Almanya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Almanya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Kasım 2021 Çarşamba

Almanya, Sığınmacılar Memleketi

Almanya, Sığınmacılar Memleketi

"


  Almanya'da 10 ayda 758 bin sığınmacı Almanya'da bu yılın ocak-ekim döneminde 758 bin sığınmacının kayıt altına alındığı bildirildi. İçişleri Bakanlığı'nın verilerine göre Almanya'daki sığınmacılar arasında en büyük grup olan Suriyelilerin sayısı 244 bini buluyor.

25 Ekim 2021 Pazartesi

Suriyeli Sığınmacıların Almanya'daki ekonomik durumları,Almanya ne kadar yardım etmwktedir

Suriyeli Sığınmacıların Almanya'daki ekonomik durumları,Almanya ne kadar yardım etmwktedir

"


  Suriyeli sığınmacının Almanya'daki ekonomik durumu Almanya Federal Göçmen ve Sığınmacı Dairesi (BAMF), Almanya'ya gelen Suriyeli bir sığınmacının, sığınma başvurusu yaptıktan sonra işlemlerinin sonuçlanmasının

19 Ekim 2021 Salı

10 Temmuz 2017 Pazartesi

Düşünenler Kulübü

Düşünenler Kulübü

Der Denker Club
Düşünenler Kulübü , 1819
http://wortwuchs.net/literaturepochen/vormaerz/

Almanya'da Fransız Devriminin etkilerini silmeyi amaçlayan Restorasyon Dönemi'nde, liberal burjuvazi bazı cesur çıkışlar dışında, siyasal baskı koşullarını sineye çekti. Bu yıllarda yapılmış olan ünlü Düşünenler Kulübü karikatürü, konuşma özgürlüğü üzerindeki baskıyı ve onun karşısındaki teslimiyeti yansıtıyor. 

Duvardaki yazıda şunlar yazılı: 
"Bugünkü oturumda üzerinde düşünülecek olan önemli sorun şudur: Acaba düşünmemize daha ne kadar izin verilecektir?"

Sosyalizm ve Top. Müc. Ansk., Cilt 1, İletişim Yayınları, s. 43

10 Nisan 2017 Pazartesi

II. Dünya Savaşı’nda Türkiye

II. Dünya Savaşı’nda Türkiye

İtalya’nın 7 Nisan 1939’da Arnavutluk’u işgal etmesi, tehlikeyi Türkiye’nin güvenlik  sahasına taşıdı. On İki Ada’yı elinde bulunduran İtalya’nın Balkanlara doğru yayılma  eğilimi, Türkiye’de ciddi endişeye neden oldu. Bu durum Türkiye, İngiltere ve Fransa’yı birbirine yaklaştırdı. Türkiye aynı anda da SSCB ile dostluğunu sürdürmek istiyordu. 23 Ağustos 1939’da Almanya ile SSCB’nin imzaladıkları Dostluk ve Saldırmazlık Paktı’yla Doğu Avrupa’yı aralarında paylaşmaları Türkiye’yi bir yol ayrımına getirdi. SSCB, Türk Dışişleri Bakanı Şükrü Saracoğlu’nu Moskova’ya davet etti. Saracoğlu’nun amacı Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında imzaya hazır hâle gelmiş olan ittifak ile Türk-Sovyet dostluğu arasında bir bağlantı kurmaktı. SSCB’nin hedefi ise Montrö Sözleşmesi’nin Boğazların geçiş statüsünü kendi lehine değiştirilmesini sağlamak, Boğazlar üzerinde söz ve kontrol sahibi olmaktı. Bu nedenle görüşmeler sonuçsuz kaldı. Sovyetlerle anlaşma mümkün  olmayınca Türkiye 19 Ekim 1939’da Ankara’da İngiltere ve Fransa ile üçlü bir ittifak imzaladı. Buna göre bir Avrupa devletinin saldırması ile başlayan ve İngiltere ile Fransa’nın da katılacakları bir savaş Akdeniz’e sıçradığı takdirde Türkiye, İngiltere ve Fransa’ya yardım  edecekti. Bu antlaşmanın Türkiye’ye getirdiği sorumluluklar, İngiltere ve Fransa’nın taahhüt ettiği yardımların yapılmasına bağlandı. Antlaşmaya koyulan bir ek maddeyle Türkiye kendisini SSCB ile savaşa girmek zorunda bırakacak bir yükümlülükten muaf tutuldu.

1941 yılında Almanların Balkanlar’da ilerlemeleri, Yunanistan’ı işgal etmeleri ve Bulgaristan’ın  mihver devletleri yanında savaşa girmesi, savaş tehlikesini Türkiye sınırlarına kadar dayandırdı. Bu gelişmeler üzerine Türkiye başta İstanbul olmak üzere bazı şehirlerde sıkı yönetim ilan edip, Trakya’ya asker yığdı ve sınır boyunca güvenlik tedbirleri aldı. Türk Dışişleri ‘’Türkiye, toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına karşı yapılacak her saldırıya silahla karşı koyacaktır.’’ diyerek Türk topraklarına saldırması hâlinde Almanya’ya karşı savaşacağını açıkça belirtti. Adolf Hitler, 1 Mart 1941’de Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye bir mektup göndererek Almanya’nın Türkiye’ye karşı saldırgan emelleri olmadığını ve Alman ordularının Türk sınırından 60 km. uzakta kalacağını bildirdi. Bu gelişmelerden sonra Almanya, Türkiye ile İngiltere’nin yakınlaşmasını önlemeye çalıştı. 18 Haziran 1941’de Almanya’yla Türkiye arasında bir saldırmazlık paktı imzalandı. 22 Haziran’da Alman ordularının SSCB üzerine saldırıya geçmesiyle Türkiye üzerindeki baskı azaldı.

SSCB 1942 Kasım’ında Alman ilerleyişini Stalingrad’da durdurup savaşta üstün duruma geçtikten  sonra, Türkiye’ye karşı sert bir politika izlemeye başladı. Türkiye’nin savaş dışı politikası ilişkileri gerginleştirdi. Almanya’nın yenilgisi, Türkiye üzerindeki Alman tehlikesini kaldırmış ama bunun yerini Sovyet tehlikesi almıştı.

Almanların Kasım 1942’de Stalingrad’da yenilmesinden sonra müttefiklerin Türkiye üzerindeki beklentileri arttı. Churchill’de, 1943 ilkbaharında Türkiye’nin savaşa girmesinin zamanı geldiğine inanıyordu. Ona göre Türkiye’nin savaşa katılması, Almanya’ya karşı Balkanlarda bir cephe  açılmasını sağlayacaktı. Stalin ise ‘’Türkiye’nin baharda bizim tarafımızda savaşa katılması için mümkün olan her şeyin yapılması arzu edilir. Hitler ve suç ortaklarının yenilgilerinin hızlandırılması için bu çok önemlidir.’’ Diyerek aynı düşünceyi paylaşıyordu.

Churchill, bu amaca yönelik olarak 30  Ocak 1943’te Adana’ya geldi. Churchill, İsmet İnönü’den Almanlara karşı Balkanlarda olabilecek bir harekâta katılmasını ve Türkiye’deki hava ve deniz üslerinden yararlanılması isteğinde bulundu. Ancak Türkiye, Almanya’nın yenilmesiyle daha da güçlenecek olan Sovyet Rusya’ya güvenmemekteydi.  Asıl önemlisi Türk ordusunun savaş araç ve gereçleri, Almanya ile savaşacak düzeyde değildi. İngiltere, konferans sonunda Türkiye’nin askerî ihtiyaçlarının Hükümet savaş ihtimaline karşı ilk aşamada sivil halkı ve şehirleri koruyucu birtakım tedbirler aldı. Bu düşünce ile 15 Kasım 1940’ta İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde geceleri karartma yapılmasına geçildi. Karartma, sokakların aydınlatılmaması ve binalardan dışarıya ışık sızdırılmaması şeklinde uygulandı. Öte yandan büyük bir stratejik önem taşıyan Boğazlar çevresinde bulunan Edirne, Tekirdağ, Kırklareli, İstanbul, Çanakkale ve Kocaeli’de sıkı yönetim ilan edildi. Bu altı ildeki sıkıyönetim uygulaması II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar sürmüştür. Aşağıdaki resimde İnönü ve Churchill Adana’da tespit edilerek  müttefik devletlerce yapılacak yardımın artırılmasına karar verildi. Böylece Türkiye, müttefiklere yakınlaşmakla beraber savaş dışında kalmayı başardı.

İnönü ve Churchill Adana’da Görüşürlerken
II. Dünya Savaşında, Türkiye

28 Mart 2017 Salı

Alman Utanç Günü 1 Nisan 1933

Alman Utanç Günü 1 Nisan 1933

Ernst E. Hirsch 
1982
1 Nisan 1933 Nazilerin Yahudi işyerlerini boykot çağrısı. Yürütücü milisler SA'lardı (kahverengi gömlekliler)

1933 Mart ayında yapılan Rayh parlamentosu seçimlerinde NSDAP [Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi], oyların sadece %43,9’unu aldı, mutlak çoğunluğu kazanamadı. Böylece NSDAP, gerçi en güçlü fraksiyon oluyordu, ama ancak Deutschnationale Volkspartei fraksiyonunun desteğiyle parlamentoda çoğunluğu sağlayabilirdi. Rayh parlamentosu ve hükümet, anayasaya uygun biçimde kurulmuştu. İşte, bu nedenle bir ihtilâlden değil de, “inkılâptan söz edilmekteydi.


Hitler, Ulmer Reichswehrprozess sırasında da, yeminle temin ettiği gibi, anayasal yoldan iktidara gelmişti. Bu iktidarı nasıl ve hangi amaçla kullanacağını ise. “Kavgam” adlı kitabında, herkesin anlayabileceği bir açıklıkla anlatmış bulunuyordu. Hitler’in hedefleri ve yöntemleri, basın aracılığıyla olsun NSDAP’nin öteki yayınlarıyla olsun, seçmen kitlesine öğlesine yoğun bir şekilde iletilmişti ki, herkes bu anayasal iktidarın sonunun nerelere varabileceğini pekâlâ görecek durumdaydı. Gerçi  seçmenlerin büyük kısmı, bütün bu anlatılanları bir hayal, bir ütopya olarak değerlendiriyor, bunların birazının dahi gerçekleştirilebilirliğine ancak hayalperestlerin inanacağını düşünüyordu. Fakat nisbeten yüksek bir katılımın olduğu bir seçimde Hitler’in ve “Hareket”in yönetici kurmayları
arasındaki yakın arkadaşlarının, seçmenlerin hemen hemen yarısını kazandıkları da bir olgu olarak karşımızdaydı.

Her türlü telkin ve demagoji aracıyla, rüşvetle, yozlaştırmayla, geleneksel her türlü değer ölçüsünü
ayaklar altına alıp çiğneyerek, tahrip ederek ve yeni bir takım değerler ortaya atarak, bu değerlerle Versay Antlaşması ve sonuçlarının millî onurda açtığı yaraları sarmak, dünya ekonomik bunalımı ve olağanüstü yüksek işsizlik yüzünden sarsılan ekonomiyi gene ayakları üstünde dikmek ve halst not least, “Bin Yıllık Bir Rayh” içinde “Deutschland über alles” (“Herşeyin Üzerinde Almanya”) kurmak gibi vaatlerde bulunan Hitler, halkı iğfal etti.

Yine 1933 yılından bir an. Naziler kitapları yakıyor.
Ama, 1933'ten önceki yıllarda Alman basınının büyük kısmının seviyesizliğine tanık olan, özellikle de sözde bağımsız “Gencralanzeiger” basının rezilliğini bilen, siyasî mücadele üslubundaki kabalaşmayı izleyen ve parlamentoda Weimar Anayasasının ilkelerine sarılan orta yolcuların, Rayh’ta ve Prusya’da hukukun ve anayasanın çiğnendiğini gördükleri halde nasıl çaresiz kaldıklarım bilen herkes, iktidarı
“anayasal yoldan” ele geçirmenin, gerçekte, bir hükümet darbesini dış görünüşte meşrulaştırmaya yarayan bir kılıf olduğunu kavrayabilirdi.
Bu hükümet darbesi, Hitler’in Ocak ayı sonunda, Rayh şansölyesi ilân edilmesiyle, Mart ayındaki Rayh parlamentosu seçiminden de önce, de facto
olarak tamamlanmış bulunuyordu.

Bu çapta siyasî altüst oluşları, ahlâkî değer ölçüleriyle değerlendirmek mümkün değildir. Bu nedenle, alman halkının kollektif olarak suçlu olduğundan söz etmek, bu suçun ceremesini bugünkü Alman nüfusunun da çekmesi gerektiğini söylemek, düpedüz saçmalıktır. Tüm halkın, gelecek kuşaklar da dahil olmak üzere, de facto olarak katlanmak zorunda kaldığı, uğursuz bir siyasetin sonuçlarıdır bunlar. Suç isnadı ise ancak bunu uygulayanlara yöneltilebilir. Uygulayanlar ise, Goethe’nin de dediği gibi, her zaman için vicdansızdırlar. Sorumluluğu gerektirecek bir vecibeden söz edilecekse, ancak aşağıdaki mülâhazalar ileri sürülebilir, kanısındayım:

Devlet gücünün “de jure” olarak halktan kaynaklandığı ve genel, eşit, dolaysız ve gizli yapılan seçimler sonucu seçilen milletvekilleri tarafından uygulandığı bir parlamenter demokraside, siyasî bir kollektif suçtan ancak şu anlamda söz etmek mümkündür:
Seçmenlerin kararıyla iktidara gelmiş olan halk temsilcilerinin çoğunluğu tarafından örülmüş olan çorabın sonuçlarına, tüm halk politik olarak katlanmak zorunda kalmıştır. Seçimler gizli olduğundan, seçmenleri tek tek tesbit edemezsiniz, sadece seçilen milletvekillerini tesbit etmemiz mümkündür. Eninde sonunda, devlet gücünün uygulanmasındaki siyasi sorumluluk, bu milletvekillerinin sırtındadır.
Bu milletvekilleri, bir hükümete sadece güvenoyu vermekle kalmamış, bunun da ötesinde, görevleri olan ve parlamenter sistemin özünden kaynaklanan denetleme görevinden vazgeçmiş, böylece hükümete sınırsız eylem özgürlüğü sağlamışlardır. Bu sonuç, 24 Mart 1933 tarihinde Rayh parlamentosu tarafından kabul edilen ve Yetki Kanunu (Ermâchtigungsgesetz) adıyla anılan “Gesetz zur Bchebung der Not von Volk und Reich” ile gerçekleştirilmiştir. Federal Almanya Anayasa Mahkemesinin görüşüne göre (resmî kolleksiyon Cilt 6, s. 331 v.d.) bu yetki kanunu, nasyonal sosyalist zorbalık yönetimini devrimle gerçekleştirmekte bir adımdır; bu kanunla, o güne kadar geçerli olan yetki düzeni kaldırılmış, yerine yenisi getirilmiştir.

Bu yeni yetki düzeni, hızla hem içte hem de dışta kendini kabul ettirmiş ve uluslararası düzeyde de kabul görmüştü. Yetki kanununun çıkarılmasından hemen sonra yeni yetki düzeninin “de facto” olarak kabul edildiğine, hem hâkimler tarafından, hem de Üniversite mercileri tarafından itirazsız boyun eğildiğine kanıt olarak, o günlere ait kendi kişisel tecrübelerimi aktarmak istiyorum.

NSDAP, yani bir devlet mercii değil de, parti, 1 Nisan 1933 tarihinde Yahudi dükkânlarını, esnafı, avukatları, doktorları vb. boykot etmek çağrısı yaptı. “Almanlar! Kendinizi sakının! Yahudilerden Alışveriş Yapmayın!” yazılıydı pankartlarda. Bunları boykota uğrayanlar bizzat, kendi dükkânlarının
camekânlarına, iş yerlerinin, muayenehanelerinin girişine, tehdit altında, asmaya zorlanıyordu. İşte terör böyle böyle başladı. 

www.ceji.org
Nazi lideri Joseph Goebbels resmi anti-semitizm kampanyasını başlatıyor.
Terörü daha da etkili kılan, boykot edilen dükkânların önüne SA-gruplarından oluşan nöbetçilerin dikilmesi ve halkı bu dükkânlara girmekten alıkoyması idi. Tek tük istisna dışında alman halkı, bu şekilde terörize edilmeye izin verdi ve medenî cesaret gösteremedi. 1938 Kasım ayındaki “kristal gecesi” değil, 1 Nisan 1933’teki “Yahudi Boykotu Günü”, asıl “Alman Utanç Günü”dür.
Asıl bu gün, Alman halkının NSDAP'nin keyfiliğine karşı koymadaki zaafını ortaya çıkarmış ve nazilerin daha da keyfî önlemler geliştirme cüretini artırmıştır.

30 Mart günü, bu “Yahudi Boykotu Günü”nden tam 2 gün önce, telefonla aranarak, o gün öğleden sonra, Eyalet Mahkemesi Başkanı Dr. Hempen’in makamına çağrıldım. Dr. Hempen, beni Eyalet Mahkemesinin Hukuk Sınavı, Dairesinde (Justizprüfungsamt) görev yapan “Profesör” üyelerden biri olarak tanıyordu. Eski Prusya eyaleti Hessen - Nassau’nun o günkü Rayh komiseri Dr. Roland Freisler adına, benden, yeni bir haber gelene kadar hâkimlik görevimi yerine getirmemem ricasında bulundu. Ve ben - aynı önleme uğramış pek çok öteki arkadaşımın aksine- bu talebi şiddetle reddettiğimde de, başkan, kendisine zorluk mu çıkarmak niyetinde olduğumu sordu. Meselenin bu olmadığını, hâkimliğin bağımsızlığının ve her ikimizin de ettiği hâkimlik yemininin uygulanıp uygulanmamasının söz konusu olduğunu açıkladım. “O takdirde, size şu andan itibaren izinli olduğunuzu resmen bildiriyorum”, cevabını aldım. Ancak 10 Nisan’da, yani 7 Nisan tarihli “Gesetz zur Wiederherstellung des Berufsbeamtentums” (Devlet Memurluğuna Yeniden Saygınlık Kazandırma) Kanununun yürürlüğe girmesinden birkaç gün sonra, bu sözlü emir bana yazılı olarak bildirilmiştir. Söz konusu kanundan 8 gün önce bir Eyalet Mahkemesinin başkanı tarafından bir eyalet yöneticisinin talimatı üzerine, kaydıhayat şartıyla memuriyete atanmış bir hâkimin zorunlu izne çıkarılması, hem her türlü yasal ve hukukî temelden yoksundu, hem de güçlerin ayrımı ilkesine, hâkimlerin bağımsızlığı ilkesine ve Kamu Personeli Hukukuna indirilmiş ağır bir darbe idi.
Zayıf kalan karşı gösteriler... Amerikalı Yahudilerin organize ettiği Nazi karşıtı gösteri.
Ama, o sırada elimden ne gelirdi ki? Üniversitenin Hukuk Fakültesinden, dost olduğum iki profesörle, geçici olarak zorunlu izinli sayılacağım açıklamasından hemen sonra, durumu tartıştım. Her ikisi de, aşırı bir adım atmamamı önerdiler. Birinin öğüdü hiçbir zaman aklımdan çıkmamıştır:
“Mahkeme merdivenlerinde kendinizi öldürtürseniz, kimseye bir yararınız dokunmaz. Bugün artık bir dava uğruna ölen kahraman filan olmuyor, çünkü terör karşısında herkes susmak zorunda”.

Rayh Mahkemesi katında, yukarıda sözünü ettiğim kanunun, içinde açık seçik belirtilmeyen “hâkimlere” de uygulanması hakkında neler düşünüldüğünü öğrenmek amacıyla, daha stajyerlik yıllarımdan tanıdığımReichsgcrichtsrat Dr. Bernhard Brandis’i* ziyarete gittim. Dr. Brandis, durumu, benim yanımda, Rayh Mahkemesi Yargıçları Birliği’nin o günkü başkanı, Senato Başkanı Dr. Wunderlich ile tartıştı. Sonunda Dr. Wunderlich bana şunları söyledi: “Genç meslektaşım, sizinle birlikte sessizce tahammül ediyoruz”. Bunun üzerine kendisine şu cevabı verdim: “Kusuruma bakmayın, sizden yaşça çok genç olduğum halde, sözlerinizi düzeltmek zorundayım:
Siz, sessizce tahammül etmiyorsunuz, sessizce müsamaha ediyorsunuz".

Bu “siz” hitabı, tüm Alman hâkimlerine yönelmiştir. Çünkü hâkimlerin meslek teşkilâtı, Deutschnationale Volkspartei üyesi olan Adalet Bakanı  Gürtner’e nesnel hiçbir müracaatta bulunmadığı gibi, hakimlerin bağımsızlığı açısından vazgeçilmez bir teminat olan görevden keyfi uzaklaştırmama ilkesinin göz göre göre çiğnenmesine karşı gık bile dememiş, hiçbir alenî protesto girişiminde bulunmamıştı.

Yeni düzen, işte, bu denli hızlı bir biçimde kendini bilfiil kabul ettirdi. Alman hâkimleri ve hâkimlerin meslek kuruluşları, kendi özel statülerinin temellerini tahrip eden tüm keyfi davranışlara boyun eğdiler, bunları sessizce kabullendiler. Devlet memurluğunun bütün şartlarını eksiksiz yerine getiren ve büyük kısmı zerrece siyasî bir faaliyet içinde olmayan sayısız hâkimin, akşamdan sabaha, işlerinden tazminatsız atılmasına göz yumdular.

İsmine bakılacak olursa, memuriyetlere partililerin doldurulmasına ve devlet imkânlarının yemlik gibi kullanılmasına karşı güya bir “temizlik önlemi” olarak çıkarılan bu kanun, gerçekte, yeni rejimin istemediği kişileri memuriyetten atmayı ve açılan yerleri de liyâkatlerini kanıtlamış “eski mücahit”lerle doldurmayı amaçlamaktaydı. Tabii, aynı zamanda, NSDAY’ye kaydolmak için de ortaya atılan bir yem oluyordu. Bazıları, NSDAP’ye girerek kendi mesleklerinde terfi etmeyi ve daha kolay bir hayat teminini tasarlamaktaydılar. Buna bir örnek olarak, fakülte ve hâkim meslekdaşlarımdan birini anmak istiyorum. Bu zat, vicdanını rahatlatmak için bana gelerek, çoktandır parti üyesi olan bir savcının kendisine de parti üyesi olmasını hararetle tavsiye ettiğini, kendinin de, sırf karısıyla çocuklarını düşündüğünden bu tavsiyeye uyduğunu, yoksa kalben kesinlikle NSDAP yönünde düşünmediğini söylemişti. Aradan bir yıl geçtikten sonra aynı adam: “Yeni Anlamıyla Hâkim Bağımsızlığı” başlıklı bir tür “iman tazeleme" yazısı yayınladı. Ve bu yeni anlam artık geçerliliğini
yitirdikten sonra da, Federal Almanya’nın saygın Hukuk Fakültelerinden birinde hukuk felsefesi ordinaryüsü oluverdi... Tabii, geçmişle “hesaplaşmanın” bir yolu da böyle olabilir!

Tam da Yahudi Boykotu Gününde apartman dairesinden çıkarak, Eschershcim’de Kirscherg yakınındaki müstakil eve taşınmaya girişmiştik. Mobilyalarımızla kitap sandıklarını taşıyan kamyonet bir sefer gidip geldikten sonra, geri kalanını ben Adler-Primus marka arabamızla eski evden yeni
eve taşıdım; mutfak eşyası, tabak, çanak, lâmbalar, vazolar ve başka ufak tefek eşyayı böylece kendim götürdüm. Gene böyle bir seferde, gümüşlerin durduğu kutuyu evden arabaya taşırken, gamalı haç pazubentli gençten bir adam yanıma yaklaştı ve ne yaptığımı sordu. Kendisi, kapımızın önüne
boykot için dikilen NSDAP nöbetçilerindendi. “Gördüğünüz gibi, taşınıyorum” dedim. “Ama yalnızca birkaç ev öteye gidiyorum. Kendi gözlerinizle görmek isterseniz, yani buyurun yanıma oturun, beni nasıl olsa derslerden tanıyorsunuz”. Bu cevap üzerine, öğrencimin nutku tutuldu. Utançtan kıpkırmızı kesilerek arkasını döndü ve gözden kayboldu, bir daha da ortalarda gözükmedi.

O gün Alman Rayh’ı içinde, özellikle de kentlerin alış-veriş merkezleriyle küçük köylerde olan biteni, ertesi günkü gazetelerde okuduk, gördük. 1 Nisan 1933 benim için, her zaman, “Alman Utanç Günü” olarak kalmıştır. Çünkü 20. yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarında tam bir pogrom kinciliği, Alman halkının büyük kısmında âdeta dünden hazırmışlar gibi, uygun zemin bulmuş, Almanlar Yahudi yurttaşlara karşı ancak ortaçağlara yaraşır bir kıran tutumu alabilmişlerdir. Polis, Yahudilere saldırılmasına, bunların yaralanmasına, aşağılanmasına seyirci kalmış, halk da bütün bu iğrençlikler ve zorbalıklar sanki bir film perdesinde cereyan ediyormuş gibi kılı bile kıpırdamadan bakmıştır. O gün, kimbilir kaç kişi SA’nın adamları tarafından sorgusuz sualsiz tutuklanmış, hakaretler yağdırılarak temerküz kamplarına sürüklenmiştir!

Bu konuda ilk elden bilgi edinmek isteyen herkes, yani nasyonal sosyalist “ihtilâlin gerçekte neye benzediğini öğrenmek isteyen herkes, sadece cesaretini toplamalı ve 1.4.1933 tarihli Yahudi Boykotu Günü hakkında basında çıkan haberleri okumalı, yeter. Bu Alman Utanç Günü ile, hâlâ, bugüne kadar, hesaplaşılmış değildir; çünkü hiç kimse, Alman halkının büyük kısmının o gün pasif kaldığı gerçeğini görmek istemiyor. O günde, boykot altındaki bir büroya ya da dükkâna adım atmak bile büyük cesaret işiydi. Siyasî yönetim, Alman kamuoyuna neleri kabul ettirebileceğini ve engellenmeksizin ne gibi alçaklıklar yapıp yaptırabileceğini o gün sınadı ve kavradı. Öyle alçaklıklar ki, örnekleri Alman kentlerinde son olarak tam altıyüz yıl önce Ortaçağın Yahudi takibatlarında; yakın
zamanlarda ise, ancak Çarlık Rusya'sında ve komünist Rusya’daki pogromlarda görülmüştür. Almanya, işte, bu kadar batmıştı! Ve beş yıllık Nazi rejiminden sonra 1938 Kristal Gecesinde değil, daha bu Rejimin ilk yılında.

Notlar

* Senato başkanlığına yükseltilmiş olan Drandıs, gerçi savaşı sağ salim atlatmıştır; Takat 1945
Ağustos ayın sonunda Sovyet NKWD tarafından tutuklanarak bir temerküz kampına gönderilmiş,
1946 da burada ölmüştür. Bkz. Schaerer: Das grosse Stcrbcn ım Rcichsgerichl. Deutsche Richerzeitung 1967, s. 249 vd. s. 260).


[Alıntı yaptığım bu kitap;
‘Aus des Kaisers Zeiten durch Weimarer Republik in das Land Atatürks, Eine unzeitgemasse Autobiographic’ adı ile 1982 yılında Münich’deki Sweitzer Verlag tarafından yayınlanmıştır. DK]

Kaynak
Prof. Dr. Ernst E. Hirsch, Anılarım, Kayzer Dönemi Weimar Cumhuriyeti Atatürk Ülkesi, TÜBİTAK yayınları, s: 179-182


[Görseller, alt yazılar, koyulaştırma ve başlık bana aittir. DK]

6 Eylül 2010 Pazartesi

Kitabı Anlamazsan

Kitabı Anlamazsan

Bir Donanma Kurarsın, Savaşı Kaybedersin
1900, Alman imparatorluğu

Bazıları onun yazarlıktan önce, aslında deniz tutan bir Amerikalı gemici olduğunu söylerler. Alfred Thayer Mahan, her koşulda orduya katılmış olmalıydı. Babası, her şeyden önce, ünlü bir askeri taktisyendi. West Point harp okulunda ders veriyordu.

Alfred Mahan isimli bu adam, savaş alanı taktikleri kitabının büyük yazarı, bir nesil harp okulunun öğretmeni, sivil savaşta ölümsüz bir şan ve şöhret sahibi idi. Belki de küçük Mahan'ı Annapolis'e donanmada bir kariyer sahibi olmaya iten, babasının gerçekten önde gelen bu kişiliği idi.

Küçük Alfred, Carolina sahillerinde savaş süresince görev aldı ve daha sonra deniz aşırı bir yolculuğa gönderildi. Sonra yolculuklar birbirini takip etti. Gemi nasıl giderse gitsin, iki-üç günlük bir süre için bile olsa, Alfred'i ölümcül bir şekilde deniz tutuyordu. Yine de gerçek bir deniz subayı olarak kendini hep denize attı. Birçok liman görevi için sahile çıktıysa da sonunda yeni bir olanak buldu: Deniz Harp Akademisi...

Alfred T. Akademiye geldiğinde, hiç ümit vermeyen bir göreve sahipti. Birkaç karaya sürülmüş eğitmen -ki onların da tuhaf oldukları düşünülürdü- vardı. Bu okulu dünyanın en prestijli deniz enstitülerinden birine dönüştürmeyi başardı. 19. ve 20. yüzyılların en etkileyici kitap serilerinden birini yayınlayan Alfred'di: Denizdeki Gücün Dünya Tarihine Etkisi...

Mahan'ın tezi şuydu: Milletlerin güçlenmesi ve gerilemesinde en belirleyici faktör deniz güçleridir. Kara kuvvetleri hızlı hareket etme özelliğine sahip değildirler, hem de lojistik zorunluluklar nedeniyle hantaldırlar. Deniz kuvvetleri ise, bugün Karayipler'de yol alırken iki hafta içinde Baltık Denizine ulaşabilir. Doğası gereği donanmalar dünyanın her yerinde güçlerini gösterebilirler. Sadece donanması sayesinde, bir millet kayda değer bir güç haline gelebilir.

Günümüzde düşmanını kollama bir deniz filosunun en öncelikli görevidir. İlk yapılacak şey rakibinin deniz gücünü hesap etmek ve tüm gemilerini batırmak olmalıdır. Bu başarıldığında düşman savunmaya geçmek zorunda kalacaktır. Ticaret gemileri teslim olacak, kaynakları engellemelerle kesilecek, sahil şehirleri bombalanma tehlikesi altında olacak, kolonileri yok edilecek ve sonuçta tüm yurt denizden yapılabilecek bir çıkartmanın tehdidi altına girecektir.

Öyle bir çıkartma ki, yer ve zamanını saldıran taraf belirleyecek, rakip ise tüm kaynaklarını sahip olduğu bölgeleri korumak için kullanmak zorunda kalacaktır.

Kısacası, Mahan'a göre, küresel oyunda önemli bir aktör olabilmek için bir donanmaya sahip olunması öncelikli şarttı.

1815 Viyana Konferansından sonra, Avrupa'daki güçler kendilerini deniz gücü açısından İngiltere ile karşı karşıya buldular. İngilizlerin büyük deniz gücü, Napolyon İmparatorluğu'nu blokaja almış, yavaş yavaş çöküşe sürüklemekteydi. Savaş sonunda dost ülkeler ve hatta eski düşmanlar arasında çok hassas bir anlaşmaya gidildi. İngiltere denizdeki üstünlüğünü koruyacaktı.

Bu, İngilizlerin yaşamak için denize bağlı olmak zorunda kalmalarındandı. Denizdeki bu İngiliz üstünlüğünün kabul edilmesine karşılık, tüm ülkeler bir donanma kurma ve denizlere açılma hakkına sahip olacaklardı. Fakat bu üstün gücün karşısında ciddi bir rakip haline gelmemek şartıyla.

Fransa 1860'lar ve 80'ler arasındaki sürede eski gücüne kavuşmayı başardı. İlk gerçek demirden gemiyi üretti: La Gloria. Bu gemilerle tüm İngiliz donanmasını bir günde kullanılmaz hale getirebilirdi. İngilizler ise uyguladıkları yapılanma programı sayesinde, 1880'lerin sonunda çelik gemilerin üretiminde öne çıktılar. Almanya'nın değişik bölgelerinden ithal ettikleri çelik ile her zamankinden daha çok gemi ürettiler.

Fransızlar, İngilizlerle yarışmayı bırakmak zorunda kaldı. Bunun yerine ucuz, yenilenebilen teknoloji ile yola devam etmeyi tercih ettiler. Muhrip gemilerinin üretiminde, araştırma ve geliştirmesinde lider hale geldiler. Öte yandan İngilizler karşılık olarak büyük muhripler, denizaltılar ve mayınlar üretti.

Fransızların eski düşmanları olan Almanlar, İngilizlerle Fransızlar arasındaki rekabeti hep eğlenerek izlediler. Bir Fransız gemisine yönelen her silah, kendi sınırlarına yönelecek bir silahın eksilmesi anlamını taşıyordu. Donanmaya harcanan her frank, Ren bölgesini tehdit eden bir frankın azalması demekti. Öte yandan İngilizler Almanları Fransız yayılmacılığına karşı her zaman doğal bir müttefik olarak gördüler.

Kısacası, yeni bir Avrupalı güç olma yolundaki Almanya ile denizlerin hakimi İngiltere arasında bir çatışma olması, Fransızlar dünyaya yayılmaya devam ettiği sürece anlamsızdı. Alman donanması sıradan bir sahil güvenlik sisteminin ötesine geçemiyordu. Birkaç küçük gemiden ibaretti. Öyle ki, İngilizlerden yardım istediklerinde, zengin ağabeyin fakir kardeşine yardım etmesi gibi bir tavırla karşılaşıyorlardı.

Ama daha sonraları iki önemli olay gelişti; ilki Mahan'ın yayınladığı güçle donanma arasındaki ilişkiyi anlatan kitap serişiydi. İkincisi ise II. Wilhelm'in daha büyük bir Almanya hayaliyle başa geçmesiydi. Willie çabuk olgunlaşmış, ego problemi olan bir çocuktu. Bazıları bu problemin, beceriksiz bir doktorun doğum esnasında Wilhelm'in koluna ciddi şekilde zarar vermesinden kaynaklandığını söylerler.

Maço denilebilecek bir toplumda böyle bir yara taşımak, onu ister istemez aşağılık kompleksine sokmuştu. Psikolojik durumu nasıl olursa olsun, Wilhelm dış politikada ani bir değişim süreci başlattı.

Aslında, İngiliz olan her şeye hayranlığı ironikti. Anneannesi efsanevi Victoria ölürken yanı başında durmuş, elini tutmuş ve gözyaşlarını tutamamıştı. Kuzeni Edward'a da bir sıcaklık duymuş, bekar oldukları hafta sonlarında ikisi çok güzel deniz gezileri yapmışlardı. Aslında derinlerde bir yerlerde, denizle ilgili büyüyen bir düşmanlık da vardı aralarında.

Mahan'ın çalışmaları ilk yayınlandığında, Amerika'da küçük bir okuyucu kitlesinin ilgisini çekti. İlk hayranlarından biri New York'ta polis komiseri olan Teddy Roosevelt idi. Deniz aşırı ülkelerde ise beklenmedik bir ün kazandı. Hiçbir yerde Almanya'da olduğu kadar popüler olmadı; Wilhelm kitaba Alman nitelikler kazandırarak yeni bir baskısını çıkarttı.

Alman federal donanmasındaki her subayın okuyabileceği hale getirdi... Ve bu subayların kitabı okumaları da beklenir oldu. Manan Avrupa turuna çıktığında Almanya'da adeta bir süper star gibi karşılandı. Alman İmparatoru Mahan'la buluşmak ve kendi kitabına Amerika'nın efsane isminin el yazısıyla bir şeyler yazmasını istedi.

Almanya kısa bir süre içinde deniz filosunu geliştirdi. Bu arada Japonya da aynı süreci yaşadı. Wilhelm uygulanan geliştirme programının, kendi deniz sahalarını koruma amaçlı olduğunu bildiriyordu. Fakat, Mahan'ın söylediği gibi, gerçek bir dünya gücü, dünyanın her yerinde kendisine hammadde sağlayacak, telgraf istasyonlarını destekleyecek ve kömür stoklarını yenileyecek koloniler kurmaya mecburdu.

Rüzgarla yol alan gemilerden buharlı gemilere geçilmesinin en önemli dezavantajlarından biri gemilerin menzillerinin düşmesi oldu. Demir aldıktan üç ay sonra Pasifik'in ortasında olmak imkanı ortadan kalktı. Hiçbir modern gemi ortalama hızlarda hareket ederek iki-üç haftadan fazla yakıt ikmali yapmaksızın denizde kalamıyordu.

İki-üç günlük hızlı manevralar yapan gemilerin sadece yakıt stokları boşalmakla kalmıyor, aynı zamanda makineleri de tamir ister duruma geliyordu. Kömür istasyonları bu sebeplerle stratejik hedefler haline geldi. Bu istasyonlar daha çok korunur oldular. Binlerce kömür işçisi kömür ocaklarına indi.

Wilhelm için 20. yüzyılın başında bu çok parlak bir fikirdi. İngiltere ile rakip olabilecek durumda değildi, ulusal onur tüm dünyada 'ben varım' diyebilmeye bağlıydı. Tüm dünyada 'ben varım' diyebilmek ise koloniler kurmayı gerektiriyordu. Koloniler kurmak denizde güçlü olmak anlamını taşıyordu. Denizde güçlü olan yeni koloniler elde edebilirdi, daha çok koloni elde etmek ise ulusal güveni artırırken harcamaları da artıracaktı.

Almanlar Afrika sahilleri boyunca daha önceden ele geçirilmemiş bir takım üçüncü sınıf bölgeleri hakimiyetleri altına aldılar. İngilizler buna karşı çıkmadı. Fransızlar ise 19. yüzyıl boyunca bu bölgede İngilizlerin en ciddi rakibi olarak ses çıkartmadı. Almanlar Pasifik'te yeni adalar ele geçirdiler, yüksek harcamalarla buralara kömür ve telgraf sistemleri getirdiler.

Bu büyüme devam etti ve 1904'e doğru İngiliz yöneticiler arasında Almanlar bir tehdit olarak görülmeye başlandı. 1904'te yeni bir deniz mareşali, John "Bobbie" Fisher donanmanın başına geçti. İngiliz denizciliği, demir ve buharın kullanılmaya başlanmasından beri değişik kollara ayrılmaktaydı. Fisher vizyon sahibi biri olarak geleceği gördü ve içgüdülerini kullanarak yeni silahlar tasarlama işine girişti. Bir yıl sonra en modern Dreadnought silahları ile donanmış gemiler üretilmeye başlandı. Bunlar modern savaş gemilerinin ilkleriydi.

Fisher'in amacı Dreadnought'la Almanlara gözdağı vermekti. Almanların donanmalarım geliştirmelerine bir sorun olarak bakmıyorlardı, hatta denizdeki büyük gemilerine eşdeğer birkaç gemi üretmelerine de karışmıyorlardı, fakat tek istedikleri en ileri teknolojiye sahip olmak ve üstünlüklerini korumaktı. Bu üstünlük Almanlar tarafından kabul edildiği sürece iki ülke arasında geleceğe dair bir endişe olmayacaktı.

Wilhelm, Dreadnought'un silahlarını gördüğünde kıskançlığa kapıldı. Amirallerine ve gemi tasarımcılarına İngilizlerin son ürettiklerine eşdeğer ve hatta daha üstün gemiler üretme emri verdi. Üst düzey Alman subayları daha büyük gemiler üretmenin ve büyük düşünmenin büyüsüne kapıldılar. Wilhelm'le bu konuda ters düşmeyi hiç düşünmediler. Daha pragmatik düşünen çevreler ise İngiltere ile silah yarışına girmenin sadece kötü bir fikir değil, aynı zamanda delilik olduğunu düşündüler.


Stratejinin doğası gereği İngilizler denizde birinci ve en üstün kalmalıydı. Alman donanması ikincilikle yetinmeliydi. Fransa ve Rusya'nın tehdidi altındaki Almanların karadaki üstünlüklerini korumaya ihtiyaçları vardı. İnsan gücü ve kaynak yarışı içindeki Almanya'da, kara kuvvetleri deniz kuvvetlerinden çok daha üstün durumda olmalıydı. İngiltere'ye üstünlük sağlamanın imkansızlığı ortadayken neden bu çabanın içine giriliyordu ki?

Wilhelm yine de programın ilerlemesinden yana tavır aldı. Alman ulusal gururu bunu gerektiriyordu. Yeni bitirilmiş Kiel Kanalı yeni ve daha büyük gemiler için yetersiz kalacaktı. Bu kanalı genişletmek için de büyük harcamalar yapıldı. Almanlar İngilizlerle denizde büyük bir rekabete giriştiler.

Birkaç sene içinde Alman zırhlıları denize indirilmeye başlandı. Bu gemiler yirmi beş ve otuz santimetre çapındaki silahlarla donatılmıştı. Fransızlar garip bir tavırla bu yarışa girmekten çekindiler. Böylece bir tehdit olmadıklarını gösterip, İngilizleri Almanlarla uğraşma yoluna ittiler. Bu strateji tuttu, yüzyıllardır İngiliz savaş tatbikatları Fransızlarla çıkabilecek bir savaş üzerine kurulmuştu. Cebelitarık'tan Süveyş'e kadar Akdeniz ticaret yolunu ve Biscay Körfezi ile Manş Denizi'ni korumak amacını taşımışlardı.

Yüzyılın sonuna doğru, Fisher gemi manevralarını Kuzey Denizi'ne doğru kaydırdı. Almanya'ya, Baltık'ın dışına çıkarmaya yelteneceği her geminin kendilerini karşısında bulacağı mesajını vermiş oluyordu. Fisher'in saplantısı daha uzak ülkeleri de etkiledi. Japonlarla bir anlaşma yaparak Pasifik'e çıkabilecek her yabancı gemiye karşı ortak hareket etme kararı aldılar. Fisher de Mahan okuyucuları arasındaydı.

1904-1905 yıllarındaki Rus donanmasına karşı Japonların kazandığı zaferleri ayrıntılarıyla incelemişti. Dikkat çeken nokta şuydu: İlk saldırıya geçen ve karşı donanmayı ablukaya alan taraf üstün geliyordu. Tüm bunlar göz önüne alındığında, Almanların Kuzey Denizi'ne açılmalarının önlenmesi gereği ortaya çıkıyordu. Almanların Belçika ve 'Hollanda'yı ele geçirmesi, İngiltere'den sadece iki saat uzaklıkta iki limana sahip olmaları anlamını taşıyacaktı.

Bu engelleme İngilizlerin Almanlara karşı olan politikalarının temel noktası oldu. Belçika ve Hollanda topraklarının İngiliz koruması altında olduğu açık bir mesajla bildirildi. Bu mesaj, Almanların denizde hiçbir gücü olmasaydı, bu kadar açık ve sert olmazdı.

Alman İmparatoru cevap olarak, İngilizlere ve topraklarına karşı hiçbir düşmanlık beslemediklerini bildirdi. Almanya'nın tek istediği, güneş giren bir yer, ulusal güven kazanımı ve gücünü korumaktı. Bu sebeple yeni silah tasarımına gitti. 12 inçlik silahları 13, 13.5, 14 ve sonunda büyük 15 inçlik silahlar izledi. Paranoya yeni paranoyalar üretir oldu.

Almanlar gizlice Schlieffen Planını uygulamaya koydular. Bu planla Fransa'yı ele geçirmek ve Belçika ile Hollanda'yı alttan fethetmek amaçlanıyordu. Diğer akıllıca bir fikir olarak, Wilhelm Hollanda'nın istila edilmemesini ve böylece İngilizleri fazlaca karşılarına almamayı düşündü. Böylece Belçika geçilmiş olacak, Hollanda istila edilmeyecek, Alman ordusu kilit noktalardaki Belçika kalelerinde tutulacak ve doğrudan kuzeye gidip engellerle karşılaşılmamış olacaktı.

Bu plan sonunda uygulamaya geçti. Sonraki bölümde ayrıntılarıyla açıklanacağı gibi, sömürgeler birer birer düştü ve Belçika Almanlar tarafından ele geçirildi. İngiliz donanması Alman Çıkartmasını önleme amacıyla belli noktalara yığınak yaptı. Belçika limanlarının ele geçirilmesi ile Almanlar ve İngilizler arasındaki bir savaş kaçınılmaz hale gelmişti.

Daha sonraki dört yıl içinde Alman donanması ciddi tek bir çıkartma yaptı. Herkesin yumurtası sepetinde durduğu için, iki taraf da ölümcül bir savaşa girmeyi yeğlemedi. Fakat 1916'da Alman donanması İngilizleri Tutland sahillerinden püskürttü. Bu, ablukayı kırma hareketinin başlangıcıydı.


Savaşın sonunda Almanlar en azından taktik bir zafer elde etmiş oldular. Batırdıkları gemi sayısı daha fazlaydı, fakat stratejik bir hata olarak Baltık'a geri çekildiler ve saldırgan bir güç olmadılar. Öte yandan bu durum İngilizleri savaşa girmeye zorladı. Aynı zamanda donanmasına yatırım yapan diğer bir ülke olan ABD de savaşa girmeyi düşünmeye başlıyordu.

Alman İmparatoru Mahan'ın kitabındaki püf noktasını anlayamamıştı: Bir donanma kurduğunuzda sadece bir güç olarak algılanmakla kalmıyordunuz, aynı zamanda bir tehdit olarak da görülüyordunuz. Almanların 1918'de yenilmesiyle birlikte, İngilizler paranoya halinde Alman donanmasını kuşatmak ve ona el koymak niyetinde idiler. Böylece tarihinde ilk kez Almanlar donanmalarını İngiliz sularına göndermiş oldular.

Donanma İskoçya sahillerine İngiliz kontrolünde ulaştı. Büyük harcamalar, hatalı bir politika, imparatorluğun çöküşünü getirdi... Almanlar son bir çabayla İngilizlerden gemilerini kaçırdılar. Sembolik de olsa yaptıkları tek akıllıca hareket buydu.