devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Şubat 2022 Salı

Osmanlı Tarihi, Devlete giden yol

Osmanlı Tarihi, Devlete giden yol



"DEVLETE G İ DEN YOL... 1299 yılı Osman Gazi'nin beyliğini ilan edip müstakil olarak harekete başladığı tarih olarak kabul edilir. İşte buna yol açan olaylar: Bilecik'in zabtı ve düğünde tekfurların kuvvetlerinin dağıtıl­ masından hemen sonra Osman Bey, kuvvetlerini süratle Yarhisar üzerine sevk etti. Başsız kalmış ve kuvvetleri dağılmış olan kale kolayca ele geçirildi (1298). Bilecik alındıktan

10 Şubat 2022 Perşembe

Alaaddin Paşa, Orhan Bey'den para bastirmasini ister. Çünkü artık madem devletiz o zaman paramızı kendimiz basmaliyiz

Alaaddin Paşa, Orhan Bey'den para bastirmasini ister. Çünkü artık madem devletiz o zaman paramızı kendimiz basmaliyiz



Saltanatın müstakil hale geldiği bu demde birinci gereken şu­ dur ki; Orhan Han'ın yüce ve keremli adı her ülkede her minberde nasıl gökleri süslüyorsa dinar ve altınları da öylece parlasın. İslam diyarında süregelen gümüş ve külçe altınlar bu güleç adla sevilsin, itibar bulsun." (Ahmet Şimşirgil – Kayı I)

8 Şubat 2022 Salı

Timur'un evlatlarına verdiği nasihat

Timur'un evlatlarına verdiği nasihat



Büyük Türk hakanı Timur Han kendinden sonra saltanata ge­ çecek oğullarına nasihat olmak üzere, kaleme aldırdığı düsturlarını şu şekilde ifade etmektedir; "Tecrübe bana gösterdi ki, din ve kanunlar üzerine istinat et­ meyen bir hükümet uzun müddet payidar olamaz. Böyle hükümet çıplak olup kendini gören herkese

10 Mart 2018 Cumartesi

Mezopotamya'da Devletli Uygarlıkların Ortaya Çıkış Koşulları

Mezopotamya'da Devletli Uygarlıkların Ortaya Çıkış Koşulları

Sibel Özbudun
Ubeyd Kültüründen örnek figürinler
Mezopotamya'nın uygarlık-öncesi ikibin yılında tarih sahnesine çıkan ve gelişen özellikleri şöylece sıralamak olanaklıdır (Bu sıralama bir neden-sonuç ilişkisi ya da önem sırasını gözetmemekte olup, anlatımdan kaynaklanan bir zorunluluktur) :

i) Sulamaya dayalı tarım: Kanallar açarak sulama yolunda ilk girişimler Çatalhöyük ve 6. bin Samarra yerleşimlerinde görülmekle birlikte, yaygın kullanımını Ubaid döneminde bulmuştur. Sulamalı tarım,
aksi durumda çorak olan Güney Mezopotamya'da tarımı olanaklı kılmış ve üretkenliği büyük ölçüde arttırarak, üretime katılmayan bir toplumsal kesimi besleyebilecek bir artının oluşmasında etken olmuştur.


ii) Tarımda sabanın kullanılmaya başlanılması: Tarımda sabanın kullanıma girmesi, Mezopotamya'da büyükbaş hayvanların evcilleştirilmesi ve tekerleğin bulunması sonucunda devreye giren bir İÖ IV. bin buluşudur. Sulamayla birlikte tarımsal üretimde önemli bir artışa yolaçmış, ve az ileride göreceğimiz gibi, tarımsal faaliyetlerde (dolayısıyla da toplumsal değerler sisteminde) erkeklerin ön plana  geçmesine zemin hazırlayan etmenlerden biri olmuştur. Tekerleğin bulunuşunun bir başka sonucu da, ulaşımda sağlanan kolaylık ve teknolojik/iktisadi/ toplumsal/ideolojik düzlemdeki yeniliklerin artan
bir hızla Ön Asya uygarlık alanına yayılması olmuştur.

iii) Kentlerin yüzölçümü ve nüfuslarında artış: Her ne kadar Jericho ve Çatalhöyük gibi, ticarete bağlı istisnaları varsa da, neolitik dönem boytunca uzun bir süre tipik köylerin 2-300 nüfuslu, istikrarlı
küçük yerleşim, birimleri olduğunu görmüştük. Neolitik köyde kaynaklar nüfusu besleyemez hale geldiğinde doğan kriz, genellikle köyden kopmalar ve yeni köy oluşumları yoluyla çözümlenmekteydi.
Oysa geç neolitiğin kentleri gerek yüzölçümü, gerekse nüfus bakımından geçmişle kıyaslanamayacak ölçüde büyümüştür. Üstelik bu büyüme bir hayli hızlı ve süreklilik gösteren bir süreçtir. Örneğin
Güney Mezopotamya'daki Eridu'nun Ubaid 2 evresindeki (yakl.  İÖ 4500) 4 hektardan, Ubaid 4 evresinde (yakl. İÖ 3500) 10 hektara genişlediği görülmektedir. Eridu'nun azamı nüfusu 2-4 000 kişi olarak hesaplanmaktadır. Yine Güney Mezopotamya'daki Warka (Uruk) yerleşimi, Uruk evresinde 80 hektara ve 10 000'i bulduğu hesaplanan bir nüfusa ulaşmıştır. Bu hızlı nüfus artışı, bir yandan geç neolitikte kent yerleşimlerinin kalabalık bir nüfusu besleyebildiğine işaret ederken, bir yandan da toplumsal örgütlenişte kimi köklü değişimleri göstermektedir.

iv) Yüksek ölçüde örgütlenmiş işgücü ve mesleklerde uzmanlaşma: Neolitik sonlarında yaygınlaşan mimarı yapıtlar (büyük tapınaklar, kamu binaları..[1]) üst düzeyde örgütlenmiş hiyerarşik yapılı
bir işgücüne, gelişkin bir planlama sürecine ve mesleksel uzmanlaşmaya işaret etmektedir. Örneğin Eridu'daki geniş Anu tapınak kompleksinin inşası için 7 500 kişilik bir işgücünün bir yıl boyunca çalışması gerektiği hesaplanmıştır. Bu işgücünün nasıl sağlandığı ayrı bir araştırma konusu olmakla birlikte, olasılıkla tapınakla yakından ilintili yöneticilerin çevre köylerde yerleşmiş nüfusu[2] ve/veya savaş esirlerini yılın belirli dönemlerinde (tapınak adına) zorunlu çalışmaya (corvé) tabi tutmuş olması, büyük olasılıktır[3]. Tekerleğin bulunuşuyla birlikte devreye giren çömlekçi çarkı, zanaatların tarımsal faaliyetlerden ayrılmasına, pazar için üretim yapan uzman bir çömlekçiler grubunun ortaya çıkmasına öncülük etmişe benzemektedir. Gerçekten de, Uruk evresi sonlarından itibaren keramik pazara yönelik bir görünüm almaktadır. Bir ayrıcalık halinde yaygınlaşan lüks tüketim malzemeleri (akik, türkuaz, ametist, laciverttaşı, agat, kuvartz, yeşimtaşı, zümrüt, diyorit, kantaşı, sabuntaşı, yılan taşı, fildişi ve deniz kabukları), taş kaplar, metal parçalar ve heykel, kabartma gibi sanatsal gelişmeler, bunları işleyen profesyonel sanatçıların varlığına işaret etmektedir. Öte yandan büyük tapınaklar, giderek güçlenen bir rahipler kastının varlığını gösterir.

v) Kurumsallaşmış hiyerarşi: Yukarıdaki gelişmeler (sulama sistemi, mesleksel uzmanlaşma, anıtsal yapılar, büyük tapınaklar ...) kurumsallaşmış bir hiyerarşiye işaret etmektedir. Gerçekten de, aktarılan
ölçüde karmaşıklaşmış bir toplumsal yapı, neolitik köyün kendine yeterli, içe-kapalı kolektivizminin sınırlarını aşar. Yerleşimlerin tapınak çevresinde örgütlenişi ve tapınakların ele alınan dönem boyunca gösterdiği tekbiçimlilik, en azından başlangıçta bu hiyerarşinin üst basamaklarında meşruluklarını ilahlardan alan ruhbanların bulunduğu düşünülmektedir. Gerçekten de, yazılı tarihin belgelediği erken hanedan dönemi irdelenirken görüleceği üzere, tapınak; Mezopotamya'nın ilk kentlerinde aynı zamanda iktisadı ve siyasal faaliyetlerin de merkezi durumundadır. Öte yandan, Redman'a göre:
"Tapınak görevli ve yöneticilerinin tapınağın emrindeki belirgin serveti paylaştıkları ölçüde, keskin bir farklılaşma daha Uruk döneminde ortaya çıkmış olmalıdır. Egzotik hammaddelerden imal edilen ve ince bir sanatsal işçilikle belirlenen statü nesnelerinin bolluğu, yüksek statülü bir sınıfa işaret eder. Bu nesneler yalnızca tapınak çerçevesinde dağıtılmış olsaydı, yüksek bir statü sınıfından çok güçlü bir kuruma işaret ederlerdi. Ancak, yüksek statü nesneleri tapınak çevresinde yoğunlaşmış olmakla birlikte buraya özgü olmadıkları için, dağılımları tapınaktan bir ölçüde bağımsız bir toplumsal tabakalaşmayı çağrıştırmaktadır."
Tapınağın dışındaki (ve olasılıkla ona rakip olan) bu yüksek hiyerarşi grubunun, gücünü Ön Asya'da giderek yaygınlaşan ticaretten aldıkları, düşünülebilir mi? Her durumda Larsen, Uruk tabletlerinin dökümünün düzenli, hiyerarşik bir topluma işaret ettiğini belirtmektedir: Bu listeler 'kral' ya da 'önder' işaretiyle başlayıp, 'yasa', 'kent', 'birlikler', sabanlar' ve 'arpa' dan sorumlu 'görevlilerle sürmektedir. Ayrıca bazı rahip sanları ve 'meclis başkanı' gibi bir san da bulunmaktadır. İzleyen bölümlerde meslekler ('demirci', 'gümüş ustası', 'çoban', 'ulak') başlarıyla birlikte sıralanmaktadır. İlk düzeyde basit zanaatler, ardından görevlilerinin 'genç' sanıyla anıldığı meslekler, ardından da 'kıdemli' sanıyla anılan meslekler gelmektedir. Tüm bunlar, merkezi bir tapınak yönetimine işaret etmektedir. Çoğunda BA (vermek, 'dağıtım') ve GI (iade etmek; 'gelir'?) anahtar sözcükleri
vardır. Bu, olgunlaşmakta olan (kast değilse bile) lonca sistemini düşündürür.

vi) Özel mülkiyetin ortaya çıkışı: Özel mülkiyetin arkeolojik kanıtı, mühürlerdir. Ve mühürlerin en azından Uruk döneminden beri yaygın biçimde kullanıldığı bilinmektedir. Özellikle Jemdet Nasr döneminde yaygınlaşan ve tapınma, dinsel geçitler, savaş ve av sahneleri ve hayvanların betimlendiği silindir mühürlerde ilah ya da yönetici gibi önemli figürlerin, diğerlerinden büyük olarak resmedildiği seçilmektedir. Mülkiyete dayalı toplumsal tabakalaşmanın bir başka göstergesi de mezarlık  armağanlarıdır. Redman, Ubaid döneminde mezar buluntularında önemli bir farklılaşma gözlemlenmemekle birlikte, Jemdet Nasr döneminde farklılaşmanın belirgin bir hale geldiğini belirtmektedir. Öte yandan, Hallo ve Simpson, bu evrede büyükbaş hayvanların özel mülkiyetin karakteristik bir biçimini gösterirken tapınak gibi kamu binalarının da kolektif mülkiyeti belirlediğini söylemektedirler.

vii) Yazının bulunuşu: Mühürler, uygarlaşma sürecinin bir başka sonucuna daha işaret ederler: Yazı. Ortak, uzlaşımsal bir simgeler sistemi kurma yolundaki ilk girişimler, Uruk dönemi sonlarında ortaya
çıkar ve Jemdet Nasr evresinde yaygınlık kazanır. İÖ 3500-3000 arası, yazının Güney Mezopotamya'da yaygınlaştığı dönem olmuştur. Larsen, yazının kökeninde hesap tabletlerinin bulunduğuna işaret
etmektedir. Yine Larsen'e göre, yazının kökenini belki de iki bağımsız bölgede (Uruk ve Kuzistan'da Susa) tespit etmek olanaklıdır. Anu ve Eanna tapınaklarının bulunduğu Eanna bölgesinden çıkan 4000 kadar Uruk tableti'nin % 85'i iktisadı kayıtlara ilişkilidir, % 15'ini ise imlerin bir çeşit taksonomiye göre dizildiği okuma metinleri oluşturmaktadır. İlk yazılı tabletlerde anlatıya yer verilmeyişi dikkate değer. İÖ III. binin sonlarında ise yazı sistemi, bir depodan 1/ 4 kg.lık yün kaybını izleyecek kertede gelişmiştir. Bu, yazının; özel mülkiyetin, gelişkin bir hiyerarşinin oluştuğu Güney Mezopotamya'daki kentlerde etkin bir denetim sistemini biçimlendirdiğini göstermektedir.

viii) Kentlerin koruyucu ilahları, panteonların örgütlenişi: Bu devir Mezopotamya yerleşimlerinin tapınaklar çevresinde örgütlendiğini yukarıda görmüştük. Her tapınağın belirli bir ilaha adandığı, arkeolojik buluntulardan (heykel, kabartma vd.) anlaşılmaktadır. Ubaid dönemine tarihlenen Eridu tapınakları, sonraki Sümer tapınaklarının tüm unsurlarını içerir. Tapınaklarda, üzerlerindeki yanık izlerinden ve küçük hayvan kemiklerinden kurban ve sunular için kullanıldığı anlaşılan sunaklar bulunmaktadır.
Warka (Uruk)'daki, Uruk dönemine tarihlenen Eanna tapınaklar kompleksinin, sonraki Sümerlerin İnanna adıyla tapındıkları aşk (bereket) tanrıçasına adandığı kaydedilmektedir.  Tapınak bölgesinde bulunan taş vazoda, yiyecek ve şarap sunusu taşıyan başları traşlı, çıplak erkekler kafilesi ve tanrıçaya yapılan sunular betimlenmiştir. Örgütlü panteonlara ilişkin daha kesin bilgiler için ise, yazının dinsel metinlerin kaydı için kullanılmasını beklemek gerekecektir.

Mezopotamya'da bu gelişmeler olagelirken, Anadolu'da belirgin bir gerileme izlenmektedir. Çömlekçi çarkı ancak İÖ 2000'lere doğru devreye girecektir. Anadolu kültürlerindeki canlanma, İÖ 2500'ten itibaren gözlemlenmektedir. Bu tarihlerde çevresi surlarla çevrili, site-devletler görülmektedir (Alacahöyük, Alişar, Kületepe... ) Bu dönemde Orta Anadolu'da Hatti, güneybatıda ise Luwi adı verilen halklar yaşamaktadırlar.


Notlar
[1] Daha Jericho (PPNB evresi)'da ortaya çıktığına tanık olduğumuz savunma sistemlerinin (surlar, gözetleme kuleleri ...) Jemdet Nasr döneminde dahi yaygın olarak görülmeyişi, Oppenheimer'ın uygarlığın kökeninde çoban-çiftçi çatışmalarının, yani fethin yattığı tezini, zaafa uğratmaktadır.
[2] Özellikle giderek gelişen; zenginleşen kentsel yerleşimlerin göçebe avcı-toplayıcı topluluklar ya da yerleşik, kendine-yeterli köy toplulukları için bir çekim merkezi oluşturduğu düşünüldüğünde.
(3) Gailey ve Patterson (1988) erken devlet biçimlerini tartışırken, akrabalık temelinde örgütlenmiş toplulukların emek ya da ürünlerini toplamayı haraç-temelli devletlerin ilksel biçimleri arasında sayar.

Sibel Özbudun, Ayinden Törene, Anahtar Kitaplar, 1997, s. 63-69

31 Temmuz 2017 Pazartesi

Zulüm Umranın Harap Olduğunu Haber Verir

Zulüm Umranın Harap Olduğunu Haber Verir


Malum olsun ki, malları bakımından halka tecavüz etmek, bu malların elde edilmesi ve kazanılması hususunda onların heveslerini ve şevklerini yok eder. Çünkü bu takdirde, neticede ve eninde sonunda söz konusu malların yağma yoluyla ellerinden alınacağına kani olurlar. Mal kazanma ve edinme hevesleri gidince, artık bu maksatla çalışmaya elleri varmaz olur. Mal ve servet kazanma yolunda çalışmaktan halkın geri durması, bu hususta kendilerine (ve mallarına) yönelen tecavüz miktarınca ve nispetinde olur. Tecavüz, maişet yollarının tümüne şamil olacak derecede çok olursa, kazançtan geri durma öyle olur. Çünkü zulüm ve tecavüz bütün mesleklere dahil olduğu için hevesleri tamamen ortadan kaldırır.  Şayet tecavüz az ise, kazançtan geri durmak da o nispette olur. Umran*ın mükemmelliği, çarşı pazarın hareketliliği, halkın akşam sabah gide gele kazanç ve menfaatleri için çalışıp çabalamalarına bağlıdır. Halk, maişellerini temin etmekten geri durup mal kazanmaktan el etek çekti mi, umrandaki pazarlar durgunlaşır, ahval perişan olur, halk bu ülkenin dışındaki yerlere dağılır, rızkını bu sahanın haricinde arar. Bu yüzden o bölgede ikamet edenler seyrekleşir, nüfus azalır o diyar ıssız hale gelir, şehirleri harap olur, sultanın ve devletin halinin bozulmasiyle yerleşme merkezleri bozulur. Çünkü sultanın ve devletin hali, umranın bir suretidir. Umranın maddesinin (ve iktisadi bünyesin in) bozulmasiyle zaruri olarak sureti de bozulur. (Umran, devletin maddesi matter, devlet ise sureti, formudur.
Bünye dağılınca, zaruri olarak şekil de dağılır).

Bu hususta, İran tarihi ile ilgili olmak üzere, Behram b. Behram zamanında bunların dini başkanları olan Mobezan hakkında Mesudi'nin naklettiklerine bakınız:
Kıral Behram'ı, zulüm yapma ve hanedanlığa karşı ifa etmesi gereken görevleri ihmal etme hali üzere görünce, bunu inkar maksadıyle  Mobezan'ın tariz yollu söylediği sözlere dikkat ediniz. O, bu hususu baykuşun diliyle bir darb-ı mesel halinde anlatmıştı: Hükümdar bir kere bir baykuşun sesini işitmiş, bu sesin ne manaya geldiğini Mobezan'a sormuş, o da şöyle cevap vemişti: Bir gün erkek bir bay kuş, dişi bir baykuşla evlenmeye karar vermiş, dişi (mehir olarak), Behram zamanında harap olmuş yirmi köyün kendisine verilmesini şart koşmuş, erkek bu şartı kabul etmiş ve dişi baykuşa, Şayet Behram'ın hükümdarlığı devam ederse, ben sana yirmi değil, yüz köyü arpalık olarak verdim gitti, arzu ettiğin şartların yerine getirilmesi gayet kolay demişti.Bu sözleri işiten hükümdar, derhal gaflet uykusundan uyandı, Mobezan ile başbaşa bir görüşme yaptı, bu misalden neyi kastettiğini sordu. O da şunları söyledi: Ey hükümdar! Mülkün izzeti, sadece dini ahkâmla (ve kanunlara riayetle), Allah'a itaat hali içinde onun emir ve yasaklarına göre hareket etmekle gerçekleşir. Hükümdarsız şeriatın kıvamı olmaz, (devlet ve siyaset) adamları olmadan, hükümdarın izzeti olmaz. Mal olmadan da adamlar çalışmazlar. Mal elde etmenin, memleketi mamur hale getirmekten başka yolu yoktur. Memleketi imar etmenin yegâne yolu ( dürüstlük ve) adalettir. Adalet, halk arasında konulmuş bir terazidir. Bunu koyan da Rab'dır. Rab bu terazinin başına bir kayyım dikmiştir. O nezaretçi hükümdardır. Ey hükümdar! Sen tarlalara ve çiftliklere el attın, bunları sahiplerinden ve işleyenlerden çekip aldın. Hâlbuki bunlar vergi mükellefleri ve kendilerinden mal alınan kimselerdir. Bunlardan aldığın toprakları maiyetindekilere, etrafına, hizmetçilerine eşine ve dostlarına arpalık olarak verdin. Bundan dolayı, arazi sahipleri, umranla ilgili faaliyetlerini terkedip yarını düşünmez, arazilerini işlemez ve bakmaz oldular. Hükümdara yakınlıkları sebebiyle, kendilerine bu topraklar verilen kimselerin vergilerine göz yumuldu. Geriye kalan vergi mükellefleri ve toprak işleyenler de, haksızlığa uğradılar. O yüzden tarlaları bırakıp gittiler, araziyi bomboş bıraktılar, ulaşılması mümkün olmayan topraklara yerleştiler ve buralarda oturdular. Onun için imaret azaldı, tarlalar harap oldu, mallar eksildi, asker de tebaa da mahvoldu, komşu hükümdarlar, İran mülküne göz dikti. Çünkü mülkün temelini teşkil eden maddelerin inkıtaa uğradığını bilmektedirler. Hükümdar bu sözleri işitince, mülküne nezaret etmeye yöneldi, tarlaları ve çiftlikleri has dostlarının elinden aldı, sahiplerine iade etti. Eski tarifeler üzerinden vergiler vermekle mükellef tuttu. Onlar da ülkeyi imar etmeye koyuldular, içlerinden zayıf düşmüş olanlar kuvvetlendi. Böylece arz mamur hale geldi. Memlekette bolluk ve bereket aldı yürüdü. Vergi toplayan tahsildarların elinde mal ve servet çoğaldı, ordu güçlendi, düşmanların (kuvvet aldıkları kaynaklar ve) maddeler kesilmiş oldu. Hudutlar (asker ve mühimmatla) doldu. Hükümdar, işlerini bizzat kendisi idare etmeye başladı, onun için zamanı güzel geçti, mülkü intizama girdi. 39/I . [Bkz. Mesudi, Murucu'z-zeheh, ı, s. 25 1 .]
Bu hikâyeden şunu anlayınız: Zulüm umranı tahrip eder, mamur yerleri harabeye çevirir. Zulmün, umranda meydana getirdiği bozulma ve çökme şeklindeki tahribatın zararı da hanedanlığa ait olur.

Hanedanlıklarda mevcut olan büyük şehirlerin, zulme ve tecavüze maruz oldukları halde, bazan bunların harap olmadıklarına bakma. Bil ki, bu şehirlerin harap olmaması, şehir halkının ahvali ile zulüm arasındaki nisbetten ve münasebetten ileri gelmektedir. Şehir kocaman, umranı çok ve ahvali, hadsiz hesapsız bol ve geniş olursa, zulüm ve tecavüz suretiyle orada vaki olan eksilme (ve tahribat) az olur. Çünkü eksilme, ancak tedrici olarak kendini gösterir. Şehirdeki ahvalin çok ve iş hacminin geniş olması sebebiyle, eksikliği kapalı kalırsa, bunun eseri, ancak bir müddet geçtikten sonra görülür. Bazan zalim ve mütecaviz hanedanlık, şehir harap olmadan evvel kökten ortadan kalkar, onun yerine diğer bir devlet kurulur. Yeni oluşu sayesinde şehrin yırtıklarına yama vurur; gizli oluşu sebebiyle hemen hemen kimse tarafından farkedilmeyen eksiklerini tamir eder. Ancak bu, azın da azı olan ender bir durumdur.

Söylediklerimizden maksat şudur: Zulüm ve haksızlıktan dolayı umranda bir noksanlaşmanın hasıl olması, vaki olan bir husustur. Belirtmiş olduğumuz sebeplerden dolayı bunun böyle olması zaruridir. Bu noksanlaşmanın vebalini ve zararını da hanedanlıklar çeker.

Zulüm, malikin elinden mülkünü ve malını karşılıksız ve sebepsiz olarak almaktan ibarettir, diye zannedilmemelidir. Böyle meşhur, olmuştur, ama aslında zulüm, bundan daha umumi bir şeydir. Başkasının mülkünü alan veya onu zorla kendi işinde çalıştıran veyahut hakkı olmayan bir şeyi ondan isteyen veyahut da şeriatın farz kılmadığı bir hakkı (ve vazifeyi) başkasına yükleyen (onu meşru ve kanuni olmayan şeylerle mükellef tutan) her kişi karşısındakine zulmetmiştir. imdi haksız olarak vergi toplayan tahsildarlar zalimdir, hak olandan fazla vergi toplayanlar zalimdir, bunu yağma edenler zalimdir, halka haklarını vermeyenler zalimdir, emlaki gasbedenler tamamiyle zalimdir. Bütün bunların zararını ve vebalini hanedanlığın maddesi olan umranın harap olması sebebiyle devlet çeker. Çünkü bu durum umran ehlinin şevkini ve hevesini yokeder. 

Bilinmelidir ki, zulmü haram kılmasından Şâri'in** kastettiği ve gözettiği hikmet işte budur. Umranın yıkılmasına ve harap olmasına yol açan hususlar bundan kaynaklanır. Umranın fesada uğraması ve harap olması ise, insan nevinin inkitaını ilan eder. "Beş zaruri" (Zaruriyat-ı hams) maksadın tümünde şeriatın riayet ettiği hikmet budur. (Dini hükümlerin ruhu, zulmü yok etmek ve adaleti getirmektir). Beş zaruret ise şunlardır: Dini muhafaza, nefsi muhafaza, aklı muhafaza, nesli muhafaza, malı muhafaza. Görüldüğü gibi, zulüm umranın tahrip edilmesine yol açması suretiyle insan nevinin ve neslinin kesilmesini ilan edince, haram kılma hikmeti onda mevcuttur, demektir. Bu yüzden zulmün yasaklanması mühim olmuştur. Zulmün, haram olduğunu gösteren ayet ve hadislerdeki deliller, sayılmayacak ve belli bir esasa göre zabt ve tesbit edilmeyecek kadar çoktur. Herkes zulmetme gücüne sahip olsaydı, herkes tarafından işlenmesi mümkün olan zina, katl ve içki gibi beşer nevi için zararlı (ve müfsit) olan günahların karşılığında konulan, menedici cezalar ve müeyyideler zulmü önlemek için de mutlaka konulurdu. Fakat kendisine güç yetmeyenden başkasının zulme gücü yetmez. Zira zulüm, sadece kudret ve otorite sahibi olanlardan vaki  olur. Bu yüzden zulme kadir olan şahsın, vicdanında manevi bir müeyyide (vazi) hasıl olur, diye zulmü  kötülemede ve ona dair olan tehditlerin tekrarında mübalağa edilmiştir. Ve "Rabb' ın kutlara zulmetmez" (Fussılet, 4 1 /46) .

Yol kesme suçunun karşılığı olarak şeriat cezalar koymuştur (bk. Maide, 5/33).
Halbuki yol kesmek, herkesin güç yetiremeyeceği bir zulümdür. Zira muharip (ve eşkıya), sadece eşkıyalık yaptığı müddet içinde bunu yapmaya kadirdir, diye itiraz edilemez. Eğer itiraz edilirse, buna iki türlü cevap verilir: Bir çok alime göre, yol kesmede, eşkıyanın cana ve mala karşı işlediği suçtan dolayı ceza verilir. Bu ise eşkıyaya karşı kuvvet elde edildikten ve işlediği suçun hesabını sorma imkanı hasıl olduktan sonra bahis konusu olur. Bizatihi yol kesmenin ise (zulümde olduğu gibi tesbit edilmiş muayyen) bir cezası yoktur.

Diğer bir cevap da şudur: Yol kesen eşkıya kudret sahibidir, diye vasfolunamaz. Çünkü biz, "Zalimin kudreti", deyimi ile hiç bir kudretin karşı koyamadığı her tarafa uzanan bir eli, (yüksek makam sahiplerinin haksızlığını ve devletin zulmünü) kasdediyoruz. Umranın harap olduğunu ilan eden, bu manadaki zulümdür. Eşkıyanın kudreti ise mal gasbetmek için vasıta olarak kullanılan bir tehditten ibarettir. Bu tehdide karşı kendini müdafaa etme imkanı şer'an da, siyaseten de herkesin elinde mevcuttur. o halde bu kudret (ve ona dayanan zulüm) umranın harap olacağının habercisi olan bir kudret değildir.

Allah, dilediğini yapmaya kadirdir.

Umranı çökerten hususların en şiddetlisi ve en büyüğü, tebaaya haksız bir şekilde (bigayr-ı hakkın) çalışma mükellefiyeti getirmek ve onlara angarya yüklemektir. Çünkü rızık (ve kar) bahsinde de izah edeceğimiz gibi iş görme ve çalışma (a'mal, emek) mal ve sermaye kabilinden bir şeydir. Zira rızık ve kesb, kar ve kazanç, umran ehlinin emeklerinin kıymetinden ibarettir. Şu halde, umran ehlinin tüm işleri ve emekleri (a'mal ve mesaileri) kendi sermayeleri ve kazançlarıdır. Hatta onların bunun dışında bir kazançları yoktur. Çünkü ülkenin mamur olması için çabalayan tebaanın geçimi ve kazancı (meaş ve mekasibi), bahiskonusu emekten (faaliyet) ibarettir. imdi tebaa, işleri haricinde çalışmakla mükellef tutulup, maişetleri hususunda kendilerine angarya yükletildi mi, kazançları heba olur. Sermayeleri olan sözkonusu emekleri gasbedilmiş bulunur. Bu yüzden zarara girerler. Maişetlerinin büyük bir kısmı ellerinden gider. Hatta maişetlerini (kar ve kazançlarını) tamamen yitirmiş olurlar. Şayet bu durum tekerrür ederse, ülkeyi imar etme konusundaki hevesleri de kaybolur. Bu uğurda sa'y ve gayret harcamaktan tümden geri dururlar. Bu da umranın mahv ve harap olmasına yol açar. "Allah, dilediğine hesapsız rızık verir", (Bakara, 2/2 1 2). Mukaddes ve muteal olan Allah en doğrusunu bilir, muvaffakiyet O'nun sayesindedir.


İbn Haldun, Mukaddime, Cilt 1, (haz.) Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, 2007/5, İstanbul,  s. 549-552

* Yazar bu kelimeyi "medeniyet" anlamında kullanıyor. Kitaplarında kullandığı kendi yöntemine de "Umran İlmi" adını vermiştir.  Kitabın giriş kısmındaki açıklamalar daha aydınlatıcı olabilir: 

"Yalnız yerleşik bir hayat yaşayan her insan ve toplum, medeni (hadari) olmadığı gibi, göçebe bir hayat yaşayan her fert ve cemiyet de iptidai (bedevi) değildir. Mesela çadır hayatının da kendine has bir medeniyeti (umranı) olabilir. Bu medeniyet mağaralarda, ormanlarda, dağbaşlarında ve
köylerde yerleşik olarak yaşayan toplumların sahip oldukları medeniyet (umran) seviyelerinden
daha ileri ve üstün de olabilir."  s. 106
....
"Umran, mamurluk, mamur yer ve abad olmak manalarına gelir. İmaret, mamure, imar, mimar, tamir, itimar, istimar, şenlendirme, kelimeleri de aynı kökten türeyen kelimelerdir. Umranın zıddı, harap, harabe, viran, virane, ıssız ve kimsesiz yer, hali arazidir. Herhangi bir sebeple, bir yerde şehir ve kasaba kurulur, burası canlı, hareketli ve kesif ictimai, iktisadi, idari, siyasi ve ilmi faaliyetlere sahne olursa, bu durum umranın kurulması, ilerlemesi ve artması şeklinde ifade edilmekte, aksine bu tür faaliyetler geriler ve zamanla ortadan kalkarsa, bu durum da umranın azalması, gerilemesi ve yıkılması şeklinde ifade edilmektedir. Bu tür faaliyetler dünya çapında ele alındığında da "umranu'l-alem" (alemin umranı), "umranu'l-beşeri" (insanlık medeniyeti) gibi üniversel medeniyet kavramı ortaya çıkmaktadır.
İbn Haldun, alemdeki mamurluğa, medeni faaliyetlere ve ictimai hayata umran (umranu'l -alem) adını verdiği gibi, bu umranın araştırılması ve incelenmesini konu edinen ilme de umran (ilmu'l -umran) adını vermekte, her iki manadaki umranı da Mukaddime'de tarif ve tavsif etmektedir. Ona göre gerek tarih boyunca ve gerekse şu anda görülen umranla ilgili hadise ve faaliyetler, gelişigüzel ve keyfi bir şekilde cereyan etmemektedir. Bir yerde umranın vücuda gelmesi ve ilerlemesinin veya gerileme ve yok olmasının mutlaka bir takım tabii sebep ve amilleri, zaruri kanun ve kaideleri vardır. Umranın, var olmasını icap ettiren sebep ve amiller mevcut olunca, umran zaruri olarak var olur, kendine has kanunlara göre kurulur ve işler, bu sebep ve amiller, yavaş yavaş ortadan kalkınca umran da ona paralel olarak tedrici bir surette mecburen geriler ve neticede inkıraz ve izmihlale maruz kalır
age. s. 106, 112, 113 [DK]

**  Şeriat koyan (allah ve peygamber), 

ayrıca bkz.
https://www.youtube.com/watch?v=RKI_E-M_jo8 (Bilim ve kurgu - İbni Haldun ve Çöl gezegeni Dune)


21 Nisan 2017 Cuma

Beylikten Devlete Osmanlı Devleti

Beylikten Devlete Osmanlı Devleti

13. yüzyılın sonlarına doğru Kayıların başında Ertuğrul Bey bulunuyordu. Ertuğrul Bey 1281 yılında vefat edince Kayıların başına oğlu Osman Bey geçti.

Osman Bey’in Kayı boyunun başına geçtiği yıllarda Bizans’ın Anadolu toprakları üzerindeki kontrolü büyük ölçüde ortadan kalkmıştı. Bu nedenle Bizans tekfurları, bulundukları bölgelerde bağımsız birer hükümdar gibi davranıyorlardı. Osman Bey, Anadolu’daki Bizans merkezî otoritesinin zayıflığından ve Bizans halkının hoşnutsuzluğundan yararlanarak topraklarını batıya doğru genişletme siyaseti izlemeye karar verdi. Bu amaçla çevresindeki Bizans şehirlerine akınlar yapmaya başladı.

Osman Bey, ilk olarak Eskişehir yakınlarındaki Karacahisar’ı alarak beyliğinin merkezi yaptı. Bu başarısı üzerine Türkiye Selçuklu sultanı tarafından kendisine sancak ve çeşitli armağanlar gönderildi. Böylece Osman Bey, Bizans sınırında görevli bir Selçuklu uç beyi olarak öne çıkmaya başladı.

Osman Bey, Karacahisar’dan sonra Bilecik, İnegöl ve Yarhisar kalelerini alarak fetihlerini devam ettirdi. Bizans’a karşı gerçekleştirdiği gaza faaliyetleriyle Anadolu’daki diğer Türk boylarının sevgisini kazanan ve onların desteğini alan Osman Bey diğer yandan bazı Bizans tekfurlarıyla dostluklar kurdu. Böylece bölgedeki siyasi gücünü arttırdı. Bu arada İlhanlıların Türkiye Selçuklu sultanını tahttan indirerek İran’a götürmeleri Osmanlı Beyliği için bir dönüm noktası oldu. Bu olaydan sonra bazı Selçuklu devlet adamları Osman Bey’in yanına gelerek onun hizmetine girdiler. Osman Bey de Anadolu’da ortaya çıkan bu iktidar boşluğundan yararlanarak 1299 yılında bağımsızlığını ilan etti.

Uç Beyliğinden Devlete

Osman Bey bağımsızlığını ilan ettikten sonra Marmara Bölgesi’ndeki fetihlerine hız verdi. 1300 yılında Yundhisar ve Yenişehir’i alarak beyliğin merkezini Karacahisar’dan Yenişehir’e taşıdı. Ardından da ilerleyişini durdurmak ve bulunduğu bölgeden atmak için birleşen Bizans tekfurlarıyla karşılaştı. Osman Bey Bursa, Orhaneli, Kestel ve Kite tekfurlarının katıldığı ve Bizans’ın da desteklediği bir orduyu 1302 yılında Koyunhisar’da yenilgiye uğrattı.

Osman Bey, 1308 yılında İznik yolu üzerindeki Karahisar’ı aldı. 1313’te de Sakarya havzasındaki  kaleleri ele geçirdi. 1315 yılından itibaren Bursa üzerindeki baskısını arttıran Osman Bey bir süre sonra rahatsızlanınca devlet işlerini oğlu Orhan Bey’e bıraktı. Orhan Bey, babasının başlattığı kuşatmayı devam ettirerek 1326 yılında Bursa’yı fethetti ve bu şehri Osmanlıların başkenti yaptı.  Aynı günlerde Osman Bey’in ölümü üzerine devletin başına Orhan Bey geçti.

Orhan Bey Dönemi’nin ilk yıllarında Osmanlılar Kocaeli Yarımadası’nın büyük bölümünü topraklarına katarak kuzeyde İstanbul Boğazı ve Karadeniz kıyılarına ulaştılar. Diğer yandan İznik’i kuşatma altına aldılar. Bu gelişmeler üzerine Bizans İmparatoru III. Andronikos hem kaybettiği yerleri geri almak hem de İznik’in yardımına koşmak amacıyla Anadolu’ya geçti. İznik Kuşatması’na ara veren Orhan Bey, Bizans ordusunu Palekanon (Maltepe) denilen yerde karşıladı. 1329 yılında burada yapılan savaş Osmanlı ordusunun zaferiyle sonuçlandı. Maltepe Savaşı’nın ardından Bizans, Anadolu’da Osmanlılar için bir tehlike olmaktan çıktı.

Maltepe Zaferi’nin ardından Orhan Bey İznik’i yeniden kuşattı. Bir süre sonra dışarıdan yardım alma ümidini de yitirmiş olan İznik halkı, 1331 yılında şehri teslim etmek zorunda kaldı. Orhan Bey 1333’te Gemlik’i, 1337’de de İzmit’i alarak Bizans’ın Anadolu’daki varlığına büyük ölçüde son verdi.

Osmanlılar Bursa ve çevresindeki şehirleri aldıktan sonra Balıkesir ve Çanakkale yörelerini elinde  tutan Karesioğulları Beyliği ile komşu olmuşlardı. Ege ve Marmara’ya kıyısı olan ve denizlerde gaza faaliyetinde bulunan bu beylik Karesi Bey’in ölümünden sonra başlayan taht kavgaları nedeniyle  karışıklık içindeydi. Orhan Bey bu durumdan yararlanarak 1345 yılında Karesioğulları Beyliği  topraklarını ülkesine kattı. Ayrıca Karesi donanması ile birlikte Evrenuz Bey, Hacı İlbeyi ve Ece Halil gibi önde gelen Karesi komutanlarını da hizmetine aldı. Böylece Osmanlı kuvvetlerinin Çanakkale Boğazı üzerinden Rumeli’ye geçmelerini kolaylaştırdı. Osmanlı Devleti, Karesioğulları Beyliği’ni bünyesine katmakla Anadolu Türk siyasi birliğini sağlama yolunda ilk önemli adımını atmış oldu.
Beylikten Devlete Osmanlı Devleti'nin Sınırları

18 Şubat 2016 Perşembe

HAFTANIN KİTAPLARI 1

HAFTANIN KİTAPLARI 1


Haftanın okunan kitapları iki tane, görüldüğü üzere biri Platon biri de Thomas More kaleminden çıkmış durumda. Yaşadıkları dönemler arasında asırlar olsa da iki düşünür aynı konu hakkında yazmış ve istedikleri devlet modelini, o devletin insanlarının hayat şeklini ele almış durumdalar. 

Birbiriyle kıyaslama yapabilme adına peş peşe okumanın daha etkili ve faydalı olacağını düşündüğüm bu iki kitaptan ilki "Devlet"te Platon yine Sokrates'in ağzından fikirlerini aktarmakta ve bir devlet kuracak olsak nasıl bir devlet olurdu, nasıl olması gerekirdi fikrinden yola çıkarak bir sohbet etrafında "Devlet" oluşturulmakta. Bu, bütünlüğünü kaybetmeyecek şekilde genişlemesini ama birliğini boğacak kadar da genişlememesini istedikleri Devlet'i yönetecek olanalara "Koruyucu" diyen konuşmacıların oluşturdukları Devlet'in oldukça radikal nitelikte özelliklere sahip olduğunu kitabın ilerleyen aşamalarında görebilmekteyiz. Savaşlara çocukların da götürülmesi ve bu sayede büyüdüklerin de yapacakları işi yakından görüp öğrenmelerini amaç edinen fikirler, kimsenin kendi gerçek çocuğunun kim olduğunu bilmemesi gerektiğini öne süren fikirler gibi. 

Kitabın sonuna doğru yönetim biçimleri; Oligarşi, Demokrosi, Timokrasi ve Zorbalık yönetimleri ele alınıp bunların işleyişi, avantaj veya dezavantaj yönleri ile  halkı ele alınıyor. Thomas More'un "Ütopya"sında ise kitaba göre zaten var olan bir adaya gidip oradaki yaşama tanık olan Raphael durumu anlatmaktadır. Ütopya'nın kapsamı ve ayrıntısı Devlet'e nazaran daha az olsa da devlette değinilmeyen konulara da değinildiği için artı yönleri de bulunmakta. 54 şehirden meydana gelen Ütopya adasıda tarımın önemine ve halkın toprağın sahibi değil  işçisi olduğuna değiniliyor. Her yıl belirli sayıda insan şehirden kırsal alana giderek nöbetleşe şekilde toprağı işlemektedir. Ütopyada her on yılda bir evlerin oturanlarının  kura ile değiştirilmesinin sebebi ise mülkiyet kavramının oluşmaması gerektiği için olduğu söyleniyor. Ütopya adasında şehirler arasında seyahat için halkın izin alması gerekirken bunu yapmayanlar için nerdeyse ölüm cezasına kadar varan uygulamalar ise genel Ütopya  yönetimine uyanan hayranlığı gölgeler cinsten yaptırımlardan sadece biri bana kalırsa. Bu özelliği her iki kitapta ta görmekteyiz. Zamanlarındaki yönetimlere karşı eleştirel olarak yazılan kitapların daha iyi bir yönetim ve toplum sunması amacı bir yerden sonra elestiridikleri olgulardan farkı kalmaması tezatı çok çarpıcı bir özellik oluşturmakta. Fakat her iki kitapta irdelenmeye ve üzerinde durulmayı hakediyor. Okunulmasi tavsiye olunur.

Sevgiler
Historian

6 Eylül 2010 Pazartesi

Tarihte Türk Devletlerinin Çökme Dağılma ve Yıkılma Sebepleri

Tarihte Türk Devletlerinin Çökme Dağılma ve Yıkılma Sebepleri

Türklerin tarih boyunca pek çok devlet kurmaları, onların ne kadar teşkilâtçı bir yapıya sahip
olduklarını göstermesi bakımından dikkat çekici ise, kurulan devletlerin yıkılış sebepleri de o kadar
ibret vericidir. Türk tarihinin geneli göz önüne alındığında çoğu devletin iç çekişmeler nedeniyle
ortadan kalktığı, veya yine bir başka Türk boyu tarafından yıkıldığı görülmektedir. Türklerin "ilsiz" ve
"kağansız" kalmalarının en büyük sebebi, aslında kendilerini illi ve kağanlı yapan "Türk töresi"nden
kopmaları olmuştur. İslâmiyet'ten önce Orta Asya'da kurulan büyük Türk devletlerinin yıkılış
dönemleri incelendiğinde bu gerçek açık olarak görülebilir. Hun ve Göktürk çağı buna iyi bir örnektir.
İslâmî dönemde de mahiyeti biraz değişmekle birlikte töre ve adaletten ayrılan Türk devletlerinin
zayıflamaya başladıkları izlenebilir. Hun devrine ait Çin kaynaklarındaki bilgiler, Göktürk Kitabeleri ve
İslâmî döneme geçiş devrinde yazılan Kutadgu Bilig ile Nizamülmülk'ün kaleme aldığı Siyasetname
gibi kaynaklar, çözülmenin sebeplerini anlatan pek çok örneklerle doludur.Türk Töresinden
Uzaklaşma, Kültürel Yabancılaşma
Orta Asya Türk tarihinde Türk devletinin kendini güçlü kılan Türk töresinden uzaklaşmasının ne gibi
kötü sonuçlar doğuracağı, ezelî düşmanları Çin ile örnekleştirilerek anlatılır.
Bunda amaç, tehlikeye dikkat çekilerek, devletin kendisine çeki düzen vermesidir. Göktürk
Kitabelerinde buna dair çok sayıda örnek olmakla birlikte, henüz Hun çağında bile Çin âdetlerini
benimsemenin mahsurları, hem de bir Çinlinin ağzından, açık bir şekilde izah edilir. Mete'nin oğlu
Kiyuk'un veziri olan Cung-Hang Yüeh, refah ve zenginliğe erişince gevşeyen ve Çin giyimi ve
yemeklerine ilgi duymaya başlayan kağana bunun sakıncalarını şöyle anlatır:
            "Hunların bütün halkını toplasanız, Çindeki bir ilin nüfusu kadar bile tutmaz(nüfus
bakımından). Çin daha güçlü sayılır. Ayrıca onların yiyecekleri ile elbiseleri de ayrıdır. Bu sebeple,
Çin'de (yetişen ve yapılan) bu gibi mallara bağlanmak doğru değildir. Şimdi siz, Hun hakanı,
geleneklerinizi değiştirip, Çin'de bulunan mallara sahip olmak isterseniz, Çin mallarının hiç olmazsa
beşte birini satın almak zorunda kalacaksınız. Böylece Hun halkının hepsi, (ihtiyaçları için) hep Çin'e
bakacak ve Çin'in tesiri altına girecektir.
            Çin ipeklilerini alsanız ve elde etseniz bile, siz Hunlar çalılar ve dikenler arasında, hep at
üzerinde dolaşmaktasınız. Giyecekleriniz ve pantolonlarınız az zamanda, çalılar arasında yırtılmış
olacaklar. Elbette ki, ipekli elbiseler, şimdiye kadar giydiğiniz yün ve keçe elbiseleriniz kadar
mükemmel ve elverişli olamazlar.
            Yiyecek meselesine gelince: Çin yiyeceklerini elde etseniz bile, onlar da az zamanda
tükenip gidecekler veyahut yemeyip atacaksınız. Bu da gösteriyor ki, Çin yemekleri, sizin kımız ve
yoğurtlarınız kadar lezzetli ve size uygun yiyecekler değildir."
            Bugün dahi benzer meselelerle karşı karşıya olduğumuz göz önüne alınacak olursa bu
öğütlerin doğruluğu ve güzelliği insanı şaşırtmaktadır. Göktürk çağında da devletin çöküşünü
hızlandıran sebepler arasında Türk yaşayış ve töresinin terk edilerek Çin'e öykünmenin ilk sırada yer
aldığı görülür. Çinliler bu durumun farkında olduğundan Türkleri kendi yakınlarına çekmeye çalışmış,
taht mücadelelerini gizliden gizliye kendi çıkarları için körüklemiştir. Batı Göktürklerinin başında
bulunan İstemi Yabgu'nun oğlu Tardu, ihtirası ile, Doğu'daki İşbara Han'ın yüksek hâkimiyetini
tanımayarak isyan ettiğinde, Çin devreye girerek, Göktürkler arasına iyice nifak sokmuş idi.
İşbara'ya karşı isyanların gittikçe artması üzerine, Han, Çin'in himayesine girmeyi kabul etmiş, fakat
Çin hükümdarı, bunun karşılığında Hunların Çin âdetlerini benimsemesini talep etmişti. Çünkü Çin
hükümdarı "Türklerin ok atamadıkları zaman tehlikeli olamayacaklarını" biliyordu.
            Hun ve I. Göktürk devletlerinin başına gelenleri iyi bilen Bilge ve Kültegin kardeşler, II.
Göktürk Devleti'nin aynı hatalara düşmemesi için, Çin'in asıl amacını kitabelere nakşederek
ölümsüzleştirmişlerdir. Tarih şuuruyla nakşedilen öğütler, Türk töresini terk etmenin ağır bedelini
halka hatırlatmaktaydı:
            "Tabgaç budun (Çin), altın, gümüş, işlemeli kemha ve ipekli kumaşlardan bolca verirmiş. Çin
milletinin sözü tatlı, hediyesi de çekici imiş. Tatlı söz ve yumuşak ipeği (hediyeleri) ile Çinliler,
ararlar ve uzak milletleri (bulup) kendilerine bu yolla yakınlaştırırlarmış.
(yakınlarına gelip) konan (kavimlerin ise), içlerine fesat bilgisini yayarlarmış. İyi bilgiye sahip bilgi
kişiyi, iyi cesur ve alp kişiyi yürütmez imiş. (Onların içinde) bir kişi yanılsa, beşiktekilere kadar (artık
acımaz ve) kıymaz imiş. (Çin'in) tatlı sözüne, yumuşak hediyesine kanıp, pek çok Türk öldü..."
            Bu muhteşem nutukta daha sonra I. Göktürk kağanlığının dağılarak çok sayıda Türkün
katledildiği ve kalanların da Çin'e yerleştirilmeleri anlatılır. Kutlu yurt olan Ötügen'in terk edilmesi
devletin yıkılış sebeplerinden biri olarak gösterilir ve Türk milleti bir kez daha uyarılır:
            "Türk milleti!, eğer o yerlere (Çin'e) varırsan öleceksin. Ötügen yerinde oturup, (Çin'e
yalnızca) kervan ve heyetler gönderirsen, hiçbir kaygın olmayacaktır. Ötügen ormanında oturursan
ebedî il tutacaksın. Türk milleti, artık tok olacaksın. Açlık, tokluk nedir bilmezsin. Bir doysan, açlık
nedir bilmezsin. Bunun için, seni eğitmiş olan kağanının sözünü almadın. Yer sayarak (yerden yere)
vardın. Oralarda hep tükendin ve zayıfladın. Orada kalmış olanlar ise, (yine) yerden yere gittiler.
Hepsi, ölü (gibi) yürüyor idiler. Tanrı buyurduğu için; özümün kutu, talihi olduğu için kağan oldum..."
            Bu ifadelerde Türk milletinin "yanılma"sı ve "ilsiz" kalması anlatılır. Eğer millet vatanını ve
kağanını terk ederse Tanrı tarafından cezalandırılır. Tonyukuk Kitabesi'nde "Tanrı şöyle demiş: Han
verdim hanını bırakıp teslim oldun, Teslim olduğun için Tanrı öldürmüştür.
Türk milleti öldü, mahvoldu, yok oldu."denir. Şüphesiz Türk devletlerini güçlü kılan millet-devlet
kaynaşmasıdır. Devlet, milletine hizmet ettiği sürece "kutsal" kabul edilir. Orhun Yazıtlarında Türk
milleti bütün işini ve gücünü kağana verirken, kağanın da milletin başını dik tuttuğu, aç ve çıplak
kimse bırakmadığı destanî bir dille anlatılır. Eğer kağanlar, babalarına benzemez, töreyi unuturlarsa,
devlet ve millet felâketle karşı karşıya gelir. Kültigin ve Bilge Kağan yazıtlarında, devletin zayıflayıp ,
parçalanması sebepleri bu açıdan şöyle anlatılır:
            "Bilgisiz kağanlar, kötü kağanlar tahta oturmuş olduğundan; bakanları (buyrukları) da
bilgisizmiş, kötü imiş. Beğleri ve halkı düzensiz (tüzsüz), Çin milleti aldatıcı ve sahtekâr olduğu,
küçük kardeşi büyük kardeşe düşürdüğü, beğ ve halkın arasını açtığı için Türk milletinin ülkesi
elinden çıkmış. Kağanlık tahtına çıkardığı kağanını kaybetmiş. Çin milletine beğ olacak erkek
çocuğu kul, hanım kızı cariye oldu. Türk beğleri Türk adını bıraktı. Çin beğlerinin Çince adlarını alarak
Çin imparatoru için çalıştılar."
Görüldüğü gibi Orta Asya Türk tarihinde devletin yıkılış sebepleri daha çok Türk töresinin terki ve iç
mücadelelerle izah edilir. Hunlar, Göktürkler aslında kendi iç mücadelelerin sonunda zayıflamış,
Çinliler sadece bundan faydalanmışlardır. Uygur Devleti de 840 yılında yine bir Türk kavmi olan
Kırgızlar tarafından yıkıldıkları hâlde, başlarına gelen felâketlerden hep Çinlileri mesul tutmuşlardır.
Uygur destanlarında, hep Çin motifi işlenir. Çünkü Çin, Türk töresinin karşısındaki "yabancılaşma"
tehlikesini sembolize eder.
İslâmî dönemde de benzer tehlike, mahiyet ve sonuçları farklı olmakla birlikte bazen Türk
devletlerinin sonunu hazırlamıştır. Kurucularının Türk hanedanına mensup oldukları, askerlerinin
hemen tamamının, halkının azımsanmayacak bir kısmının Türk olduğu Samanilerde, nispeten
Gaznelilerde bu durum gözlenir. İran etkisi bu iki devlette de önemli ölçüde hissedilir. Selçuklu
Devleti'nin kısa zamanda bütün Horasan'a hâkim olmasında, şüphesiz bu devletlerin topraklarında
yaşayan konargöçer Türklerin, Arslan Yabgu ve Tuğrul Beylerin etrafında birleşmelerinin rolü vardır.
Ancak Melikşah'tan sonra başlayan iç mücadeleler, İran menşeli devlet adamlarının nüfuz
kazanmasıyla neticelenmesi, Büyük Selçuklu İmparatorluğunun dağılmasına bir ölçüde sebep
olmuştur. Sencer'in bütün gayretlerine rağmen devleti dağılmaktan kurtaramaması ve aynı soydan
olan Oğuzların, yabancılaşan devlete isyanlarının ardında da bu gerçek yatar. İç mücadeleler ve
buhran dönemlerinde özünde "yabancılaşma"ya tepki olan isyanların çıkması bu sebeple tabiîdir.
Nitekim dinî yönünü bir tarafa bırakacak olursak Anadolu Selçuklularında devleti oldukça uğraştıran
Babaîler isyanında Türkmenlerin önemli bir kısmının isyana katılması da bunu gösterir. Her ne kadar,
bir cihan hükümdarı olduklarını göstermeleri bakımından Anadolu Selçuklu hükümdarlarının eski İran
unvanlarını (Keyhüsrev, Keykubad, Keykavüs) kullandıkları biliniyorsa da, sonuç itibariyle bu durum
bir yabancılaşmanın da ifadesidir.
Orhun Kitabeleri'nde geçen "Türk kağanları Çin isimleri aldılar" eleştirisi şüphesiz Anadolu
Selçukluları için de söylenebilir. Anadolu Selçuklularında resmî yazışma dilinin Farsça olması da
göz ardı edilemez. Karamanoğlu Mehmet'in "Bundan sonra divanda, dergahta ve bargahta Türkçe
konuşula" şeklindeki buyruğu, bu yabancılaşmaya bir tepkinin ifadesidir. Nitekim Osmanlı Devleti'nin
600 yılı aşkın bir süre imparatorluklarını muhafaza etmelerinde Türkçeyi resmî dil olarak korumaları
önemli bir unsur olmuştur. Yaşayış bakımından daha Türk olmasına rağmen Safavilerin, İran devleti
hâline gelmelerinin ardında Farsçayı resmî dil olarak kabul etmeleri yatar. Rusya ve Çin gibi ezeli
düşmanlar, Türk hâkimiyetinin yıkılmasının, Türk dilini yok etmekle mümkün olduğunu bildiklerinden,
bu yönde büyük gayretler sarf etmişlerdir.
Taht Mücadeleleri
Daha önce de belirttiğimiz gibi Türklerde devlet hanedanın ortak malı olarak telâkki edilir. Tanrıdan
kut alan kağan, milleti için ve onun adına devleti yönetir. Ancak, kağan veya sultan bu vazifesini iyi
ifa edemezse, bu telâkkiye göre, hanedan üyeleri tahta geçme hakkına sahiptir. Hunlardan
Osmanlılara kadar değişmeyen bu anlayış, aslında devlet yönetimine ehil ve liyakatli kişilerin
gelmeleri ve bu sayede devlet ve milletin daha da güçlenmesi için bir vasıta olarak düşünülmüştür.
Hanedan üyelerinin tahtta hak iddia etmelerinin tek şartı bu mücadelenin "sonuçlarına katlanmayı"
kabul etmelerine bağlıdır.
Dolayısıyla taht mücadelesine giren hanedan üyeleri başarısızlıklarını hayatlarıyla ödemeyi baştan
göze almışlardır. Umumiyetle hanedan üyelerinin kanını dökmek "memnû" (yasak) olduğu için onlar,
hâkimiyet sembolü olan "yay"ın kirişiyle boğdurulur. Bu anlayış, çoğu zaman daha cesur, daha
liyakatli ve bilgili olan hanedan mensuplarının devletin başına geçmesine ve neticede de devletin her
bakımdan güçlenmesine yardımcı olmuştur. Hun Hakanı Mete, Selçuklu sultanları Alparslan, Sencer
veya Osmanlı padişahları Fatih ve Yavuz Sultan Selim bu duruma örnek olabilecek akla ilk gelen
Türk hükümdarlarıdır Fakat bazen taht mücadeleleri, beklenen sonuçları vermemiş ve Türk
devletlerinin zayıflayıp parçalanmasına veya yok olmasına da sebep olmuştur. Özellikle güçlü bir
Türk hükümdarının ölümünün ardından başlayan mücadeleler, buhran dönemi taht kavgaları devlet
otoritesi, gücü ve nizamına sekte vurmuştur. Göktürklerin batı kolunun lideri olan Tardu'nun,
İşbara'nın hâkimiyetini tanımayıp bağımsızlığını ilan etmesi, neticede Göktürklerin Çin hâkimiyetine
girmesini kolaylaştırmıştır. Keza, Melikşah'ın ölümünden sonra, gücünün zirvesinde olan Büyük
Selçuklular 1092'den 1118 yılına kadar taht mücadelelerine sahne olmuştur. Melikşah'ın oğulları
arasındaki taht mücadelelerinden faydalanan Haçlılar, Güneydoğu Anadolu,Suriye, Filistin ve
Kudüs'ü ele geçirmiş, Selçuklu Devleti Sencer dönemine kadar güçlü bir otoriteyi yeniden tesis
edememişlerdir. Hatta Sencer de sık sık yeğenlerinin ve Harzemşah Atsız'ın isyanlarına maruz
kalmış ve neticede Oğuz isyanları ile devlet ortadan kalkmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş sebepleri, şüphesiz yakın tarihimiz açısından daha çok
incelenmeye muhtaçtır. Çünkü Osmanlının çöküşü, sonuçları itibariyle sadece Türkiye Cumhuriyeti
için değil bütün dünya tarihi için önemli bir olaydır. Türk hâkimiyet anlayışından meşruiyetini alan
taht mücadeleleri Osmanlı tarihi içinde de sık sık görülmektedir. Yükseliş dönemine kadar
Osmanlıda cereyan eden taht kavgaları umumiyetle daha güçlü ve liyakatli olan hanedan üyelerinin
tahta geçmesini sağladığından, sonuçları devletin büyüyüp genişlemesine katkıda bulunmuştur.
Buna rağmen Yıldırım Bayezid'in Ankara Savaşı'nda Timur'a yenilmesiyle başlayan ve tarihimizde
"Fetret Devri (1402-1413)" olarak adlandırılan kardeş kavgaları, şüphesiz Osmanlı fetihlerinin
gecikmesine sebep olmuştur. Fatih Sultan Mehmet, kardeş kavgalarının önünü almak için ünlü
kanunnamesinde "nizâm-ı âlem için kardeş katli"nin vacip olduğunu bildirmesi, meselenin ne kadar
ciddî olduğunun bir işaretidir. Devletin bekası ve nizâm-ı âlem için kardeşin dahi gözden çıkarılması,
aslında tenkit edilecek değil, takdir edilecek bir özveri örneğidir. Buna rağmen Cem Sultan ve Yavuz
örneklerinde görüldüğü gibi taht mücadeleleri devam etmiştir. Yine bu mücadeleyi önlemek
maksadıyla I.Ahmet, "ekber ve erşef evlât", yani büyük ve olgun oğulun padişah olması usulünü
getirmiştir. Fakat bu usul de istenen neticeyi vermeyecektir. Özellikle gerileme dönemindeki taht
mücadelelerine hanedan dışında, yeniçerilerin ve devşirme asıllı vezir ve paşaların da karışması
devlet otoritesini ve nizamı daha da bozmuştur.
Yeniçeri Ocağı, saray ve haremin nüfuz mücadelesine girmesi kimi zaman çocuk yaşta, ehliyetsiz
şehzadelerin kukla sultan olmasıyla kimi zaman, dirayetli ve cesur sultanların katliyle
neticelenmiştir.
Türk devletlerinde alplik (gazi-erenlik), bilgelik ve erdem hükümdarların en büyük özelliklerindendir.
Türk hükümdarı cihan hâkimiyetini tesis için bizzat fetihlere iştirak eder ve hatta ordunun en ön
safında savaşır. Çünkü o her açıdan milletinin lideridir. Nitekim Alparsan Malazgirt'te kefenliğini
giyerek ön safta savaşmıştır. Kuruluş ve yükseliş döneminde Osmanlı padişahları bizzat seferlere
katılmıştır. Kanuni'nin 46 yıllık hâkimiyet döneminde, ömrünün çoğunu at üstünde seferlerde
geçirdiği bilinmektedir. Kanuni'nin ölümünden sonra bu gelenek yavaş yavaş terk edilmeye başlamış,
IV. Murat gibi istisnalar hariç, padişahlar seferlere çıkmadığı gibi, devlet işlerinin görüldüğü divana da
pek katılmamışlardır. Padişahların halktan kopması, sefere ve divana çıkmaması, devlet idaresinde
vezirlerin ağırlığının artmasına sebep olmuştur. Nitekim XVI. yüzyılın sonlarından itibaren güç ve
nüfuzunu müspet yönde kullanan vezirler Osmanlı Devleti'nin sınırlarını muhafaza etmesini
sağlayabilmişlerdir. Bu daimî olmayan başarılar, padişahlardan ziyade vezirlere mâl edilmiştir.
Sokullu devri veya Köprülüler devri buna örnektir. Vezirlerin gücünün artması aralarında, taht
mücadelesine benzer bir mücadelenin başlamasına da sebep olmuştur. Nüfuzunu kötüye kullanan
bazı devşirme asıllı vezirler, ihanete varan uygulamalara girmiş, Rüstem Paşa gibi vezirler rüşvet ile
iş görür olmuşlardır.
Osmanlı padişahlarının kısmen de olsa terk ettiği otorite ve yetkilerini üstlenen merkezî bürokrasinin
rüşvet, suiistimal ve adam kayırma gibi, bugün de yabancısı olmadığımız unsurlarla bozulması,
devletin gerileme dönemine girmesine yol açacaktır. XVIII. yüzyıldan itibaren geleneksel bir askerî ve
idarî eğitimden gelen "ehl-i seyf"ten atanan vezirlerin yerini, "ehl-i kalem"e bırakması, yani malî ve
idarî bürokrasinin yürütme (sadaret) görevini üstlenmesi beklenenin aksine bozulmayı
durduramamıştır. Koyu bürokrasi, XVIII. yüzyılda gerçekleştirilmeye çalışılan askeri, idarî ve malî
düzenlemelerden arzu edilen neticeyi alamadığı gibi, çöküşü de hızlandıran bir unsur hâline
gelmiştir.
Merkezî idarenin yanı sıra taşradaki askeri, idarî ve içtimaî yapı değişiklikleri, Osmanlı Devleti'nin
zayıflayıp çökmesinin nedenleri içerisinde önemli bir yer tutar. Daha önce belirttiğimiz gibi, özünde
tımar sistemi bulunan Osmanlı idarî yapısı, devletin merkezi otoritesini zaafa uğratmadan, yerinden
yönetim ile bir denge oluşturmuştu. Tımarlı sipahi, taşra teşkilâtındaki en küçük birimin bir nevi
idarecisi idi. Askerî hizmetine karşı, belirli bir bölgenin gelirleri kendisine tahsis edilen tımarlı sipahi
böylece, bir taraftan devletin seferlerine iştirak ederken, diğer yandan, vergilerini toplayacağı için
halkın düzenli bir üretim yapmasına imkân vermekteydi. Buna bağlı olarak, taşra idaresinin esasını
oluşturan sancak yönetimi ve beylerbeyilik, Osmanlı askerî gücünün asıl gücünü oluşturduğu gibi,
üretim ve vergileri sürekli kılmakta, halkın huzur ve asayişini sağlamaktaydı.
Böylece, Osmanlı hazinesi, merkezi hazineye yük olmadan askerî ve malî harcamalarının büyük bir
bölümünü bu yolla karşılayabilmekteydi. XVI. yüzyıldan itibaren bu sistemde aksamalar başlamıştır.
Bu yüzyılda bütün Akdeniz dünyasında görülen büyük nüfus artışı, ürün ve gelir artışının üstüne
çıkmış, sipahilerin aleyhine olarak, kapıkulları da dirlik gelirlerine ortak olmuşlardır. Tımarlı sipahilerin
işsiz kalması veya gelirlerinin azalması, Osmanlı askerî gücünü de etkilemiştir. Özellikle XVII.
yüzyılda fetihlerin durması, Avusturya ve İran ile yapılan uzun süreli savaşlar, idarî ve iktisadî
düzendeki bozulmaları daha da hızlandırmıştır. Devlet, nakit sıkıntısını gidermek için, tımar
topraklarını mukataaya, iltizama vermiş ve böylece kiralama yolu ile peşin vergiye dönmüştür. Ehl-i
örf zaman içerisinde köylülerin mülkünü gasp etmeye başlamış, kanuna aykırı olarak vergileri
artırmıştır. Bu uygulamalar, tımarlı sipahilerin ve köylü-çiftçilerin huzursuzluğunu daha da artırmıştır.
Nitekim Celalî İsyanları adıyla tarihimize geçen isyanların temelinde bu uygulamalar yatmaktadır.
Celalî isyanları tımar sahipleri ve köylünün, topraklarını terk etmesini ve iktisadî ve içtimaî düzenin
daha da bozulmasını beraberinde getirmiştir. Kapıkulu, tımarlı sipahilerin yerini tutamamış ve
nihayet, XVIII. yüzyılda, toprak kaybetmeye başlayan Osmanlılar, devşirme usulünü de terk ederek,
reayanın her zümresinden idareci ve bürokrat almaya başlamışlardır. Bürokrasi kadrolarının ehliyetli,
ehliyetsiz yöneticilerle dolması, onlara yeni görevler ve gelirler ihdas edilmesi mevcut durumu daha
da kötüleştirmiştir.
Muhassıl, mütesellim ve nihayet ayanlar, idarî yapı içerisinde, klâsik sancak yöneticiliğinin yerlerini
almış, bunların bir kısmı şahsi nüfuz ve servetini artırmak için, mevkilerini istismar ve suiistimal
etmişlerdir. Bütün bu olumsuzluklar, Koçi Bey Risalesi ve Netayicü'l-Vukuat gibi eserlerde
zikredilmesine rağmen önlenememiştir. Merkezî idarenin zaten pek istikrarlı olmayan otoritesi,
taşrada yeni iktidar odaklarının güçlenmesine mani olamamıştır. II.Mahmut'un Yeniçeri Ocağı'nı
kaldırması, ayanların gücünü kırmaya çalışması aslında bu gidişi durdurmaya yönelik tedbirlerdir.
Fakat idarî ve sosyal bünyedeki bozulmalar, Osmanlı yenileşme hareketleri sürecinde gayri millî
unsurların gaflet ve ihanete varan tutumları sebebiyle başka bir mecrada devam etmiştir. Şüphesiz
Osmanlı Devleti'nin çöküş nedenleri arasında Avrupa'nın ticari hayattan sanayileşmeye geçmesi ve
bunu askerî alana da yaymasının rolü vardır. Osmanlı devleti zengin bir ticarî hayata sahip olmasına
rağmen, yukarıda kısaca değindiğimiz sebeplerin de etkisiyle, ticarî hareketliliği sanayileşmeye
çevirememiş, dolayısıyla Avrupa'nın bu alandaki üstünlüğünü kabul etmek zorunda kalmıştır.
Osmanlı Devleti'ni Kurtarma Çabaları
Osmanlı Devleti içinde bulunduğu güçlüklerden kurtulmak için çeşitli dönemlerde ıslahat ve
yenileşme çabalarına teşebbüs etmiştir. Bu hareketler Osmanlı siyasî tarihi bahsinde ele
alındığından burada uzun uzun anlatılmayacak, sadece imparatorluğun çöküş nedenlerine bağlı
kalınarak, değerlendirilecektir.
Osmanlılar, önceleri eski gücüne erişmek ve Avrupa ile boy ölçüşebilmek için, kendi inisiyatifiyle,
askerî ve idarî reformlar yapmayı denemiştir. (III. Selim, II.Mahmud devirleri gibi) fakat tam bir netice
alamamıştır. Artık Avrupa'nın üstünlüğünü kabul etmek zorunda kalan Osmanlılar için, Avrupa'yı her
açıdan örnek alacak idarî, hukukî, sosyal düzenlemeler yapmak kaçınılmaz görülmektedir(!).
III.Selim ve İlk Islahat Hareketleri; İyi bir eğitim görmüş olan III. Selim geçici bir barış döneminden
faydalanarak, devlet içinde, özellikle askerî alanda, ıslahatlar yapmak istiyordu. Bu maksatla,
Nizâm-ı Cedit adı verilen ilk ıslahat hareketiyle, yeni bir ordu kurdu(1793). Yeniçeri Ocağı'nı
kaldıramayacağını bildiğinden, öncelikle Nizâm-ı Cedit denilen bu orduyu batılı tarzda düzenleyip,
başarısını kanıtlamak gerekliydi. kendileri aleyhine ortaya çıkan gelişmelerden endişe duyan
yeniçeriler, bazı devlet adamlarını da yanlarına çekerek yeniliklere karşı çıktılar ve isyan ettiler.
Kabakçı Mustafa İsyanı ile III. Selim tahttan indirildi. (1806). III. Selim'in başlattığı ıslahatları
II.Mahmud devam ettirmeye çalıştı.
II. Mahmut ve Islahat Hareketleri; II. Mahmut devri (1808-1839), hem gerçekleştirilen yenilik
hareketleri ile hem de etnik ve siyasî isyanlarıyla Osmanlı Devleti'nin yol ayrımına girdiği bir dönemi
ifade eder. II. Mahmut, öncelikle orduyu baştan aşağı düzenlemek ile işe başladı.
İsyancıların lağvettiği Nizâm-ı Cedit'in yerine Sekbân-ı Cedit adı ile yeni bir ordu kuruldu. Yeniliklere
karşı çıkan, hiç bir işe yaramayan ve fesat yuvası hâline gelen Yeniçeri Ocağı bir nizamname ile
ortadan kaldırıldı. Vaka-yı Hayriye olarak adlandırılan bu köklü değişiklikle (15-16 Haziran 1826),
yeni bir ordu oluşturuldu. "Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye" adını alan bu modern ordunun yanı
sıra, eyaletlerde "redif" birlikleri oluşturuldu. Merkezî idareyi güçlendirmeye çalışan II. Mahmut,
ayanlara "sened-i ittifak" denilen bir belge imzalatarak onları kontrol altına almaya çalıştı. Hükûmet
teşkilâtında da değişikliklere gidilerek kabine ve nezaret (bakanlık) usulü benimsendi. Avrupa
tarzında eğitim veren rüştiyeler, Harbiye ve Tıbbiye okullarının açılması vb. gibi eğitim alanında da
ıslahatlar gerçekleştirildi. Fakat, kimi şeklî, kimi öze yönelik bu yenilikler devletin içinde bulunduğu
zorlukları aşmasına yetmediği gibi, Osmanlı coğrafyasındaki parçalanma II. Mahmut döneminde
daha da hissedilir hâle geldi.
Tanzimat:II.Mahmut dönemi ıslahatlarının devamı niteliğindeki Tanzimat düzenlemeleri Hariciye
Nazırı Mustafa Reşit Paşa tarafından hazırlanmış, I. Abdulmecit tarafından tasdik edilmiştir. 3 Kasım
1839'da I. Abdulmecit, "Gülhane Hatt-ı Hümayunu"nu ilân ettirerek bu düzenlemeleri hayata
geçirmiştir. Bu fermanda, dini ve ırkı ne olursa olsun Osmanlı tebaasından olan herkesin eşit olması,
herkesin yasalara göre yargılanması, varlığı ölçüsünde vergilendirilmesi ve askerlik süresinin 4-5 yılı
geçmemesi gibi hükümler yer alıyordu.
Ayrıca Osmanlı Devleti bu dönemde Avrupa tarzına benzer idarî düzenlemelerde de bulundu. İltizam
usulü kaldırıldı. Kazalar ihdas edildi. Eyalet ve sancaklarda meclisler kuruldu. 1864'te yapılan Vilâyet
Nizamnamesi ile, taşra yönetim birimleri yeniden tanzim edildi.
Islahat Fermanı: Henüz Kırım Savaşı sürerken, Viyana'da bir araya gelen İngiltere, Fransa ve
Avusturya, Hristiyanlarla Müslümanlar arasındaki farklılıkların her alanda ortadan kaldırılmasını
öngören bir fermanı sultanın yayımlamasını, barış için ön şart koşmuşlardı. Paris Antlaşması
müzakere edilirken, müttefiklerin bu istekleri I. Abdulmecit tarafından yerine getirildi ve Islahat
Fermanı ilân edildi (18 Şubat 1856). Tanzimat'la kabul edilen hususların esas alındığı bu fermanla,
Müslümanlarla Hristiyanlar arasında eşitlik sağlandığı Avrupa'ya garanti edilmiş oluyordu. Ayrıca iç
hukuk alanında ve ticaret hukukunda da yenilikler getiriliyor, Ceza ve medenî hukukun bir bölümü,
dinî esaslardan arındırılıyordu. Aslında Tanzimat süreciyle başlayan bu değişiklikler, idarî
yapılanmada da kendisini hissettirmiştir. 1868'de Şura-yı Devlet ve Divan-ı Ahkam-ı Adlîye kurularak
buralarda hem Hristiyanlar hem de Müslümanlar görevlendirilmiştir. Islahat Fermanı ile getirilen
düzenlemelerin uygulanması daha çok I. Abdülaziz'in tahta çıkması (1861) ile gerçekleşebilmiştir.
Paris Antlaşması'na imza koyan devletler, anlaşma maddesinde de yer aldığı için Islahat
Fermanı'nı, Osmanlı Devleti'ne müdahale etmede bir koz olarak kullanmışlardır.
I.Meşrutiyet: Mithat Paşa'nın öncülüğündeki Genç Osmanlılar, Abdülaziz'i tahttan indirmişler ve
Kanun-ı Esasi'yi ilân edeceğini beyan eden kardeşi II.Abdulhamit'i Osmanlı tahtına çıkarmışlardı. Bu
arada Rusya'nın Osmanlı Devleti'ne baskı kurmasını kendi menfaatine aykırı gören İngiltere,
Balkanlardaki bunalımı görüşmesi için İstanbul'da uluslar arası bir konferans toplanmasını
sağlamıştı. İstanbul Konferansı çalışmalarını sürdürürken II. Abdulhamit, Meşrutiyet'i ilân etti (23
Aralık 1876).
            Kanun-ı Esasi'nin kabulü ile açılan Genel Meclis, padişah tarafından seçilen Ayan Meclisi ve
halk tarafından seçilen Mebusan Meclisi'nden ibaretti. Londra Konferansı'ndan önce çalışmaya
başlayan bu meclis, hükûmet tarafından sunulan teklif ve kanun tasarıların karara bağlayarak ilk
dönem çalışmalarını tamamlamıştı. Ancak 93 Harbi'nin sürdüğü sıkıntılı zamanlarda meclisteki
azınlık mebusları çalışmaları sekteye uğrattığı gibi, bunalımın artmasını da sağlıyorlardı., Kanun-ı
Esasi'nin kendisine verdiği yetkiyi kullanarak, etnik yapısının karışıklığı sebebiyle çalışmaları
aksayan meclisi kapattı (14 Şubat 1878).
II. Meşrutiyet: I. Meşrutiyet'in kaldırılmasından sonra II. Abdülhamit içte ve dışta meydana gelen
olumsuz gelişmelerin de etkisiyle, katı bir yönetim sergilemeye başlamıştı. Meşrutiyet taraftarları da
buna karşılık muhalefetlerinin dozunu artırmışlardı.
Genç Türkler veya Jön Türkler adı verilen ve yurt dışında ve içinde faaliyet gösteren meşrutiyet
taraftarları, İstanbul'da İttihat-ı Osmanî Derneği'ni kurmuşlar ve bu dernek 1894-95'de İttihat ve
Terakki Cemiyeti adını almıştı.
Selanik'te Enver ve Niyazi Paşalar gibi subayların da katılmasıyla güçlenen İttihatçılar, Osmanlı
Devleti'ni ancak Kanun-ı Esasi'nin yeniden kabulünün kurtarabileceğini düşünüyorlardı. Kolağası
Niyazi Bey ve ona katılan Enver Bey'in Resne'de isyan ederek dağa çıkmaları ve Rumeli'de halk
tarafından büyük bir destek bulmaları üzerine II. Abdülhamit anayasayı yürürlüğe koyarak II.
Meşrutiyet'i ilân etti (23 Temmuz 1908).
17 Aralık 1908'de meclis yeniden açıldı. Yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki Fırkası büyük bir
başarı sağlamıştı.
I. ve II. Meşrutiyet ile anayasal ve parlâmenter bir rejime geçilmiştir. Prusya ve Belçika anayasaları
incelenerek hazırlanan Kanun-ı Esasi ile seçimler yapılmış Meclis-i Mebusan ve Ayan Meclisi
oluşturulmuştur. Meclis-i Mebusan'ın kanun hazırlama yetkisinin karşısında, Heyet-i Vükelâ sultana
karşı sorumlu tutulmuştur. 1876 Anayasası ufak düzenlemelerle 1908'de de yürürlükte kalmıştır.
Yenileşme ve Fikir Akımları; Tanzimat, sonuçları itibariyle Osmanlı Devleti için yeni bir dönüm
noktası olarak kabul edilir. Islahat Fermanı ve Meşrutiyet'in ilânı, aslında Tanzimat döneminin tabii
sonucu olarak nitelendirilir. Erol Güngör'ün de belirttiği gibi, Tanzimat'ın aradan bu kadar zaman
geçmesine rağmen hâlâ tartışılıyor olması, aslında "Batılılaşma" hareketinin günümüzde de devam
etmesi ve tamamlanamaması ile ilgilidir. Kimilerine göre Tanzimat, Osmanlının kendisine yabancı
bir kültür ve medeniyeti kabul ederek,Türk millî kültüründen kopmasına ve devletin dağılmasına
sebep olmuştur.
Kimilerine göre ise, Tanzimat'ın en büyük eksiği, tam olarak uygulanmaması ve başarısız kalan bir
"Avrupalılaşmayı" ifade etmesindedir. İkinci görüş, günümüzde de "Batılılaşma"yı, Avrupa'yı her
şeyiyle kabul edip, Osmanlının öz kurumlarına ve onda sembolleştirdikleri "geleneğe" düşmanlıkla
karıştıranlara aittir.
Tanzimat'la Osmanlı'ya giren Batı kaynaklı hukukî, idarî ve içtimaî düzenlemeler, mevcut yapının
yerini almamış, onunla birlikte yaşatılmıştır. Yani bir taraftan Osmanlı hukuku korunurken öte
yandan batı hukuku işletilmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla, özellikle Meşrutiyet'te daha çok hissedilen
idarî ve hukukî ikilik, bu sistemin bir tarafına karşı çıkanların tartışmalarına zemin hazırladı. Neticede
Osmanlı Devleti'ni şu veya bu şekilde kurtarmak isteyen aydınlar arasında, Osmanlıcılık, İslâmcılık,
Türkçülük ve Batıcılık gibi fikir akımlarının ortaya çıkması, bu tartışmaların bir ürünü olarak
değerlendirilebilinir. Batıya öykünenler, batı dışında kalan tüm değerlerlere karşı çıkmışlardır. İnönü
dönemi tek parti uygulamaları ve sonraları sola meyleden bazı aydınlar, Osmanlı Devleti'nin
çöküşünün tek sebebini, gerici din ve toplum kurallarında (kastedilen aslında Türk kültürüdür)
bulmuşlar;Tanzimat ve Meşrutiyet'teki "ikilik"in bir tarafını oluşturan bu anlayışı bir "düşman" olarak
görmüşlerdir. Cumhuriyet'in üzerinden 75 yıl geçmesine rağmen, Osmanlıyı hâlâ yaşayan veya her
an dirilmesi muhtemel bir "düşman" olarak gösterme gayretlerinin altında, aslında din ve geleneğe
olan düşmanlık yatar.
Halktan kopuk ve gayrimillî ideoloji sahiplerinin, geçmişi kötülemekle kalmayıp, Türk kültürü ve
değerlerine saldırması, sözde çağdaş olanların aslında hakikî bir "yobaz" olduğunu gösterir. Çünkü
Genç Osmanlılar, İttihat ve Terakki, en azından başlangıçta "Osmanlıcılık" fikrini işleyerek,
gayrimüslimlerle, Türk ve Müslümanları Osmanlı Devleti'nin çatısı altında tutmayı amaçlayarak,
yenilik hareketlerine girişmişlerdir. Gayrimüslimlerin dış güçlerin kışkırtması ile Osmanlı'dan
kopması, Müslümanları bir arada tutmayı hedefleyen "İslâmcılık" fikrini doğuracağı tabiidir. Özellikle
I. Abdülhamit bu politikayı uygulamıştır. Ancak Abdülhamit, aynı zamanda Batılı müessese ve
teknolojinin Osmanlı Devleti'nde yerleşmesine çalışmıştır. Dolayısıyla günümüzde Abdülhamit'e hâlâ
kızıl sultan diyenlerle, Onu sözde bayraklaştıran gayrimilli bazı İslâmcı ideolojik gruplar aynı hataya
düşmektedir. Osmanlıyı kurtarmak için bir çare olarak düşünülen "İslâmcılık" fik
rini, günümüzde "ideoloji" hâline getiren ve böylece dinimize zarar verenler, Abdülhamit'in de
yerleştirmeye çalıştığı modernleşmeyi, "Tanzimat'tan beri süre gelen batı uşaklığı" şeklinde
algılamışlardır. Onlara göre "milliyet ve milliyetçilik" kavramı, tıpkı sosyalistlerin de savunduğu gibi,
İslâm'la bağdaşmayan, reddedilmesi gereken kavramdır. Osmanlı Devleti'nin aslî unsuru olan
Türkler'in, imparatorluğu yaşatma gayretleri "Türkçülük" diye adlandırılır.
İttihat ve Terakki'nin, Arapların da Osmanlıyı terk etmesiyle sarıldıkları bu fikir, önceleri bir reaksiyon
şeklinde tezahür ettiyse de, daha sonra sağlıklı bir mecraya girmiştir. Ziya Gökalp ile Türkçülük yeni
bir aksiyon hâline gelecek ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda Atatürk onu fikir babası olarak
tanıtacaktır. Ziya Gökalp de Osmanlı yenileşme hareketleri ile ilgili tartışmalara katılmış ve özellikle,
Türk kültürünün dejenere edileceği endişesini taşımıştır. Ancak, onun "Türkleşmek, İslâmlaşmak ve
Muasırlaşmak" şeklinde özetlediği Türk milliyetçiliği fikri, aslında çözüm yolunu da göstermiştir.
Tanzimat ve Meşrutiyet'in artık bir "tarihî olay" olarak ele alınıp, değerlendirilmesi gereklidir. Osmanlı
İmparatorluğunun, her devlet gibi, kendisini yaşatması için yapmış olduğu yenilikler, o zamanın
şartları içerisinde düşünülmeli ve yorumlanmalıdır. Tanzimat ve Meşrutiyet ile gayrimüslimlere
imtiyaza varan yeni haklar ve hukuki düzenlemelerle, Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti'nin toprak
bütünlüğüne saygısının kazanılması hedeflenmekteydi. Fakat gelişen siyasî olaylar, bunun o kadar
kolay olmayacağını gösterecektir. Daha önceleri gerçekleştirilmeye çalışılan Islahat Hareketleri,
Osmanlı Devleti'nin kendi iradesiyle uygulamaya çalıştığı, içte ve dıştaki başarısızlıklarını önlemeye
yönelik yenilikleri ifade etmekteydi. Ancak Avrupa ve Rusya'nın mütemadiyen iç işlerine müdahale
etmesi, Osmanlı Devleti'ni, kendi inisiyatifi dışında, yeni tedbirler almaya zorlamıştır.
Özellikle gayrimüslim unsurları bahane eden devletlerin müdahalelerine fırsat vermemek için idarî ve
hukukî düzenlemelere gidilmiştir. Fakat Osmanlı Devleti'nin artık inisiyatif ve irade ortaya koyacak
güçte olmaması, bu düzenlemelere rağmen, varlığını sürdürmesine yetmeyecektir. Avrupa'nın
yüzyıllar alan gelişim süreci içerisinde tabiî biçimde ortaya çıkan müessese ve anlayışını, farklı bir
tarih ve kültürü olan toplumun bir anda benimsemesi beklenemez. İşte bu sebeple inisiyatif ve irade
eksikliğinin dışında, tabiî seyrinin dışında, tepeden inme bazı düzenlemelerin sıkıntısı da çekilmiştir.
Hatta her inkılâp zamanında görülebilen, faydasız, hesapsız ve aşırı tutum ve davranışlar tepki de
görmüştür. Günümüzde hâlâ görülen şekilcilik veya komplekslerden kaynaklanan çabuk benimseme
ve reddetme alışkanlığının temelinde de yaşanılan bu tecrübeler yatmaktadır.