusu olan Edmond Demolins ile tanışma fırsatı buldu ve onun toplum ve siyaset hakkında olan görüşlerinden etkilendi. Osmanlı halkının ilerleyebilmesi için özel girişim ve yerinden yönetimin gerekli olduğuna inandı.

I. Jön Türk Kongresi

1900 yılında ‘’Umum Osmanlı Vatandaşlara’’ hitaplı beyanname ile Jön Türklerin bir kongre düzenlemesi gerektiği fikrini ortaya attı. İlk girişimleri gerçekleşmedi fakat 4 Şubat 1902’de Paris’te ‘’Birinci Osmanlı Liberaller Kongresi’’ adı altında bir kongre toplayabilmeyi başardı (kongre daha sonra I. Jön Türk Kongresi olarak anıldı). Kongrede, Jön Türkler ile arasındaki ideolojik ve siyası farklar ortaya çıktı. Prens Sabahattin, Sultan Abdülhamid’in İngilizlerin yardımıyla tahttan indirilmesi fikrini savundu. Yabancıların müdahalesine karşı olan Ahmet Rıza ve grubuyla fikirleri ayrıldı. Bir darbe sonucu yıkılması düşünülen Abdülhamid yönetiminin yerine gelecek yönetim modeli hangisi olacak sorusuna ise Prens Sabahattin ve taraftarları, ‘’yerli ve yabancı burjuvaların işbirliğine dayanan, merkeziyeti olmayan ve bireysel girişimleri destekleyen bir yönetim’’ diye yanıtlarken, Ahmet Rıza Bey taraftarları ‘’merkeziyetçi bir Meşrutiyet’’ i savunuyordu. Bu bölünmenin, günümüz Türkiye’sinde merkez sağ ve merkez sol görüşlerin temelini oluşturduğu kabul edilmektedir.

Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti

Prens Sabahattin, 1902 yılında başarısız bir darbe girişiminde bulundu. 1906’da ise Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’ni kurdu. Cemiyetin yayın organı olarak işleyen ‘’Terakki’’ dergisini yayımlayarak, yönetimde adem-i merkeziyet ve iktisatta ‘’teşebbüs-i şahsi’’ ilkeleri savunuldu. Bu aylık dergi, iki yıl kadar yayımlandı. Dergide ifade edilen görüşler büyük Osmanlı Devleti’ndeki azınlıklar ve tüccarlar arasında taraftarlar buldu. Derneğin İstanbul, İzmir, Alanya ve Şam’da olan şubeleri açıldı.

Osmanlı Ahrar Fırkası


Prens Sabahattin, İttihat ve Terakki Cemiyeti 1908 yılında olan ayaklanmayı hazırlayıp uyguladıktan ve II. Meşrutiyet ilan edildikten sonra libarel görüşü savunan Jön Türklerin kurduğu Osmanlı Ahrar Fırkası’nı destekledi ve arka plandan yönetti. 1903 yılında kaybettiği babası Mahmut Paşa’nın cenazesini de beraberinde getirdi ve 1908’de İstanbul’a geri döndü. Ahrar Fırkası, 1908’de seçimlerine katıldı ancak meclise giremedi. Çok zaman geçmeden fırka 31 Mart olayında parmağı olmakla suçlandı ve kapatıldı. Prens Sabahattin ise tutuklandı ancak araya giren Mahmut Şevket Paşa ve Hurşit Paşa aracılığıyla serbest bırakıldı. Daha sonra ayaklanma ile ilişkisi olmak suçuyla gıyabında yargılanıp idama mahkum edilince tekrardan yurtdışına kaçtı.

Mahmut Şevket Paşa Suikastı


1913’de İstanbul’daki Prens Sabahattin taraftarları, Bab-ı Ali Baskını’nın bir değişiğini yaparak hükümeti devirmek ve yerine Prens Sabahattin’i lider yapmak üzere planlar yaptılar. İlk planları sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi olarak karara bağlandı. 11 Haziran 1913’de suikast gerçekleşti. Ancak suikastçılar yakalanıp birer birer idam edildi ve Prens Sabahattin yeniden Paris’e kaçmak zorunda kaldı. I. Dünya Savaşı yıllarında hayatını Avrupa’nın değişik şehirlerinde sürdürdü.

Milli Mücadele Yılları


Prens Sabahattin, 1. Dünya Savaşı yenilgisinin ve İttihat ve Terakki yönetiminin sona ermesinden sonra ülkeye geri dönebildi. Türkiye’ye döner dönmez İttihat ve Terakki yönetiminde yasaklanan ‘’Türkiye Nasıl Kurtarılabilir?’’ isimli eserini yayımladı. Ayrıca çeşitli yazıları ile Anadolu’da olan Milli Mücadele’ye destek verdi. Cumhuriyetin ilanından sonra 1924’de Hanedan-ı Alî Osmân üyelerinin sürgüne gönderilmesine ilişkin kanun nedeniyle ülkeden ayrılmak zorunda bırakıldı.

Ölümü

1948’de İsviçre’nin Neuchâtel şehrinde öldü. Cenazesi 1952 senesinde Türkiye’ye getirildi. İstanbul Eyüp’te babasının ve dedesinin de mezarlarının bulunduğu Halil Rıfat Paşa türbesine gömüldü.



19 Mart 2017 Pazar

Damat Mahmut Celalettin Paşa Kimdir?

Damat Mahmut Celalettin Paşa Kimdir?

Damat Mahmut Celalettin Paşa, Osmanlı Devleti paşası, yazar, şair. Kaptan-ı Derya Gürcü Halil Paşa’nın oğlu ve padişah Sultan Abdülmecit Han’ın damadı. Ayrıca Jön Türklerden Prens Sabahattin’in babasıdır.

1853 senesinde İstanbul’da doğdu. Babası Osmanlı İmparatorluğunda dört defa kaptan-ı deryalık yaptı. Annesi babasının ikinci eşi İsmet Hanımdır. Babasını küçük yaşlarda iken kaybetti. Özel eğitim görerek yetiştikten sonra türlü devlet memurluklarında görev yaptı. Paris konsolosluğunda 2 yıl görev yaparak Fransızca dilini geliştirdi.


İlk evliliğini İffet Hanım’la yaptı ve bu evlilikten Ali Bidar, Fuat ve Rıfat isminde üç çocuk sahibi oldu. 28 Aralık 1876’da Sultan II. Abdülhamid’in padişahlığı sırasında Osmanlı padişahı Sultan Abdülmecit’in kızı Seniha Sultan ile evlendirilerek Osmanlı Hanedanı’na damat oldu. Bu evliliğinden oğlu Prens Sabahattin ve Lütfullah Bey dünyaya geldi.


Adliye Nazırlığı


Sultan Abdülaziz’in devrilip yerine Sultan II. Abdülhamid’in geçmesinden sonra sultanın en yakınları arasında yer aldı. 30 Mart 1877 yılında vezirlik rütbesi aldı. 18 Nisan 1878’de ise Adliye Nazırı olarak Mehmet Sadık Paşanın kabinesinde görev yaptı.


Damat Mahmut Paşa, nazırlığı esnasında Adliye Nezaretinde yeni düzenlemelerde bulundu. Padişahın cülusu sebebiyle çıkarılan genel affın kapsamlarını genişleterek cinayet suçundan müebbet hapse mahkum olanların bile cezasını geçici süreyle kürek cezasına çevrilmesini ve cezalarının üçte birini tamamlayanların ise tahliye edilmesini sağladı. Nezarette oluşan memur açığını kapadı. Yeni muhakeme usul kanunu onun nazırlığı sırasında düzenlendi fakat uygulamaya konulmadı.


Görevinden Alınması


Sultan Abdülhamit’i tahtından indirmek üzere örgütlenmiş olan Skelyeri-Aziz Bey komitesiyle ilişkisi olduğu nedeniyle birkaç ay sonra adliye nazırlığı vazifesinden alındı. Daha sonra bu komite ile bağlantısı olmadığı anlaşılınca kendisine Evkaf Nazırlığı ve Şura-yı Devlet üyesi olması teklif edildi, fakat bu görevleri kabul etmedi.


Mahmut Paşa resmi bir görevde bulunmadığı bu dönemde konağını bir şiir encümeni haline getirdi. Âsaf mahlası ile şiirler yazan paşa, zamanının büyük bir bölümünü oğullarının eğitimine ayırdı. Devrin ileri gelen isimlerini oğulları için öğretmen olarak görevlendirdi. Bir yandan da siyasetin nasıl gittiğini yakından takip edip padişaha aktarmak için eleştiri ve önerilerini kaleme aldı. Bağdat Demiryolu ihalesinin İngilizlerin ortaklığı olduğu bir şirkete verilmesine aracılık etmek istedi. İhalenin Almanlara verilmesi öfke ve kırgınlığını arttırdı.


Avrupa’ya Kaçışı


1899’da Sultan II. Abdülhamid’e olan muhalefetleri nedeniyle iki oğlu Lütfullah Bey ve Prens Sabahattin’le birlikte Avrupa’ya kaçtı. Marsilya’ya oradan da Paris’e gitti. II. Abdülhamid yönetimine düşmanlık besleyen Jön Türkler tarafından büyük bir ilgiyle karşılandı. Bazı Jön Türklerin İstanbul hükümeti ile anlaşıp Osmanlıya dönmesinden sonra geride kalan Jön Türklerin arasında lider gibi gözükmeye başladı. 1 Ocak 1900’de Meşveret gazetesinde yayımlanan ve gazete sahibi Ahmet Rıza Bey’e hitaben yazılmış  bir Fransızca mektup göndererek Jön Türkleri yüksek bir taktir hisleriyle karşıladığını bildirdi. Çeşitli gazetelerde padişah hazretlerine yazdığı mektubu yayımlattı. Mektupta Osmanlı sultanını ve çevresindekileri ağır bir dille eleştirdi.


Cenevre’de çıkan Osmanlı Gazetesi’nin durumuyla ilgilenmek için oğulları ile Cenevre’ye gitti. İshak Sükuti, ona gazetenin bütün sorumluluk ve haklarını teslim etti. Mahmut Paşa, 1 Nisan 1900 yılında Osmanlı Gazetesi’nde Sultan II. Abdülhamid Han’a hitaben yazdığı bayram tebrikinde çok ağır bir dille sarayda ki bayram merasimlerini eleştirdi. Prens Sabahattin ve Lütfullah Bey’de sert ifadeli ikinci bir mektup yayınladılar. Osmanlılar damadını yurda döndürmek için her türlü yol denedi ve sonunda paşanın mallarına el konulduğuna dair haberler duyuldu. Mahmut Paşa bunu önemsemedi.


Masraflarını üzerine aldığı Osmanlı Gazetesi’ni Londra’da çıkarmak için oğullarıyla birlikte 29 Mayıs 1900’de İngiltere’ye yol aldı ve aynı yıl 1 Temmuzdan itibaren gazetesini Londra’da yayımladı. İstanbul’a dönüşünü talep eden Osmanlılar ile arasında gittikçe sertleşen pazarlık ve yazışma gerçekleşti.


Mısıra Geçişi Ve Son Yılları


Mahmut Paşa ve oğulları İstanbul hükümetinin baskıları neticesinde Londra’dan da ayrılmak zorunda kaldı ve Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın davetiyle Mısır’a gitti. Orada da Hoca Kadri Efendi’nin idaresinde olan Kanun-i Esasi Gazetesi’nin çıkarılmasına yardım etti. Asaf mahlası ile yazdığı şiirlerini toplayan Divanı’yla, Tezkire-i ulema adlı eserini Kahire’de bastırdı. İstanbul, paşayı geri getirme çabalarına devam etti. Hıdiv de Mahmut paşa ve oğullarını İstanbul’a dönmesi konusunda ikna etmeye çalıştı.


Mısır Hıdivi ile arası bozulunca Mısır’dan da ayrılarak Paris’e geri döndü. Paris havasına alışamadığı için Korfu Adası’na gitti ancak bu durum Yunan-Osmanlı ilişkilerinin gerginleşmesine neden oldu. Mahmut Paşa Korfu Adasında rahatsızlandı ve adadan da ayrıldı. Bütün Jön Türk gruplarını içine dahil eden bir kongre düzenleme uğraşı veren oğullarına destek verdi. I. Jön Türk Kongresi, 4 Şubat 1902 yılında Fransa’da gerçekleşti. Paşa bu kongrenin fahri önderi oldu.


Ölümü


Mahmut Celalettin Paşa, bazı kaynaklara göre albümin öri hastalığından, kimilerine göre ise üremiden müzdaripti. Kışı geçirmek için getirildiği Brüksel’de 17 Aralık 1903’de öldü. II. Abdülhamid Han cenazesinin İstanbul’a getirilmesini söylese de oğulları Osmanlı’da meşrutiyet rejimi ilan edilmedikçe babalarını geri vermeyeceklerin söyledi. Mahmut Paşa’nın cenazesi Fransa’da Türk kabristanına defnedildi. Cenaze merasimi Jön Türkler için mitinge dönüşmüş mezarının başında okunan ateşli muhalif konuşmalar Osmanlı Gazetesi’nde yayımlanmıştır. 1908 senesinde II. Meşrutiyet’in ilanından sonra paşanın naaşı büyük bir tören ile İstanbul’a getirildi. Eyüp’te babasının da mezarının bulunduğu aile kabristanına defnedildi.

Soldan Sağa; Sultan Abdülhamid - Mahmut Paşa - Prens Sabahattin