1933 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1933 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Haziran 2017 Cuma

Hitler’in İktidar Yolu

Hitler’in İktidar Yolu

Chris Harman

Krizin başlarında, Amerikan Birlik Bankası önündeki kuyruk.
1929 Ekim’inde Wall Street Çöküşü meydana geldiği sırada, Avrupa’nın iki en büyük ülkesinin hükümetlerine İşçi Partisi tipi sosyal demokrat partiler egemendi. Britanya İşçi Partisi’nin Ramsay MacDonald’ı yılın başlarında Liberallerin desteğine dayanan bir azınlık hükümeti kurmuştu; Almanya’da ise Sosyal Demokrat Müller, bir yıl önce ‘ılımlı’ burjuva partileriyle birlikte ‘büyük koalisyon’un başına getirilmişti.


Her iki hükümetin de 1930 yılına gelindiğinde kendilerini yutan krizle nasıl mücadele edecekleri konusunda herhangi bir fikirleri yoktu. Artan işsizlik, sosyal yardım harcamalarının artışı anlamına geliyordu. Azalan sanayi üretimi ise vergi gelirlerinin azalması demekti. Hükümet bütçeleri açık vermeye başladı. Mali istikrarsızlık iki ülkeyi de vurdu – ABD’li bankacılar 1920’lerde Alman ekonomisini destekleyen ‘Dawes Plan’ı kredilerinin geri ödenmesini istediler ve finansçılar sterlinin uluslararası değişim değeri aleyhine kumara başladılar. Ulusal bankaların başkanları, Almanya’da (yönetici sınıfın liberal kesiminin temsilcisi olarak beş yıl önce göreve getirilen) Schacht ve Britanya’da (Baring Bankası ailesinin bir üyesi olan) Montagu Norman; hükümetlerine, işsizlere sosyal yardım sağlayan sigorta fonlarını azaltmalarını söylediler. Hükümetler bu baskı altında dağıldılar. Almanya’da maliye bakanı, bir zamanlar Avusturyalı Marksist iktisatçı ve daha sonra Bağımsız Sosyal Demokrat Rudolf Hilferding, durumla başa çıkamadı ve hükümet 1930 başlarında düştü. Britanya’da MacDonald’ın maliye bakanı Philip Snowden, İşçi Partisi’ni terk ederek ulusal bir hükümette Muhafazakârlara katıldı.

Ekonomik kriz Britanya’da, [bkz. video]Almanya ve ABD’den daha az şiddetliydi. Britanya sanayiinin imparatorluk nedeniyle hâlâ büyük pazarlara ayrıcalıklı bir ulaşımı söz konusuydu. Fiyatlar ücret ve maaşlardan daha hızlı düştü ve kuzeyin, İskoçya’nın ve güney Galler’in eski sanayi bölgelerinde işsizler sıkıntı çekerken, orta sınıf bu durumdan yararlandı bile. Ulusal hükümet kamu sektöründeki işsizlik ödemelerini ve maaşları kıstı; işsizler arasında isyanları, donanmada kısa süreli bir isyanı ve öğretmenler gibi gruplar arasında öfkeyi kışkırttı. Ama krizi kolaylıkla atlattı; morali bozulmuş İşçi Partisi’ne 1931 ve 1935 genel seçimlerinde dayak attı ve Britanya kapitalizminin belli başlı kesimlerini bu krizden çıkmanın bir yolu bulunduğu konusunda ikna etti. 1933 ve 1934 yıllarında Oswald Mosley’in, faşizmin Britanya varyantını desteklemeye hazır olan yönetici sınıfın belirli kesimleri (örneğin gazetesi Daily Mail’in ‘Kara Gömleklilere Hurra!’ diye adice açıklamalar yaptığı Rothermer ailesi) 1936’ya gelindiğinde genellikle bu tutumu terk ettiler.

Almanya’da işler çok farklıydı. İşsizlik Britanya’dakinden yüzde 50 daha fazlaydı ve de orta sınıfın büyük kesimi ileri derecede yoksulluk çekiyordu. Kriz Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist (ya da Nazi) Partisi’ne büyük bir destek dalgası yarattı. Oyları 810.000’lerden 1930’da altı milyonun üzerine ve Temmuz 1932’de de toplam oyların yüzde 37,3’üne yükselerek ikiye katlandı. Ama Naziler yalnızca (ya da esas itibariyle) bir seçmen partisi değildi. Onların örgütlenmelerinin çekirdeğinde, sayıları 1930 sonlarında 100.000 ve 1932 ortalarında 400.000’i bulan paramiliter sokak savaşçıları –SA ya da Nazi Komando Örgütü üyesi/ Kahverengi Gömlekliler– yer alıyordu. Bu silahlı çeteler toplumsal bunalımın sorumlusu olarak suçladıkları, bir uçta sözde ‘Yahudi’ finans kapital, öte yanda sözde ‘Yahudi’, ‘Marksist’ işçi sınıfına karşı mücadeleye kendilerini adamışlardı. Nazizmi ve faşizmi, yerleşik burjuva partilerinden farklı kılan, sokakların kontrolü ve tüm öteki örgütlerin fethedilmesi için savaşmaya hazır olan işte bu silahlı gücün varlığıydı.

Bu türün ilk başarılı örgütlenişi İtalya’da 1920’den sonra Mussolini tarafından yaratılmıştı. Bunun üyeleri, Yahudi karşıtlığından daha ziyade, güçlü bir milliyetçi ideolojiyle birbirlerine bağlıydılar. (1920’lerin ortalarında Roma belediye başkanı gibi kimi üyeleri Yahudiydi ve Yahudi karşıtlığı 1930’ların sonlarında Hitler’le ittifak kuruluncaya kadar faşist ideolojinin bir özelliği değildi.) Ama diğer açılardan Hitler’in izleyeceği yolu Mussolini aydınlatmıştı.

Hitler’in partisi, Fransızların Ruhr’u işgal ettiği ve büyük enflasyonla gelen 1923 kriz yılında ilk kez önem kazandı. Parti, sağ terör örgütleri, Yahudi karşıtı gruplar ve eski Freikorps üyelerinin Bavyera şehri Münih’te bir araya gelen çevresinin merkezi oldu. Ancak Kasım 1923’te şehirde iktidarı ele geçirme girişimi hazin bir şekilde başarısız oldu ve kriz koşulları ortadan kalkınca parti düşüşe geçti. 1927-28’e gelindiği zaman Hitler’in partisi, birkaç bin üyesi ve sürekli kavga eden liderliğiyle oy sandığında marjinal bir güçtü. Daha sonra dünya bunalımının patlak vermesi partiye muazzam bir atılım kazandırdı.

Giderek artan sayıda insan, ‘ılımlı’ burjuva partilerinden Hitler’e akın ettiler, zira kriz sırasında destek olan bu hükümetler, yalnızca işçileri değil fakat kendi orta sınıf destekçilerinin de çoğunu yoksulluğa ve iflasa sürüklüyordu. Örneğin küçük Thalburg kasabasında üç yıl içinde Nazi oyları, diğer burjuva partilerinin aleyhine olarak, 123’ten 4.200’e fırladı.(1)

İtalyan faşistleri gibi Naziler de orta sınıfın bir partisiydi. Hitler iktidara gelmeden önceki üyelerin büyük bir kısmı serbest çalışanlar (yüzde 17,3), beyaz yakalı işçiler (yüzde 20,6) ya da memurlardı (yüzde 6,5). Bütün bu gruplar Nazi Partisi’nde, genel nüfus içinde olduklarından yüzde 50 ve 80 daha fazla temsil ediliyorlardı ve hepsi, bugünkünden farklı olarak, toplumsal olarak çok daha ayrıcalıklı kabul ediliyorlardı. Genel nüfus içindeki oranlarından yaklaşık yüzde 50 daha az oranda da olsa, Nazilere katılan işçiler de oldu.(2) Naziler işçi sınıfından biraz oy aldılar. Ancak bunların çoğu, savaştan hemen sonraki sendikalaşma girişimlerinin kırıldığı ve işçi sınıfı politikası geleneğinin hiç mevcut olmadığı doğu Prusya gibi bölgelerin tarım işçilerinin; orta sınıfın etkisinin en güçlü olduğu küçük kasabalardaki işçilerin ya da atomize olmuş ve Nazi ya da özellikle Nazi Komando Örgütleri’ne üye olmanın sağlayacağı yararların cazibesine kapılmış işsizlerin oylarıydı.(3) Bu durum, örneğin ‘araştırmalar Nazi oylarıyla sınıf arasında yalnızca çok düşük bir korelasyon olduğunu gösteriyor’ diyen, Michael Mann’ın yaptığı gibi, Nazilerin orta sınıf özelliğini inkâr etmenin saçmalığını gösteriyor.(4)

Ama orta sınıflar, niçin solun değilde, Nazilerin cazibesine kapılmıştı? Bu kısmen on yıllar süren anti-sosyalist telkinlerle ilgiliydi. Serbest çalışanlar ya da beyaz yakalı işçiler, bedeniyle çalışan işçilere üstün oldukları inancıyla yetiştirilmişlerdi ve kriz derinleşirken işçi kitlesinden kendilerini ayıran şeye sıkıca tutunmak istiyorlardı. Hükümetlere ve finansçılara duydukları öfke, kendilerinin altındaki işçi kitlesinden duydukları korkuya eşitti. Bununla birlikte bu durum onların pek çoğunun, 1918-1920 devrim döneminde, bir tür sosyalist değişimin kaçınılmaz olduğu düşüncesine razı olmalarını engellememişti.

Bu durumdaki diğer etken, solun kendisinin davranışıydı. Alman Sosyal Demokratları, İtalyan seleflerinin deneyiminden hiçbir şey öğrenmemişlerdi. Bunun yerine, bıktırıncaya kadar (ad nauseam) ‘Almanya İtalya değildir’ diye tekrarlamışlardı. 1927’de Kautsky, bu noktada ısrar ediyor, ileri bir sanayi ülkesinde faşizmin, ‘kapitalist amaçlara hizmet etmeye hazır büyük sayılarda lümpen unsurları yakalamada’ İtalya’daki başarısını asla tekrarlayamayacağını iddia ediyordu.(5) Hilferding, Ocak 1933’te Hitler iktidara geçmeden birkaç gün önce hâlâ aynı mesajı tekrarlıyordu. Alman anayasasına dayanarak, Sosyal Demokratların Nazileri ‘legalite’ alanına zorladıklarını ve Cumhurbaşkanı Hindenburg’un bir önceki yaz hükümet kurma talebini reddetmiş olmasının gösterdiği gibi bunun onların yenilgisine yol açacağını söylüyordu. ‘İtalyan trajedisinden sonra Alman farsı geliyor…” diyor, “bunun faşizmin yıkılışını gösterdiğini’ iddia ediyordu.(6)

Anayasacılık üzerine yapılan vurgu Sosyal Demokrat liderleri, kendileri 1930’da hükümeti terk ettikten sonra ağırlaşan krizde işbaşında olan, birbirini izleyen hükümetlere karşı bir ‘hoşgörü’ politikası izlemeye yöneltmişti. Önce Brüning, sonra von Papen ve son olarak da Schleicher’in liderliğindeki bu hükümetler parlamentoda çoğunluk desteği olmadan yönettiler ve cumhurbaşkanına açık kararnamelere dayandılar. Aldıkları önlemler işçi sınıfının ve alt orta sınıfın koşullarına saldırı niteliğinde oldu –Brüning’in bir kararnamesi ücretlerde yüzde on kesinti getiriyordu– ama ekonominin kötüye gidişini ve onunla birlikte gelen güçlükleri önleyemedi. Sosyal Demokratlar uyguladıkları ‘hoşgörü’ politikasıyla, aslında, sunabilecekleri tek şeyin zorluk ve açlık olduğunu söylüyorlardı. Eski burjuva partilerini terk edenlerin desteğini elde etmeleri için meydanı Nazilere bıraktılar.

Sosyal Demokratlar, önünden çekilerek, Hitler’in işlerini kolaylaştırmış görünüyorlardı. Çeşitli türden savunma örgütleri, sosyalist spor kurumlarından ve gençlik örgütlerinden gelen gençler ve militanlardan oluşan Reichsbanner’i kurdular. Bunun yüz binleri harekete geçirme potansiyeli vardı. Ne ki yalnızca savunma amaçlı olduğunu ve yalnızca hiçbir zaman gelmeyen bir anda, Nazilerin anayasayı delmeleri halinde kullanılabileceğinde ısrar ettiler. Ayrıca Prusya devlet yönetimini ve büyük ve iyi silahlanmış bir polis gücünü kontrol ediyorlardı. Berlin’de 1929’da Komünistlerin yönetimindeki 1 Mayıs gösterilerine ateş açmak için polisi kullandılar ve 25 kişiyi öldürdüler; 1930 ve 1931’de Prusya’nın her yerinde Nazilerin gösterilerini yasakladılar. Ancak onların bu anayasacılığı, 1932 yazında Nazi tehdidi yüksek bir noktaya ulaştığında, onları bu silahı terk etmeye yöneltti. O yılki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendi adlarına bir aday çıkarmadılar ve destekleyicilerini yaşlı Hindenburg’a oy vermeye zorladılar ve bu Hindenburg, gizli gizli Hitler’le görüşen von Papen’le anlaşarak Prusya’daki Sosyal Demokrat hükümeti düşüren bir kararname yayınlayarak onlara hizmetlerini ödedi. Sosyal Demokratlar uysal bir şekilde buna boyun eğdiler ve Nazizme karşı en güçlü siper olduğunu söyledikleri şeyi terk ettiler. SA komandoları şimdi açıkça yürüyüşler yapmak, hayatı bu kadar zor yapan koşulları nasıl olsa ortadan kaldıracak dinamik ve çok güçlü bir hareket imajı yaratmak ve muhalefeti sokaklardan uzaklaştırmak için serbest kaldılar. İnsanların o zamana kadar tanıdığı en kötü bunalım karşısında Sosyal Demokratların hareketsizliği kadar büyük bir çelişki olamazdı. 

Sosyal Demokrat eylemciler arasındaki şaşkınlık boşuna değildi. Nazizmin Thalburg kasabasındaki yükselişini yazan tarihçinin belirttiği gibi 1933 başında Sosyal Demokratların:
…pek çokları Nazilerin yönetimi ele geçirmesini bekliyordu. Savaşmayı planlıyorlardı ama artık ne için savaşılacağı o kadar açık değildi. General von Schleicher’in ya da von Papen’in cumhuriyeti için mi? Cumhurbaşkanlığı kararnameleri altında bir demokrasi için mi? Puslu 1933 Ocak’ında Thalburg SPD’si hiçbir toplantı yapmadı, hiçbir konuşmaya destek olmadı. Söyleyecek ne kalmıştı ki?(7)

Sosyal Demokratların hareketsizliği meydanı Nazilere bırakmıştı. Ama Naziler basitçe onların seçim desteğinin sırtına binerek iktidara gelemezlerdi. Serbest seçimlerdeki en yüksek oy oranları yüzde 37,1 olmuştu ve 1932’nin Temmuz’uyla Kasım’ı arasında fiilen iki milyon oy kaybetmişlerdi. Hitler şansölye (başbakan) iken ve muhalefetin kitlesel olarak sindirildiği durumda bile, Mart 1933 seçimlerinde oyların yalnızca 43,9’unu almışlardı. 1932 sonlarında Goebbels, günlüğünde, Nazilerin iktidarı ele geçirememesinin saflarda moralsizliğe yol açtığından ve binlercesinin ayrıldığından şikâyet ediyordu.

İktidarı Nazilere veren şey, Alman yönetici sınıfının baş temsilcilerinin bunu ona sunma kararıydı. Büyük iş çevrelerinin kimi kesimleri uzun süredir Nazilere para veriyor ve onları sola ve sendikalara karşı bir denge unsuru olarak görüyordu. Gazete baronu Hugenburg, ‘ilk yıllarda … Hitler’in mali açmazlarını rahatlatmıştı’.(8) 1931 yılına gelindiğinde, Ruhr’un önde gelen sanayicilerinden Fritz Thyssen, ‘keskin bir Nazi destekçisiydi’(9) ve eski ulusal banka şefi Schacht sempatizandı.(10)
Ancak 1932’ye kadar Alman kapitalizminin temel kesimleri, az ya da çok doğrudan kendi kontrolleri altında olan iki partiyi desteklemişlerdi: büyük sanayiciler (savaş öncesi Ulusal Liberal Parti’nin devamı olan) Alman Halk Partisi’ni ve Hugenburg ve büyük toprak sahipleri Alman Ulusal Partisi’ni desteklemişlerdi. Bunlar Nazi partisine güvenmiyorlardı çünkü, onun saflarındaki pek çok yoksullaşmış orta sınıf mensubu –ve liderlerinin bir kısmı– yalnızca işçilerin Marksist örgütlerine saldırmakla kalmıyor fakat aynı zamanda büyük iş çevrelerine yönelik bir ‘ulusal devrim’ çağrısı yapıyorlardı.

Dünya bunalımı kârlarına zarar vermeye başlayınca sermayenin çeşitli kesimlerinin görüşleri değişmeye başladı. Bunlar ayrıca Hitler’in ortaya koyduğu politikaya pek çok açıdan yakındılar. Hitler’i finanse etmeyen ve kendilerinden bağımsız olarak yoksullaşmış orta sınıflar arasında gelişmiş olan bir harekete güven duymayan sanayicilerin çoğunluğu bile, Nazileri kendi amaçları için kullanabileceklerini hissetmeye başladılar. Bir çalışmanın vardığı sonuca göre: Bunalımın artan ciddiyeti üst sınıfın liderlerinin pek çoğunu, Versailles Antlaşması’nın bertaraf edilmesi, savaş tazminatlarının iptal edilmesi ve depresyonun alt edilmesinden önce, emeğin gücünün kırılması gerektiğine ikna etmişti… 1931 yazında büyük iş çevrelerinin liderleri, Weimar Cumhuriyeti’nin, ‘bir onursuzluk sistemi’ olarak nitelenmesini benimsemişler ve ‘ulusal diktatörlüğe’ çağrı yapmışlardı.(11)

Bu tür görüşler, Ruhr’lu sanayiciler, büyük toprak sahipleri ve silahlı kuvvetlerdeki subay kadrolarının büyük çoğunluğunca paylaşılıyordu. Bunlar Hitler’in ortaya koyduğu politikaya da pek çok açıdan yakındılar. Bu yakınlık Hitler, ‘ulusal devrim’ görüşünün en hararetli savunucusu Otto Strasser’i kovunca; Milliyetçi Parti, Halk Partisi ve sanayici ve toprak sahibi gruplarla 1931 Eylül’ünde Harzburg’da bir toplantıya katılıp daha sonra da Ocak 1932’de, ‘Ruhr sanayiinin liderlerine hitap edince’ daha da arttı.(12)

Sanayicilere, Hitler’in onların çıkarlarına zarar vermeyeceği konusunda artan garantiler veriliyordu ve bu arada kimileri onun SA komandolarını işçi hareketini ezmekte yararlı bir araç olarak görüyordu. 1932 sonbaharına gelindiğinde sanayicilerin çoğu, hükümetin istediği politikaları izleyecek ve işçi sınıfı direnişini kıracak kadar güçlü olması için Nazilerin de hükümette yer alması gerektiğine inanmışlardı. Ancak Nazi varlığının tam olarak ne kadar önemli olacağı konusunda hâlâ aralarında bölünmüşlerdi. Çoğunluk temel görevlerin eski burjuva partilerinde, von Papen gibi, güvendikleri politikacıların ellerinde olmasını istiyordu. Yalnızca bir azınlık o sıralar Hitler’in başa geçirilmesinde ısrar ediyordu. Onların tutumu, Hitler’in bir bekçi köpeği gibi mülkiyetlerini koruması ve herhangi bir bekçi köpeği gibi sıkı bir zincir altında tutulması yönündeydi. Ama Hitler bunu kabul etmeyecek ve büyük iş çevrelerinin havası, askeri şef von Schleicher’in hükümetinin ihtiyaçlarını karşılamakta başarısız kalmasıyla değişmeye başlayacaktı. Seçkin sanayicilerin pek çoğu, o arsız konuşmasıyla kendini beğenmiş eski onbaşıya meraklı olmasa da, yalnızca onun burjuva istikrarını yerine getirebilmek için gerekli güçlere egemen olduğunu kabul etmeye başlıyordu. Von Papen’in kendisi, bir bankerin evinde Hitler’le bir toplantı yaptı. Birkaç gün sonra Britanya büyükelçisine, ‘Eğer Hitler hareketi çöker ya da ezilirse, bunun bir felaket olacağını, her şeye rağmen Nazilerin Komünizme karşı elde kalan son siper olduğunu’ söylüyordu.(13)

Hitler’in, Schacht ve Thyssen gibi büyük toprak sahibi ve yerleşik iş çevrelerinden destekçileriyle yüksek askeri komuta kademesi, Hitler’i şansölye olarak atamak suretiyle krizi çözme konusunda Cumhurbaşkanı Hindenburg’a baskı yapmaya başlamışlardı. Von Papen kendi ağırlığını ve ona güvenen ağır sanayi çıkarlarının ağırlığını bu baskıdan yana koydu. Sanayinin hâlâ kuşkuları olan belirli kesimleri vardı ama bu çözüme bir direnç göstermediler ve bir kez Hitler iktidara gelince parlamentodaki konumunu yükseltmek (ve Nazi saflarındaki krizi çözmek) için, gitmek istediği seçimi finanse etmeye oldukça gönüllü oldular.(14) Hitler, Alman büyük iş çevrelerinin kimi kesimlerinin acil siyasal tercihlerine karşı da olsa, orta sınıfların kitlesel hareketini örgütlemeyi başaramamış da olsa, bir şey yapabilecek durumda değildi. Ancak işin sonunda, büyük iş çevreleri, onun iktidara gelmesinin devam eden siyasal istikrarsızlıktan daha iyi – ve kuşkusuz onun çökerek Alman siyasetinin sola kaymasından çok daha iyi, olacağı sonucuna vardılar.

Hitler 31 Ocak 1933’te göreve geldi. Sosyal Demokratların pek çok destekçisi savaşmak istedi. Braunthal, ‘…Alman işçilerinin direnme iradesinin en etkili gösterileri’nden söz eder:
30 Ocak gününün öğleden sonrası ve akşamı Alman şehirlerinde işçilerin kendiliğinden ve şiddetli gösterileri oldu. Ülkenin her tarafındaki fabrikalardan gelen delegeler aynı gün savaş emri beklentisi içinde Berlin’e ulaştılar.(15)

Bununla birlikte SPD liderleri Hitler’in ‘anayasal’ olarak iktidara geldiğine ve SPD taraftarlarının hiçbir şey yapmaması gerektiğine karar verdiler! Günlük gazeteleri Vorwarts, ‘Hükümetin ve onun coup d’etat tehditleri karşısında Sosyal Demokratlar ve Demir Cephesi, sağlam bir şekilde anayasa ve meşruiyet zemininde durmaktadır’ diye kendilerini övdüler.(16) Parti çabalarını, yeni rejime ‘zamansız’ bir direnişi önlemeye harcadı. Sosyal Demokrat Parti’nin sıradan üyelerinin direnme arzusu önceki üç yılda Komünist  Parti’nin kullanabileceği bir duyguydu. Ama onun liderleri, 1929’dan ta 1933’e kadar Sosyal Demokrat liderlerden Nazileri durdurabilmek için bir birleşik cepheye katılmalarını talep etmeyi, ya aptallıktan ya da Stalin’e olan riayetten reddettiler. Bu politika hakkında kuşkuları olan bireyler etkili pozisyonlardan uzaklaştırıldılar. En büyük saçmalık 1931 yazında görüldü. Naziler, Prusya’da Sosyal Demokrat hükümeti uzaklaştırmak için bir referandum düzenlediler ve Komünist liderler, Stalin’in emriyle, bunun bir ‘Kızıl Referandum’ olduğunu ilan ettiler ve üyelerine ‘evet’ oyu için kampanya yapmalarını bildirdiler! Nazilere karşı direniş için yüzünü Komünistlere dönmüş, Sosyal Demokrat tabanın önünü kesmek amaçlı bundan daha kapsamlı bir adım düşünülemezdi.

Bu Komünistlerin, kimi zaman iddia edildiği gibi, Nazilerin bir tür müttefiki oldukları anlamına gelmez. Berlin gibi yerlerde Komünist gruplar, Nazileri geri püskürtebilmek için günlerce her şeyi göze alan sokak savaşları verdiler.(17) Ama bunu çok daha geniş bir destek zemininden kopuk olarak yaptılar.

Sosyal Demokratların korkaklığı gibi, Komünist liderlerin divaneliği Hitler işbaşına geldikten sonra da devam etti. İtalya’da olanlardan ders almamışlardı ve Nazilerin iktidardaki herhangi bir burjuva hükümeti gibi hareket edeceğine inandılar. Nazi diktatörlüğünün esasen istikrarsız ve muhtemelen kısa ömürlü olacağında ısrar ettiler.(18) Sloganları ‘Hitler’den sonra, biz’di. Moskova’da parti gazetesi Pravda ‘Alman Komünist Partisi’nin yükselen başarılarından’ söz ediyor; bu arada eski Sol Muhalefetçiler’den şimdi tamamıyla Stalin’in emri altında olan Radek, Izvestia’da, Naziler için, ‘Marne’daki yenilgi gibi bir yenilgi’den söz ediyordu.(19)

Bu bakış açısıyla uyumlu olarak Almanya’daki Komünist eylemcilere, kitleye yönelik broşürlerle ve yeni hükümete yönelik dilekçelerle saldırıyı sürdürmeleri söyleniyordu. Ama Hitlercilik, öteki burjuva hükümetlerinden tam da bu noktada ayrılıyordu çünkü arkasında, işçi sınıfı direnişinin her unsurunu ezmeye hazır, militanları avlayan, işverenlerin sendikalı eylemcileri işten atmasını sağlayan ve rejime muhalif olan merkezleri yok etmek için gizli polisle işbirliği yapan geniş bir destekçi kitlesi vardı. Bir dilekçeyi imzalayan herhangi birisi, SA’larca dövülüyor ve polisçe toplanıyordu.

Birkaç gün içersinde Nazilerin paramiliter güçleri devlet makinesiyle bütünleşti. SA Nazi Komandoları ve polis, işçi sınıfı partilerine eziyet etmek için birlikte çalıştı. Daha sonra, 27 Şubat’ta Naziler, Reichstag’daki bir yangını, Komünist Parti’yi kapatmak, basınını susturmak ve 10.000 kadar üyesini toplama kamplarına sürüklemek için bahane olarak kullandılar.

Sosyal Demokrat liderlerin aptalca korkaklığı sonuna kadar devam etti. Komünistlere yönelik baskının kendilerine dokunmayacağına inandılar ve yeraltı direnişinden söz eden üyelerini partiden attılar. Sendika liderleri, 1 Mayıs’ı bir ‘ulusal emek günü’ne dönüştürmek için Nazilerle işbirliği yapma sözü bile verdiler.

Hitler’in iş başına gelişiyle 1939’da savaşın çıkışına kadar geçen sürede yaklaşık 225.000 kişi, siyasal suçlar nedeniyle hapse mahkûm edildi ve ayrıca ‘bir milyon kadar Alman’ın uzun ya da kısa bir süre, toplama kamplarının işkence ve aşağılamalarının’ kurbanı olduğu tahmin edilmektedir.(20)

Istırap çeken yalnızca işçilerin örgütleri değildi. Komünistlere, Sosyal Demokratlara ve sendikalara yönelik saldırısı için büyük iş çevreleri partilerinin –Ulusal Parti ve Halk Partisi– desteğini kazanmış olan Hitler, onlara yöneldi ve kendilerini feshetmelerini ve bir Nazi tek parti devletini kabul etmelerini sağladı. Her türden örgütün – ne denli saygıdeğer ve orta sınıf da olsa bağımsızlığını yok etmek için devlet terörü uyguladı ve avukat grupları, profesyonel dernekler ve hatta izciler bile acı çekti. Eğer herhangi bir örgüt direniş ortaya koyarsa, siyasi polis –Gestapo– daha aktif olan bazı üyelerini toplama kamplarına gönderiyordu. Korku, totaliter politikalara karşı çıkan her türlü sesi susturdu.

Bununla birlikte, Nazi yönetimi, büyük iş çevreleri ve ordunun subay kadrolarıyla doğrudan anlaşma üzerine kuruluydu. Bunlar, Nazi şiddetinin görece dışında kaldılar ve baskı araçlarının ve bütün siyasal hayatın kontrolü Nazilere terk edilirken, kârlarını ya da askeri kapasitelerini arttırma konusunda özgür bırakıldılar. Bir yıl sonra, Hitler kendi korumaları, MS’leri, ‘ikinci bir devrim’den söz eden ve generalleri ve sanayicileri endişelendiren, SA Nazi Komandoları’nın liderini öldürmede kullanınca bu ittifak, ‘Uzun Bıçaklar Gecesi’nde kanla teyit edildi. Buna karşılık onlar da Hitler’in cumhurbaşkanlığını üstlenmesine ve tüm siyasal iktidarı kendi ellerinde toplamasına izin verdiler.
....

1 W S Allen, The Nazi Seizure of Power: The Experience of a Single German Town, 1930-1935 (Chicago, 1965), s. 292.
2 Nazi üyeliklerinin sınıf ve yaşa göre tam bir dökümü, J Noakes ve G Pridham, Nazizm 1919-1945, Volume 1, The Rise to Power 1919-1934 (Exeter, 1983), s. 84-87.
Bakınız, örneğin, M H Kele, Nazis and Workers (North Caroline, 1972), s. 210.
M Mann, ‘As the Twentieth Century Ages’, New Left Review, 214 (Kasım-Aralık, 1995), s. 110.
K Kautsky, ‘Force and Democracy’, çevirisi D Beetham, Marxists in the Face of Fascism (Manchester, 1983), s. 248.
6 R Hilferding, ‘Between the Decisions’, çevirisi D Beetham, Marxists içinde s. 261.
W S Allen, The Nazi Seizure of Power, s. 142.
8 A Schweitzer, Big Business in the Third Reich (Bloomington, 1963), s. 107.
J Noakes ve G Pridham, Nazizm, s. 94.
10 Hitler’in iktidara gelişini iş çevrelerinin desteğine borçlu olduğu iddiaları karısında genellikle kuşkucu olan H A Turner tarafında da kabul ediliyor; bakınız H A Turner, German Business and the Rise of Hitler (New York, 1985), s. 243.
11 A Schweitzer, Big Business, s. 95.
12 Bakınız, A Schweitzer, Big Business, s. 96-97, 100. Turner önde gelen Ruhr sanayicilerinin, gazete öykülerinin iddialarının aksine, Hitler’e karşı soğuk durduklarını ileri sürmektedir. Ancak Htler’in etkili iş çevreleri topluluklarına konuştuğunu kabul etmektedir. Bakınız, H A Turner, German Business, s. 172.
13 Aktaran, F L Carsten, Britain and the Weimar Republic (Londra, 1984), s. 270-271.
14 Turner bile olayların gelişmesinin bu anlatımını yalanlayamıyor. Başka kaynaklar için bakınız, I Kershaw (drl.), Why Did Weimar Fall? (Londra, 1990) ve P D Stachura, The Nazi Machtergreifung (Londra, 1983). Bütün tezlerin Marksist açıdan bir genel değerlendirmesi için D Gluckstein’ın mükemmel çalıması The Nazis, Capitalism and the Working Class (Londra, 1999), Bölüm 3’e bakınız.
15 J Braunthal, History of the International, cilt II (Londra, 1966), s. 380.
16 Vorwarts akşam baskısı, 30 Ocak 1933, aktaran, örneğin, E B Wheaton, The Nazi Revolution 1933-85 (New York, 1969), s. 223.
17 E Rosenhaft, Beating the Fascists bunun mükemmel bir öyküsünü sunar.
18 Bakınız A Meson, Communist Resistance in Nazi Germany (Londra, 1986), s. 29.
19 Aktaran, J Braunthal, History of the International, s. 383.
20 A Meson, Communist Resistance, s. 61.

Chris Harman, Halkların Dünya Tarihi, Çeviri: Uygur Kocabaşoğlu, Yordam Yayınları, 2013/3, 6. bölüm içinde.

bkz.
video, İngiltere'de Büyük Bunalım, https://www.youtube.com/watch?v=AmDvLY9f82A

28 Mart 2017 Salı

Alman Utanç Günü 1 Nisan 1933

Alman Utanç Günü 1 Nisan 1933

Ernst E. Hirsch 
1982
1 Nisan 1933 Nazilerin Yahudi işyerlerini boykot çağrısı. Yürütücü milisler SA'lardı (kahverengi gömlekliler)

1933 Mart ayında yapılan Rayh parlamentosu seçimlerinde NSDAP [Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi], oyların sadece %43,9’unu aldı, mutlak çoğunluğu kazanamadı. Böylece NSDAP, gerçi en güçlü fraksiyon oluyordu, ama ancak Deutschnationale Volkspartei fraksiyonunun desteğiyle parlamentoda çoğunluğu sağlayabilirdi. Rayh parlamentosu ve hükümet, anayasaya uygun biçimde kurulmuştu. İşte, bu nedenle bir ihtilâlden değil de, “inkılâptan söz edilmekteydi.


Hitler, Ulmer Reichswehrprozess sırasında da, yeminle temin ettiği gibi, anayasal yoldan iktidara gelmişti. Bu iktidarı nasıl ve hangi amaçla kullanacağını ise. “Kavgam” adlı kitabında, herkesin anlayabileceği bir açıklıkla anlatmış bulunuyordu. Hitler’in hedefleri ve yöntemleri, basın aracılığıyla olsun NSDAP’nin öteki yayınlarıyla olsun, seçmen kitlesine öğlesine yoğun bir şekilde iletilmişti ki, herkes bu anayasal iktidarın sonunun nerelere varabileceğini pekâlâ görecek durumdaydı. Gerçi  seçmenlerin büyük kısmı, bütün bu anlatılanları bir hayal, bir ütopya olarak değerlendiriyor, bunların birazının dahi gerçekleştirilebilirliğine ancak hayalperestlerin inanacağını düşünüyordu. Fakat nisbeten yüksek bir katılımın olduğu bir seçimde Hitler’in ve “Hareket”in yönetici kurmayları
arasındaki yakın arkadaşlarının, seçmenlerin hemen hemen yarısını kazandıkları da bir olgu olarak karşımızdaydı.

Her türlü telkin ve demagoji aracıyla, rüşvetle, yozlaştırmayla, geleneksel her türlü değer ölçüsünü
ayaklar altına alıp çiğneyerek, tahrip ederek ve yeni bir takım değerler ortaya atarak, bu değerlerle Versay Antlaşması ve sonuçlarının millî onurda açtığı yaraları sarmak, dünya ekonomik bunalımı ve olağanüstü yüksek işsizlik yüzünden sarsılan ekonomiyi gene ayakları üstünde dikmek ve halst not least, “Bin Yıllık Bir Rayh” içinde “Deutschland über alles” (“Herşeyin Üzerinde Almanya”) kurmak gibi vaatlerde bulunan Hitler, halkı iğfal etti.

Yine 1933 yılından bir an. Naziler kitapları yakıyor.
Ama, 1933'ten önceki yıllarda Alman basınının büyük kısmının seviyesizliğine tanık olan, özellikle de sözde bağımsız “Gencralanzeiger” basının rezilliğini bilen, siyasî mücadele üslubundaki kabalaşmayı izleyen ve parlamentoda Weimar Anayasasının ilkelerine sarılan orta yolcuların, Rayh’ta ve Prusya’da hukukun ve anayasanın çiğnendiğini gördükleri halde nasıl çaresiz kaldıklarım bilen herkes, iktidarı
“anayasal yoldan” ele geçirmenin, gerçekte, bir hükümet darbesini dış görünüşte meşrulaştırmaya yarayan bir kılıf olduğunu kavrayabilirdi.
Bu hükümet darbesi, Hitler’in Ocak ayı sonunda, Rayh şansölyesi ilân edilmesiyle, Mart ayındaki Rayh parlamentosu seçiminden de önce, de facto
olarak tamamlanmış bulunuyordu.

Bu çapta siyasî altüst oluşları, ahlâkî değer ölçüleriyle değerlendirmek mümkün değildir. Bu nedenle, alman halkının kollektif olarak suçlu olduğundan söz etmek, bu suçun ceremesini bugünkü Alman nüfusunun da çekmesi gerektiğini söylemek, düpedüz saçmalıktır. Tüm halkın, gelecek kuşaklar da dahil olmak üzere, de facto olarak katlanmak zorunda kaldığı, uğursuz bir siyasetin sonuçlarıdır bunlar. Suç isnadı ise ancak bunu uygulayanlara yöneltilebilir. Uygulayanlar ise, Goethe’nin de dediği gibi, her zaman için vicdansızdırlar. Sorumluluğu gerektirecek bir vecibeden söz edilecekse, ancak aşağıdaki mülâhazalar ileri sürülebilir, kanısındayım:

Devlet gücünün “de jure” olarak halktan kaynaklandığı ve genel, eşit, dolaysız ve gizli yapılan seçimler sonucu seçilen milletvekilleri tarafından uygulandığı bir parlamenter demokraside, siyasî bir kollektif suçtan ancak şu anlamda söz etmek mümkündür:
Seçmenlerin kararıyla iktidara gelmiş olan halk temsilcilerinin çoğunluğu tarafından örülmüş olan çorabın sonuçlarına, tüm halk politik olarak katlanmak zorunda kalmıştır. Seçimler gizli olduğundan, seçmenleri tek tek tesbit edemezsiniz, sadece seçilen milletvekillerini tesbit etmemiz mümkündür. Eninde sonunda, devlet gücünün uygulanmasındaki siyasi sorumluluk, bu milletvekillerinin sırtındadır.
Bu milletvekilleri, bir hükümete sadece güvenoyu vermekle kalmamış, bunun da ötesinde, görevleri olan ve parlamenter sistemin özünden kaynaklanan denetleme görevinden vazgeçmiş, böylece hükümete sınırsız eylem özgürlüğü sağlamışlardır. Bu sonuç, 24 Mart 1933 tarihinde Rayh parlamentosu tarafından kabul edilen ve Yetki Kanunu (Ermâchtigungsgesetz) adıyla anılan “Gesetz zur Bchebung der Not von Volk und Reich” ile gerçekleştirilmiştir. Federal Almanya Anayasa Mahkemesinin görüşüne göre (resmî kolleksiyon Cilt 6, s. 331 v.d.) bu yetki kanunu, nasyonal sosyalist zorbalık yönetimini devrimle gerçekleştirmekte bir adımdır; bu kanunla, o güne kadar geçerli olan yetki düzeni kaldırılmış, yerine yenisi getirilmiştir.

Bu yeni yetki düzeni, hızla hem içte hem de dışta kendini kabul ettirmiş ve uluslararası düzeyde de kabul görmüştü. Yetki kanununun çıkarılmasından hemen sonra yeni yetki düzeninin “de facto” olarak kabul edildiğine, hem hâkimler tarafından, hem de Üniversite mercileri tarafından itirazsız boyun eğildiğine kanıt olarak, o günlere ait kendi kişisel tecrübelerimi aktarmak istiyorum.

NSDAP, yani bir devlet mercii değil de, parti, 1 Nisan 1933 tarihinde Yahudi dükkânlarını, esnafı, avukatları, doktorları vb. boykot etmek çağrısı yaptı. “Almanlar! Kendinizi sakının! Yahudilerden Alışveriş Yapmayın!” yazılıydı pankartlarda. Bunları boykota uğrayanlar bizzat, kendi dükkânlarının
camekânlarına, iş yerlerinin, muayenehanelerinin girişine, tehdit altında, asmaya zorlanıyordu. İşte terör böyle böyle başladı. 

www.ceji.org
Nazi lideri Joseph Goebbels resmi anti-semitizm kampanyasını başlatıyor.
Terörü daha da etkili kılan, boykot edilen dükkânların önüne SA-gruplarından oluşan nöbetçilerin dikilmesi ve halkı bu dükkânlara girmekten alıkoyması idi. Tek tük istisna dışında alman halkı, bu şekilde terörize edilmeye izin verdi ve medenî cesaret gösteremedi. 1938 Kasım ayındaki “kristal gecesi” değil, 1 Nisan 1933’teki “Yahudi Boykotu Günü”, asıl “Alman Utanç Günü”dür.
Asıl bu gün, Alman halkının NSDAP'nin keyfiliğine karşı koymadaki zaafını ortaya çıkarmış ve nazilerin daha da keyfî önlemler geliştirme cüretini artırmıştır.

30 Mart günü, bu “Yahudi Boykotu Günü”nden tam 2 gün önce, telefonla aranarak, o gün öğleden sonra, Eyalet Mahkemesi Başkanı Dr. Hempen’in makamına çağrıldım. Dr. Hempen, beni Eyalet Mahkemesinin Hukuk Sınavı, Dairesinde (Justizprüfungsamt) görev yapan “Profesör” üyelerden biri olarak tanıyordu. Eski Prusya eyaleti Hessen - Nassau’nun o günkü Rayh komiseri Dr. Roland Freisler adına, benden, yeni bir haber gelene kadar hâkimlik görevimi yerine getirmemem ricasında bulundu. Ve ben - aynı önleme uğramış pek çok öteki arkadaşımın aksine- bu talebi şiddetle reddettiğimde de, başkan, kendisine zorluk mu çıkarmak niyetinde olduğumu sordu. Meselenin bu olmadığını, hâkimliğin bağımsızlığının ve her ikimizin de ettiği hâkimlik yemininin uygulanıp uygulanmamasının söz konusu olduğunu açıkladım. “O takdirde, size şu andan itibaren izinli olduğunuzu resmen bildiriyorum”, cevabını aldım. Ancak 10 Nisan’da, yani 7 Nisan tarihli “Gesetz zur Wiederherstellung des Berufsbeamtentums” (Devlet Memurluğuna Yeniden Saygınlık Kazandırma) Kanununun yürürlüğe girmesinden birkaç gün sonra, bu sözlü emir bana yazılı olarak bildirilmiştir. Söz konusu kanundan 8 gün önce bir Eyalet Mahkemesinin başkanı tarafından bir eyalet yöneticisinin talimatı üzerine, kaydıhayat şartıyla memuriyete atanmış bir hâkimin zorunlu izne çıkarılması, hem her türlü yasal ve hukukî temelden yoksundu, hem de güçlerin ayrımı ilkesine, hâkimlerin bağımsızlığı ilkesine ve Kamu Personeli Hukukuna indirilmiş ağır bir darbe idi.
Zayıf kalan karşı gösteriler... Amerikalı Yahudilerin organize ettiği Nazi karşıtı gösteri.
Ama, o sırada elimden ne gelirdi ki? Üniversitenin Hukuk Fakültesinden, dost olduğum iki profesörle, geçici olarak zorunlu izinli sayılacağım açıklamasından hemen sonra, durumu tartıştım. Her ikisi de, aşırı bir adım atmamamı önerdiler. Birinin öğüdü hiçbir zaman aklımdan çıkmamıştır:
“Mahkeme merdivenlerinde kendinizi öldürtürseniz, kimseye bir yararınız dokunmaz. Bugün artık bir dava uğruna ölen kahraman filan olmuyor, çünkü terör karşısında herkes susmak zorunda”.

Rayh Mahkemesi katında, yukarıda sözünü ettiğim kanunun, içinde açık seçik belirtilmeyen “hâkimlere” de uygulanması hakkında neler düşünüldüğünü öğrenmek amacıyla, daha stajyerlik yıllarımdan tanıdığımReichsgcrichtsrat Dr. Bernhard Brandis’i* ziyarete gittim. Dr. Brandis, durumu, benim yanımda, Rayh Mahkemesi Yargıçları Birliği’nin o günkü başkanı, Senato Başkanı Dr. Wunderlich ile tartıştı. Sonunda Dr. Wunderlich bana şunları söyledi: “Genç meslektaşım, sizinle birlikte sessizce tahammül ediyoruz”. Bunun üzerine kendisine şu cevabı verdim: “Kusuruma bakmayın, sizden yaşça çok genç olduğum halde, sözlerinizi düzeltmek zorundayım:
Siz, sessizce tahammül etmiyorsunuz, sessizce müsamaha ediyorsunuz".

Bu “siz” hitabı, tüm Alman hâkimlerine yönelmiştir. Çünkü hâkimlerin meslek teşkilâtı, Deutschnationale Volkspartei üyesi olan Adalet Bakanı  Gürtner’e nesnel hiçbir müracaatta bulunmadığı gibi, hakimlerin bağımsızlığı açısından vazgeçilmez bir teminat olan görevden keyfi uzaklaştırmama ilkesinin göz göre göre çiğnenmesine karşı gık bile dememiş, hiçbir alenî protesto girişiminde bulunmamıştı.

Yeni düzen, işte, bu denli hızlı bir biçimde kendini bilfiil kabul ettirdi. Alman hâkimleri ve hâkimlerin meslek kuruluşları, kendi özel statülerinin temellerini tahrip eden tüm keyfi davranışlara boyun eğdiler, bunları sessizce kabullendiler. Devlet memurluğunun bütün şartlarını eksiksiz yerine getiren ve büyük kısmı zerrece siyasî bir faaliyet içinde olmayan sayısız hâkimin, akşamdan sabaha, işlerinden tazminatsız atılmasına göz yumdular.

İsmine bakılacak olursa, memuriyetlere partililerin doldurulmasına ve devlet imkânlarının yemlik gibi kullanılmasına karşı güya bir “temizlik önlemi” olarak çıkarılan bu kanun, gerçekte, yeni rejimin istemediği kişileri memuriyetten atmayı ve açılan yerleri de liyâkatlerini kanıtlamış “eski mücahit”lerle doldurmayı amaçlamaktaydı. Tabii, aynı zamanda, NSDAY’ye kaydolmak için de ortaya atılan bir yem oluyordu. Bazıları, NSDAP’ye girerek kendi mesleklerinde terfi etmeyi ve daha kolay bir hayat teminini tasarlamaktaydılar. Buna bir örnek olarak, fakülte ve hâkim meslekdaşlarımdan birini anmak istiyorum. Bu zat, vicdanını rahatlatmak için bana gelerek, çoktandır parti üyesi olan bir savcının kendisine de parti üyesi olmasını hararetle tavsiye ettiğini, kendinin de, sırf karısıyla çocuklarını düşündüğünden bu tavsiyeye uyduğunu, yoksa kalben kesinlikle NSDAP yönünde düşünmediğini söylemişti. Aradan bir yıl geçtikten sonra aynı adam: “Yeni Anlamıyla Hâkim Bağımsızlığı” başlıklı bir tür “iman tazeleme" yazısı yayınladı. Ve bu yeni anlam artık geçerliliğini
yitirdikten sonra da, Federal Almanya’nın saygın Hukuk Fakültelerinden birinde hukuk felsefesi ordinaryüsü oluverdi... Tabii, geçmişle “hesaplaşmanın” bir yolu da böyle olabilir!

Tam da Yahudi Boykotu Gününde apartman dairesinden çıkarak, Eschershcim’de Kirscherg yakınındaki müstakil eve taşınmaya girişmiştik. Mobilyalarımızla kitap sandıklarını taşıyan kamyonet bir sefer gidip geldikten sonra, geri kalanını ben Adler-Primus marka arabamızla eski evden yeni
eve taşıdım; mutfak eşyası, tabak, çanak, lâmbalar, vazolar ve başka ufak tefek eşyayı böylece kendim götürdüm. Gene böyle bir seferde, gümüşlerin durduğu kutuyu evden arabaya taşırken, gamalı haç pazubentli gençten bir adam yanıma yaklaştı ve ne yaptığımı sordu. Kendisi, kapımızın önüne
boykot için dikilen NSDAP nöbetçilerindendi. “Gördüğünüz gibi, taşınıyorum” dedim. “Ama yalnızca birkaç ev öteye gidiyorum. Kendi gözlerinizle görmek isterseniz, yani buyurun yanıma oturun, beni nasıl olsa derslerden tanıyorsunuz”. Bu cevap üzerine, öğrencimin nutku tutuldu. Utançtan kıpkırmızı kesilerek arkasını döndü ve gözden kayboldu, bir daha da ortalarda gözükmedi.

O gün Alman Rayh’ı içinde, özellikle de kentlerin alış-veriş merkezleriyle küçük köylerde olan biteni, ertesi günkü gazetelerde okuduk, gördük. 1 Nisan 1933 benim için, her zaman, “Alman Utanç Günü” olarak kalmıştır. Çünkü 20. yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarında tam bir pogrom kinciliği, Alman halkının büyük kısmında âdeta dünden hazırmışlar gibi, uygun zemin bulmuş, Almanlar Yahudi yurttaşlara karşı ancak ortaçağlara yaraşır bir kıran tutumu alabilmişlerdir. Polis, Yahudilere saldırılmasına, bunların yaralanmasına, aşağılanmasına seyirci kalmış, halk da bütün bu iğrençlikler ve zorbalıklar sanki bir film perdesinde cereyan ediyormuş gibi kılı bile kıpırdamadan bakmıştır. O gün, kimbilir kaç kişi SA’nın adamları tarafından sorgusuz sualsiz tutuklanmış, hakaretler yağdırılarak temerküz kamplarına sürüklenmiştir!

Bu konuda ilk elden bilgi edinmek isteyen herkes, yani nasyonal sosyalist “ihtilâlin gerçekte neye benzediğini öğrenmek isteyen herkes, sadece cesaretini toplamalı ve 1.4.1933 tarihli Yahudi Boykotu Günü hakkında basında çıkan haberleri okumalı, yeter. Bu Alman Utanç Günü ile, hâlâ, bugüne kadar, hesaplaşılmış değildir; çünkü hiç kimse, Alman halkının büyük kısmının o gün pasif kaldığı gerçeğini görmek istemiyor. O günde, boykot altındaki bir büroya ya da dükkâna adım atmak bile büyük cesaret işiydi. Siyasî yönetim, Alman kamuoyuna neleri kabul ettirebileceğini ve engellenmeksizin ne gibi alçaklıklar yapıp yaptırabileceğini o gün sınadı ve kavradı. Öyle alçaklıklar ki, örnekleri Alman kentlerinde son olarak tam altıyüz yıl önce Ortaçağın Yahudi takibatlarında; yakın
zamanlarda ise, ancak Çarlık Rusya'sında ve komünist Rusya’daki pogromlarda görülmüştür. Almanya, işte, bu kadar batmıştı! Ve beş yıllık Nazi rejiminden sonra 1938 Kristal Gecesinde değil, daha bu Rejimin ilk yılında.

Notlar

* Senato başkanlığına yükseltilmiş olan Drandıs, gerçi savaşı sağ salim atlatmıştır; Takat 1945
Ağustos ayın sonunda Sovyet NKWD tarafından tutuklanarak bir temerküz kampına gönderilmiş,
1946 da burada ölmüştür. Bkz. Schaerer: Das grosse Stcrbcn ım Rcichsgerichl. Deutsche Richerzeitung 1967, s. 249 vd. s. 260).


[Alıntı yaptığım bu kitap;
‘Aus des Kaisers Zeiten durch Weimarer Republik in das Land Atatürks, Eine unzeitgemasse Autobiographic’ adı ile 1982 yılında Münich’deki Sweitzer Verlag tarafından yayınlanmıştır. DK]

Kaynak
Prof. Dr. Ernst E. Hirsch, Anılarım, Kayzer Dönemi Weimar Cumhuriyeti Atatürk Ülkesi, TÜBİTAK yayınları, s: 179-182


[Görseller, alt yazılar, koyulaştırma ve başlık bana aittir. DK]