Din-Mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Din-Mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Temmuz 2021 Pazartesi

Göbekli Tepe Posteri

Göbekli Tepe Posteri

Tıklayarak büyütebilirsiniz. Bilim ve Teknik dergisinin 2014 yılında çıkardığı bir ek. Eğitimde ders aracı olarak kullanılabilir. Posterin incelenmesi ve buradan üretilecek sorularla etkili ve zevkli bir ders işlemek mümkün. 


Kaynak  https://ekitap.site/tr/details?no=42059&c=4u158

şu da kullanılabilir  https://ekitap.site/tr/details?no=165662&c=4100

25 Ekim 2019 Cuma

Eskatalogya Mitosları

Eskatalogya Mitosları

Samuel Henry Hooke

Last Judgement, detail from the West Portal, Amiens Cathedral, 13th century. © Bridgeman Art Library

Son Yargı
Amiens Katedrali batı portalinde yer alan bu rölyefte tanrının müdahalesiyle
meydana gelen dünyanın sonu betimlenmiş.
Rölyefte tanrıya yardımcı olan melekler ve yargılanmak üzere sıraya girmiş yalvaran
insanlar  da gösterilmiş. 

Eskatalogya[7] mitosları, Zoroasterciliğin eskatalogyasına[8] birşeyler borçlu olabilirlerse de, bu tür, özellikle Yahudi ve Hıristiyan düşünüşünün karakteristik bir öğesini oluşturur. Peygamberlerin yazılarında ve her şeyden çok vahiy yazınında[9] bu dünya düzeninin bir genel yıkım (katastrofi) ile sona ereceği düşüncesi önemli bir yere sahiptir. Peygamberler, "kurtuluşun tarihi"nin, tanrının dünyanın gidişine su götürmez bir biçimde karışmasıyla tamamlanacağına inanmışlardı. "Son günlerde [ahir zamanda] şunlar şunlar olacak" deyişi peygamberlik (kehanet) sözlüğünün[10] tipik bir sözüdür. Peygamberler sonul durumu betimlemeye kalktıklarında, mitos diline geri dönmek zorunda kalırlar.
Babilonya Yaradılış Mitosunda Marduk'un kaos-ejderini yenişini anlatan sözler Yehova'nın kötülük güçlerine karşı kazanacağı sonul zaferi betimlemelerinde kullanacakları imgesel malzemeyi sunmaktadır. Tanrının [evreni] yaratış eyleminin, tarih ufkunun dışına düşmesinden dolayı, ancak mitos diliyle betimlenebilmesinde olduğu gibi, Tanrının tarihi sona erdiren eylemi de, ancak mitos terimleriyle anlatılabilir.

Mitosun eskatalogya alanında kullanılışı, Yahudilikten Hıristiyanlığa taşınmış olup, en eksiksiz görünümü Kitabı Mukaddes, Yeni Ahit (İncili Şerif) bölümü, "Yuhannanın Vahyi" kitabında alır.

Mitos kategorisinin İncil öykülerini açıklamada kullanıldığını söylemenin, hiç bir biçimde bu öykülerin asal tarihsel gerçekliklerini sorgulamaya kalkmak amacını taşımadığını belirtmekte yarar var. Çünkü, İsrail peygamberlerinin ve İsa'nın ilk havarilerinin yaptığı gibi, Tanrı'nın insanlık tarihine (fiilen) girdiğine inananlar için, tarihte, olayların nedenlerinin ve doğalarının tarihsel nedensellik sınırının ötesine taştıkları belli bazı anlar vardır. Burada mitosun işlevi, insanlara başka yollarla dile getirilemeyecek, anlatılamayacak şeyleri, imgeleri kullanarak, simgesel terimlerle anlatmaktır. İşte. burada mitos, simgeciliğin bir uzantısı olarak görünür.
Günümüzde armageddon gerçekçi bir şekilde çizilse böyle olabilirdi
Sanatçı: Frans Masereel

Yazının tamamı şurada

Metin: Samuel Henry Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, Çev. Alaeddin Şenel, İmge Yayınları, s. 10-15, 1993, İstanbul

Dipnotlar
[7] Eskatalogya, bu dünya yaşamının sonu (mahşer) ve ötedünya yaşamı ile ilgili konuların genel adıdır (ç.n.).


[8] MÖ 6. yüzyılda, İran’da yaşayan Pers peygamberi Zoroaster (Zaratustra) tarafından kurulan bir din olan Zoroasterciliğe (Zerdüştlüğe) göre, bu dünya yaşamı, iyilik ve kötülük tanrılarının (Ahura Mazda ile Ahriman'ın) çevrelerinde toplanmış iyilik ve kötülük güçlerinin sürekli savaşıdır; insanın görevi bu savaşta iyilik güçlerinin yanında yer almaktır; bu savaş, mahşerde Ahura Mazda'nın göndereceği ergimiş metal selinin dünyayı kötülük güçlerinden tümüyle arındıracağı güne dek sürecektir (ç.n.).


[9] Apokaliptik literatürde, yani Kitabı Mukaddes'deki "Yuhanna'nın Vahyi" kitabında, öteki kitaplarındaki vahiylerde ve Kitabı Mukaddes'e alınmayan öteki vahiy metinlerinde (ç.n.).


[10] d Kitabı Mukaddes'in İngilizce çevirisindeki, örneğin The Holy Bible (Revised Standard Version-Catholic Edition, London Catholic Truth Society yayını, 1966 baskısında, "Amos", 7: 1 -7 (Karş. Kitabı Mukaddes, 1981 Türkçe baskısı, "Amos", 7: 1-7) birkaç kez geçen "pro phesing" sözcüğünün hem "peygamberlik etmek" hem de ''kehanette bulunmak" anlamına gelmesinin de gösterdiği gibi, İbranilerde peygamberlik ile kahinlik içiçeydi; bununla birlikte, Musa'nın kardeşi Harun'un soyuna tapınak işlerine bakma hak ve görevi verilmiş olup, bu kimseler için, içlerinden peygamberler de çıkabilmekle birlikte, daha çok, rahip anlamında olarak "kahin" sıfatı kullanılır (ç.n.).

29 Eylül 2019 Pazar

Papalığın Yasak Kitap Listesi

Papalığın Yasak Kitap Listesi




Resmi büyüterek daha yakından inceleyebilirsiniz.
Listede 1952'ye kadar yasaklanmış olan kitaplardan bir seçki var.
Sadece tanınmış eserler bu listeye alınmış.
Listede ismi geçen "opera omnia" Bütün Eserler anlamına gelen Latince bir kelime.
Dolayısıyla bir yazarın yayımladığı tüm eserler kastediliyor. 


4 Temmuz 2019 Perşembe

Tigris (Dicle) İsminin Mitolojik Kökeni

Tigris (Dicle) İsminin Mitolojik Kökeni



Dicle Nehri (Tigris) 
Dionysos, tutkun olduğu Alphesiboia isimli Asya'lı nympha'yı elde etmek için binbir çare düşünmüş, sonunda bir kaplan olup kızı kovalamaya başlamış. Koşa koşa bir ırmağın kıyısına gelmişler, kız ırmağı geçebilmek için tanrının kolları arasına girmeye razı olmuş. Dionysos'tan gebe kalıp Medos'u doğurmuş. Medos, Med'ler boyuna adını verdiği gibi, geçilen ırmağa da Tigris (Dicle) yani Kaplan ırmağı denmiş.

Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 

20 Haziran 2019 Perşembe

Hint Mitolojisinde Maya

Hint Mitolojisinde Maya

Heinrich Zimmer
Escher, Waterfall
Maya kavramını temsil etmenin çağdaş bir yorumu olarak da düşünülebilir
Gerçek ve yanılsama..
Paradoksal bir gösteri
Maya sözcüğü etimolojik olarak "ölçme"yle bağlantılıdır. "Ölçmek ya da çizmek (örneğin bir binanın zemin planını ya da bir şeklin dış çizgilerini çizmek gibi); üretmek, biçimlendirmek ya da yarat­mak; göz önüne sermek" anlamına gelen ma kökünden türemiştir. Maya, biçimlerin ölçülmesi, yaratılması ya da sergilenmesidir; maya bir yanılsama, hile, kurnazlık, aldatma, el çabukluğu, sihirbazlık ya da büyücülüktür; yanıltıcı bir imge veya görüntü, hayal, göz aldan masıdır; maya aynı zamanda her türlü  diplomatik hile veya kandırma amacıyla yapılan her türlü siyasal kurnazlıktır. 

Tanrıların maya'sı, kendi kurnaz özlerinin çeşitli yönlerini istedikleri zaman sergileme yoluyla çeşitli biçimler alma güçleridir. Ancak tanrıların kendileri de daha büyük bir maya'nın -başlangıçta farklılaşmamış, her şeyi yara­tan ilahi Töz'ün kendiliğinden dönüşümünün- ürünüdür. Bu büyük maya yalnızca tanrıları değil, onların etkinlik gösterdiği evreni de üretir. Uzayda aynı anda varolan ve her biri zaman içinde birbirinin yerine geçen tüm evrenler, varlık düzlemleri ve bu düzlemlerin gerek doğal gerek doğaüstü yaratıkları, varlığın bitip tükenmez, özgün ve ebedi kaynağından gelen tezahürlerdir ve maya'nın bir oyunuyla tecel­li ederler. Tezahür etmediği dönemde, kozmik gecede maya çalışmayı bırakır ve gösteri sona erer.Maya, Varoluş'tur: hem farkında olduğumuz dünyadır hem de ge­lişen ve yok olan çevrenin sırası geldiğinde gelişen ve yok olan birer parçası olarak bizizdir. Aynı zamanda Maya, bu gösteriyi yaratan ve harekete geçiren yüce güçtür: Evrensel Töz'ün dinamik yönüdür. Do­layısıyla aynı anda hem sonuç (kozmik akış) hem de nedendir (yaratı­cı güç). Neden olduğunda Şakti, yani "Kozmik Enerji" olarak tanımla­nır. Şakti sözcüğü, "yapabilir olmak, mümkün olmak" anlamına gelen şak kökünden gelir. Şakti, "iktidar, yeterlik, yetenek, yeti, kudret, enerji, kahramanlık, muhteşem güç, tertip etme kudreti, ilahi kudret, deha, bir sözcük ya da ifadenin gücü ya da anlamı, nedenin gereken sonucunu yaratmak
için nedene içkin olan kudret; demir bir mızrak, cirit, kargı, ok, bir kılıç"tır; şahti dişilik organıdır; şahti bir tanrının etkin kudretidir ve mitolojik olarak onun tanrıçası-zevcesi ve kraliçe­si olarak kabul edilir.
Maya-Şakti, Nihai Varlık'ın dünyanın koruyucusu, dişil, matemal yanı olarak kişileştirilir; bu yönüyle, yaşamın gözle görülür gerçekli­ğinin kendiliğinden, sevgi dolu kabulünü temsil eder. Gelip geçi­ciliğin tüm deneyimlerine eşlik eden ıstıraba, fedakarlığa, ölüme ve yoksunluklara katlanarak, tezahür edilen biçimlerin hezeyanını onay­lar, o, bu hezeyanın kendisidir, bu hezeyanı temsil eder, bundan tat alır. O, yaşamın yaratıcı sevincidir:· yaşayan dünyanın güzelliği, hari­ kalığı, ayartıcılığı ve baştan çıkartıcılığıdır. Damla damla içimize sı zar -ve kendisi de, bizzat- varoluşun değişken yönlerine boyun eğer.

Maya-Şakti, Havva'dır, "Ezeli ve Ebedi Dişi," das Ewig-Weibliche'dir; elmayı yiyen, eşini de bunu yemesi için ayartan ve elmanın ta kendisi olandır. Kalıcı, sonsuza kadar geçerli ve mutlak bir ilahi arayışta olan eril Ruh ilkesinin bakış açısından, başlıca gizemdir.

Yani Maya-Şakti-Devi (devi: tanrıça) karakteri çok yönlü olarak muğlaktır. llahinin aralarında doğal bir bağlantı olan tezahürleri ola­rak evrene ve bireye (makro ve mikrokozmos) analık eden Maya, ardından hemen kendi dayanıksız ürününün sargıları içinde bilinci bo­ğar. Ego bir ağa, rahatsız bir kozaya takılmıştır. "Çevremdeki her şey" ve "benim kendi varoluşum" -dış ve iç deneyim- bu ince dokun­muş kumaşı enine ve boyuna geçen ipliklerdir. Maya'nın şaşırtmacalarını son derece gerçek
olarak kabul ederek kendi kendimiz ve çevre­nin etkileri karşısında heyecana kapılır, aldatılmanın, arzunun ve ölü­ mün işkencelerine katlanırız; oysa aklımızın alabildiklerinin hemen ötesindeki (ezeli hatmi gelenekte temsil edilen ve çileci, yogik deneyi­min sınırsız, birey-ötesi bilincine kadar bilinen) bir bakış açısından Maya -yani bağlı olduğumuz dünya, yaşam, ego- bulut ve sis kadar ele geçirilemez ve uçucudur.

Hint düşüncesinin amacı her zaman karmaşanın sırrını öğrenmek ve eğer mümkünse bilinçli varlığımızı sarmalayan duygusal ve anlak­sal kıvrımları yararak dışarıdaki gerçekliğin içine girmek olmuştur. ilahi Çocuk ve binyılın Bilge'sinin görünmeleri ve öğretileri aracılı­ğıyla gözleri açıldığında lndra'nın aklını çelen çaba da buydu.

Heinrich Zimmer, Hint Sanatı ve Uygarlığında Mitler ve Simgeler, Myths and Symbols in Indian Art and Civilization 1946, Kabalcı  Yayınevi, 2004, s. 34-37

18 Haziran 2019 Salı

Kafkas Halkları

Kafkas Halkları

Georges Dumiezil
Aşağıdaki lejanta bakarak inceleyiniz
age


Hazar Denizi ile Karadeniz arasında uzanan ve Kafkas­ya'yı oluşturan dağlık dar kara parçasında çok sayıda de­ğişik halk grupları yaşamaktadır. Kimileri burada eski­den beri yaşarken, kimileri de değişik zamanlarda çıktık­ları seferler sırasında ya da kuzeyde ve güneyde uzanan ovaları işgal edenlerin önünden kaçarken buralara gel­mişlerdir. Ne var ki sıradağların iki yamacı; ırklar ve kültürler açısından belirgin bir farka sahiptir. Bunlar, dağla­rın Karadeniz'e bakan tarafında ve merkeze yakın bazı bölgelerde, 19. yüzyılda Vladikavkaz ve Tifüs arasında ulaşımı sağlayan meşhur Gürcü askeri yolunun geçtiği bölgelerde az çok birbiriyle karışmaktadır.

Kafkasya'nın kuzeyi 19. yüzyılın ikinci yarısında Rusya tarafından ilhak edilinceye kadar, ilk başta kapsamlı bir Çerkez halkları birliğinin yurdu olmuştu. Bu birliğin üye­si  olanlar, batıdan doğuya doğu Abhazlar (Abxaz), Abazalar, Karadeniz kıyısındaki Ubıhlar (Ubix) ve bir de iç bölgede Dağıstan'ın kuzeyine kadar uzanan bölgede ya­şayan gerçek Çerkezlerdir) (ya da Adiğeler). Çerkezler, çok sayıda kavmin (Abaza, Şapsuğ, Natuhay, K'emirgoy, Bjeduh vs.) oluşturduğu Batı Çerkezleri ve Doğu Çerkezleri (Besleney, Kaberdey) olmak üzere kendi içinde iki büyük gruba ayrılmaktadır. 1864 yılından sorıra Batı Çer­kezlerinin büyük çoğunluğunu oluşturan Ubıhlar ile Besleneylerin neredeyse tamamı, pek çok Abhaz ve Kaber­dey Hıristiyan fatihin saldırılarından korunmak için Tür­kiye'ye, özellikle Anadolu'ya göç etmişlerdir. Çerkezler, yeni yurtlarında henüz tam olarak asimile olmamışlardır. Abhazca, Ubıhça ve Çerkezce birbirinden çok farklı, fa­kat yine de birbiriyle yakın akraba dillerdir. Bunlar, belli ölçüde Çeçence ve Dağıstan dilleriyle uzaktan akraba da sayılırlar. Bu dillerin yapısı ile Bask dilinin yapısı arasın­da garip bir benzerlik vardır ve üstelik aralarında akrabalık olduğuna dair bir kanıt da yoktur.
age
Bu dil grubu en es­ki coğrafyacıların zamanlarında da yerleşik düzene geçmişti. Kısaca bu grup, bugünkü Rusya'nın güneyinde bulunan geniş bir bölgeye yayılmıştır. Diğer bir etnografik grubu ise 
Çeçenler ve (Gürcistan'ın - dağlık bölgesindeki özerk Bac da dahil olmak üzere) İnguşlar oluşturmakta­dır. İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra neredeyse hepsi Sibirya'ya sürülmüştür. Ancak daha sonra, hayatta kalanların geri dönmesine izin verilmiştir.

Türkiye'de, Anadolu'da da Çeçen göçmenlerin yaşadığı birkaç köy bulunmaktadır. İnguşların ülkesinin
güneyinde, (Digorlar ve İronlar olmak üzere ikiye ayrılan) çok ilginç bir kavme, Osetlere rastlamaktayız. Osetler, ortaçağdaki Alanların son temsilcisidirler. Bunlar da yine, İskit-Sarmat halkları birliğine mensupturlar. Osetler İran dillerinden birini konuşurlar ve pek çok eski sözlü geleneği koru­muşlardır. İşte bu gelenekler sayesinde bugün, Hint-İran­lıların İskit kolu hakkında geniş bir bilgiye sahibiz. İskit­ler, büyük istila sırasında Afganistan'dan Orta Avrupa'ya kadar yayılmış, ancak daha sonra tarih sahnesinden silinmişlerdir.
Günümüzdeki etnik ve dil dağılımını gösteren harita

Dağıstan'ın sarp dağları arasında uzanan erişilmesi zor vadilerin soyutlanmışlığı içinde, çok renkli bir halklar mozaiği yaşamını sürdürmektedir. Bu halkların dilleri (Avarca, Andice, Diçlovs; Lakça; Tabasaranca; Kürice; Rut'ulca vs.) birbirleriyle ve belli ölçüde Çeçence-İnguşça ile akrabadır, ancak birçoğu henüz pek incelenmemiş­tir. Türkiye'de, Anadolu'da birkaç Oset ve Dağıstan köyü (özellikle Küri) bulunmaktadır. Son Tatar saldırıları neti­cesinde Kafkasya'da Kumuk, Karaçay, Balkar gibi bazı özerk bölgeler oluşmuştur. 1944 yılından sonra, aynı şekilde bu bölgelerde yaşayan nüfusun da bir kısmı sürül­müştür.

Bölgeye dışarıdan en son gelen bu [Tatar kökenli toplulukları] bir kenara bırakacak olursak, bütün bu halklar uzun bir süre boyunca pagan kalmışlardır. Bizans İmpa­ratorluğu döneminde Çerkezler ve aynı şekilde Osetlerin mutlaka Hıristiyanlık alemi ile temasları olmuş olmalı. Üstelik bunlar, sürekli olarak Hıristiyan Gürcistan'ın nüfuzu altında yaşamaktaydılar.

Ancak Bizans'ın düşmesin­den sonra karma bir din oluşmuş ve bu arada Hıristiyan­lıktaki tasavvurlar pagan bir dönüşüm geçirmiştir. İslam dini ancak 17. yüzyılda, özellikle de 18. yüzyılda Kırım Tatarları aracılığıyla bu bölgeye ulaşabilmiştir. Osetlerin Hıristiyan kalmaya devam eden bir bölümü dışında, Ku­zey Kafkasyalılar çok kısa bir süre içinde fanatik ve ör­nek birer Müslüman oluverirler. İşte Rus istilasından son­ra 1864 yılında kitleler halinde göç etmelerinin nedeni de budur.

Bütün bu kavimlerin halk dinine özgü tasavvurları ancak 19. yüzyılda toplanmış ve kayda geçirilebilmiştir. Önce seyahatnamelerde (Beli, Taitbout de Marigny ve -Çerkez­ler konusunda- Dubois de Montperreux) ve ardından Ye­ni Düzene geçildikten sonra Tiflis'te yayımlanan iki büyük etnoğrafya dergisinde: Sbornik Svedenij o Kavkazs­kix gorcax ("Kafkas Dağ Halklarına İlişkin Haberler Derlemesi") 10 cilt, 1868-1881, bundan böyle SSKG olarak anılacaktır; Sbornik Materialov dlja Orisanija Mestnosteji Plemen Kavkaza ("Kafkasya'nın Coğrafyası ve Etnoğ­rafyası Konusunda Bilgiler Derlemesi"), 44 cilt, 1881- 1915. SSCB'nin kurulmasından sonra (ancak Kafkasya'da konuşulan dillerin çoğu o dönemde bir alfabeye ve yazı­lı bir geleneğe kavuştuktan sonra) değerli, fakat genelde kısa ömürlü halkbilim ve etnoğrafya dergileri çıkarılmış ve kapsamlı araştırmalar yapılmıştır. Osetçe'nin
İran grubuna dahil olduğunu kanıtlayan Rus bilimci Vs. Miller, Osetler konusunda, özellikle de Osetinskije Etjudy adlı üç yayınında (Moskova 1882-1887) eşsiz bilgiler sunmaktadır.

Kafkasya'nın güneyi ve Türkiye ile Ermenistan sınırında­ki dağlara kadar uzanan hemen bitişikteki ovada, büyük ölçüde birbirine benzer kavimler yaşamaktadır. Bu ka­vimler, birbiriyle yakın akraba olan dilleri konuşurlar, an­cak aralarından yalnız asıl Gürcü dili  (Kartuliena) ol­dukça eski bir dönemde yazı dili olma özelliğini kazan­mıştır. Gürcü dilinin büyük farklılıklar içermeyen lehçeleri ise dağlık bölgede Khevsurlar, Pschavlar ve Tuchlar, ovadaysa İngilo, İmeretiyalılar ve Guriyalılar tarafından konuşulmaktadır.

Mingrelyalılar ile (bütünüyle ve tam anlamıyla Müslüman olan) Lazlar, Karadeniz kıyısına ve iç bölgelere yerleşmişlerdir. Dilleri oldukça farklı olan Svanlar, Mingrelyalıların kuzeyinde dağlarda yaşarlar, gelenek görenekleri ve karakterleri açısından kabadırlar ve Hıristiyanlıklarında da paganlık ağır basmaktadır. Gürcü kavimleri  ilkçağdan beri -ki o dönemde Yunan ve Latin yazarlar bu kavimleri değişik, kısmen de bugünkü adlarını çağrıştıran isimler altında tanımaktaydılar­ coğrafi konumlarından ötürü Anadolu, İran ve Kuzey Kafkasya'dan gelen birbirinden değişik siyasi ve kültürel etkiye maruz kalmışlardı. Özellikle Ermenistan aracılığıy­la değişik dönemlerde  Gürcü kültürüne damgasını vur­muş olan ülke, İran'dı: "Ulusal" paganlığın tanrıları ara­sında, Arm az önde gelen bir konuma sahipti: Bütün iti­razlara rağmen, bu tanrı Ahura Mazda'dır.  5. yüzyılda Azize Nino ve Kral Wakhtang Gurgaslan (446-499) zamanında, yerine Hıristiyanlığın geçtiği bu din hakkında çok az ve de kesin olmayan bilgilere sahibiz. Bu din üzerine yapılan çalışmaları içeren bibliyografya pek kapsamlı de­ğildir. Bu bibliyografyada N. Marr, Bogi jazyceskoj Gruzii ("Pagan Gürcistan'daki Tanrılar") Zap. Vostocn. Otd. İmp. Russk. Arxeol. Obscestva, XIV (1902); O.G. von Wesendonck, "Über georgisches Heidentum" (Gürcü Pa­ganlığı Üzerine), Leipzig 1924; I. Javaxisvili, Kartveli erisistaria ("Gürcü Halkının Tarihi"), I, Tifüs 1928; M.  Tse­retheli, The Asianic Elementsin National Georgian Paga­nism (Ulusal Gürcü Paganlığında Asya Ögeleri), Georgi­ca, Ekim 1935, s. 28-66. Bkz. K. Kekelidze, Gürcistan'ın Hıristiyanlığı Benimsemesi (Morgenland, 18. sayı, 1928). Gürcü kültürü, tekil kavim ve bölgelerinde mevcut olan gelenek ve göreneklerinde, günümüzde de, kökeni Hı­ristiyanlık öncesine dayanmakla birlikte, Hıristiyanlığa uyarlanmış pek çok ögeyi muhafaza etmektedir. Bunlar SSKG ve SMG adlı Rus dergilerinde ve özel Gürci dergi­lerinde toplanmıştır.
Kafkas Halkları Mitolojisi, (Mythologie dar Kaukasischen Völker), Georges Dumiezil, Ayraç Yayınevi, 2000, s. 30-35

EK 1: Osetler veya Alanlar
Kafkasya'nın tam ortasında küçücük bir halk yaşar: Oslar veya Oset­ler.  Alacalı bulacalı Kuzey Kafkasya  halkları içinde bir benzeri  daha  ol­mayan bu kavim, bir Hint-Avrupa dili konuşur ve Herodotos ile antikçağ tarihçilerinin veya coğrafyacılarının İskitler ya da Sarmatlar adını verdik­leri, büyük istilalar döneminde Allenler [Alanlar] adıyla bütün Avrupa'yı katedip Fransa'ya kadar gelmiş etnik toplulukların Kafkasya'ya sığınarak hayatta kalmış son temsilcileridir. "Avrupa İranileri"nin son ardılları olan bu dağlılar,  hepsi birden  "Nartlar  Hakkında Efsaneler"  veya  "Nart Efsaneleri" ortak adıyla bilinen geniş bir epik efsane külliyatını günümüze dek aktar­mışlardır. Bir buçuk yüzyıldan bu yana bilim adamları bu anlatıları der­leyip yayımlamaya başlamışlardır. Adları "kahraman" anlamına gelen ve Sanskritçe ile İran dilindeki nar -"adam, savaşçı" keli­mesine bağlanan Nartlar, çok eski devirlerden çıkagelen masalsı varlıklar­dır: İnsanlardan önce yaşamaya başlayan Nartlar, büyük düşmanları olan devlerle aynı devri paylaşmışlar ve onları yenmişlerdi.
...
Mit ve Destan 1, içindeki giriş bölümü, Joel H. Grisward, YKY Yayınları, 2012


EK 2: Kuzey Kafkasya
Kuzey Kafkasya ve onun Karadeniz kıyısına ulaşıp Güney'e doğru epey ilerlemesini sağlayan harika
sahil, yeryüzünde varlıklarını sürdürmüş halklar ve diller açısından en ilginç koruma alanlarından biridir;  burası aynı za­manda binbir baht dönüşümünün yaşandığı uzun bir tarihin de dekorudur; bu  tarih hakkında antik Yunanlar, Bizanslılar, Araplar bize çok az bilgi ver­miş olsalar da, sonuçlar  gözlerimizin önünde durmaktadır: Şu dağlılardan bazıları, Yunan coğrafyacıların devrinde de oradaydılar; ötekiler, çeşitli çağ­larda güçlü orduların veya büyük devletlerin baskısı sonucunda Kuzey ova­larını boşaltıp oraya sığındılar; bazıları da uzak diyarlardan gelip oraya bir kez yerleşip alınması olanaksız bir vadide tutunduktan sonra, yörenin yer­lileri gibi davranan istilacıların gözüpek öncülerini temsil ediyorlar. Birçok küçük topluluğun kırılgan bir varoluşu yüzyıllar boyunca sürdürmek gibi bir aykırılığı gerçek kıldığı bu insan mozaiğinin en ilginç yanı şu: Köken çe­şitliliğine, ardı arkası kesilmeyen savaşlara karşın, uzun bir iç içeliğini do­ğal çerçevenin, hükümdar soyları arasındaki birleşmelerin, özellikle de bir gururun sonucunda bu bölgede bir aile havası hüküm sürer. Sözü edilen gurur çoğunlukla gerçek bir vatanseverlik biçimine evrilmese de, "Kuzey Kafkasyalı"yı dünyanın geri kalanından farklılaştırmaya yetmiştir.

Mit ve Destan 1,  Georges Dumezil, YKY Yayınları, 2012, s. 455

16 Haziran 2019 Pazar

Taş Kesilmiş Niobe

Taş Kesilmiş Niobe


Manisa Sipil Dağı'ndaki Ağlayan Kaya, mitolojik kahraman Niobe ile özdeşleştirilmiştir.
İzmir-Manisa karayoluna yakın olduğu için oradan geçerken dahi görülebilir. Karşıdan değil de
profilden bakınca başı önüne eğik bir kadına benzer. Bir sanat yapıtı mı yoksa aşınmış bir kayanın doğal
olarak aldığı biçim mi olduğu Antik Çağ'dan beri tartışılmaktadır.
Eski Yunan yazarlarının yapıtlarında da sözü edilen bu kayanın Zeus'un taşa dönüştürdüğü
efsanevi Niobe olduğuna inanılır.
Pelops'un kız kardeşi ve aynı zamanda Thebes'in kralı Amphion'un eşi olan Niobe, evliliğinden yedi erkek ve yedi kız çocuğu dünyaya getirmiş­ti. Kızlarının güzelliği ve oğullarının cesurluğu ile her fırsatta övünen Niobe, daha da ileri giderek işi, Leto'yu sadece iki çocuk -Apollon ve Artemis- sa­hip olmakla aşağılamaya kadar götürmüştü.

Sınırları aşan bu kadının söyle­diklerini duyan ve babası Teiresias gibi ünlü bir kahin olan Mante, yaşanacak felaketi tahmin ettiğinden Thebesli kadınları Leto ve çocukları için ibadet et­meye ve kurbanlar sunmaya ikna etti. Bunun üzerine kadınlar Olymposlu­ların gazabına uğramamak için tütsüler yakıp saçlarına defne ağacı yaprakla­rından taçlar taktılar. Tütsü kokusu havaya yayıldıkça orada bulunanlar da dualar etmeye başlamışlardı. Olan biteni öğrenen Niobe kısa bir süre sonra yanına aldığı insanlarla beraber kadınların toplanmış olduğu alana geldi. Gi­yinişinde ve yürüyüşünde bile tanrıçalara benzemek isteyen bir eda ile, sade­ce iki çocuğu olan bir kadına ibadet etmektense birbirinden güzel on dört ço­cuğu olan ve Zeus ile bir zamanlar Titanların lideri olan Atlas'ın torunu olan ve aynı zamanda Kadmos Krallığı'nda kraliçe olan bir kadına tapmalarını söyledi onlara. Hakaretlerinde ve aşağılamalarında o kadar ileri gittik ki, Ar­temis'in bir kızdan çok erkeğe, Apollon'un ise bir erkekten çok kıza benzedi­ğini bile söyledi. Niobe'ye göre on dört çocuktan birkaçını kaybetmesi ondan çok fazla bir şey almayacaktı. Fakat Leto'nun böyle bir felaketle karşılaşması durumunda tamamen yapayalnız kalacağını da ekledi konuşmasına.

Niobe'nin çocuklarının öldürülmesi
Sanatçı: Marcantonio Raimondi  1541

İbadeti yarıda kesmeye cüret eden Niobe yüzünden Thebesli kadınlar alçak seslerle Leto ve çocuklarına dua etmeye ve onlardan af dilemeye çalış­tılarsa da artık çok geçti. Leto bir kadın ve iki Olymposlu'nun annesi olarak kendisine yapılan bu saygısızlık karşısında çocuklarını çağırarak
onlardan bu kendini bilmez kadının küstahlığını cezalandırmalarını istedi. Apollon Ni­obe'nin oğullarını Kithairon Dağı'nda avlanırken buldu. Aralarından sadece annesi Leto'ya dua eden Amyklas haricindeki diğer altı delikanlıyı gönderdi­ği oklarla öldürdü. Aynı şekilde kızların hepsi de Amyklas gibi Leto'ya dua eden biri haricinde (Meliboia) sarayda iplik eğirirken Artemis'in gizli oklarıyla can verdiler. Kardeşlerinin cansız bedenlerini aniden yanında gören ve ka­pıldığı korku yüzünden sararıp solan Meliboia, daha sonra Khloris ismini al­dı ve birkaç yıl sonra Neleus ile evlendi. Her iki kardeş de başlarına gelen fe­laketten hemen sonra Leto onuruna bir tapınak inşa etmeyi ihmal etmedi. Bununla beraber bazı yazarlar, Niobe'nin hiçbir çocuğunun iki Olymposlunun gazabından sağ olarak kurtulamadığını ve Amphion'un da Apollon'a başkal­dırması nedeniyle yine aynı tanrı tarafından öldürüldüğünü öne sürerler.
Niobe'nin çocuklarının öldürülmesi 1772
Sanatçı. Jacques Louis David 


Acılı anne çocuklarının ölüm haberi üzerine ağıtlar yakıp dokuz gün dokuz gece onların cansız bedenlerini gömmek için her yeri aradı durdu. Zi­ra bu olayda Leto'nun tarafını tutan Zeus, Thebeslilerin hepsini taşa çevirmiş­ti. Niobe'nin cesetleri bulamayacağını anlayan Olymposlular onuncu günde kendi aralarında düzenledikleri cenaze töreni ile Apollon ve Artemis'in öl­dürdüğü çocukların cesetlerini gömdüler. Çocuklarının ölümüne neden ol­duğu için dayanılmaz acılar içerisinde babası Tantalos'un ülkesinde bulunan Sipylos Dağı'na gelen Niobe, burada çektiği azaptan kurtulması için Zeus ta­rafından bir kayaya dönüştürüldü. Niobe'nin dönüştürüldüğü kayanın bir yüzü ilkbahar aylarında rahatlıkla görülebilir bir şekilde bugün bile ıslak ve nemlidir.[1]

Hem kendi hayatını hem de çocuklarını kaybeden, Amphion'un ölü­münden sonra ülkede yaşayan
insanların hepsi büyük işler başaran kralları için ağıtlar yakıp dualar ettiler. Fakat kendisi gibi boş yere gururlanmayı adet haline getiren kardeşi Pelops'un dışında hiç kimse Niobe'nin ölümüne üzü­lüp ağıtlar yakmadı.[2]

Niobe'nin sahip olduğu çocukların sayısı yazarlara göre büyük farklılık gösterir. Örneğin Homeros'a göre on iki olan bu sayı Hesiodos'a göre yirmi, Herodotos'a göre dört ve nihayet Sappho'ya göre ise on sekizdir. Fakat Euripides ve Apollodoros tarafından nakledilen ve akla daha çok yatkın olan anlatıma göre Niobe'nin yedi kızı ve aynı şekilde yedi tane oğlu vardı. Efsane­nin Thebes versiyonuna göre Niobe bir Titan olan Atlas'ın torunuydu. Argiv­liler ile Pelasgların anlattığı şekliyle Niobe yine bir Titan, fakat bu kez Phoro­neus'un kızı ya da annesi olarak tasvir edilmiştir (Apollodoros: ii. 1. 1, Kritik - Euripides Orestes 932). Buna göre Niobe, Zeus'un o güne dek baştan çıkardığı ilk ölümlüdür. (Sicilyalı Diodoros: iv. 9. 14; Apollodoros: a.g.e.; Pausani­ as: ii. 22. 6). Söz konusu efsanede geçen olaylar ayrıca sayıları yedi olan Titan tanrı ve tanrıçalarının Olymposlular tarafından yenilgiye uğradıktan hemen sonra cezalandırılmalarıyla da alakalı olabilir.

Eğer durum gerçekten böyleyse hikaye, Yunanistan, Filistin, Suriye ve Avrupa'nın kuzeybatı  taraflarında uzun bir süre geçerli olan ve ayın yedi günden oluşan dört haftadan oluştuğu ve her bir günün yedi gezegensel güçten biri tarafından yönetildiği tezine dayanan takvimin değiştirildiğini anlatır niteliktedir. Homeros'un anlatımın­da karşılaştığımız (llyada xxiv. 603-17) Amphion ve çocuğu, muhtemelen bu takvimdeki on üç ayı sembolize etmektedir. Sispylos Dağı da çok büyük bir olasılıkla Titan kültünün Anadolu' daki son uğrak yeridir. Söz konusu kültün Yunanistan'daki son durağı ise Thebes şehriydi. Niobe'nin çocuklarını kay­bettikten sonra sözü edilen dağa gelmesi, burada Titan kültünün izlerine rast­lamasındandır. Onun insan formunu andıran bir kayaya çevrilen cesedi, yay­dan kopan oklar gibi Güneş' ten kopup gelen ışıkları gördüğünde karla kaplı zemininde daima ıslak bir görünüm kazanır. İnsan şeklini andıran bu görü­nüm, MÖ 15. yüzyılın sonlarına doğru aynı dağa Hititlerin Ana Tanrıçası'nın silüetinin oyulmasıyla daha da pekiştirilmiştir. Bir başka önemli ayrıntı ise, mezarı her güneş çıktığında eriyen karların verdiği ıslaklığı andıran Niobe'nin adının da "karlı" anlamına gelmesidir; sözcükteki b harfi Latince bir kelime olan nivis'deki v'yi ya da Yunanca bir kelime olan nipha'daki ph'yi temsil etmektedir. Kraliçenin kızlarından biri Hyginus'un anlatımında, eğer chionos niphades "kar bulutu" sözcüğünün bir varyantı değilse, Yunanca ile hiçbir alakası olmayan Chiade olarak isimlendirilmiştir.

Parthenios (Erotika Pathemata 33), eserinde, efsaneyi oldukça farklı bir şekilde anlatır. Buna göre Niobe'nin aşağılamalarına daha fazla dayanama­yan Leto, Niobe'nin babasının ona aşık olmasını sağlar. Niobe babasının ken­disine olan ilgisini fark ettiğinde onu şiddetle reddeder. Kızıyla ensest bir iliş­ki yaşamak isteyen fakat bunda başarılı olamayan baba, bunun üzerine Ni­obe'nin çocuklarının hepsini yakar. Acılı annenin yaşadıkları bununla da bit­mez. Kocası Amphion da vahşi bir domuzun saldırısına uğrayarak hayatını kaybeder. Hem çocuklarnı hem de kocasını kaybeden Niobe de kendisini bir kayalıktan atarak hayatına son verir.

Parthenios dışında Euripides'in Phoeni­cian Women (Fenikeli Kadınlar) adlı eseri üzerine çalışma
yapan mitolog tara­fından da teyit edilen bu hikayenin; Kinyras, Smyrna ve Adonis'in anlatıldı­ğı efsanelerin yanı sıra Tanrı Molokh onuruna çocukların yakılması şeklinde olan gelenekten de etkilenmiş olduğu açıktır.

1. Hyginus: Fabulae 9 - 10; Apollodoros: iii. 5. 6; Homeros: llyada xxiv. 612; Ovidius:
Metamorp­ hoses vi. 146-312; Pausanias: v. 16. 3; viii. 2. 5 - i. 21. 5; Sophokles: Elektra 150-52.

2. Ovidius: Metamorphoses vi. 401-4.

Metin: Yunan Mitleri, Tanrılar, Kahramanlar, Söylenceler, Rober Graves, Say Yayınları, 2010/2, s. 342-344

10 Haziran 2019 Pazartesi

Oidipus Kompleksi (Ödipal Karmaşa)

Oidipus Kompleksi (Ödipal Karmaşa)

Veysel Atayman
Önsöz Bölümü
Oidipus'un Sfenksle karşılaşması 1864
Sanatçı: Gustave Moreau

Tuhaftır, ama Sophokles’in bu ünlü tragedyasından yüzlerce yıl sonra, Avusturyalı bir ruh hekimi, “Oidipus” tragedyasının akraba ilişkilerini kültür ve psikoloji tarihinin vazgeçilmez “öyküsü” olarak belleklere kazıyacaktır. Tuhaftır çünkü Sigmund Freud,[1] Oidipus kompleksi modeline, doğrudan bu tragedyayı seyrettikten sonra değil de, bir başka büyük tragedyayı, W. Shakespeare’in[2] Hamlet’ini seyrettikten sonra şekil vermeye başlar. Babasını öldüren ve annesi ile evlenen amcasından intikam almaya kararlı genç Danimarka prensi Hamlet’in amcasını öldürmeyi en sona bırakmasını, Freud çok ilginç yorumlar: Hamlet de annesi ile kendisi arasındaki bastırılmış, yasak (ensest) ilişkinin dolaylı etkisi altındadır.

Psikanalizin bu kavrayışına göre, çocuğun gelişiminde kızların babalarına, erkeklerin annelerine cinsel ağırlıklı aşırı ilgi duyup onları sahiplenme isteği belirleyicidir. Bu nedenle kızlar anneyi, erkek çocukları babayı kendilerine rakip görürler. Ayrıca Yunan mitolojisinde ve bu mitolojiyi temel alan oyunda Elektra, Orestes ile birlikte kendi öz annesinin öldürülmesine yardımcı olur. Bu mitolojik örnek de, “Elektra kompleksi” diye bilinen psikanalitik olaya adını vermiştir.

Oidipus kompleksi’nin 3 ile 5 yaş arasında gelişip ortaya çıktığını ileri süren Freud, erkek çocuğun babası ile özdeşleşmesi ve giderek cinsel dürtülerini bastırmasıyla, annesini de artık bir cinsel obje olarak görme eğiliminden kurtulduğunu, dolayısıyla “ödipal sürecin” sağlıklı bir biçimde sona erdiğini varsayar. Anne-baba ile çocuk arasındaki ilişkinin aşırı yasaklayıcı, men edici olması durumunda, çocuk bu evreyi pek sağlıklı geçiremezse, gelişen “nevroz” ileride uç vermeye başlayacak, gelişkinlik döneminde psikanalitik sorunlara yol açabilecektir.

Freud, ruhsal aygıtı, üç merciye ayırmış, süperego ya da dilimizde üst-ben dediğimiz merciin, bu ödipal evrede bir yasaklayıcı merci olarak ortaya çıkıp geliştiğini ve bu süreci sona erdirme süreci içinde olgunlaştığını düşünmektedir. Bu aşamada Oidipus kompleksine karşı gelişen (ensesti yasaklayan) tepkiler, insan zihninin en önemli sosyal başarılarının da kaynağını oluşturur. (Bastırılan ödipal ilişkiden açığa çıkan enerji, özellikle kültür ve sanatın kaynağıdır ona göre!)

Lacan’ın[3] kavrayışında ödipal evre, onun “ayna evresi” dediği bir aşamanın sonucunda ortaya çıkar. Doğumuyla birlikte annesine adeta yapışık olan çocuk, kendisi ile annesini bir teklik olarak algılar. Derken bir ara anne çocuğu ile ayna karşısına geçecektir; işte bu görüntüde çocuk annesi ile kendisinin iki ayrı parça olduklarını algılar. Annesi ile kendisinin aynı ve tek şey, bir bütün oldukları yolundaki yanılsamayı algılayınca da, yeniden onunla bütünleşme özlemi duymaya başlar. Bu aşamada tekleşme arzusu artık “cinselleşmiştir” ve annesi üzerinde hak sahibi olan “baba” ile çocuk arasındaki gerginlik ortaya çıkar. Erkek çocuk annesi ile farkını, annesinin penisten yoksun oluşuna bağlar. Annesi kendisi gibi değildir, çünkü anne, erkek genital organı olan penisten yoksundur. Annesi ile özdeşleşme ya da onunla birlik olma, bütünleşme özlemi taşıması, bu isteğini devam ettirmesi demek, aynı yoksunluğu kendisinin de yaşaması demektir. Çocuk kendisini annesi ile özdeşleştirirse (Lacan’a göre) onun gibi olup çıkar; onunla birlik olmaya kalkarsa, bu kez de babasının kendisini cezalandırma ve annesi üzerinde hak sahibi olan bu “öteki” erkeğin, yani babasının kendisini kastare etme (penisten yoksun bırakma) riski ile karşı karşıya gelmesi demektir bu (çocuğun algısında). Bu riskle birlikte çocuk şimdi de babası ile özdeşleşme yoluna gidip, sosyal-cinsel gelişme yolunu bir başka cinsel objeye (annesi dışındaki bir kadına) yönelterek “normalleştirir”, ama anlaşılır nedenlerle bu öteki kadının annesine benzeme olasılığı çoktur. Öyleyse sağlıklı bir ödipal gelişme yolu (Lacan’a göre) baba ile özdeşleşme, anneyi nesnelleştirme (dıştaki başka kadına yönelme) biçiminde oluşacaktır. Bundan böyle babasına benzeyen, onu özdeşleşme modeli alan çocuk sosyal hayata devam edecektir.

Özellikle geçen yüzyılın büyük buluşu olan sinemada erkek kahramanın gelişme yolu, bir gelişme dramı olarak karşımıza çıktığı her yerde, (oidipal trajectory) erkek, bir dizi bunalımın içinden geçerek sonunda sosyal alandaki dengesine kavuşur.

“Psikolojici” edebiyat yorum yöntemi, bir metinde (tragedyada, öyküde, romanda, şiirde vb) kodlanan ve göstergelere bağlanan “psikolojik” sorunların yazarın bilinçdışından, bastırılmışın alanından geldiğini kabul eder. Freud’un “bildiğini bilmeme” dediği şeyler aranır bu metinlerde. Bu anlayıştan bakıldığında İokaste’ye söylettiği şu sözler bambaşka bir anlama bürünür. “Annemle evleneceğim diye korkma, çünkü birçok insan bugüne kadar rüyalarında anneleriyle yattığını görmüştür. Bunlara önem vermeyenler yaşamlarını rahat geçirirler.”

[1] Sigmund Freud (1856-1939): Psikanalizin kurucusu Avusturyalı nörolog.

[2] William Shakespeare (1564-1616): İngiliz şair ve oyun yazarı.

[3] Jacques Lacan (1901-1981): Fransız yapısalcı psikiyatr ve psikanalist.

Kral Oidipus, Sophokles, Önsöz Bölümümünden alıntı, Bordo-Siyah Yayınları

9 Haziran 2019 Pazar

Zincire  Vurulmuş  Prometheus

Zincire Vurulmuş Prometheus

Azra Erhat
Felice Giani bu eserinde Prometheus'u insanı yaratırken göstermiş.
Efsanenin bir de bu yanı var ki bu durum Prometheus'u Sümer tanrısı Enki (Ea) ile
özdesleştiriyor.  Prometheus'a yardım eden tanrıça ise Athena'dır.
Kaynak

Zincire  Vurulmuş  Prometheus  başlığıyla  Türkçeye  çe­virdiğimiz tragedyanın  Yunanca adı Prometheus  desmotes, yani Bağlanmış Prometheus'tur. Aiskhylos, Prometheus  ko­nusunu üç tragedyada  işlemiştir. Zincire Vurulmuş  Promet­heus bu üçlüğün birinci ve elimize geçen tek piyesidir. Öbür ikisi  yitirilmiş,  yalnız  adlan  kalmıştır:  Birinin Kurtulmuş Prometheus, öbürünün Ateş Taşıyan Prometheus olduğu bir oyun listesinde yazılıdır.

Prometheus'un  ne yıl oynandığı da  bilinmez. Tragedya­nın  biçimini  ve  dilini  inceleyen bilginler  onun  Perslerden sonra  ve  Orestia  üçlüğünden  önce,  yani  İÖ  472  ile  458 yılları arasında  yazıldığını  ileri  sürerler.  Bu  oyunda  yalnız tanrıların  ve tanrısal  kişilerin  rol aldığına  dikkati  çekenler de  vardır.  Oysa  Prometheus'un  asıl  konusu  insan,  oyna­nan  dram da  insanlığın  dramıdır.  İnsan  dostu,  tanrı  düş­manı Prometheus,  Aiskhylos'tan  bu yana, en çok da  bizim çağımızda  insanı  özü  özelliğiyle  temsil eden  bir  kahraman olarak benimsenmektedir.  İnsan  nedir?  İnsan  olmaya  ne zaman  başladı?  diye soruldu  mu, günümüzün düşünürleri hep  bir ağızdan  ve sözleşmiş  gibi: İnsan  başkaldıran  yara­tıktır derler. İnsan doğanın ya da geleneğin kurulu düzenine karşı ayaklandığı an insan olmuştur, insanlığını da hep yeni baştan başkaldırdıkça sürdürebilir derler. Bu görüşü biz öylesine benimsedik  ki, bin yılların alacalı bulacalı pılı pırtılar gibi sırtımıza giydirdiği gelenek ve görenek süslerini atıyoruz üstümüzden,  kulak  vermez  olduk  dinlerin, inançların ister tanrıdan, ister insandan gelme avutucu  ninnilerine. Umuda karşı da ayaklandık: Bugün ve bu dünyada  yaşamak istiyo­ruz.  Ötelerin  ve  yarınların  aldatıcı  çekiciliğine  kapılmakla
nerelere sürüklenebileceğimizi denedik,  biliyoruz  artık.  Ne pahasına olursa olsun insanlığımızı
gerçekleştirelim diyoruz. Tek ülkümüz insan olmak. Bu ülkü uğruna göze almayaca­ğımız çaba,
katlanamayacağımız cefa yoktur. Bu ülkünün ilk temsilcisi Prometheus'tur.

Prometheus  efsanelik  kişidir.  Gerçi  Homeros  destanla­rında  adı  geçmez,  ama  Hesiodos'un
iki  büyük  şiiri  Theo­gonia  ile  İşler ve Günler'de  çok  sözü  edilir. Ne  var  ki,  bi­zim aldığımız  anlamdaki  insanı  yansıtan  Prometheus  ilk kez Aiskhylos'un tragedyasında  çıkar karşımıza. Bu önemli neden  Aiskhylos'tan  önceki  ve  sonraki  Prometheus  tipleri üstünde  durup düşünmeyi  gerektirmektedir.  Aiskhylos'un açtığı  çığırı  kesince  sınırlayabilmek  için, Hesiodos'tan  tu­talım,  Goethe'ye  kadar  gidelim,  metinleri  inceleyelim,  gerekirse Türkçeye çevirip  buraya  alalım.  Yeter  ki anlayalım nasıl oldu da İsa'dan önce V. yüzyılın bir yazarı XX. yüzyılın insanlık  ülküsünü, ayaklanan insan tipini gerçekleştirebildi. Hemen  söyleyelim  ki, Prometheus'un  kişiliği  efsanede  de politik bir nitelik taşımaktadır, ama bu kişiliği tam değerlen­dirip, dramını modern anlamda politik bir dram olarak can­landırabilmek  Atina'nın tragedya  yazarları arasında  politik görüşü en köklü olan Aiskhylos'a vergi bir başarıdır.

Politik  dram  ne  demek?   Niçin  politik  dram  diyoruz Prometheus'a?  Bu  tragedyayı canlandıran  olayların  hepsi bugün  "hükümet  darbesi"  diye  niteleyebileceğimiz  bir  ek­senin çevresinde dönüyor  da  ondan. Efsanenin  de, traged­yanın da merkezi  budur. Hep bir kuşağın kendinden  önceki  kuşağı  devirip,  yönetim  gücünü  ele geçirmesidir  işlenen konu.  Bu  konuyu  bir  iki  yüzyıl  arayla  önce  Hesiodos'un, sonra Aiskhylos'un ayrı ayrı açılardan alıp işlemeleri politi­ka bilincinin gelişimine ilginç bir örnektir.

Hesiodos,  Prometheus  efsanesine  iki eserinde  de önem­li  bir  yer  ayırır: Theogonia'da İapetos soyunun  serüvenleri (507-616) 109 dize, İşler ve Günler'de Prometheus-Pandora efsanesi hemen eserin başında (42-105) 63 dize tutmaktadır. Bu  parçalar  okunup  karşılaştırılabilsin diye çevirilerini  bu önsözün   sonuna aldık.

Hesiodos, Theogonia'da  evrenin  yaratılışından  bu yana birbiri ardına gelen tanrı soylarını sayar: Başlangıçta  Khaos vardı der, Khaos'tan Gaia-Toprak ve Eros-Aşk doğar. Toprak Ana kendi başına kendine eş ve kendini büsbütün örtebilecek bir varlık çıkarır ortaya: Uranos-Gök; sonra da onunla  birleşerek devler, azmanlar doğurur. Bunlar üç cinstir: Titan'lar (Devler), Kyklops'lar (Tepegözler) ve Hekatonkheir'ler (Yüz kollu ve elli kafalı devler). Uranos, Gaia'nın peydahladığı bu varlıklardan  ürker, tiksinir, onun içindir  ki her  birini doğar doğmaz ana karnına tıkar yeni baştan. Şiştikçe şişen Toprak Ana sonu gelmeyen doğum sancılarından kurtulmak için bir çare düşünür: Ak çelikten bir tırpan yapıp çocuklarının eline verir ki öç alsınlar  babalarından.  Ama hiçbiri yanaşmaz  bu işe. Yalnız son doğurduğu Kronos tırpanı alır ve gece pusuya yatarak Uranos'un  Gaia'yı örtmeye geldiği sıra tırpanla  erkeklik uzvunu  keser. Hesiodos  bundan sonra Uranos tanrı­nın taşaklarından  boşalan  bel köpüklerinin nasıl denize dö­küldüğünü,  tanrı güzeli Aphrodite'nin  ak  dalgalardan nasıl doğup Kıbrıs adasına doğru yol aldığını anlatmak sevdasına düşer. Oysa olay tanrı soylarının tarihinde bir devrim niteliği taşır. Bu birinci devrimi bir ikincisi izlemektedir: Oğlu Zeus eliyle Kronos'un devrilmesi. Kronos da tıpkı babası gibi dav­ranır: Bir oğlunun kendinden daha güçlü çıkıp, krallığı elinden  alacağını  bildiği  içindir  ki, çocuklarını  doğar  doğmaz yutar.  Uranos'un  karısı  Gaia gibi  Kronos'un  karısı Rheia da üzüm üzüm üzülür bu duruma. Uranos ve Gaia'nın yar­dımıyla  o da  bir kumpas  kurar: Oğlu  Zeus doğunca  Girit adasına kaçırır ve yerine kundaklanmış  bir taş yutturur kocasına. Günü gelince Zeus bütün kardeşlerini babasına kus­turur. Akıl ve kol gücüyle Kronos'u devirip tanrılar tahtına oturur. Bu ikinci devrimle Titanların egemenliği sona ermiş, Olympos  tanrılarınınki kurulmuş  olur. Prometheus  işte  bu devrimde rol oynamaktadır.

Aynı mitolojik  motiflerle  dile gelen  bu iki devrim aslın­da birbirinden ayrı anlamlar taşır. Uranos'un devrilmesinde yalnız kaba kuvvete başvurulur: Erkeklik uzvunun kesilmesi salt fiziki bir eylemdir. Bu eylemde akıl yoluyla kurulan dü­zenin  bir  payı  varsa  da,  bu  pay  önemsizdir.  İkinci  devrim bir  akıl  ve  hesap  işidir.  Onu hazırlamakta  ve  yürütmekte Uranos'la  Gaia'nın  oynadıkları  kılavuz  rolü  dikkati  çeker. Kaba kuvvetten zarar gördüklerini anlayıp, başlarına gelen­den ders almışa  benzeyen  birinci kuşak tanrıları kendilerini deviren ikinci kuşağı alt etmek için aklın temsilcileri olarak çıkarlar
karşımıza:  Kronos'a  bir  gün  tahttan  indirileceğini önceden  haber  vermek,  Zeus doğunca  onu
saklamak,  bes­lemek,  yetiştirmek  ve  babasını  nasıl  devireceğini  ona  öğ­retmek  işini üzerlerine  alırlar.  Böylece  birinci  devrim  kaba kuvvetin   kendi  kendine  yenilmesi,  ikinci devrimse  kaba kuvvetin akılla yenilmesi anlamına  gelir. Akıl yolundaki bu gelişimde Zeus bir adım daha ileri gider: Kaba kuvveti kendi çıkarına bir araç olarak kullanır. Ve sonunda kaba kuvvetler birbirlerini  yok eder, dünya egemenliği  yalnız akıl gücü  üstüne kurulur.

Bu süreci Hesiodos, Titanomakhia, devler savaşı denilen parçada anlatır. (Theogonia, 616-885).
Kronos kral olunca, Uranos'un  zincire vurduğu  azmanlardan  Titanları  kurtarıp yönetime  ortak
eder... Ama  Zeus, Kronos'la  birlikte  kuşağını da devirdiği zaman, Titanlar ayaklanır. İki tanrı kuşağı arasında  yaman  bir  dövüş  başlar.

Titanlar  Othrys  dağına, Kronosoğulları da  Olympos  dağına  yerleşip on yıl süreyle ve hiçbir sonuç alamadan savaşırlar. Zaferi kazanmanın yolunu da gene Gaia gösterir Zeus'a: Uranosoğullarından yüz kollu devlerin yer altından çıkarılıp savaşa sürülmelerini salık verir. Zeus bunu yapar ve yeri yerinden oynatan, denizle­rin altını üstüne getiren bir savaş sonunda Titanları alt eder. Titanları  yerin dibindeki  Tartaros'a  kapatıp  Hekatonkheir'leri bekçi diker başlarına. Bunlar da armağan olarak gök gürültüsünü, şimşeği ve yıldırımı verirler Zeus'a.

Akıl ve kol gücünü böylece kişiliğinde birleştiren Zeus kral olup tanrılar tahtına oturur. Ve gene
Gaia'nın  öğütlerine  uyarak  sağlam bir düzen kurmak için dünya egemenliğini kardeşleri ve ço­cukları arasında  paylaşmaya  girişir. Bu paylaşmada  karşısı­na dikilen tek engel Prometheus'tur.

Buraya  kadar  Hesiodos  ve  Aiskhylos  az  çok  ayrılıkla aynı  efsane  kaynaklarını izlemektedirler.  Prometheus'a  ge­lince, iki şairin anlayış ve yorumları büsbütün değişir.

Prometheus,   Titanlar   soyundandır:   Hesiodos'a   göre İapetos'la   Okeanos   kızı  Klymene'nin
oğludur.  Bu  Titan çiftinin  dört  oğlu  olur:  Atlas,  Menoitios,  Prometheus  ve Epimetheus. Dördünün  de kaderi tüyler  ürperticidir: Zeus, Atlas'ı  dünyanın   ucuna  dikip  gök  kubbesini
omuzlarına yükler, Menoitios'u yıldırımla çarparak yerin dibine kapatır, Prometheus'u zincirlerle
bir sütuna bağlar ve karaciğerini bir kartala  yedirir,  Epimetheus'un  başına  kadın  belasını salar. Neden  bu eşi görülmedik, olağanüstü cezalar? İapetosoğul­ları Titan soyundan oldukları için mi? Hayır. Zeus'un İapetosoğullarına özel bir hıncı vardır, bu hıncın asıl nedenini de onlara verilen sıfatlardan anlıyoruz: Bu Titanların dördü de kafa gücünden pay almışlardır, akıldan yana üstündürler  ve bu üstünlükleriyle övünüp Zeus'a karşı gelmeye yeltenirler. Akıl gücüyse Zeus'un  tekelindedir,  o  bu güçle ele geçirmiştir dünya egemenliğini. Bu gücü başkasında görmek dinmez bir öfke doğurur içinde. Prometheus da bu öfkeyi körükler durur: Sivri aklını, geleceği önceden  görme gücünü  Zeus'u aldatmak, kuşkulandırmak, küçük  düşürmek  için  kullanır. Burada  Hesiodos'un  pek  üstünde durmadığı, Aiskhylos'un alabildiğine işlediği bir temaya ışık tutmalıyız: Üçüncü devrimin hazırlanması.

Adı   "önceden   gören"   anlamına   gelen   Prometheus kahindir  ve  Gaia,  Kronos'a devrileceğini  nasıl  haber  ver­diyse,  Prometheus  da  Zeus'un  bir gün tahtından  düşeceğini bilir.  Aiskhylos'a  göre  Prometheus,  Klymene'nin  değil, başka   bir  adı  Themis-Adalet  olan Gaia'nın  oğludur.  Bu bilgiden edindiği üstünlükle Prometheus, Zeus'u sürekli bir kuşkunun baskısı  altında  tutar.  Prometheus  tragedyasının ekseni olan bu tema Hesiodos'ta  da sezilir. Ancak onu göz önünde  tutarsak,  Mekone  olayını  gereğince  anlayabiliriz. Theogonia'da  (bak. dize 535-560) anlatılan  bu efsane etio­lojik, yani açıklayıcı  bir nitelik taşır: Kurban törenlerindeki bazı  geleneklerin  nereden  geldiğini  bildirir,  ama  bizim  için asıl  önemi Zeus-Prometheus  kavgasını  bambaşka  bir  mo­tif  üstüne kurmasıdır:  Prometheus  başlangıçtan beri insanlardan  yana  geçmiştir,  onlara  dayanarak  Titanların  öcünü almak  ve Olmyposluların egemenliği  yerine insanların  ege­menliğini  getirmek  emelindedir.  Yeni  bir  devrimin hazırla­yıcısıdır.  Kurduğu  düzen  tanrılar  için  küçük  düşürücüdür. Zeus  bile  bile aldanır, ama  oldubittiyi  önleyemez.  Bu onur yarasından öç almak içindir ki, ateşi vermez olur insanlara. Prometheus da tanrıyı bir daha aldatır ve ateşi çalıp götürür insanlara verir. İki kez küçük
düşürülen tanrılar tanrısı artık kaba  kuvvete  başvurmak  zorundadır:  Eşi görülmedik,  kor­kunç
cezalar salacaktır Prometheus'un  başına.

Hesiodos'un  öyküsünde  Aiskhylos'un  Prometheus'unu, giderek Goethe'nin verdiği Prometheus
yorumunun tohum­larını  bile  bulabiliriz:  Zeus  aldatılmış,  insanların  gözünde küçük  düşürülmüş,  gülünç  olmuş  bir  tanrıdır.  Egemenliği gerçek  bir güce dayanmaz, çünkü akıl gücü tanrılardan insanlara geçmiştir. Devrim, üçüncü ve son devrim olmuş bit­miştir: İnsan kendi gücünün  bilincine  varmış, tanrıya  karşı ayaklanmıştır. Ona isterse tapar, isterse hiçe sayar onu, güç­süz ya da güçlü olduğu oranda tapar ya da hiçe sayar. Tanrı, insanın elinde bir oyuncaktır, asıl tanrı, yani asıl yaratıcı, in­ sanın kendisidir. Goethe'nin şiirinden çıkan anlam da budur. Aiskhylos'un  Prometheus'unda yalnız tanrıların  rol oy­nadığı belirtilir durur. Oysa bu tragedya  bütün koşulları ve sorunlarıyla insanlık dramını yansıtır demiştik. Prometheus insanın temsilcisidir, içinde çırpındığı olaylar da günümüzün deyimiyle  politik  diye  nitelenebilecek insan  toplumlarına özgü olaylardır. Ama Prometheus  ne bakımdan  insandır ve dramı niçin insanlığın dramı oluyor?

Prometheus ateşi tanrılardan çalmış ve insanlara vermiş, tanrıların kurmuş olduğu düzene karşı geldiği için de zincire vurulmuş, yaman  bir ceza çekmektedir.  Mıhlanmış  olduğu kayadan  bize seslenip, eylemini, eyleminin  uyandırdığı  tep­kiyi,  kendini  ve  karşısındakileri  eleştirip değerlendirmek­ tedir.  Prometheus  olayını  bugün  bir tiyatro  yazarı ele alsa, karşımıza  bir
yargılama  sahnesi  koyar  ve tutuklusu, tanık­ları, yargıçlarıyla  bir duruşmayı canlandırırdı.
Biz de örne­ğin Kafka'nın  Duruşma'sını  inceler gibi inceleyelim  Zincire Vurulmuş  Prometheus'u.
Anlayışına  günümüzün  gözüyle ancak bu yoldan varabiliriz.

Prometheus  savunuyor  ve ne diyor  bu savunmada?  İki kavram  üstünde  durup  direniyor,  değer
olarak  benimsedi­ ği iki kavram: Bilinç ve özgürlük. Bilinç ve özgürlük insana özgü değişmez değerler olarak her zaman ve uygar her toplumda  benimsene gelmiştir. Bunları savunurken Prometheus bugün  de  bir sanığın  duruşmada  başvuracağı  kanıtlamaya başvuruyor: Ne yaptımsa diyor, bile bile yaptım. Eyleminin uzun  bir düşünme ve tartışma sonucu  bilinçli ve istemli bir eylem olduğunu ileri sürerek, bu eylemin suç olarak yorumlanmasından  doğacak  bütün  tepkilere sonuna  kadar  katlanmaya hazır olduğunu bildiriyor. Bu bilinç hem bir gurur, hem  bir  katlanma duygusu doğuruyor  içinde.  Şu  sözlerle dile getiriyor duygularını:

Ama neler söylüyorum, her şeyi önceden bilmiyor muydum? 
Hepsini biliyordum başıma geleceklerin. 

Ama ben biliyordum başıma gelecek  olanı: 
Bile bile, isteye isteye suç işledim. 

Payıma düşeni gönül  ferahlığıyla taşımalıyım, 
Kaderin önüne durulmaz, bilmeliyim bunu.

Bana gelince, ben bu çileme katlanacağım.

Çilesine katlanamayıp, ölmeyi özleyen İo'ya Prometheus şöyle der:

Benim acılarıma hiç katlanamazdın demek! 
Kader ölmeme de izin vermiyor benim: 
Yalnız ölüm kurtarabilirdi beni,
Oysa benim işkencelerimin sonu yok 
Zeus tahtından düşmedikçe.

Hiçbir  umuda  yer  vermeden  düşünce  ve  davranışında direnen  Prometheus'un  bu  bilinçli
tutumunu  başkaları  an­lamaz ve gurur ya da kibir diye nitelerler.

Koro şöyle der:
Sözünü sakınmıyorsun,
Başına gelen boyun eğdirmiyor sana.

Okeanos da şöyle:
Aşırı bir dilden geldi başına gelenler, Yine de uslanmış değilsin, diretiyorsun,
Dertlerine dert katmaktan korkmuyorsun. Benden öğüt dinlersen, dikine gitme.

Sözünü  sakınmıyorsun  diye çevirdiğimiz  Yunanca  agan eleutherostomeis deyimi "dilin fazla özgür"
anlamına gelir. Prometheus'a  bilinci  özgürlük  sağlamaktadır.  Dramın  özü de  bu özgürlük-kölelik  sorunudur.  Onun  asıl  önemini  de biz ancak  tragedyanın  yazıldığı çağı gözönünde  tutmakla anlayabiliriz. V.  yüzyıl  Atinası'nda  kölelik  de,  zorbalık  da yasalara  uygun canlı kurumlardı. Prometheus  herhangi  bir köle gibi "desmotes", yani zincire vurulmuştur; işkencesinin büyüklüğü  zincire vurulmuş olmasında  değil, bir tanrı iken köle durumuna düşürülüp, köleliğinin bu kadar kötü koşul­lar içinde geçmesindedir. Ne var ki köleliği doğal ve olağan sayan bir ortamda Zeus-Prometheus ilişkisini bir sorun ola­rak ortaya atmak, yargılarcasına tartışmak ve hakkın köle­den yana olduğunu  belirterek, zorbalığı bütün ayrıntılarıyla eleştirip yermek Aiskhylos'un tek başına giriştiği ve başarıy­la sonuçlandırdığı koca bir iştir. Tragedyasına eşsiz bir değer veren bu sorunu adım adım incelemeliyiz Prometheus'ta.

Titanları yenip yönetimi ele aldıktan sonra, Zeus bir dü­zen  kurmaya  girişmiştir.  Bu  düzende kendine  krallık  tahtı­nı ayırdığı halde, öbür tanrılara da şeref  payları, egemenlik alanları dağıtmıştır. Ne var ki bütün tanrılar paylarına düşen alanı yönetirken  Zeus'un  buyruğuna  uymak zorundadırlar. Piyeste karşımıza çıkan tanrıların hepsi bu düzeni benimse­miş,  Zeus'un buyruklarını  isteyerek  ya  da  istemeyerek  ye­rine getirmektedirler. Tek başkaldıran Prometheus'tur. Kav­ga  Zeus'la  Prometheus  arasındadır  ve  bir özgürlük-kölelik kavgasıdır. Evreni yöneten, tanrıların ve insanların  egemeni Zeus özgürdür,  prangaya  vurulmuş,  ıssız ve kayalıkta  son­suzluğa  dek  işkencelere  mahkum,  ölümsüz olduğu  için ca­nına  kıyma özgürlüğünden  de yoksun  Prometheus  köledir. Ama bakalım gerçekten de öyle mi?

Prometheus'u  kayaya çakan Kratos-Güç şöyle diyor:

Her varlık çoktan bir kaderle yükümlenmiş, 
Tanrıların başıdır yalnız yükümlü olmayan: 
"Zeus'tan başkası özgür değildir."

Olaylar da Kratos'un bu sözünü doğrulamaktadır: Sert, amansız, insafsız bir zorba gibi dünyayı keyfine göre yöne­ten Zeus her isteğini yüzde yüz gerçekleştirmektedir. Evren Prometheus tragedyasında  Prometheus  ve İo gibi Zeus'un kurbanları, Kratos,   Bia,   Hephaistos   ile Hermes   gibi Zeus'un uşakları ve Okeanos gibi Zeus'un dalkavukları ile dolmuştur. Geçmişi yendikten sonra, Zeus bugün ve yarını da  yasalarının  tekeline geçirmişe  benzer. Oysa gerçek  tam tersinedir:  Gerçekte  Zeus  köle,  Prometheus  özgürdür.  Bu özgürlüğü  Prometheus  nasıl  ele geçirmiştir?  Burada  efsa­neyi  bir yana itip, kendi çağımızın  egemenlik  kavgalarına bakabiliriz:  Yönetimi  ele  geçirmiş  nice  iktidar  sahibi  kişi ya da partiler vardır ki, karşılarına  dikilip direnen tek tük düşünce sahiplerini susturup  yok edebileceklerini sanırlar, oysa  sonuç  umduklarının  tersine  çıkar:  İktidar  sahipleri devrilir  gider, düşünce  sahipleri yener  ve kalır. İnsan  top­lumunun  bu değişmez yasasının  bilincine  varan Aiskhylos onu Prometheus diye bir efsanelik kişinin ağzından  bildiri­yor  bize dek: Akıl gücü  kaba  güçten üstündür,  düşünceye gem  vurulamaz,  özgür  düşünce  tutuklanamaz,  susturula­maz,  alt edilemez, olaylar  nasıl gelişirse  gelişsin,  gelecek­te  egemenlik  kaba  kuvvetin  değil,  özgür düşüncenindir. Aiskhylos toplumların yönetiminde, geçmiş, hal ve geleceği bu açıdan  eleştirerek,
bize eşsiz değerde  bir  politika  dersi veriyor  bu  tragedyasıyla: Akıl gücünün  kaba  kuvveti na­sıl yendiğini adım adım izledikten sonra, akıl gücü  üstüne kurulan  yönetimin  akla ve özgür düşünceye saygıyı elden bırakıp, ona sırt çevirince,  nasıl zayıfladığını  ve devrilmek tehlikesiyle  karşı  karşıya  geldiğini  gösteriyor.  Zeus  bütün kurbanları,  uşakları, dalkavuklarına karşın  bir çocuk gibi zayıf  ve çaresizdir: Onu yıkımdan  kurtaracak  tek kişi akıl gücünün  taşıyıcısı  Prometheus'tur.  Zeus  tutukladığı  düş­manının  elinde  tutukludur  aslında. Efsane  Prometheus'a geleceği öngören bilici der, çağımızsa biliciye inanmaz, ama düşünürün  akıl  gücüyle  geleceği  öngördüğünü,  insanlığa yaptığı bu hizmete karşılık kör iktidarların  baskısına uğrayıp olmadık  cezalara  çarptırıldığını da  bilir. Aiskhylos'un tragedyasını  bu açıdan  okuyun, göreceksiniz  ki çağımızın ve özellikle yurdumuzun dramını yansıtır.

Bu  kadarıyla  Prometheus  politik  piyesin  ta  kendisidir, ama Aiskhylos  politika  anlayışının en derinini yansıtmakla kalmamış,  uygarlık  değerlerinin  ne olduğunu  kavrayıp  dile getirmekle insancı eserin en özlüsünü de vermiştir. Ateşi tan­rılardan  çalıp insanlara  vermek  ne demektir? Başkalarının bir  efsane  niteliğinden  öteye  götüremedikleri  bu  sembolü Aiskhylos  insanlık açısından  ele alıp,  uygarlığın  tarihçesini çizmek  gibi  tiyatro  eserlerinde  eşine rastlanmayan  güç  bir işi başarmaktadır.  Düşüncesi   günümüzün   olaylarını   ay­dınlatacak kadar  derine giden  bu  yazarın  sanat  ustalığı da şaşırtıcıdır:  Okuyucu dikkat etti mi ki başlangıçta  Zeus'un uşakları  -günümüzün  diliyle  polisler-  Prometheus'u  kaba güce başvurarak tutukladıkları sahnede, Prometheus bir tek söz söylemez:  Kayaya  kakılmasına,  zincire vurulmasına  ve Kratos'un sövüp saymalarına  sessizce katlanır, ama traged­yanın sonunda Zeus'un casusu -biz buna sanığı gözdağıyla sorguya çeken polis müdürü diyelim- Hermes'le kölelik-öz­gürlük tartışmasında  tanrıları beş paralık ettikten sonra, başına saldıkları doğal belaları bir bir izleyip diliyle canlandırır gözümüzün  önünde,  dünya  başına  yıkılıp  koroyla  birlikte gömülüp yok  olana  dek  konuşmakta  direnir  Prometheus. Son sözünü söyler ve sonra ölür. Kıyamet de kopsa son söz özgür  düşüncenindir  demek  istiyor  Aiskhylos.  Bildirisi  bu­ gün de kulaklarımızda çınlasın!

Prometheus'un çevirisine girişmezden önce, Eyüboğlu da ben de bu tragedyanın çevrilmeye, giderek
oynanmaya elve­rişli olmadığı kanısındaydık. Çevirdikçe  yanıldığımızı  anla­dık ve coştuk. Her sözüyle sahnede canlanır gördük bu piye­si. Hele eserin plastik değeri, kişiler sahnede kımıldamadıkları  hâlde,  olayların  anlatımındaki  canlılık,  duyguların  dile getirilişindeki coşkunluk bu tragedyanın başarıyla oynanıp, merakla   seyredilebileceğine   inandırdı   bizi.   Prometheus’u Türk  tiyatrolarının birinde oynanır görmek  içten dileğimiz oldu.

Azra Erhat
Ağustos  1967


Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus
Çevirenler: Azra Erhat - Sabahattin  Eyüboğlu
Türkiye  İş  Bankası  Kültür  Yayınları,  2013


Bu yazı yukarıda ismi geçen kitabın önsöz bölümüdür. 

4 Haziran 2019 Salı

Apokaliptik Politikalar: Binyılcı İnanışlar ve Hala Süren Etkisi

Apokaliptik Politikalar: Binyılcı İnanışlar ve Hala Süren Etkisi

John Gray
Hong Xiuquan Göksel Taiping Ordusu'nun lideri.
İsa'nın küçük kardeşi olduğunu savunmuştur. 

Dünyayı Dönüştürmeyi Amaçlayan Ütopyalar, Binyılcı Hıristiyan İnançlarının Seküler Bir Uzantısıdır

"Yeni bir cennet ve yeni bir dünya: Çünkü, ilk cennet ve ilk dünya sona erdi" deniyor, Vahiy kitabında. "Cennet" sözcüğünü çıkarın ve yalnızca "yeni bir dünya"yı bırakın. İşte, tüm ütopyacı dizgelerin sırrı ve reçetesi elinizdedir.
E. M. Cioran[2]


Modern devrimci hareketlerin dini kökleri dizgeli bir biçimde ilk defa Norman Cohn'un The Pursuit of the Millennium (Binyılın Peşinde) adlı yaratıcı çalışmasında ortaya çıkarılmıştır.[3] Yandaşları açısından komünizmin birçok bakımdan din işlevi gördüğü çokça belirtilmiştir. Bu olgu düş kırıklığına uğramış eski komünistlerin makalelerinden oluşan ve Soğuk Savaş'ın başlangıcından hemen sonra yayımlanmış ünlü bir derlemenin başlığına da yansımıştır: The God that Failed (Sınıfta Kalan Tanrı).[4] Cohn benzerliklerin, ayırdına varılandan daha çok olduğunu gösterdi. Yirminci yüzyıl komünizmi en parlak döneminde Ortaçağ sonlarında Avrupa'yı sarsmış olan binyılcı hareketlerin birçok özelliğini yineledi. Sovyet komünizmi modern bir binyılcı devrimdi ve Nazizm de keza; bununla birlikte, birçok Nazi'yi harekete geçiren gelecek tasavvuru bazı açılardan daha olumsuzdu.

Bazı kilit terimlere açıklık getirmekte yarar olabilir. Kimileyin chiliast denilen binyılcılar  –chiliad bin parçadan oluşan herhangi bir şeydir ve Hıristiyan binyılcılar İsa'nın Yeryüzü'ne döneceğine ve yeni bir krallık kurup bin yıl boyunca hüküm süreceğine inanırlar–  apokaliptik bir tarih görüşüne bağlı kalırlar. Günlük dilde "apokaliptik" sözü bir felaketi ifade eder ama kutsal kitap dilinde bildirmek anlamındaki Yunanca bir sözcükten gelir; apokalips, göğe yazılmış sırların zamanın sonu geldiğinde açığa çıktığı bir vahiydir ve Seçilmişler açısından bunun anlamı felaket değil, kurtuluştur.


Eskatologya, sonuncu şeylere ve dünyanın sonuna ilişkin bir öğretidir (Yunancada eschatos "sonuncu" ya da "en uzak" demektir). Önce de işaret ettiğim gibi, ilk Hıristiyanlık eskatolojik bir külttü: İsa ve ilk müritleri dünyanın yakında yok olmaya yazgılı olduğuna inanıyorlardı. Böylece yeni ve kusursuz bir dünya ortaya çıkabilirdi. Bu olumlu özellik eskatologyada her zaman görülmez. Bazı pagan geleneklerde dünyanın sonunun tanrıların ölümü ve son felaket anlamına geldiği görülür. Naziler Hıristiyanlığa özgü bir demonolojiyi benimsemiş olmakla birlikte bu türden olumsuz bir eskatologya ideolojilerinin önemli bir öğesiydi. Bununla birlikte, Ortaçağ binyılcılığını ve seküler binyılcı hareketleri apokaliptik inancın olumlu bir biçimi körükledi: Dünyadaki kötülüklerin sonsuza dek ortadan kaybolacağı bir Ahir Zaman beklentisi. (Millenarianism'le millennialism arasında bazen bir ayrım yapılır. İlki, İsa'nın kelimenin tam anlamıyla geri döneceğine inanırken, ikincisi, bir tür kutsal krallığın gelişini gözler. Ancak, bu terimler tutarlı olarak kullanılmaz ve tersi belirtilmedikçe, bunları birbirinin yerine kullanacağım.)

Batı toplumlarını etkilediği biçimiyle binyılcılık Hıristiyanlığın bir mirasıdır. Dinlerin çoğu bir başlangıcı ve sonu olan bir öykü olarak tarih anlayışından yoksundur. Hindular ve Budistler insan yaşamını kozmik çevrimde bir an olarak görürler; kurtuluş bu bitimsiz devirden salıverilmek anlamına gelir. Hıristiyanlık öncesi Avrupa'da Platon ve öğrencileri insan yaşamını buna çok benzer bir biçimde görüyorlardı. Kadim Yahudilikte ise dünyanın bir sona yaklaşmakta olduğu düşüncesinden eser yoktur. Hıristiyanlık insanlık tarihinin erekbilimsel bir süreç olduğu inanışını aşılamıştır. Yunanca telos sözcüğü "son" demektir. İngilizcede son sözcüğü (end) ise hem bir sürecin vardığı son nokta hem de bir sürecin hizmet edebileceği bir amaç ya da niyet anlamına gelir. Hıristiyanlar tarihi erekbilimsel olarak düşünmek bakımından bunun her iki anlamda da bir sonu olduğu kanısındaydılar: tarihin önceden belirlenmiş bir amacı vardı ve bu gerçekleştiğinde bir sona varacaktı. Marx ve Fukuyama gibi seküler düşünürler "tarihin sonu" yollu söylemlerini payandalayan bu erekbilimi miras aldılar. Bundan dolayı tarihi, illa ki kaçınılmaz olmayan ama evrensel bir amaç güden bir hareket olarak görürler. İlerleme kuramları da erekbilimsel bir görüşe dayanmaktadır. Tüm bu anlayışların gerisinde tarihin olayların nedeni olarak değil, gayesi olarak anlaşılması gerektiği düşüncesi vardır ve bu gaye insanlığın kurtuluşudur. Bu düşünce Batı düşününe ancak Hıristiyanlıkla birlikte girdi ve o gün bugündür batı düşününü biçimlendirmektedir.

Binyılcı hareketler Hıristiyan Batı'yla sınırlı olmayabilir. 1853'te Göksel Taiping Ordusu adlı bir hareketin önderi olan ve İsa'nın küçük kardeşi olduğuna inanan Hong Xiuquan, Nanjing'de ütopyacı bir topluluk kurdu. Bu topluluk on bir yıl sonra yirmi milyonu aşkın insanın öldüğü bir çatışmanın ardından ortadan kalkıncaya dek varlığını sürdürdü.[5] Taiping Ayaklanması binyılcı düşüncelerin kışkırttığı birkaç Çinli ayaklanmasından biridir. Bu düşünceler Çin'e Hıristiyan misyonerler aracılığıyla gelmiş olabilir ama benzer türden düşüncelerin burada zaten mevcut olması da söz konusu olabilir. Bir yıkım döneminin ardından göksel bir kurtarıcının yol göstericiliğinde bir barış çağının geleceği yolundaki inanışlar bu ülkede üçüncü yüzyıldan beri görülüyor olabilir.[6]

İster benzersiz bir biçimde Batı kaynaklı olsun, ister olmasın, bu tür inanışların Batı yaşamı üzerinde biçimlendirici bir etkisi olmuştur. Ortaçağ binyılcılığı Hıristiyanlığın başlangıcına dek izi sürülebilen inançları yansıtıyordu. Jakobenizm, Bolşevizm ya da Nazizm gibi modern siyasal dinler binyılcı inanışları bilim olarak yeniden oluşturdular. Basit bir Batı uygarlığı tanımı yapmak mümkünse eğer, bunun binyılcı düşüncenin önemli rolüyle ilgili olarak ifade edilmesi gerekecektir.

Binyılcı inanışlar bir şey, binyılcı hareketler başka bir şey ve binyılcı rejimler daha başka bir şeydir. Binyılcı bir hareket ancak belirli bir tarihsel koşulda ortaya çıkar. Bazen bu, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Çarlık Rusya’sı ve Weimar Almanya’sında görüldüğü gibi, büyük ölçekli toplumsal bir çalkantı durumudur; kimileyin de, Amerika Birleşik Devletleri'nde 11 Eylül'de olduğu gibi travmatik bir olaydır. Bu tür hareketler çoğunlukla felaketlerle bağlantılıdır. Binyılcı inanışlar algıyla gerçeklik arasındaki normal bağın koptuğu bir tür bilişsel uyuşmazlık belirtisidir.[7] Rusya ve Almanya'da savaş ve ekonomik çöküş yetkin binyılcı rejimler ortaya çıkarmışken, Amerika'da benzeri görülmemiş bir terör saldırısı, gereksiz bir savaşın ve anayasada bir değişikliğin de içinde bulunduğu bir binyılcı salgına yol açmıştır. Binyılcı inanışların siyasette ne zaman ve nasıl belirleyici bir güç durumuna geldiği tarihsel rastlantılara bağlıdır.

Apokaliptik inançlar Hıristiyanlığın doğuşuna ve daha öncesine dayanır. Bu inançların Hıristiyanlık tarihi boyunca tekrar tekrar ortaya çıkmaları dindışı alandan bir saldırı değildir: Başlangıçtan beri var olan bir şeyin işaretidir. İsa'nın öğretisi insanlığın son günlerini yaşamakta olduğu inanışına dayanıyordu. Eskatologya İsa'nın esinlediği hareket açısından can alıcıydı. Bu bakımdan İsa Yahudi bir apokalips geleneğine aitti ama apokaliptik inançlara eşlik eden köktenci düalist dünya görüşü kutsal kitap Yahudiliğinde hiç görülmez. Eskatologyanın İsa'nın öğretisindeki önemli rolü diğer geleneklerin etkisini yansıtmaktadır.

Çağdaş tarih bilimi İsa'nın heterodoks bir karizmatik Yahudilik akımının üyesi olduğunu makul bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde göstermiştir.[8] İsa'nın müritleri için kullanılmaya başlanan "Hıristiyan" terimi Yunanca christos ya da "meshedilmiş olan" sözcüğünden gelir ve İbranice ve Aramicede "mesih"in de anlamı budur. İbrani Kutsal Kitabı'nda çok az geçen "Mesih" terimi krala ya da yüksek rahibe verilen bir unvandır. Hıristiyanlığın Paulus döneminden itibaren evrensel bir din olarak gelişmesiyle birlikte "mesih'' Tanrı tarafından bütün insanlığın kefaretini ödemek üzere gönderilmiş tanrısal bir kişi anlamını edinmiştir.

Başlangıçta yalnızca diğer Yahudilere yönelik bir ileti olan İsa'nın öğretisi eski dünyanın sona ermekte ve yeni bir krallığın kurulmakta olduğu yolundaydı. Yeryüzü meyveleri sınırsız bir bollukta olacaktı. Yeni krallığın sakinleri –yeniden yaşama döndürülecek erdemli ölüler de içinde olmak üzere– fiziksel ve ruhsal hastalıklardan kurtulacaklardı. Yozlaşmanın olmadığı yeni bir dünyada yaşayarak ölümsüz olacaklardı. İsa bu yeni krallığı duyurmak ve yönetmek üzere gönderilmişti. İsa'nın etik öğretisinde özgün ve dikkat çekici birçok şey vardır. Diğer Yahudi peygamberlerin yapmış oldukları gibi zayıf ve güçsüzleri savunmakla kalmamış, toplumdışına itilmiş kimselere de kucak açmıştı. Bununla birlikte, yeni bir krallığın hazırda olduğu inancı onun iletisinin can damarıydı ve müritlerince de öyle kabul edildi. Yeni krallık gelmedi, İsa tutuklandı ve Romalılarca idam edildi. Hıristiyanlık tarihi kurucu nitelikteki bu eskatolojik düş kırıklığı deneyimiyle baş etmeye yönelik bir dizi girişimdir.

Bu çıkmaz Albert Schweitzer'ın gözünden kaçmamış ve şöyle yazmıştır:
İsa insanoğlu olarak geleceği bilgisiyle tarihin doğal akışını sona erdirecek sonuncu devrim için dünyanın çarkına yapışır. Çark dönmeyince, üzerine kapanır. Döndüğündeyse, eskatolojik durumu, yani kusursuz bağlılık ve suçsuzluk durumunu getirmek yerine, onu ezer geçer. İsa böyle bir durumu ortadan kaldırmıştır.[9]

Aslında, eskatolojik umut yıkılmamıştı. İsa'nın ilk Kilise'deki müritleri arasında onun ölüler arasından dirildiği ve göğe yükseldiği inancı oluştu. Çok geçmeden İsa'nın dünyanın sonu öğretisini içsel bir değişim metaforu olarak yorumlama girişiminde bulunuldu.

Aziz Paulus'ta Tanrı'nın krallığının tinsel bir değişim alegorisi olduğunun işareti zaten vardır. İsa hareketini muhalif bir Yahudi mezhebinden evrensel bir dine dönüştüren kişi herkesten çok Paulus'tur; Tarsuslu Saul diye de anılan Helenleştirilmiş bir Yahudi’ydi. Paulus İsa'nın ilk müritlerinin dünyanın bir sona yaklaşmakta olduğu beklentilerini paylaşıyordu ama tüm insanlık için geçerli bir Son görüşü için yolu açtı. Aziz Augustinus (İS 354–430), İsa ve müritlerini harekete geçiren eskatolojik umutları etkisiz kılmaya yönelik daha dizgesel bir uğraş verdi. Başlangıçta kötülüğü dünyanın değişmez bir özelliği olarak gören Manicilik dinine bağlanmıştı ve teolojisinde bu görüşün belirgin izleri görülmektedir. Mani aydınlıkla karanlık arasındaki savaşın sonsuza dek süreceğine inanırken, İsa'nın müritleri kötülüğün hepten ortadan kalkacağı bir Ahir Zaman'ı bekliyorlardı. Augustinus insanın giderilmesi olanaksız bir biçimde kusurlu olduğuna inanıyordu ve bu ilk günah öğretisi Hıristiyan ortodoksluğun temel ilkesi oldu. Yine de, Hıristiyanlık bunu İsa'dan çok Mani'ye borçlu olabilir.

Augustinus Hıristiyan inancını yeniden formüle ederken Platonculuğun da büyük etkisi altında kaldı. Platon'un tinsel şeylerin sonsuz bir dünyaya ait oldukları yolundaki görüşünden çok etkilenerek zamanın sonunun tinsel bir açıdan anlaşılması gerektiğini belirtti; gelecekte bir ara gerçekleşecek bir olay olarak değil, her an olabilecek içsel bir dönüşüm olarak. Augustinus Hıristiyanlığa aynı zamanda Dünya Devleti ve Tanrı Devleti arasında kategorik bir ayrım düşüncesini de getirdi. İnsan yaşamı ilk günahla damgalandığından, iki kent asla bir olamaz. İnsanın cennetten kovuluşundan bu yana kötülük her insanın yüreğinde iş başındadır; bu dünyada alt edilmesi olanaksızdır. Bu öğreti Hıristiyanlığa hiçbir zaman bütün bütüne yitirmediği anti–ütopyacı bir eğilim kazandırdı ve Hıristiyanları insana dair meselelerde temel bir değişiklik beklentisinde olan herkesin yaşadığı düş kırıklığından kurtardı. Kötülüğün ortadan kaldırılabileceği inancı, ki Ortaçağ binyılcılarına esin vermiş ve Bush yönetiminde yeniden su üzerine çıkmıştır, Augustinusçu açıdan hiç ortodoks değildir. Bununla birlikte, bu türden bir inanış İsa'nın müritlerinin ait oldukları apokaliptik kültün önemli bir özelliğiydi. Batı tarihi boyunca yinelenen binyılcılık salgınları Hıristiyanlığın köklerine heretik bir dönüştür.

Augustinus Son'a ilişkin umudu sözcüğü sözcüğüne almayarak, eskatologyayı içinde barındırdığı riskleri azaltarak muhafaza etti. Tanrı krallığı zaman dışı bir dünyada vardı ve bunun simgelediği içsel dönüşüm tarihin herhangi bir anında gerçekleştirilebilirdi. Efes Konsili'nin 431'de binyılcılığı (millennialism) mahkûm etmesiyle birlikte Kilise bu Augustinusçu görüşü benimsediyse de, bu İsa'yı esinlemiş olan inançlara geri dönen binyılcı (chiliastic) hareketlerin patlak vermesine engel olmadı. Binyılcılığın Kilise'deki rolüne de son vermedi. On ikinci yüzyılda Fiore'li Joachim (1132–1202) Augustinus'un teolojisini tersine çevirdi. Kutsal yazılardan içrek bir anlam çıkardığına inanarak –Kutsal Topraklar'daki seyahati sırasında bir tür tinsel aydınlanma yaşamış bir Sistersiyen tarikatı başkeşişiydi– Hıristiyan Üçleme öğretisini insanlığın üç evreden geçerek yükseldiği bir tarih felsefesine dönüştürdü. Baba Çağı'yla başlayıp Oğul Çağı yoluyla Ruh Çağı'na, Son Yargı'ya dek sürecek evrensel bir kardeşlik dönemine doğru ilerleyecekti. Her çağın bir önderi vardı; ilkinde İbrahim baştaydı, ikincisindeyse İsa. Kutsal üçlemedeki üçüncü kişinin cisimleştiği yeni ve sonuncu önder Joachim'in 1260'ta gelmesini beklediği Üçüncü Çağ'ı başlatacaktı. Joachim'in üçlemeci tarih felsefesi Ortaçağ Hıristiyanlığını eskatalogya ateşiyle yeniden harmanladı ve üç evreli bu düzenlemesi sonraki birçok Hıristiyan düşünürde yeniden ortaya çıktı. Fransisken tarikatının köktenci bir kanadınca benimsenen Joachimci kehanet güney Avrupa'daki binyılcı hareketlere esin verdi. Almanya'da İmparator II. Friedrich'in çevresinde mesihçi bir kültün oluşmasına yardımcı oldu. II. Friedrich bir Haçlı Seferi sırasında Kudüs'ü fethettikten sonra kendini Kudüs kralı olarak taçlandırmış ve Papa IX. Gregorius tarafından Deccal'likle suçlanmıştı.

İnsanlık tarihinin üç evreye bölünmesinin seküler düşün üzerinde derin bir etkisi olmuştur. Hegel'in insan özgürlüğünün üç diyalektik evreden geçerek evrildiği yolundaki görüşü; Marx'ın ilkel komünizmden sınıf toplumu yoluyla küresel komünizme ilerleme yolundaki kuramı; Auguste Comte'un insanlığın dinsel evreden metafizik ve bilimsel gelişim evrelerine geçerek evrildiği yolundaki Olgucu tasavvuru üç bölümlü bir şemanın tekrarlarıdır. Tarihin alışılmış üç evreye bölünmesi –Antikçağ, Ortaçağ ve Modern Çağ– Joachimci düzenlemeyi yineler. Daha dikkat çekici olan, sonraki bölümde de görüleceği gibi, Joachim'in Nazi devletine Üçüncü Reich adını veren bir üçüncü çağ kehanetiydi. (Antikçağ ve Modern Çağ gibi kavramlar vazgeçilmez sanat terimleri olmuştur ve bunların ifade ettikleri düşünce şemasını eleştirsem de bunları kullanacağım.) 

Apokalipsin seküler versiyonlarında yeni çağ insan edimi yoluyla oluşur. İsa ve müritlerine göre, yeni krallık ancak Tanrı'nın istemiyle oluşabilirdi; ne var ki, Tanrı'nın istemine Beliyal ya da Şeytan olarak kişileştirdikleri kötülüğün gücü karşı koyuyordu. Bu bakışa göre dünya iyi ve kötü güçler arasında bölünmüştür; insanlığın şeytanca bir güç tarafından yönetilebileceği yollu bir ima bile vardır. İbrani Kutsal Kitabı'nda böyle bir şey görülmez. Şeytan, Eyüb'ün Kitabı'nda kötülüğün kişileşmesi değil, Yehova'nın elçisi olarak boy gösterir. Dünyanın iyi ve kötü güçler arasında bir savaş alanı olduğu görüşü ancak sonraki İbrani apokaliptik geleneklerde ortaya çıkmıştır.

Zerdüştçü Zurvanizm diniyle Ölü Deniz Tomarlarında yazıya geçirilmiş türden apokaliptik İbrani inanışları arasında pek çok benzerlik vardır ve İbrani apokaliptik düşünü büyük olasılıkla Zerdüştçülük'ün etkisini yansıtır. İnsan yaşamını aydınlıkla karanlık arasında aydınlığın zaferiyle sonuçlanabilecek bir savaş olarak düşünen ilk kişi Zerdüşt olsa gerektir. Zarathustra olarak da bilinen bu İranlı peygamber İÖ 1500 ile 1200 yılları arasında bir dönem yaşamıştı. Zerdüştçülük dünyanın en barışçıl dinlerindendir. Bununla birlikte Zerdüşt; Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık üzerindeki biçimlendirici etkisinden dolayı Batı tarihi boyunca tekrar tekrar patlak veren inanca dayalı şiddetin en büyük kaynağı olabilir.

İnsan yaşamı birçok gelenekte iyilik ve kötülük arasındaki bir savaş olarak görülmekle birlikte bu çatışmanın ilelebet süreceği kanıksanmıştır. Aydınlıkla karanlık arasındaki bitmez tükenmez almaş Mısır mitinde de görülür. Kimileri bu mücadelenin karanlıkla sonlanmasını beklemiştir; İÖ sekizinci yüzyılda yaşamış olan Yunan ozan Hesiodos insanlık tarihini ilksel bir Altın Çağ'dan insanlığın ortadan kalkacağı bir demir çağına doğru olan bir gerileme süreci olarak resmetmiştir. Kusursuz toplumu andıran bir şey varsa eğer, bu geçmiştedir; hiçbir zaman bu kozmik mücadelenin aydınlığın zaferiyle sonuçlanabileceği düşünülmemiştir. Zerdüşt bile bunun zaferinin önceden belirlenmiş olduğuna inanmıyor olabilirdi. Zerdüştçü metinler, dünyanın sonunu bildirmek yerine, peygamberin müritlerini sonucu kuşkulu bir mücadeleye çağırırlar. Yine de, iyiliğin üstün gelebileceği inancı insan düşününde yeni bir gelişmeydi ve bilebildiğimiz kadarıyla, Zerdüşt'ten kaynaklanıyordu.[10]

Bu ikici dünya görüşü Mani dini tarafından miras alındı. Mani İS 216 dolayında Babil'de doğmuş ve 277'de Zerdüştçü otoriteler tarafından heretik olarak şehit edilmiş sonraki İranlı peygamberdir ve öğretisinin Augustinus üzerinde büyük etkisi olmuştur. Mani bir aydınlık ve karanlık ikiciliğinin dünyanın değişmez bir özelliği olduğuna inanması bakımından Zerdüşt'ten ayrılıyordu. Manicilik Çin'e kadar yayıldı ve bu süreçte Budizm'in bazı imgelerini ve simgeciliğini benimsedi. Maniciler bu dönüşümler sırasında kötülüğün kökünün asla kazınamayacağına olan inançlarını korudular. Mani dini bu noktada Zerdüştçülük'ten ve İsa'nın öğretisinden kökten ayrılır.

Manici ikicilik, Hıristiyanlığın zulmüne uğramış olmasına karşın günümüze dek türlü türlü kılıkta yeniden ortaya çıkan Gnostisizmin bir parçası oldu. Gnostisizm içinden çıkılmaz karmaşıklıkta bir gelenek olmakla birlikte şeytanca güçlerin yönetimindeki karanlık bir dünyaya ilişkin temel tasavvurunun din tarihi üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. İsa'nın ölümünden sonraki ilk birkaç yüzyıl boyunca Hıristiyanlık içinde Gnostik bir akım vardı ve yalnızca İsa'nın aktardığı gizli öğretileri paylaşanların kurtulabileceği savıyla diğerlerinden ayrılıyordu. Gnostisizm terimi bilgi anlamındaki Yunanca gnosis sözcüğünden geliyor ve Hıristiyan inancının neredeyse her bakımdan kıyasıya tartışıldığı ilk Hıristiyanlık döneminin çalkantılı dünyasında Gnostikler yalnızca bir tür içrek tinsel anlayışa sahip olanların –belki sayılı insanın– kurtulacağı ve bunun bu dünyadaki fiziksel bir ölümsüzlükten değil, insan bedeninden ve maddi dünyadan kurtulmaktan oluştuğu inancını temsil ediyorlardı. Bu inançlar dizisi, her ne kadar İsa'nınkiyle çok ortak yanı olmasa da ve ilk Kilise tarafından kınansa da, Hıristiyanlığın bir bileşeni olmaya devam etti. Gnostiklerin metinlerinden geriye kuşkuya yer bırakmayacak çok az şey kalmıştır ama Gnostisizm'in bir çeşidinin Katharcılar arasında yeniden ortaya çıktığı anlaşılıyor. Katharcılar on ikinci yüzyıl Fransa'sında Papa III. Innocentius onlara karşı bir haçlı seferi başlatıncaya ve (yarım milyon dolayında insanın öldürüldüğü kırk yıllık bir savaştan sonra) tarihten neredeyse silininceye dek varlık gösterdiler. Bununla birlikte, Gnostisizm ortadan kalkmadı. Varlığını sürdürdü ve –Gnostik geleneklere ilişkin usta işi bir incelemenin yazarı olan Hans Jonas'a göre– Martin Heidegger'in felsefesi de içinde olmak üzere beklenmedik birçok kılıkta ortaya çıkarak kendini yeniden yarattı.[11]

Ne var ki, Hıristiyanlık tarihi boyunca tekrar tekrar çıkan binyılcılık salgınlarında yeniden baş gösteren Gnostisizm değildi. İyilikle kötülük arasında kozmik bir savaş olduğuna duyulan inançtı. Bu İsa ve müritlerini harekete geçirmiş olan bir inançtı ve Zerdüşt'ün ikici dünya görüşünü yineliyordu. Zerdüşt'ün dünya görüşü Batı tektanrıcılığı –İslam ve modern siyasal dinler bunun vazgeçilmez birer parçasıdır– üzerindeki biçimlendirici etkisi yoluyla Batı düşünü ve siyasetini büyük ölçüde şekillendirdi. Nietzsche iyilik ve kötülüğün Zerdüşt'ün bir icadı olduğunu söylerken abartıyor olabilirdi ama bütün bütüne yanılmıyordu.

Hıristiyanlık Batı uygarlığının özüne eskatologyayı aşıladı ve Augustinus'a rağmen bu zaman zaman yeniden ortaya çıktı. On birinci ve on altıncı yüzyıllar arasında İngiltere ve Bohemya'da, Fransa ve İtalya'da, Almanya ve İspanya'da ve Avrupa'nın daha başka birçok yerinde binyılcı inançların esinlediği hareketler boy gösterdi. Bu hareketlere ilgi duyan insanlar ister savaş, veba ya da ekonomik zorluklardan etkilenmiş olsunlar, ister olmasınlar, bu hareketler kendilerini artık tanıyamadıkları ya da özdeşleşemedikleri bir toplumda bulan topluluklar arasında gelişti. Bunlar arasında en olağandışı olanı birkaç yüzyıl boyunca Avrupa'nın birçok yerine yayılmış bir pir ve müritler ağı olan Özgür Ruh Kardeşliği'ydi.[12] Özgür Ruh bir Hıristiyan heretikliğinden ibaret olmayabilirdi. Özgür Ruh'un kimileyin Beghardlar ya da kutsal dilenciler olarak bilinen müritleri on ikinci yüzyılda İspanya'da ve daha başka yerlerde benzer heterodoks inançlar vaaz eden Sufilerinkine benzer giysiler giyiyorlardı ve Özgür Ruh aynı zamanda hâlâ varlık gösteren ve hiçbir zaman yalnızca Hıristiyan olmayan Gnostik geleneklerden esinlenmiş olabilirdi. Her durumda, Özgür Ruh Kardeşleri –Hıristiyan ya da Müslüman– her şeyden önce ortalama bir anlayışın ötesindeki bir deneyim türüne eriştiklerine inanan gizemcilerdi. Bu aydınlanma, Kilise'nin sandığı gibi, inançlının yaşamında Tanrı tarafından bir lütuf olarak bahşedilmiş ender bir olay değildi. Bunu deneyimlemiş olanlar günaha girmekten âcizdi ve –kendi gözlerinde– artık Tanrı'dan ayırt edilemezlerdi. Sıradan insanlığı sınırlayan ahlaksal bağlardan kurtulduklarından, istediklerini yapabilirlerdi. Bu tanrısal bir biçimde ayrıcalıklı olma duygusu tüm yerleşik kurumların –yalnızca Kilise'nin değil, ailenin ve özel mülkiyetin de– tinsel özgürlüğün önünde bir engel olarak mahkûm edilmesi biçiminde ifade edilmişti.

Bu tür gizemci inançların uygulamada büyük bir etkisinin olmayabileceği düşünülebilir. Aslında, yaklaşmakta olan bir Ahir Zaman'la ilgili binyılcı inanışlarla etkileşerek geç Ortaçağ Avrupası'nın birkaç yerindeki köylü ayaklanmalarını körüklemekte yardımcı oldu. Bu patlayıcı karışım Almanya'nın kuzeybatısındaki Münster kentinde bir komünizm deneyimine yol açtı. On altıncı yüzyıl başlarına gelindiğinde, Avrupa'nın çeşitli yerlerinde Katolik Kilisesi'ni yerinden eden Reformasyon, teolojisi, ortaya çıkmakta olan modern devlete itaati işaret eden Luther'in ya da kilisenin yönetimindeki katı kurumlarda ısrar eden Calvin'in tasavvur etmediği kadar köktenci mezhepler doğurmaktaydı. Bunlar arasındaki başlıca mezhep ilk Hıristiyanlığın öğretilerini geri getirmeyi amaçlayan bir hareket olan Anabaptistlerdi. Bu hareketi oluşturan mezhepler inançlının Kilise'yi ve baskın toplumsal düzeni reddinin bir simgesi olarak ikinci bir vaftiz uygulamasını teşvik ettiler. 1534 başlarında Anabaptistler, çok sayıda vaizin, rahibenin ve halktan insanın Anabaptistliği benimsemesini sağladıktan sonra, ilk silahlı ayaklanmalarını gerçekleştirdiler ve Münster belediyesiyle pazar yerinin denetimini ele geçirdiler. Bu kent Anabaptistlerin bir kalesi oldu. Yakın kentlerdeki Anabaptistler buraya akın ederken, Lutherciler de buradan kaçtılar. Dünyanın geri kalanının Paskalya'dan önce yıkılacağı ama Münster'in kurtulup Yeni Kudüs olacağı ilan edildi.
Münster İsyanı'nın lideri Jan Bockelson veya Leidenli Jan

Katolikler ve Lutherciler kovuldularsa da kalanlar kent meydanında yeniden vaftiz edildiler. Katedral yağmalandı ve buradaki kitaplar yakıldı. Sonra, Kutsal Kitap dışındaki tüm kitaplar yasaklandı. Ortak mülkiyet yolunda ilk adımlar atıldı. Para, altın ve gümüşün bütünüyle devredilmesi gerekmişti. Evlerin kapıları her zaman açık tutulmalıydı. Eski bir terzi çırağı olan Jan Bockelson'ın önderliğinde (Leidenli Jan olarak bilinir) bu önlemler daha ileri götürüldü. Özel mülkiyet yasaklandı ve çok çeşitli suçlar için ölüm cezasının yanı sıra iş denetimi getirildi. Kocalarına itaat etmek istemeyen kadınlar ölüme mahkûm edilebiliyordu; zina işleyenler de öyle, ki bu Anabaptist topluluktan olmayan biriyle evlenmeyi de kapsıyordu. Bu püriten rejim uzun sürmedi. Bir tür çokeşlilik yürürlüğe girdi ve buna göre bir kadının evlenmemesi ölümle cezalandırılacak bir suçtu. Bu da uzun sürmedi; bazı kadınlar buna uymayı kabul etmediler ve idam edildiler. Sonrasında, kolayca boşanmak olanaklı oldu ve bu bir çeşit özgür aşka yol açtı.

1534 yılı sonbaharında Bockelson kendini Münster kralı ilan etti. Kendini yalnızca dünyevi bir hükümdar olarak değil, dünyanın son günlerine başkanlık eden bir Mesih olarak da görüyordu. Jakobenlerin örnek alacakları bir yenilik olarak sokak ve yapılara yeni adlar verdi ve yeni bir takvim yürürlüğe koydu. Bu yeni düzenin ilk günleriyle birlikte kadınların ön sırada geldiği idamlar başladı. Artık kent Kilise'ye bağlı güçlerin ağır kuşatması altındaydı ve halk açlık çekiyordu. Bockelson açlıktan kırılan tebaasının dikkatini başka yöne çekmek için göz kamaştırıcı kutlamalar –yarışlar, danslar ve tiyatro oyunları– yapılmasını emretti. Aynı zamanda izinsiz toplantıları yasakladı. Açlık devam etti ve 1535 Haziran'ında kentin savunma sistemi kırıldı. Bockelson yakalandı. Halk önünde aylarca küçük düşürüldükten sonra kent meydanında kızgın demirle işkence edilerek öldürüldü.

Münster'de Leidenli Jan'ın kurduğu dinerkil–komünist rejim binyılcılığın tüm işaretlerini taşır. Norman Cohn binyılcı mezhep ve hareketleri beş ayırt edici özelliği olan bir kurtuluş düşüncesine bağlı olarak tanımlar: İnançlılar topluluğunun yararlanması bakımından ortaklaşadır; cennetten ya da öbür dünyadan çok yeryüzünde gerçekleşmesi bakımından dünyevidir; yakında ve ansızın ortaya çıkacak olması bakımından ufuktadır; yeryüzündeki yaşamı iyileştirmenin yanı sıra dönüştürmesi ve kusursuzlaştırması bakımından bütünseldir; gelişinin tanrısal aracılıkla olması ya da gerçekleşmesi bakımından mucizevidir.

Jakobenlerden başlayarak modern devrimciler bu görüşleri paylaştılar ama binyılcılar dünyayı ancak Tanrı'nın yeniden yaratabileceğine inanırken, modern devrimciler bunun ancak insanlık tarafından yeniden biçimlendirilebileceğini düşündüler. Ortaçağ'da inanılan her şey kadar inandırıcılıktan uzak bir anlayıştır bu. Belki de bundan dolayı her zaman bilimin yetkesine sahip bir şey olarak sunulmuştur. Modern siyaseti insanlığın ezeli günahlardan bilginin gücü sayesinde kurtulabileceği düşüncesi gütmüştür. En köktenci biçimleriyle bu inanç, son iki yüzyılı tanımlayan devrimci ütopyacılık deneylerine payanda olmuştur.

Dipnotlar
[2] E. M. Cioran, History and Utopia, Londra, Quarter Books, 1996, s. 81.
[3] Norman Cohn, The Pursuit of the Millennium: Revolutionary Millenarians and Mystical Anarchists of the Middle Ages, Londra, Secker and Warburg, 1957; bütünüyle gözden geçirilmiş basım, Londra, Paladin, 1970. Cohn'un Ortaçağ'daki binyılcılığı yorumlayışı David Nirenberg tarafından eleştirilmiştir: Communities of Violence: Persecution of Minorities in the Middle Ages, Princeton NJ, Princeton University Press, 1996, s. 3–4.
[4] R. H. Crossman (ed.), The God that Failed, New York ve Chichester, Sussex, Columbia University Press, 2001; ilk basım, Hamish Hamilton, Londra, 1950. Bu kitapta Arthur Koestler, Ignazio Silone, Richard Wright, Andre Gide, Louis Fischer ve Stephen Spender'ın makaleleri bulunmaktadır.
[5] Jonathan Spence'in parlak çalışmasına bakınız: God's Chinese Son: The Taiping Heavenly Kingdom of Hong Xiuquan, Londra, Harper Collins, 1996, s. xix.
[6] Age, s. xxi.
[7]Olağan algı örüntülerindeki bozulmaya bir yanıt olarak binyılcı hareketler üzerine bir çalışma için, bkz. Michael Barkun, Disaster and Millennium, New Haven, Yale University Press, 1974.
[8] Bunun Hıristiyan kökeni konusunda çok engin ve tartışmalı bir yazın vardır. Bununla birlikte, İsa'nın karizmatik bir Yahudi öğretmen olarak portresi için, bkz. Geza Vermes, Jesus the ]ew: A Historian's Reading of the Gospels, Londra, William Collins, 1973. Yeniden basımı için, bkz. Fortress Press, Philadelphia, 1981. İsa'nın doğumuna ilişkin bir inceleme için, bkz. The Nativity: History and Legend, Londra, Penguin, 2006. A. N. Wilson kendi kusursuz kitabında İsa'nın Vermes'dekine benzer bir portresini çizmektedir: Jesus, Londra, Pimlico, 2003. Eskatologya inanışının İsa'nın öğretisindeki önemli rolünü görmek için, bkz. Norman Cohn, Cosmos, Chaos and World to Come: The Ancient Roots ofApocalyptic Faith, 2. basım, New Haven ve Londra, Yale University Press, 1995, 11. Bölüm.
[9] Albert Schweitzer, The Quest for the Historical Jesus, New York, Dover, 2006, s. 369. Schweitzer'den bu bölümü Philip Rieff ölümünden sonra yayımlanmış olan güzel kitabında alıntılamıştır: Charisma: The Gift of Grace, and How it Has Been Taken Away from Us, New York, Pantheon Books, 2007, s. 69.
[10] Zerdüşt'ün aydınlıkla karanlık arasındaki savaşın sonucunun belirsiz olacağına inanmış olabileceği konusunda, bkz. R.C. Zaehner, The Teachings of the Magi, Oxford, Oxford University Press.
[11] Hans Jonas, The Gnostic Religion, 2. basım, Boston, Beacon Press, 1963, 13. Bölüm, s. 320–340. Gnostisizm'e ilişkin başka sağlam görüşler için, bkz. Kurt Rudolph, Gnosis: The New Nature and History of Gnosticism, San Francisco: HarperCollins, 1987; Elaine Pagels, The Gnostic Gospels, New York, Random House, 1989.
[12] Özgür Ruh heretikliğine ilişkin genel bir değerlendirme için bkz. Cohn, The Pursuit of the Millenium, özellikle 8. ve 9. bölümler. Cohn'un Özgür Ruh'a ilişkin anlatısı Robert E. Lerner tarafından eleştirilmiştir: The Heresy of the Free Spirit in the Later Middle Ages, Notre Darne, University of Notre Dame Press, 1991.
[13] Cohn, The Pursuit of Millenium, s. 13.

Kara Ayin, John Gray, Çev. Bahar Tırnakçı, Cogito, YKY, s. 14-26