Siyaset-Sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Siyaset-Sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Kasım 2020 Perşembe

Anarşizm: Ursula K. Le Guin'in Yorumuyla

Anarşizm: Ursula K. Le Guin'in Yorumuyla

Ursula "Devrimden Önceki Gün" isimli öyküsünün önsözüne aşağıdaki kısa yazıyı yazmış.


Mülksüzler adlı romanım kendilerine Odocular adını veren küçük bir dünya dolusu insan hakkındadır. Adlarını, toplumlarının kurucusu olan, bu romanda geçen olaylardan birkaç nesil önce yaşamış, dolayısıyla burada anlatılan olaylarda fiilen yer almayan fakat her şeyi başlatan kişi olması sebebiyle varlığı örtük olarak her satırda hissedilen Odo’dan almışlardır.

Odoculuk, anarşizmdir. Cebinde bombayla gezmek, yani terörizm anlamında bir anarşizm değil, zira kendini hangi isimle yüceltmeye çalışırsa çalışsın bunun adı terörizmdir. Aşırı sağın sosyal-Darwinci ekonomik “liberteryanizmi” anlamında bir anarşizm de değil, ilk ifadesini erken Taocu düşüncede bulan ve Shelley, Kropotkin, Goldman ve Goodman tarafından yorumlanan anarşizm. Anarşizmin başlıca hedefi otoriter Devlet’tir (ister kapitalist, ister sosyalist olsun); başlıca ahlaki ve pratik ilkesi işbirliğidir (dayanışma, yardımlaşma). Tüm siyasal teoriler arasında en idealist olanı ve bana göre en enteresan olanıdır.

Bu teoriyi, daha önce yapılmadığı üzere, bir roman kurgusu içine yerleştirmek, kendi adıma, aylar boyunca bütün zamanımı ayırmamı gerektiren uzun soluklu ve zor bir işti. Bitirdiğimde kendimi kaybolmuş, sürülmüş, yerinden edilmiş hissediyordum. Bu yüzden, Olasılık Körfezi’nin ötesinden, gölgelerin içinden çıkıp gelerek bir öykü -yaratmış olduğu dünya hakkında değil, kendisi hakkında bir öykü— yazmamı istediği için Odo’ya minnettarım.

Bu öykü, Omelas’ı ardında bırakıp gidenlerden biri hakkındadır. 


[Öykü 1974 tarihlidir]


Devrimden Önceki Gün, Ursula K. Le Guin, İnka Kitap, Ekim 2019, Çeviren: Ayberk Erkay

28 Ağustos 2019 Çarşamba

"Bin Yıllık Reich" kurucusundan sadece bir hafta daha fazla yaşadı

"Bin Yıllık Reich" kurucusundan sadece bir hafta daha fazla yaşadı

Hitler halleri..
Almanya'nın 1933 ve 1945 arasında derin ve hatta emsalsiz büyüklükte bir değişim yaşamış olmasına rağmen, Nazi Devrimi'nin yapısal zayıflı­ğına ve yetersizliğine dair gereğinden çok kanıt mevcuttur.

Hitler'in asıl hedeflerinden biri, "Devletin gelecekteki tüm kurumları [Nazi] hareketin kendisinden
temellenip yükselmeli," olmuştu. Bu, yüzeysel olarak, Bolşeviklerin tüm devlet kurumlarını  kendilerininkilerle değiştirme amacına benziyordu. Ne ki, pratikte Naziler böyle bir temiz­leme harekatını ne başarabildiler ne de böyle bir şeye giriştiler. (K. D. Bracher ve diğerleri Üçüncü Reich'ın içindekilerin çoğunun uydurulmuş olduğunu savundular: "Hemen hemen her yerde rejim iki düzlemde eşza­manlı olarak işliyor: eski kurumların içine işlemek ve onlarla uzlaşmak, ama aynı zamanda onların üzerine yeni, ayrı ve rakip mekanizmaları inşa etmek." Örneğin, geleneksel sivil memuriyete Nazi bürokrasisi hakim oldu, ama hala ondan ayrıydı. Sonuç olarak, bu kurumların işlerliği sık sık iki başlı ve hemen her zaman karmaşıktı. Nazi siyasal düzeni içsel olarak tutarsızdı ve sistematik değildi, sürekli yaşayıp işlemesi de Füh­rer'in kendisine bağlıydı.

Gerçekte, bir bütün olarak Nazi Devrimi, tamamen bir insanın kişisel karizması üzerine perçinlenmişti. Bu durum, hareketi iki şekilde etkiledi. Birincisi, Hitler sürekli olarak partisinden daha fazla popülerdi ve açıkça ifade edilmemesine  rağmen, Nazi devletinin uzun vadedeki geleceğiyle ilgili ciddi bir sorun vardı. Hitler'den başka kim "devlet mekanizmasının ve parti acentelerinin  yetki alanlarını,  dallarını" tasnif etme vazifesini üstlenebilirdi?  İkincisi,  Nazizm,  gelecekte gelişme  kapasitesine  sahip sistematik bir ideolojiye doğru ilerlemek  için Hitler'in  kişisel takıntıla­rına aşırı derecede sıkı bir biçimde bağımlıydı; gerçekte, partinin  kura­mını bilimselleştirmeye yönelik  tüm girişimler Hitler'in hışmına  uğradı. Devrimin son aşaması boyunca, Hitler'in siyasaları giderek artan derece­de irrasyonelleşti ve hatta yaklaşan yenilginin gölgesinde bile asıl derdi "Son Çözümün" tamamlanmasıydı. Nisan 1945'te Rus topçusu  Berlin'i döverken, Hitler, takipçilerini şuna yüreklendiriyordu: "Her şeyden önce (...) ırkçı yasaları ayakta tutmak adına tüm ulusların zehirleyicisi olan uluslararası Yahudiliğe karşı amansızca direnin. "Her türlü akılcı unsur­dan mahrum kalan ve yaklaşmakta olan çöküşle yüz yüze gelen "Bin Yıllık Reich", kurucusundan sadece bir hafta daha fazla yaşadı.

Avrupa Tarihinden Kesitler 1789-1980, Stephen J. Lee, Dost Yayınları, 2004, s. 240-241

29 Temmuz 2019 Pazartesi

İngiltere'de Soyadı Kullanımının Başlaması

İngiltere'de Soyadı Kullanımının Başlaması

Bryan Sykes

Domesday Book (kitabı) bir gravürde böyle gösterilmiş, 1900
Fatih William, İngiltereyi işgal ettikten sonra elindeki mülkün değerini öğrenmek ister.
Görevliler ayrıntılı (çok ayrıntılı) araştırma yaparak, kayıt tutarlar ve bu kitabı hazırlarlar.
Sicil defterleri, sicil kayıtlarının yorumlandığı;  özet kitap, değerlendirme raporudur aslında Domesday Book.
Belgeler İngiliz ulusal arşivlerinde hala mevcut. Bu yüzden geçmişini araştırmak isteyen bir kişi için yüzlerce yıl
 önceye giden resmi kayıtlar var.
Nitekim yazarımızın da (Bryan Sykes) başlangıç hikayesinin bir yönü de budur.

Aristokratlarınkiler dışındaki çoğu İngiliz soyadı 13. yüzyıl civarında, en başta bir mülk yönetim aracı olarak kullanılmaya başladı. 1066’daki Norman istilasını gerçekleştiren ve ülke topraklarını dostlarına, destekçilerine dağıtan I. William’ın doğrudan mirası olarak, neredeyse bütün ülke büyük feodal beyliklere bölündü. Beyliklerin bütün topraklarını bir feodal lord kontrol eder ve tarım arazilerini kiracı çiftçilere dağıtırdı. Bu kiracı çiftçiler, ödedikleri kiralarla, lordun ve birinci dereceden akrabalarının çok kısa sürede alıştıkları o gösterişli hayatı sürdürmelerini sağlardı. Bu son derece denetlenen bir yapıydı, her parselin boyutları ve kirasıyla beraber kiracının adının da listelendiği -pek çoğu hâlâ mevcut- ayrıntılı kayıtlar tutulmuştu.

Soyadı olmadan, mülk memurlarının olayları takip edebilmesi neredeyse imkânsızdı. Herkesin birbirini tanıdığı küçük bir köyde birkaç insanın isminin aynı olması köy sakinleri için başa çıkılabilir bir şeydi. İnsanlar birbirini şahsen ve çoğu zaman da lakabıyla tanıyordu. Ama idareciler büyük sorunlarla karşılaşıyordu. Hangi John, hangi Adam, hangi Maud, hangi Mary, çoğu zaman bilinemiyordu. Getirdikleri çözüm, aynı isme sahip insanlara birer isim daha —bir soyadı— vererek, onları birbirinden ayırmak oldu. Çok geçmeden bu yeni soyadları kalıtsal hale geldi. 13. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, ölen kiracı çiftçilerin toprak kullanım hakkını oğullarına bırakmasına izin verilmesiyle kiracılığın kalıtsal hale gelmesinin ardından soyadının da kalıtsal hale gelmesi normaldi. Yani, çoğu İngiliz soyadının kökeni, ortaçağ muhasebeciliğinin pratik zekâsında yatıyor. Uygulama bürokrasiden çıktı ve sonunda herkese bir soyadı verildi; evlenen kadınlar kocalarının soyadını aldı. Bu soyadları bazen bir meslekten —örneğin Carpenter [marangoz], Smith [demirci] ve Butcher [kasap]- türedi, bazen bir lakaptan, genellikle Redhead [kızıl] ya da Smallpiece [küçük bir tarlanın sahibi] gibi betimleyici bir lakaptan evrildi.

Bazı soyadları, babanın adının sonuna bir “-son” [-oğlu] eklenerek, Johnson veya Adamson gibi baba kökenli isimlerden türedi. Dördüncü gruptaki soyadlarıysa arazi özelliklerine dayanıyordu; Hill [tepe], Bush [çalı], Wood [koru] ve Yorkshire’da Sykes [dereler].

...

Bryan Sykes, Adem'in Laneti, Koç Üniversitesi Yayınları, 2017

18 Haziran 2019 Salı

Kafkas Halkları

Kafkas Halkları

Georges Dumiezil
Aşağıdaki lejanta bakarak inceleyiniz
age


Hazar Denizi ile Karadeniz arasında uzanan ve Kafkas­ya'yı oluşturan dağlık dar kara parçasında çok sayıda de­ğişik halk grupları yaşamaktadır. Kimileri burada eski­den beri yaşarken, kimileri de değişik zamanlarda çıktık­ları seferler sırasında ya da kuzeyde ve güneyde uzanan ovaları işgal edenlerin önünden kaçarken buralara gel­mişlerdir. Ne var ki sıradağların iki yamacı; ırklar ve kültürler açısından belirgin bir farka sahiptir. Bunlar, dağla­rın Karadeniz'e bakan tarafında ve merkeze yakın bazı bölgelerde, 19. yüzyılda Vladikavkaz ve Tifüs arasında ulaşımı sağlayan meşhur Gürcü askeri yolunun geçtiği bölgelerde az çok birbiriyle karışmaktadır.

Kafkasya'nın kuzeyi 19. yüzyılın ikinci yarısında Rusya tarafından ilhak edilinceye kadar, ilk başta kapsamlı bir Çerkez halkları birliğinin yurdu olmuştu. Bu birliğin üye­si  olanlar, batıdan doğuya doğu Abhazlar (Abxaz), Abazalar, Karadeniz kıyısındaki Ubıhlar (Ubix) ve bir de iç bölgede Dağıstan'ın kuzeyine kadar uzanan bölgede ya­şayan gerçek Çerkezlerdir) (ya da Adiğeler). Çerkezler, çok sayıda kavmin (Abaza, Şapsuğ, Natuhay, K'emirgoy, Bjeduh vs.) oluşturduğu Batı Çerkezleri ve Doğu Çerkezleri (Besleney, Kaberdey) olmak üzere kendi içinde iki büyük gruba ayrılmaktadır. 1864 yılından sorıra Batı Çer­kezlerinin büyük çoğunluğunu oluşturan Ubıhlar ile Besleneylerin neredeyse tamamı, pek çok Abhaz ve Kaber­dey Hıristiyan fatihin saldırılarından korunmak için Tür­kiye'ye, özellikle Anadolu'ya göç etmişlerdir. Çerkezler, yeni yurtlarında henüz tam olarak asimile olmamışlardır. Abhazca, Ubıhça ve Çerkezce birbirinden çok farklı, fa­kat yine de birbiriyle yakın akraba dillerdir. Bunlar, belli ölçüde Çeçence ve Dağıstan dilleriyle uzaktan akraba da sayılırlar. Bu dillerin yapısı ile Bask dilinin yapısı arasın­da garip bir benzerlik vardır ve üstelik aralarında akrabalık olduğuna dair bir kanıt da yoktur.
age
Bu dil grubu en es­ki coğrafyacıların zamanlarında da yerleşik düzene geçmişti. Kısaca bu grup, bugünkü Rusya'nın güneyinde bulunan geniş bir bölgeye yayılmıştır. Diğer bir etnografik grubu ise 
Çeçenler ve (Gürcistan'ın - dağlık bölgesindeki özerk Bac da dahil olmak üzere) İnguşlar oluşturmakta­dır. İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra neredeyse hepsi Sibirya'ya sürülmüştür. Ancak daha sonra, hayatta kalanların geri dönmesine izin verilmiştir.

Türkiye'de, Anadolu'da da Çeçen göçmenlerin yaşadığı birkaç köy bulunmaktadır. İnguşların ülkesinin
güneyinde, (Digorlar ve İronlar olmak üzere ikiye ayrılan) çok ilginç bir kavme, Osetlere rastlamaktayız. Osetler, ortaçağdaki Alanların son temsilcisidirler. Bunlar da yine, İskit-Sarmat halkları birliğine mensupturlar. Osetler İran dillerinden birini konuşurlar ve pek çok eski sözlü geleneği koru­muşlardır. İşte bu gelenekler sayesinde bugün, Hint-İran­lıların İskit kolu hakkında geniş bir bilgiye sahibiz. İskit­ler, büyük istila sırasında Afganistan'dan Orta Avrupa'ya kadar yayılmış, ancak daha sonra tarih sahnesinden silinmişlerdir.
Günümüzdeki etnik ve dil dağılımını gösteren harita

Dağıstan'ın sarp dağları arasında uzanan erişilmesi zor vadilerin soyutlanmışlığı içinde, çok renkli bir halklar mozaiği yaşamını sürdürmektedir. Bu halkların dilleri (Avarca, Andice, Diçlovs; Lakça; Tabasaranca; Kürice; Rut'ulca vs.) birbirleriyle ve belli ölçüde Çeçence-İnguşça ile akrabadır, ancak birçoğu henüz pek incelenmemiş­tir. Türkiye'de, Anadolu'da birkaç Oset ve Dağıstan köyü (özellikle Küri) bulunmaktadır. Son Tatar saldırıları neti­cesinde Kafkasya'da Kumuk, Karaçay, Balkar gibi bazı özerk bölgeler oluşmuştur. 1944 yılından sonra, aynı şekilde bu bölgelerde yaşayan nüfusun da bir kısmı sürül­müştür.

Bölgeye dışarıdan en son gelen bu [Tatar kökenli toplulukları] bir kenara bırakacak olursak, bütün bu halklar uzun bir süre boyunca pagan kalmışlardır. Bizans İmpa­ratorluğu döneminde Çerkezler ve aynı şekilde Osetlerin mutlaka Hıristiyanlık alemi ile temasları olmuş olmalı. Üstelik bunlar, sürekli olarak Hıristiyan Gürcistan'ın nüfuzu altında yaşamaktaydılar.

Ancak Bizans'ın düşmesin­den sonra karma bir din oluşmuş ve bu arada Hıristiyan­lıktaki tasavvurlar pagan bir dönüşüm geçirmiştir. İslam dini ancak 17. yüzyılda, özellikle de 18. yüzyılda Kırım Tatarları aracılığıyla bu bölgeye ulaşabilmiştir. Osetlerin Hıristiyan kalmaya devam eden bir bölümü dışında, Ku­zey Kafkasyalılar çok kısa bir süre içinde fanatik ve ör­nek birer Müslüman oluverirler. İşte Rus istilasından son­ra 1864 yılında kitleler halinde göç etmelerinin nedeni de budur.

Bütün bu kavimlerin halk dinine özgü tasavvurları ancak 19. yüzyılda toplanmış ve kayda geçirilebilmiştir. Önce seyahatnamelerde (Beli, Taitbout de Marigny ve -Çerkez­ler konusunda- Dubois de Montperreux) ve ardından Ye­ni Düzene geçildikten sonra Tiflis'te yayımlanan iki büyük etnoğrafya dergisinde: Sbornik Svedenij o Kavkazs­kix gorcax ("Kafkas Dağ Halklarına İlişkin Haberler Derlemesi") 10 cilt, 1868-1881, bundan böyle SSKG olarak anılacaktır; Sbornik Materialov dlja Orisanija Mestnosteji Plemen Kavkaza ("Kafkasya'nın Coğrafyası ve Etnoğ­rafyası Konusunda Bilgiler Derlemesi"), 44 cilt, 1881- 1915. SSCB'nin kurulmasından sonra (ancak Kafkasya'da konuşulan dillerin çoğu o dönemde bir alfabeye ve yazı­lı bir geleneğe kavuştuktan sonra) değerli, fakat genelde kısa ömürlü halkbilim ve etnoğrafya dergileri çıkarılmış ve kapsamlı araştırmalar yapılmıştır. Osetçe'nin
İran grubuna dahil olduğunu kanıtlayan Rus bilimci Vs. Miller, Osetler konusunda, özellikle de Osetinskije Etjudy adlı üç yayınında (Moskova 1882-1887) eşsiz bilgiler sunmaktadır.

Kafkasya'nın güneyi ve Türkiye ile Ermenistan sınırında­ki dağlara kadar uzanan hemen bitişikteki ovada, büyük ölçüde birbirine benzer kavimler yaşamaktadır. Bu ka­vimler, birbiriyle yakın akraba olan dilleri konuşurlar, an­cak aralarından yalnız asıl Gürcü dili  (Kartuliena) ol­dukça eski bir dönemde yazı dili olma özelliğini kazan­mıştır. Gürcü dilinin büyük farklılıklar içermeyen lehçeleri ise dağlık bölgede Khevsurlar, Pschavlar ve Tuchlar, ovadaysa İngilo, İmeretiyalılar ve Guriyalılar tarafından konuşulmaktadır.

Mingrelyalılar ile (bütünüyle ve tam anlamıyla Müslüman olan) Lazlar, Karadeniz kıyısına ve iç bölgelere yerleşmişlerdir. Dilleri oldukça farklı olan Svanlar, Mingrelyalıların kuzeyinde dağlarda yaşarlar, gelenek görenekleri ve karakterleri açısından kabadırlar ve Hıristiyanlıklarında da paganlık ağır basmaktadır. Gürcü kavimleri  ilkçağdan beri -ki o dönemde Yunan ve Latin yazarlar bu kavimleri değişik, kısmen de bugünkü adlarını çağrıştıran isimler altında tanımaktaydılar­ coğrafi konumlarından ötürü Anadolu, İran ve Kuzey Kafkasya'dan gelen birbirinden değişik siyasi ve kültürel etkiye maruz kalmışlardı. Özellikle Ermenistan aracılığıy­la değişik dönemlerde  Gürcü kültürüne damgasını vur­muş olan ülke, İran'dı: "Ulusal" paganlığın tanrıları ara­sında, Arm az önde gelen bir konuma sahipti: Bütün iti­razlara rağmen, bu tanrı Ahura Mazda'dır.  5. yüzyılda Azize Nino ve Kral Wakhtang Gurgaslan (446-499) zamanında, yerine Hıristiyanlığın geçtiği bu din hakkında çok az ve de kesin olmayan bilgilere sahibiz. Bu din üzerine yapılan çalışmaları içeren bibliyografya pek kapsamlı de­ğildir. Bu bibliyografyada N. Marr, Bogi jazyceskoj Gruzii ("Pagan Gürcistan'daki Tanrılar") Zap. Vostocn. Otd. İmp. Russk. Arxeol. Obscestva, XIV (1902); O.G. von Wesendonck, "Über georgisches Heidentum" (Gürcü Pa­ganlığı Üzerine), Leipzig 1924; I. Javaxisvili, Kartveli erisistaria ("Gürcü Halkının Tarihi"), I, Tifüs 1928; M.  Tse­retheli, The Asianic Elementsin National Georgian Paga­nism (Ulusal Gürcü Paganlığında Asya Ögeleri), Georgi­ca, Ekim 1935, s. 28-66. Bkz. K. Kekelidze, Gürcistan'ın Hıristiyanlığı Benimsemesi (Morgenland, 18. sayı, 1928). Gürcü kültürü, tekil kavim ve bölgelerinde mevcut olan gelenek ve göreneklerinde, günümüzde de, kökeni Hı­ristiyanlık öncesine dayanmakla birlikte, Hıristiyanlığa uyarlanmış pek çok ögeyi muhafaza etmektedir. Bunlar SSKG ve SMG adlı Rus dergilerinde ve özel Gürci dergi­lerinde toplanmıştır.
Kafkas Halkları Mitolojisi, (Mythologie dar Kaukasischen Völker), Georges Dumiezil, Ayraç Yayınevi, 2000, s. 30-35

EK 1: Osetler veya Alanlar
Kafkasya'nın tam ortasında küçücük bir halk yaşar: Oslar veya Oset­ler.  Alacalı bulacalı Kuzey Kafkasya  halkları içinde bir benzeri  daha  ol­mayan bu kavim, bir Hint-Avrupa dili konuşur ve Herodotos ile antikçağ tarihçilerinin veya coğrafyacılarının İskitler ya da Sarmatlar adını verdik­leri, büyük istilalar döneminde Allenler [Alanlar] adıyla bütün Avrupa'yı katedip Fransa'ya kadar gelmiş etnik toplulukların Kafkasya'ya sığınarak hayatta kalmış son temsilcileridir. "Avrupa İranileri"nin son ardılları olan bu dağlılar,  hepsi birden  "Nartlar  Hakkında Efsaneler"  veya  "Nart Efsaneleri" ortak adıyla bilinen geniş bir epik efsane külliyatını günümüze dek aktar­mışlardır. Bir buçuk yüzyıldan bu yana bilim adamları bu anlatıları der­leyip yayımlamaya başlamışlardır. Adları "kahraman" anlamına gelen ve Sanskritçe ile İran dilindeki nar -"adam, savaşçı" keli­mesine bağlanan Nartlar, çok eski devirlerden çıkagelen masalsı varlıklar­dır: İnsanlardan önce yaşamaya başlayan Nartlar, büyük düşmanları olan devlerle aynı devri paylaşmışlar ve onları yenmişlerdi.
...
Mit ve Destan 1, içindeki giriş bölümü, Joel H. Grisward, YKY Yayınları, 2012


EK 2: Kuzey Kafkasya
Kuzey Kafkasya ve onun Karadeniz kıyısına ulaşıp Güney'e doğru epey ilerlemesini sağlayan harika
sahil, yeryüzünde varlıklarını sürdürmüş halklar ve diller açısından en ilginç koruma alanlarından biridir;  burası aynı za­manda binbir baht dönüşümünün yaşandığı uzun bir tarihin de dekorudur; bu  tarih hakkında antik Yunanlar, Bizanslılar, Araplar bize çok az bilgi ver­miş olsalar da, sonuçlar  gözlerimizin önünde durmaktadır: Şu dağlılardan bazıları, Yunan coğrafyacıların devrinde de oradaydılar; ötekiler, çeşitli çağ­larda güçlü orduların veya büyük devletlerin baskısı sonucunda Kuzey ova­larını boşaltıp oraya sığındılar; bazıları da uzak diyarlardan gelip oraya bir kez yerleşip alınması olanaksız bir vadide tutunduktan sonra, yörenin yer­lileri gibi davranan istilacıların gözüpek öncülerini temsil ediyorlar. Birçok küçük topluluğun kırılgan bir varoluşu yüzyıllar boyunca sürdürmek gibi bir aykırılığı gerçek kıldığı bu insan mozaiğinin en ilginç yanı şu: Köken çe­şitliliğine, ardı arkası kesilmeyen savaşlara karşın, uzun bir iç içeliğini do­ğal çerçevenin, hükümdar soyları arasındaki birleşmelerin, özellikle de bir gururun sonucunda bu bölgede bir aile havası hüküm sürer. Sözü edilen gurur çoğunlukla gerçek bir vatanseverlik biçimine evrilmese de, "Kuzey Kafkasyalı"yı dünyanın geri kalanından farklılaştırmaya yetmiştir.

Mit ve Destan 1,  Georges Dumezil, YKY Yayınları, 2012, s. 455

4 Haziran 2019 Salı

Apokaliptik Politikalar: Binyılcı İnanışlar ve Hala Süren Etkisi

Apokaliptik Politikalar: Binyılcı İnanışlar ve Hala Süren Etkisi

John Gray
Hong Xiuquan Göksel Taiping Ordusu'nun lideri.
İsa'nın küçük kardeşi olduğunu savunmuştur. 

Dünyayı Dönüştürmeyi Amaçlayan Ütopyalar, Binyılcı Hıristiyan İnançlarının Seküler Bir Uzantısıdır

"Yeni bir cennet ve yeni bir dünya: Çünkü, ilk cennet ve ilk dünya sona erdi" deniyor, Vahiy kitabında. "Cennet" sözcüğünü çıkarın ve yalnızca "yeni bir dünya"yı bırakın. İşte, tüm ütopyacı dizgelerin sırrı ve reçetesi elinizdedir.
E. M. Cioran[2]


Modern devrimci hareketlerin dini kökleri dizgeli bir biçimde ilk defa Norman Cohn'un The Pursuit of the Millennium (Binyılın Peşinde) adlı yaratıcı çalışmasında ortaya çıkarılmıştır.[3] Yandaşları açısından komünizmin birçok bakımdan din işlevi gördüğü çokça belirtilmiştir. Bu olgu düş kırıklığına uğramış eski komünistlerin makalelerinden oluşan ve Soğuk Savaş'ın başlangıcından hemen sonra yayımlanmış ünlü bir derlemenin başlığına da yansımıştır: The God that Failed (Sınıfta Kalan Tanrı).[4] Cohn benzerliklerin, ayırdına varılandan daha çok olduğunu gösterdi. Yirminci yüzyıl komünizmi en parlak döneminde Ortaçağ sonlarında Avrupa'yı sarsmış olan binyılcı hareketlerin birçok özelliğini yineledi. Sovyet komünizmi modern bir binyılcı devrimdi ve Nazizm de keza; bununla birlikte, birçok Nazi'yi harekete geçiren gelecek tasavvuru bazı açılardan daha olumsuzdu.

Bazı kilit terimlere açıklık getirmekte yarar olabilir. Kimileyin chiliast denilen binyılcılar  –chiliad bin parçadan oluşan herhangi bir şeydir ve Hıristiyan binyılcılar İsa'nın Yeryüzü'ne döneceğine ve yeni bir krallık kurup bin yıl boyunca hüküm süreceğine inanırlar–  apokaliptik bir tarih görüşüne bağlı kalırlar. Günlük dilde "apokaliptik" sözü bir felaketi ifade eder ama kutsal kitap dilinde bildirmek anlamındaki Yunanca bir sözcükten gelir; apokalips, göğe yazılmış sırların zamanın sonu geldiğinde açığa çıktığı bir vahiydir ve Seçilmişler açısından bunun anlamı felaket değil, kurtuluştur.


Eskatologya, sonuncu şeylere ve dünyanın sonuna ilişkin bir öğretidir (Yunancada eschatos "sonuncu" ya da "en uzak" demektir). Önce de işaret ettiğim gibi, ilk Hıristiyanlık eskatolojik bir külttü: İsa ve ilk müritleri dünyanın yakında yok olmaya yazgılı olduğuna inanıyorlardı. Böylece yeni ve kusursuz bir dünya ortaya çıkabilirdi. Bu olumlu özellik eskatologyada her zaman görülmez. Bazı pagan geleneklerde dünyanın sonunun tanrıların ölümü ve son felaket anlamına geldiği görülür. Naziler Hıristiyanlığa özgü bir demonolojiyi benimsemiş olmakla birlikte bu türden olumsuz bir eskatologya ideolojilerinin önemli bir öğesiydi. Bununla birlikte, Ortaçağ binyılcılığını ve seküler binyılcı hareketleri apokaliptik inancın olumlu bir biçimi körükledi: Dünyadaki kötülüklerin sonsuza dek ortadan kaybolacağı bir Ahir Zaman beklentisi. (Millenarianism'le millennialism arasında bazen bir ayrım yapılır. İlki, İsa'nın kelimenin tam anlamıyla geri döneceğine inanırken, ikincisi, bir tür kutsal krallığın gelişini gözler. Ancak, bu terimler tutarlı olarak kullanılmaz ve tersi belirtilmedikçe, bunları birbirinin yerine kullanacağım.)

Batı toplumlarını etkilediği biçimiyle binyılcılık Hıristiyanlığın bir mirasıdır. Dinlerin çoğu bir başlangıcı ve sonu olan bir öykü olarak tarih anlayışından yoksundur. Hindular ve Budistler insan yaşamını kozmik çevrimde bir an olarak görürler; kurtuluş bu bitimsiz devirden salıverilmek anlamına gelir. Hıristiyanlık öncesi Avrupa'da Platon ve öğrencileri insan yaşamını buna çok benzer bir biçimde görüyorlardı. Kadim Yahudilikte ise dünyanın bir sona yaklaşmakta olduğu düşüncesinden eser yoktur. Hıristiyanlık insanlık tarihinin erekbilimsel bir süreç olduğu inanışını aşılamıştır. Yunanca telos sözcüğü "son" demektir. İngilizcede son sözcüğü (end) ise hem bir sürecin vardığı son nokta hem de bir sürecin hizmet edebileceği bir amaç ya da niyet anlamına gelir. Hıristiyanlar tarihi erekbilimsel olarak düşünmek bakımından bunun her iki anlamda da bir sonu olduğu kanısındaydılar: tarihin önceden belirlenmiş bir amacı vardı ve bu gerçekleştiğinde bir sona varacaktı. Marx ve Fukuyama gibi seküler düşünürler "tarihin sonu" yollu söylemlerini payandalayan bu erekbilimi miras aldılar. Bundan dolayı tarihi, illa ki kaçınılmaz olmayan ama evrensel bir amaç güden bir hareket olarak görürler. İlerleme kuramları da erekbilimsel bir görüşe dayanmaktadır. Tüm bu anlayışların gerisinde tarihin olayların nedeni olarak değil, gayesi olarak anlaşılması gerektiği düşüncesi vardır ve bu gaye insanlığın kurtuluşudur. Bu düşünce Batı düşününe ancak Hıristiyanlıkla birlikte girdi ve o gün bugündür batı düşününü biçimlendirmektedir.

Binyılcı hareketler Hıristiyan Batı'yla sınırlı olmayabilir. 1853'te Göksel Taiping Ordusu adlı bir hareketin önderi olan ve İsa'nın küçük kardeşi olduğuna inanan Hong Xiuquan, Nanjing'de ütopyacı bir topluluk kurdu. Bu topluluk on bir yıl sonra yirmi milyonu aşkın insanın öldüğü bir çatışmanın ardından ortadan kalkıncaya dek varlığını sürdürdü.[5] Taiping Ayaklanması binyılcı düşüncelerin kışkırttığı birkaç Çinli ayaklanmasından biridir. Bu düşünceler Çin'e Hıristiyan misyonerler aracılığıyla gelmiş olabilir ama benzer türden düşüncelerin burada zaten mevcut olması da söz konusu olabilir. Bir yıkım döneminin ardından göksel bir kurtarıcının yol göstericiliğinde bir barış çağının geleceği yolundaki inanışlar bu ülkede üçüncü yüzyıldan beri görülüyor olabilir.[6]

İster benzersiz bir biçimde Batı kaynaklı olsun, ister olmasın, bu tür inanışların Batı yaşamı üzerinde biçimlendirici bir etkisi olmuştur. Ortaçağ binyılcılığı Hıristiyanlığın başlangıcına dek izi sürülebilen inançları yansıtıyordu. Jakobenizm, Bolşevizm ya da Nazizm gibi modern siyasal dinler binyılcı inanışları bilim olarak yeniden oluşturdular. Basit bir Batı uygarlığı tanımı yapmak mümkünse eğer, bunun binyılcı düşüncenin önemli rolüyle ilgili olarak ifade edilmesi gerekecektir.

Binyılcı inanışlar bir şey, binyılcı hareketler başka bir şey ve binyılcı rejimler daha başka bir şeydir. Binyılcı bir hareket ancak belirli bir tarihsel koşulda ortaya çıkar. Bazen bu, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Çarlık Rusya’sı ve Weimar Almanya’sında görüldüğü gibi, büyük ölçekli toplumsal bir çalkantı durumudur; kimileyin de, Amerika Birleşik Devletleri'nde 11 Eylül'de olduğu gibi travmatik bir olaydır. Bu tür hareketler çoğunlukla felaketlerle bağlantılıdır. Binyılcı inanışlar algıyla gerçeklik arasındaki normal bağın koptuğu bir tür bilişsel uyuşmazlık belirtisidir.[7] Rusya ve Almanya'da savaş ve ekonomik çöküş yetkin binyılcı rejimler ortaya çıkarmışken, Amerika'da benzeri görülmemiş bir terör saldırısı, gereksiz bir savaşın ve anayasada bir değişikliğin de içinde bulunduğu bir binyılcı salgına yol açmıştır. Binyılcı inanışların siyasette ne zaman ve nasıl belirleyici bir güç durumuna geldiği tarihsel rastlantılara bağlıdır.

Apokaliptik inançlar Hıristiyanlığın doğuşuna ve daha öncesine dayanır. Bu inançların Hıristiyanlık tarihi boyunca tekrar tekrar ortaya çıkmaları dindışı alandan bir saldırı değildir: Başlangıçtan beri var olan bir şeyin işaretidir. İsa'nın öğretisi insanlığın son günlerini yaşamakta olduğu inanışına dayanıyordu. Eskatologya İsa'nın esinlediği hareket açısından can alıcıydı. Bu bakımdan İsa Yahudi bir apokalips geleneğine aitti ama apokaliptik inançlara eşlik eden köktenci düalist dünya görüşü kutsal kitap Yahudiliğinde hiç görülmez. Eskatologyanın İsa'nın öğretisindeki önemli rolü diğer geleneklerin etkisini yansıtmaktadır.

Çağdaş tarih bilimi İsa'nın heterodoks bir karizmatik Yahudilik akımının üyesi olduğunu makul bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde göstermiştir.[8] İsa'nın müritleri için kullanılmaya başlanan "Hıristiyan" terimi Yunanca christos ya da "meshedilmiş olan" sözcüğünden gelir ve İbranice ve Aramicede "mesih"in de anlamı budur. İbrani Kutsal Kitabı'nda çok az geçen "Mesih" terimi krala ya da yüksek rahibe verilen bir unvandır. Hıristiyanlığın Paulus döneminden itibaren evrensel bir din olarak gelişmesiyle birlikte "mesih'' Tanrı tarafından bütün insanlığın kefaretini ödemek üzere gönderilmiş tanrısal bir kişi anlamını edinmiştir.

Başlangıçta yalnızca diğer Yahudilere yönelik bir ileti olan İsa'nın öğretisi eski dünyanın sona ermekte ve yeni bir krallığın kurulmakta olduğu yolundaydı. Yeryüzü meyveleri sınırsız bir bollukta olacaktı. Yeni krallığın sakinleri –yeniden yaşama döndürülecek erdemli ölüler de içinde olmak üzere– fiziksel ve ruhsal hastalıklardan kurtulacaklardı. Yozlaşmanın olmadığı yeni bir dünyada yaşayarak ölümsüz olacaklardı. İsa bu yeni krallığı duyurmak ve yönetmek üzere gönderilmişti. İsa'nın etik öğretisinde özgün ve dikkat çekici birçok şey vardır. Diğer Yahudi peygamberlerin yapmış oldukları gibi zayıf ve güçsüzleri savunmakla kalmamış, toplumdışına itilmiş kimselere de kucak açmıştı. Bununla birlikte, yeni bir krallığın hazırda olduğu inancı onun iletisinin can damarıydı ve müritlerince de öyle kabul edildi. Yeni krallık gelmedi, İsa tutuklandı ve Romalılarca idam edildi. Hıristiyanlık tarihi kurucu nitelikteki bu eskatolojik düş kırıklığı deneyimiyle baş etmeye yönelik bir dizi girişimdir.

Bu çıkmaz Albert Schweitzer'ın gözünden kaçmamış ve şöyle yazmıştır:
İsa insanoğlu olarak geleceği bilgisiyle tarihin doğal akışını sona erdirecek sonuncu devrim için dünyanın çarkına yapışır. Çark dönmeyince, üzerine kapanır. Döndüğündeyse, eskatolojik durumu, yani kusursuz bağlılık ve suçsuzluk durumunu getirmek yerine, onu ezer geçer. İsa böyle bir durumu ortadan kaldırmıştır.[9]

Aslında, eskatolojik umut yıkılmamıştı. İsa'nın ilk Kilise'deki müritleri arasında onun ölüler arasından dirildiği ve göğe yükseldiği inancı oluştu. Çok geçmeden İsa'nın dünyanın sonu öğretisini içsel bir değişim metaforu olarak yorumlama girişiminde bulunuldu.

Aziz Paulus'ta Tanrı'nın krallığının tinsel bir değişim alegorisi olduğunun işareti zaten vardır. İsa hareketini muhalif bir Yahudi mezhebinden evrensel bir dine dönüştüren kişi herkesten çok Paulus'tur; Tarsuslu Saul diye de anılan Helenleştirilmiş bir Yahudi’ydi. Paulus İsa'nın ilk müritlerinin dünyanın bir sona yaklaşmakta olduğu beklentilerini paylaşıyordu ama tüm insanlık için geçerli bir Son görüşü için yolu açtı. Aziz Augustinus (İS 354–430), İsa ve müritlerini harekete geçiren eskatolojik umutları etkisiz kılmaya yönelik daha dizgesel bir uğraş verdi. Başlangıçta kötülüğü dünyanın değişmez bir özelliği olarak gören Manicilik dinine bağlanmıştı ve teolojisinde bu görüşün belirgin izleri görülmektedir. Mani aydınlıkla karanlık arasındaki savaşın sonsuza dek süreceğine inanırken, İsa'nın müritleri kötülüğün hepten ortadan kalkacağı bir Ahir Zaman'ı bekliyorlardı. Augustinus insanın giderilmesi olanaksız bir biçimde kusurlu olduğuna inanıyordu ve bu ilk günah öğretisi Hıristiyan ortodoksluğun temel ilkesi oldu. Yine de, Hıristiyanlık bunu İsa'dan çok Mani'ye borçlu olabilir.

Augustinus Hıristiyan inancını yeniden formüle ederken Platonculuğun da büyük etkisi altında kaldı. Platon'un tinsel şeylerin sonsuz bir dünyaya ait oldukları yolundaki görüşünden çok etkilenerek zamanın sonunun tinsel bir açıdan anlaşılması gerektiğini belirtti; gelecekte bir ara gerçekleşecek bir olay olarak değil, her an olabilecek içsel bir dönüşüm olarak. Augustinus Hıristiyanlığa aynı zamanda Dünya Devleti ve Tanrı Devleti arasında kategorik bir ayrım düşüncesini de getirdi. İnsan yaşamı ilk günahla damgalandığından, iki kent asla bir olamaz. İnsanın cennetten kovuluşundan bu yana kötülük her insanın yüreğinde iş başındadır; bu dünyada alt edilmesi olanaksızdır. Bu öğreti Hıristiyanlığa hiçbir zaman bütün bütüne yitirmediği anti–ütopyacı bir eğilim kazandırdı ve Hıristiyanları insana dair meselelerde temel bir değişiklik beklentisinde olan herkesin yaşadığı düş kırıklığından kurtardı. Kötülüğün ortadan kaldırılabileceği inancı, ki Ortaçağ binyılcılarına esin vermiş ve Bush yönetiminde yeniden su üzerine çıkmıştır, Augustinusçu açıdan hiç ortodoks değildir. Bununla birlikte, bu türden bir inanış İsa'nın müritlerinin ait oldukları apokaliptik kültün önemli bir özelliğiydi. Batı tarihi boyunca yinelenen binyılcılık salgınları Hıristiyanlığın köklerine heretik bir dönüştür.

Augustinus Son'a ilişkin umudu sözcüğü sözcüğüne almayarak, eskatologyayı içinde barındırdığı riskleri azaltarak muhafaza etti. Tanrı krallığı zaman dışı bir dünyada vardı ve bunun simgelediği içsel dönüşüm tarihin herhangi bir anında gerçekleştirilebilirdi. Efes Konsili'nin 431'de binyılcılığı (millennialism) mahkûm etmesiyle birlikte Kilise bu Augustinusçu görüşü benimsediyse de, bu İsa'yı esinlemiş olan inançlara geri dönen binyılcı (chiliastic) hareketlerin patlak vermesine engel olmadı. Binyılcılığın Kilise'deki rolüne de son vermedi. On ikinci yüzyılda Fiore'li Joachim (1132–1202) Augustinus'un teolojisini tersine çevirdi. Kutsal yazılardan içrek bir anlam çıkardığına inanarak –Kutsal Topraklar'daki seyahati sırasında bir tür tinsel aydınlanma yaşamış bir Sistersiyen tarikatı başkeşişiydi– Hıristiyan Üçleme öğretisini insanlığın üç evreden geçerek yükseldiği bir tarih felsefesine dönüştürdü. Baba Çağı'yla başlayıp Oğul Çağı yoluyla Ruh Çağı'na, Son Yargı'ya dek sürecek evrensel bir kardeşlik dönemine doğru ilerleyecekti. Her çağın bir önderi vardı; ilkinde İbrahim baştaydı, ikincisindeyse İsa. Kutsal üçlemedeki üçüncü kişinin cisimleştiği yeni ve sonuncu önder Joachim'in 1260'ta gelmesini beklediği Üçüncü Çağ'ı başlatacaktı. Joachim'in üçlemeci tarih felsefesi Ortaçağ Hıristiyanlığını eskatalogya ateşiyle yeniden harmanladı ve üç evreli bu düzenlemesi sonraki birçok Hıristiyan düşünürde yeniden ortaya çıktı. Fransisken tarikatının köktenci bir kanadınca benimsenen Joachimci kehanet güney Avrupa'daki binyılcı hareketlere esin verdi. Almanya'da İmparator II. Friedrich'in çevresinde mesihçi bir kültün oluşmasına yardımcı oldu. II. Friedrich bir Haçlı Seferi sırasında Kudüs'ü fethettikten sonra kendini Kudüs kralı olarak taçlandırmış ve Papa IX. Gregorius tarafından Deccal'likle suçlanmıştı.

İnsanlık tarihinin üç evreye bölünmesinin seküler düşün üzerinde derin bir etkisi olmuştur. Hegel'in insan özgürlüğünün üç diyalektik evreden geçerek evrildiği yolundaki görüşü; Marx'ın ilkel komünizmden sınıf toplumu yoluyla küresel komünizme ilerleme yolundaki kuramı; Auguste Comte'un insanlığın dinsel evreden metafizik ve bilimsel gelişim evrelerine geçerek evrildiği yolundaki Olgucu tasavvuru üç bölümlü bir şemanın tekrarlarıdır. Tarihin alışılmış üç evreye bölünmesi –Antikçağ, Ortaçağ ve Modern Çağ– Joachimci düzenlemeyi yineler. Daha dikkat çekici olan, sonraki bölümde de görüleceği gibi, Joachim'in Nazi devletine Üçüncü Reich adını veren bir üçüncü çağ kehanetiydi. (Antikçağ ve Modern Çağ gibi kavramlar vazgeçilmez sanat terimleri olmuştur ve bunların ifade ettikleri düşünce şemasını eleştirsem de bunları kullanacağım.) 

Apokalipsin seküler versiyonlarında yeni çağ insan edimi yoluyla oluşur. İsa ve müritlerine göre, yeni krallık ancak Tanrı'nın istemiyle oluşabilirdi; ne var ki, Tanrı'nın istemine Beliyal ya da Şeytan olarak kişileştirdikleri kötülüğün gücü karşı koyuyordu. Bu bakışa göre dünya iyi ve kötü güçler arasında bölünmüştür; insanlığın şeytanca bir güç tarafından yönetilebileceği yollu bir ima bile vardır. İbrani Kutsal Kitabı'nda böyle bir şey görülmez. Şeytan, Eyüb'ün Kitabı'nda kötülüğün kişileşmesi değil, Yehova'nın elçisi olarak boy gösterir. Dünyanın iyi ve kötü güçler arasında bir savaş alanı olduğu görüşü ancak sonraki İbrani apokaliptik geleneklerde ortaya çıkmıştır.

Zerdüştçü Zurvanizm diniyle Ölü Deniz Tomarlarında yazıya geçirilmiş türden apokaliptik İbrani inanışları arasında pek çok benzerlik vardır ve İbrani apokaliptik düşünü büyük olasılıkla Zerdüştçülük'ün etkisini yansıtır. İnsan yaşamını aydınlıkla karanlık arasında aydınlığın zaferiyle sonuçlanabilecek bir savaş olarak düşünen ilk kişi Zerdüşt olsa gerektir. Zarathustra olarak da bilinen bu İranlı peygamber İÖ 1500 ile 1200 yılları arasında bir dönem yaşamıştı. Zerdüştçülük dünyanın en barışçıl dinlerindendir. Bununla birlikte Zerdüşt; Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık üzerindeki biçimlendirici etkisinden dolayı Batı tarihi boyunca tekrar tekrar patlak veren inanca dayalı şiddetin en büyük kaynağı olabilir.

İnsan yaşamı birçok gelenekte iyilik ve kötülük arasındaki bir savaş olarak görülmekle birlikte bu çatışmanın ilelebet süreceği kanıksanmıştır. Aydınlıkla karanlık arasındaki bitmez tükenmez almaş Mısır mitinde de görülür. Kimileri bu mücadelenin karanlıkla sonlanmasını beklemiştir; İÖ sekizinci yüzyılda yaşamış olan Yunan ozan Hesiodos insanlık tarihini ilksel bir Altın Çağ'dan insanlığın ortadan kalkacağı bir demir çağına doğru olan bir gerileme süreci olarak resmetmiştir. Kusursuz toplumu andıran bir şey varsa eğer, bu geçmiştedir; hiçbir zaman bu kozmik mücadelenin aydınlığın zaferiyle sonuçlanabileceği düşünülmemiştir. Zerdüşt bile bunun zaferinin önceden belirlenmiş olduğuna inanmıyor olabilirdi. Zerdüştçü metinler, dünyanın sonunu bildirmek yerine, peygamberin müritlerini sonucu kuşkulu bir mücadeleye çağırırlar. Yine de, iyiliğin üstün gelebileceği inancı insan düşününde yeni bir gelişmeydi ve bilebildiğimiz kadarıyla, Zerdüşt'ten kaynaklanıyordu.[10]

Bu ikici dünya görüşü Mani dini tarafından miras alındı. Mani İS 216 dolayında Babil'de doğmuş ve 277'de Zerdüştçü otoriteler tarafından heretik olarak şehit edilmiş sonraki İranlı peygamberdir ve öğretisinin Augustinus üzerinde büyük etkisi olmuştur. Mani bir aydınlık ve karanlık ikiciliğinin dünyanın değişmez bir özelliği olduğuna inanması bakımından Zerdüşt'ten ayrılıyordu. Manicilik Çin'e kadar yayıldı ve bu süreçte Budizm'in bazı imgelerini ve simgeciliğini benimsedi. Maniciler bu dönüşümler sırasında kötülüğün kökünün asla kazınamayacağına olan inançlarını korudular. Mani dini bu noktada Zerdüştçülük'ten ve İsa'nın öğretisinden kökten ayrılır.

Manici ikicilik, Hıristiyanlığın zulmüne uğramış olmasına karşın günümüze dek türlü türlü kılıkta yeniden ortaya çıkan Gnostisizmin bir parçası oldu. Gnostisizm içinden çıkılmaz karmaşıklıkta bir gelenek olmakla birlikte şeytanca güçlerin yönetimindeki karanlık bir dünyaya ilişkin temel tasavvurunun din tarihi üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. İsa'nın ölümünden sonraki ilk birkaç yüzyıl boyunca Hıristiyanlık içinde Gnostik bir akım vardı ve yalnızca İsa'nın aktardığı gizli öğretileri paylaşanların kurtulabileceği savıyla diğerlerinden ayrılıyordu. Gnostisizm terimi bilgi anlamındaki Yunanca gnosis sözcüğünden geliyor ve Hıristiyan inancının neredeyse her bakımdan kıyasıya tartışıldığı ilk Hıristiyanlık döneminin çalkantılı dünyasında Gnostikler yalnızca bir tür içrek tinsel anlayışa sahip olanların –belki sayılı insanın– kurtulacağı ve bunun bu dünyadaki fiziksel bir ölümsüzlükten değil, insan bedeninden ve maddi dünyadan kurtulmaktan oluştuğu inancını temsil ediyorlardı. Bu inançlar dizisi, her ne kadar İsa'nınkiyle çok ortak yanı olmasa da ve ilk Kilise tarafından kınansa da, Hıristiyanlığın bir bileşeni olmaya devam etti. Gnostiklerin metinlerinden geriye kuşkuya yer bırakmayacak çok az şey kalmıştır ama Gnostisizm'in bir çeşidinin Katharcılar arasında yeniden ortaya çıktığı anlaşılıyor. Katharcılar on ikinci yüzyıl Fransa'sında Papa III. Innocentius onlara karşı bir haçlı seferi başlatıncaya ve (yarım milyon dolayında insanın öldürüldüğü kırk yıllık bir savaştan sonra) tarihten neredeyse silininceye dek varlık gösterdiler. Bununla birlikte, Gnostisizm ortadan kalkmadı. Varlığını sürdürdü ve –Gnostik geleneklere ilişkin usta işi bir incelemenin yazarı olan Hans Jonas'a göre– Martin Heidegger'in felsefesi de içinde olmak üzere beklenmedik birçok kılıkta ortaya çıkarak kendini yeniden yarattı.[11]

Ne var ki, Hıristiyanlık tarihi boyunca tekrar tekrar çıkan binyılcılık salgınlarında yeniden baş gösteren Gnostisizm değildi. İyilikle kötülük arasında kozmik bir savaş olduğuna duyulan inançtı. Bu İsa ve müritlerini harekete geçirmiş olan bir inançtı ve Zerdüşt'ün ikici dünya görüşünü yineliyordu. Zerdüşt'ün dünya görüşü Batı tektanrıcılığı –İslam ve modern siyasal dinler bunun vazgeçilmez birer parçasıdır– üzerindeki biçimlendirici etkisi yoluyla Batı düşünü ve siyasetini büyük ölçüde şekillendirdi. Nietzsche iyilik ve kötülüğün Zerdüşt'ün bir icadı olduğunu söylerken abartıyor olabilirdi ama bütün bütüne yanılmıyordu.

Hıristiyanlık Batı uygarlığının özüne eskatologyayı aşıladı ve Augustinus'a rağmen bu zaman zaman yeniden ortaya çıktı. On birinci ve on altıncı yüzyıllar arasında İngiltere ve Bohemya'da, Fransa ve İtalya'da, Almanya ve İspanya'da ve Avrupa'nın daha başka birçok yerinde binyılcı inançların esinlediği hareketler boy gösterdi. Bu hareketlere ilgi duyan insanlar ister savaş, veba ya da ekonomik zorluklardan etkilenmiş olsunlar, ister olmasınlar, bu hareketler kendilerini artık tanıyamadıkları ya da özdeşleşemedikleri bir toplumda bulan topluluklar arasında gelişti. Bunlar arasında en olağandışı olanı birkaç yüzyıl boyunca Avrupa'nın birçok yerine yayılmış bir pir ve müritler ağı olan Özgür Ruh Kardeşliği'ydi.[12] Özgür Ruh bir Hıristiyan heretikliğinden ibaret olmayabilirdi. Özgür Ruh'un kimileyin Beghardlar ya da kutsal dilenciler olarak bilinen müritleri on ikinci yüzyılda İspanya'da ve daha başka yerlerde benzer heterodoks inançlar vaaz eden Sufilerinkine benzer giysiler giyiyorlardı ve Özgür Ruh aynı zamanda hâlâ varlık gösteren ve hiçbir zaman yalnızca Hıristiyan olmayan Gnostik geleneklerden esinlenmiş olabilirdi. Her durumda, Özgür Ruh Kardeşleri –Hıristiyan ya da Müslüman– her şeyden önce ortalama bir anlayışın ötesindeki bir deneyim türüne eriştiklerine inanan gizemcilerdi. Bu aydınlanma, Kilise'nin sandığı gibi, inançlının yaşamında Tanrı tarafından bir lütuf olarak bahşedilmiş ender bir olay değildi. Bunu deneyimlemiş olanlar günaha girmekten âcizdi ve –kendi gözlerinde– artık Tanrı'dan ayırt edilemezlerdi. Sıradan insanlığı sınırlayan ahlaksal bağlardan kurtulduklarından, istediklerini yapabilirlerdi. Bu tanrısal bir biçimde ayrıcalıklı olma duygusu tüm yerleşik kurumların –yalnızca Kilise'nin değil, ailenin ve özel mülkiyetin de– tinsel özgürlüğün önünde bir engel olarak mahkûm edilmesi biçiminde ifade edilmişti.

Bu tür gizemci inançların uygulamada büyük bir etkisinin olmayabileceği düşünülebilir. Aslında, yaklaşmakta olan bir Ahir Zaman'la ilgili binyılcı inanışlarla etkileşerek geç Ortaçağ Avrupası'nın birkaç yerindeki köylü ayaklanmalarını körüklemekte yardımcı oldu. Bu patlayıcı karışım Almanya'nın kuzeybatısındaki Münster kentinde bir komünizm deneyimine yol açtı. On altıncı yüzyıl başlarına gelindiğinde, Avrupa'nın çeşitli yerlerinde Katolik Kilisesi'ni yerinden eden Reformasyon, teolojisi, ortaya çıkmakta olan modern devlete itaati işaret eden Luther'in ya da kilisenin yönetimindeki katı kurumlarda ısrar eden Calvin'in tasavvur etmediği kadar köktenci mezhepler doğurmaktaydı. Bunlar arasındaki başlıca mezhep ilk Hıristiyanlığın öğretilerini geri getirmeyi amaçlayan bir hareket olan Anabaptistlerdi. Bu hareketi oluşturan mezhepler inançlının Kilise'yi ve baskın toplumsal düzeni reddinin bir simgesi olarak ikinci bir vaftiz uygulamasını teşvik ettiler. 1534 başlarında Anabaptistler, çok sayıda vaizin, rahibenin ve halktan insanın Anabaptistliği benimsemesini sağladıktan sonra, ilk silahlı ayaklanmalarını gerçekleştirdiler ve Münster belediyesiyle pazar yerinin denetimini ele geçirdiler. Bu kent Anabaptistlerin bir kalesi oldu. Yakın kentlerdeki Anabaptistler buraya akın ederken, Lutherciler de buradan kaçtılar. Dünyanın geri kalanının Paskalya'dan önce yıkılacağı ama Münster'in kurtulup Yeni Kudüs olacağı ilan edildi.
Münster İsyanı'nın lideri Jan Bockelson veya Leidenli Jan

Katolikler ve Lutherciler kovuldularsa da kalanlar kent meydanında yeniden vaftiz edildiler. Katedral yağmalandı ve buradaki kitaplar yakıldı. Sonra, Kutsal Kitap dışındaki tüm kitaplar yasaklandı. Ortak mülkiyet yolunda ilk adımlar atıldı. Para, altın ve gümüşün bütünüyle devredilmesi gerekmişti. Evlerin kapıları her zaman açık tutulmalıydı. Eski bir terzi çırağı olan Jan Bockelson'ın önderliğinde (Leidenli Jan olarak bilinir) bu önlemler daha ileri götürüldü. Özel mülkiyet yasaklandı ve çok çeşitli suçlar için ölüm cezasının yanı sıra iş denetimi getirildi. Kocalarına itaat etmek istemeyen kadınlar ölüme mahkûm edilebiliyordu; zina işleyenler de öyle, ki bu Anabaptist topluluktan olmayan biriyle evlenmeyi de kapsıyordu. Bu püriten rejim uzun sürmedi. Bir tür çokeşlilik yürürlüğe girdi ve buna göre bir kadının evlenmemesi ölümle cezalandırılacak bir suçtu. Bu da uzun sürmedi; bazı kadınlar buna uymayı kabul etmediler ve idam edildiler. Sonrasında, kolayca boşanmak olanaklı oldu ve bu bir çeşit özgür aşka yol açtı.

1534 yılı sonbaharında Bockelson kendini Münster kralı ilan etti. Kendini yalnızca dünyevi bir hükümdar olarak değil, dünyanın son günlerine başkanlık eden bir Mesih olarak da görüyordu. Jakobenlerin örnek alacakları bir yenilik olarak sokak ve yapılara yeni adlar verdi ve yeni bir takvim yürürlüğe koydu. Bu yeni düzenin ilk günleriyle birlikte kadınların ön sırada geldiği idamlar başladı. Artık kent Kilise'ye bağlı güçlerin ağır kuşatması altındaydı ve halk açlık çekiyordu. Bockelson açlıktan kırılan tebaasının dikkatini başka yöne çekmek için göz kamaştırıcı kutlamalar –yarışlar, danslar ve tiyatro oyunları– yapılmasını emretti. Aynı zamanda izinsiz toplantıları yasakladı. Açlık devam etti ve 1535 Haziran'ında kentin savunma sistemi kırıldı. Bockelson yakalandı. Halk önünde aylarca küçük düşürüldükten sonra kent meydanında kızgın demirle işkence edilerek öldürüldü.

Münster'de Leidenli Jan'ın kurduğu dinerkil–komünist rejim binyılcılığın tüm işaretlerini taşır. Norman Cohn binyılcı mezhep ve hareketleri beş ayırt edici özelliği olan bir kurtuluş düşüncesine bağlı olarak tanımlar: İnançlılar topluluğunun yararlanması bakımından ortaklaşadır; cennetten ya da öbür dünyadan çok yeryüzünde gerçekleşmesi bakımından dünyevidir; yakında ve ansızın ortaya çıkacak olması bakımından ufuktadır; yeryüzündeki yaşamı iyileştirmenin yanı sıra dönüştürmesi ve kusursuzlaştırması bakımından bütünseldir; gelişinin tanrısal aracılıkla olması ya da gerçekleşmesi bakımından mucizevidir.

Jakobenlerden başlayarak modern devrimciler bu görüşleri paylaştılar ama binyılcılar dünyayı ancak Tanrı'nın yeniden yaratabileceğine inanırken, modern devrimciler bunun ancak insanlık tarafından yeniden biçimlendirilebileceğini düşündüler. Ortaçağ'da inanılan her şey kadar inandırıcılıktan uzak bir anlayıştır bu. Belki de bundan dolayı her zaman bilimin yetkesine sahip bir şey olarak sunulmuştur. Modern siyaseti insanlığın ezeli günahlardan bilginin gücü sayesinde kurtulabileceği düşüncesi gütmüştür. En köktenci biçimleriyle bu inanç, son iki yüzyılı tanımlayan devrimci ütopyacılık deneylerine payanda olmuştur.

Dipnotlar
[2] E. M. Cioran, History and Utopia, Londra, Quarter Books, 1996, s. 81.
[3] Norman Cohn, The Pursuit of the Millennium: Revolutionary Millenarians and Mystical Anarchists of the Middle Ages, Londra, Secker and Warburg, 1957; bütünüyle gözden geçirilmiş basım, Londra, Paladin, 1970. Cohn'un Ortaçağ'daki binyılcılığı yorumlayışı David Nirenberg tarafından eleştirilmiştir: Communities of Violence: Persecution of Minorities in the Middle Ages, Princeton NJ, Princeton University Press, 1996, s. 3–4.
[4] R. H. Crossman (ed.), The God that Failed, New York ve Chichester, Sussex, Columbia University Press, 2001; ilk basım, Hamish Hamilton, Londra, 1950. Bu kitapta Arthur Koestler, Ignazio Silone, Richard Wright, Andre Gide, Louis Fischer ve Stephen Spender'ın makaleleri bulunmaktadır.
[5] Jonathan Spence'in parlak çalışmasına bakınız: God's Chinese Son: The Taiping Heavenly Kingdom of Hong Xiuquan, Londra, Harper Collins, 1996, s. xix.
[6] Age, s. xxi.
[7]Olağan algı örüntülerindeki bozulmaya bir yanıt olarak binyılcı hareketler üzerine bir çalışma için, bkz. Michael Barkun, Disaster and Millennium, New Haven, Yale University Press, 1974.
[8] Bunun Hıristiyan kökeni konusunda çok engin ve tartışmalı bir yazın vardır. Bununla birlikte, İsa'nın karizmatik bir Yahudi öğretmen olarak portresi için, bkz. Geza Vermes, Jesus the ]ew: A Historian's Reading of the Gospels, Londra, William Collins, 1973. Yeniden basımı için, bkz. Fortress Press, Philadelphia, 1981. İsa'nın doğumuna ilişkin bir inceleme için, bkz. The Nativity: History and Legend, Londra, Penguin, 2006. A. N. Wilson kendi kusursuz kitabında İsa'nın Vermes'dekine benzer bir portresini çizmektedir: Jesus, Londra, Pimlico, 2003. Eskatologya inanışının İsa'nın öğretisindeki önemli rolünü görmek için, bkz. Norman Cohn, Cosmos, Chaos and World to Come: The Ancient Roots ofApocalyptic Faith, 2. basım, New Haven ve Londra, Yale University Press, 1995, 11. Bölüm.
[9] Albert Schweitzer, The Quest for the Historical Jesus, New York, Dover, 2006, s. 369. Schweitzer'den bu bölümü Philip Rieff ölümünden sonra yayımlanmış olan güzel kitabında alıntılamıştır: Charisma: The Gift of Grace, and How it Has Been Taken Away from Us, New York, Pantheon Books, 2007, s. 69.
[10] Zerdüşt'ün aydınlıkla karanlık arasındaki savaşın sonucunun belirsiz olacağına inanmış olabileceği konusunda, bkz. R.C. Zaehner, The Teachings of the Magi, Oxford, Oxford University Press.
[11] Hans Jonas, The Gnostic Religion, 2. basım, Boston, Beacon Press, 1963, 13. Bölüm, s. 320–340. Gnostisizm'e ilişkin başka sağlam görüşler için, bkz. Kurt Rudolph, Gnosis: The New Nature and History of Gnosticism, San Francisco: HarperCollins, 1987; Elaine Pagels, The Gnostic Gospels, New York, Random House, 1989.
[12] Özgür Ruh heretikliğine ilişkin genel bir değerlendirme için bkz. Cohn, The Pursuit of the Millenium, özellikle 8. ve 9. bölümler. Cohn'un Özgür Ruh'a ilişkin anlatısı Robert E. Lerner tarafından eleştirilmiştir: The Heresy of the Free Spirit in the Later Middle Ages, Notre Darne, University of Notre Dame Press, 1991.
[13] Cohn, The Pursuit of Millenium, s. 13.

Kara Ayin, John Gray, Çev. Bahar Tırnakçı, Cogito, YKY, s. 14-26

25 Şubat 2019 Pazartesi

Modernliğin Getirdiği Üç Sıkıntı

Modernliğin Getirdiği Üç Sıkıntı

Charles Taylor*

Bu kitapta modernliğin bazı sıkıntılarından söz etmek istiyorum. Sıkıntıyla kastettiğim, uygarlığımız “gelişirken”, çağdaş kültürümüzün ve toplumun insanların kayıp ya da çöküş olarak yaşadığı yönleri. İnsanlarda zaman zaman, son yıllarda ya da son 30-40 yılda -diyelim II. Dünya Savaşı’ndan ya da 1950’lerden bu yana- önemli bir çöküşün ortaya çıktığı hissi uyanıyor. Bazen de kayıp yılların çok daha uzun bir tarihsel dönemi kapsadığı düşünülüyor ve 17. yüzyıldan başlayarak tüm modern çağın bir çöküş dönemi olarak değerlendirilmesine sık sık rastlanıyor. Zaman ölçeği büyük farklılıklar gösterebildiği halde, çöküş temaları üzerinde belirli ölçüde yakınlaşma var. Temalar çoğunlukla az sayıda ana melodinin çeşitlemeleri. Burada bu türden iki ana temayı ele almak ve ardından büyük ölçüde bu ikisinden türeyen bir üçüncüsünü eklemek istiyorum. Bu üçü başlığın kapsamını hiçbir biçimde tam olarak karşılamıyor, ama modern topluma ilişkin tedirginliklerimizin ve kafa karışıklığımızın kaynağını büyük ölçüde anlatıyor.

Sözünü edeceğim kaygılar çok tanıdık. Herkesin bildiği şeyler; her tür iletişim ortamında sürekli tartışılan, sızlanılan, meydan okunan, karşı konulan kaygılar. Daha çok tartışmaya gerek yok gibi görünüyor. Oysa bu aşinalığın ardında şaşkınlık gizli, bizi kaygılandıran değişimleri tam olarak kavrayamıyoruz, yapılan tartışmalar bu değişimleri doğru ifade edemiyor bence. Bu da onlarla nasıl baş edeceğimiz konusunda yanlış yargılara varmamıza neden oluyor. Modernliği tanımlayan değişiklikler hem çok bildik hem de çok karmaşık. İşte bu nedenle üzerlerinde daha da çok durmamız gerekiyor.

(1) İlk kaygı kaynağı bireycilik. Bireycilik aynı zamanda birçok insana göre modern uygarlığın en büyük kazanımı. İnsanların, kendi yaşam tarzlarını saptama, benimseyecekleri inançları bilinçli olarak seçme, atalarının kullanamadığı çok çeşitli yollarla yaşam biçimlerini belirleme hakkının bulunduğu bir dünyada yaşıyoruz. Ve bu haklar çoğunlukla yargı sistemlerinin koruması altında. İlke olarak insanlar onları aşan, güya kutsal buyrukların gereklerine kurban edilmiyor artık.

Çok az sayıda insan bu kazanımdan vazgeçmek istiyor. Hattâ çoğu kişi bunun hâlâ eksik olduğu, ekonomik düzenlemelerin, aile yaşamı modellerinin ya da geleneksel hiyerarşi anlayışının kendimiz olma özgürlüğümüzü çok sınırladığı düşüncesinde. Çoğumuz da kararsızız. Modern özgürlük önceki ahlâki ufuklardan kopmamız sayesinde kazanıldı. İnsanlar eskiden kendilerini büyük bir düzenin parçası hissederlerdi. Bu bazı durumlarda kozmik bir düzen, insanların melekler, öte-dünyasal yaratıklar ve diğer dünyasal varlıklar arasında yerini aldığı “Büyük Varoluş Zinciri”ydi. Evrendeki bu hiyerarşik düzen, toplumun hiyerarşisine yansırdı. İnsanlar çoğunlukla, kendilerine ait bir konum, rol ve sınıfa kıstırılmıştı ve bunun dışına çıkılması neredeyse olanaksızdı. Modern özgürlük bu tür düzenlerin itibarını yitirmesiyle oluştu.

Bu düzenler bizi sınırlarken, aynı zamanda dünyaya ve toplumsal yaşamın etkinliklerine anlam kazandırıyordu. Çevremizdeki şeyler yalnızca tasarılarımız için potansiyel hammaddeler ya da araçlar değildi. Onlar varoluş zincirindeki yerleriyle önem taşıyorlardı. Kartal yalnızca bir kuş değil, hayvanlar âleminde bir kraldı. Aynı çerçevede ritüellerin ve toplumsal normların araç olmaktan öte bir anlamı vardı. Bu düzenlerin itibarını yitirmesine dünyanın “büyüsünün çözülmesi” deniyor. Bu çözülmeyle birlikte her şey büyüsünden bir şeyler yitirdi.

Birkaç yüzyıldır bunun gerçekten iyi bir şey olup olmadığı konusunda hararetli bir tartışma sürüp gidiyor. Benim burada üzerinde durmak istediğim nokta ise bu değil. Onun yerine insan yaşamı ve anlamı üzerindeki bazı sonuçlarına bakmak istiyorum.

Daha geniş toplumsal ve kozmik eylem ufkuyla birlikte bireyin önemli bir şeyleri kaybettiği kaygısı sürekli tekrarlanıyor. Bazıları bundan, yaşamdaki o kahramanlık boyutunun yitirilmesi biçiminde söz ediyor. İnsanların artık daha yüksek amaçları, uğrunda ölmeye değecek bir şeyleri yok. Geçtiğimiz yüzyılda Alexis de Tocqueville zaman zaman, demokratik çağda insanların “petits et vulgaires plaisirs”* arayışına girdiğinden söz ederdi.[1] Bir başka formülasyonda tutku eksikliğinden mustarip olduğumuz söylenir. Kierkegaard “şimdiki çağı” böyle görmüştü. Nietzsche’nin “son insanlar”ı da bu çöküşün vardığı son noktadadırlar; onların “acınacak rahatlıkları” dışında yaşamdan hiçbir beklentileri kalmamıştır.[2]

Bu amaçsızlık bir daralmayla bağlantılıydı. İnsanlar bireysel yaşamlarında yoğunlaşınca geniş görüş açılarını yitirdiler. Tocqueville, demokratik eşitlik bireyi kendine döndürür, “ve en sonunda onu tamamen kendi yüreğinin yalnızlığına kapama tehdidi taşır”[3] der. Başka bir deyişle, bireyciliğin karanlık yanı benlik üzerinde odaklanmadır; bu da yaşamlarımızı tatsızlaştırır ve daraltır, anlamını azaltır, başkalarına ya da topluma karşı daha kayıtsız hale getirir.

Bu kaygı, günümüzün en yaygın formülasyonlarından üçünü alırsak, “hoşgörü toplumu”nun meyveleri, “hep bana kuşağının” ortaya koydukları ya da “narsisizm”in egemenliği karşısında son zamanlarda da yeniden gündeme geldi. Yaşamın tatsızlaştığı ve daraldığı, bunun da anormal ve esef verici bir kendi benliğine gömülme ile ilgili olduğu duygusu bugünün kültürüne özgü biçimler içinde yeniden ortaya çıktı. Değinmek istediğim ilk tema bu.

(2) Dünyanın büyüsünün çözülmesi, modern çağın, çok sayıda insanı tedirgin eden, bir başka çok önemli olgusuyla daha ilişkili. Buna da araçsal aklın öncelik kazanması diyebiliriz. “Araçsal akıl”la, belirli bir amaca ulaşmak için araçların en ekonomik olarak nasıl kullanılacağını hesaplarken başvurduğumuz akılcılık türünü anlatmak istiyorum. Burada başarının ölçüsü, maksimum verimlilik, en iyi birim maliyettir.

Eski düzenlerin bir kenara itilmesi, araçsal aklın yayılmasında kuşkusuz çok etkili oldu. Toplumun kutsal yapısı bir kez ortadan kalktığında, sosyal düzenlemeler ya da eylem tarzları artık varlıkların düzeni ya da Tanrı buyruğu temeline oturmadığında, bunlar çıkar için kullanılmaya açıktır; bireylerin mutluluğu ve iyiliğine yönelik olarak istenildiği gibi dönüştürülebilirler. Bu noktadan sonra kullanılan ölçüt sözünü ettiğim araçsal akıldır. Benzer biçimde, çevremizdeki varlıklar varoluş zincirindeki konumlarının getirdiği önemi kaybettiklerinde, bizim tasarılarımız için hammadde ya da araç olarak görülmeye açıktırlar.

Bu değişim bir açıdan özgürleştirici olmuştur. Ama öte yandan araçsal aklın yalnızca alanını genişletmekle kalmayıp, aynı zamanda yaşamımızı ele geçirme tehlikesi gösterdiğine ilişkin yaygın bir rahatsızlık vardır. Korkulan, başka ölçütlere göre belirlenmesi gereken şeylerin, verimlilik ya da “maliyet-fayda” değerlendirmesiyle saptanması; yaşamımızı başlı başına yönlendirmesi beklenen bağımsız amaçların, faydayı maksimize etme isteminin gölgesinde kalmasıdır. Bu kaygının yerindeliğini gösteren çok sayıda olgu var: Örneğin, servet ve gelirin çok eşitsiz dağılımını haklı göstermek için ekonomik büyüme gerekçesinin kullanılış biçimi; ya da aynı gerekçeyle, bir felaket olasılığıyla karşı karşıya olmamıza rağmen doğal çevrenin ihtiyaçlarına duyarsızlaşmamız; sosyal planlamamızın, risk değerlendirmesi gibi can alıcı noktalarında, insan yaşamına dolar cinsinden değer biçen karmaşık hesaplamalarıyla, maliyet-fayda çözümlemelerinin hâkim oluşu.[4]

Araçsal aklın öncelikli konumu teknolojiye verilen önem ve yarattığı atmosferde de açıkça görülüyor ve amacımız çok farklı da olsa teknolojik çözümler arayışına girme gereğine inanmamıza neden oluyor. Bellah ve arkadaşlarının son kitabında da ortaya konduğu gibi, politika alanında bunun örneklerine sıkça rastlanır.[5] Aynı anlayış tıp gibi başka alanlara da hâkim oluyor. Patricia Benner çok sayıda önemli çalışmasında, tıpta teknolojik yaklaşımın, hastayı bir yaşamöyküsü olan bütün bir insan olarak değerlendirmekten çok, teknik bir sorunla karşılaşılan yer olarak görme eğiliminde olduğunu öne sürmüştür. Üst düzey teknik bilgiye sahip uzmanlarla karşılaştırıldıklarında, hastalara insani duyarlılığa sahip bakımı gösteren hemşirelerin katkısının, toplumda ve tıp camiasında yeterince değerlendirilmediğine sıkça rastlanır.[6]

Teknolojinin hâkim konumunun, demin birinci temayla birlikte tartıştığım, yaşamımızın tatsızlaşması ve daralması olgusunu da pekiştirdiği düşünülüyor. İnsani çevremizin tınısında, derinliğinde ve zenginliğinde bir kayıp olduğundan söz edilir. Marx yaklaşık 150 yıl önce, Komünist Manifesto’da kapitalist gelişmenin sonuçlarından biri olarak “katı olan her şey buharlaşıyor” demişti. İddia şudur, geçmişte kullandığımız katı, sürekliliği olan, çoğunlukla bir anlam ifade eden nesneler, etrafımızı kuşatan geçici, taklit mallar uğruna bir kenara konuyor. Albert Borgman’ın sözünü ettiği “aygıt paradigması” sayesinde, çevremizle kurduğumuz “çok yönlü ilişki”den gittikçe uzaklaşarak onların yerine belirli bir yarar sağlamaya yönelik olarak tasarlanmış ürünler ister ve elde ederiz. Borgman evlerimizi ısıtma işlemini örnek verir ve bugünün merkezi ısıtma sistemiyle aynı işlevin tüm aile fertlerinin odunun kesilmesine, istiflenmesine ve soba ya da şöminenin beslenmesine katkıda bulunmasını gerektiren eski yöntemi karşı karşıya getirir.[7 ] Hannah Arendt ise çağımızda kullanılan nesnelerin gitgide daha kısa ömürlü olma özelliği üzerinde durmuş ve “insan yaşamının gerçekliği ve güvenilirliğinin öncelikle bizi kuşatan nesnelerin onları üretme etkinliğinden daha kalıcı olması gerçeğine” dayandığını ileri sürmüştür.[8] Modern malların dünyasında bu kalıcılık tehdit altındadır.
Sözü edilen tehdit hissi, bu önceliğin belki de yalnızca bilinçsiz bir yönelim olmadığının, bizi buna modern çağın ittiğinin bilinmesiyle daha da artıyor. Bu haliyle başa çıkılması zor bir duygu olmakla birlikte, hiç değilse açıklamaya elverir. Ayrıca toplumsal yaşamın güçlü mekanizmalarının bizi bu yöne ittiği de açıktır. Yönetici, kendi yönelimi farklı olsa da, zarar verici olduğunu hissettiği ama pazar koşullarının dayattığı, maksimizasyon stratejisini uygulamak zorunda kalabilir. Üst düzey bir devlet adamı, kişisel görüşleri ne olursa olsun, uymak zorunda olduğu kurallar gereği insanlığa ve sağduyuya aykırı olduğunu bildiği bir karar verebilir.

Marx, Weber ve başka büyük kuramcılar Weber’in “demir kafes” adını verdiği bu gayri şahsi mekanizmaları incelemişlerdir. Bazıları bu tahlillerden, bu türden güçler karşısında tamamen çaresiz olduğumuz, en azından son yüzyıllarda içinde yaşadığımız kurumsal yapıları -yani piyasa ve devleti- tamamen ortadan kaldırmadığımız sürece çaresiz kalacağımız sonucunu çıkarmak istediler. Bu istek, bugün öylesine gerçekleştirilemez görünüyor ki, sonunda çaresiz olduğumuz yargısına varılıyor.

Buna aşağıda dönmek istiyorum, ama şunu söyleyeyim, bu güçlü felaket teorileri soyut ve yanlış. Özgürlüğümüz tamamen ortadan kaldırılmış değil. Hedeflerimizin neler olması gerektiği ve araçsal aklın yaşamımızdaki rolünün daha az olmasının gerekip gerekmediği üzerinde durmaya değer bir noktadır. Bu çözümlemelerde doğru olan şey ise şu: Sorun bireylerin bakış açısını değiştirmek değil ve yine bunun kadar önemli olmakla birlikte sorun yalnızca “yürekle aklın” çatışması da değil. Büyük devrim kuramcılarının hedeflediği kadar kökten ve bütüncül olmasa bile bu alandaki değişme aynı zamanda kurumsal olmalıdır.

(3) Böylece siyasal düzleme, bireyciliğin ve araçsal aklın siyasal yaşam üzerindeki korkutucu sonuçlarına gelmiş olduk. Birini zaten söyledim: Endüstriyel-teknolojik toplumun kurumları ve yapıları seçeneklerimizi ciddi biçimde sınırlıyor. Bu yapılar bireyleri olduğu gibi toplumları da ciddi ahlâki değerlendirmelerle asla yapmayacağımız biçimde, çok zarar verici de olsa, araçsal akla ağırlık vermeye zorluyor. Ozon tabakasının incelmesi gibi yaşamımızı tehdit eden doğal çevre felaketlerini önlemede bile çektiğimiz büyük güçlük bunun bir örneği. Araçsal akıl etrafında yapılanmış bir toplumun hem bireylerin hem de bütün grubun özgürlüklerinde büyük daralmalara yol açtığı söylenebilir -çünkü bu güçler yalnızca toplumsal kararlarımızı biçimlendirmezler. Genel eğilimin dışında bir yaşam biçimini korumak da çok güç. Örneğin, bazı modern kentlerin tasarımı, özellikle toplu taşımacılığın özel otomobiller lehine zayıfladığı kentler, otomobilsiz yaşamayı olanaksız kılıyor.
Özgürlük kaybının bir başka biçimi var ki o da başta Alexis de Tocqueville tarafından olmak üzere çok tartışıldı. İnsanları “kendi içine kapalı” bireylere dönüşmüş bir toplumda çok az kişi özyönetim faaliyetine aktif olarak katılmak isteyecektir. Yönetim özel yaşamın doyurucu olması için gerekli araçları ürettiği ve yaygın olarak paylaştırdığı sürece herkes evde oturup, özel yaşamının keyfini çıkarmayı yeğler.

Böylece Tocqueville’in “yumuşak” despotluk dediği, yeni ve modernliğe özgü bir tür despotluk tehlikesi ortaya çıkar. Bu eskisi gibi dehşet ve baskıya dayalı bir despotluk olmayacaktır. Yönetim ılımlı ve babacan davranacaktır. Hattâ periyodik seçimlerle demokratik biçimleri bile koruyabilir. Fakat gerçekte, her şey üzerindeki halk denetiminin çok sınırlı olduğu bir “büyük vekil güç”[9] tarafından yürütülecektir. Buna karşı Tocqueville’in düşündüğü tek savunma, yönetimin çeşitli düzeylerinde ve gönüllü kuruluşlarda katılıma değer veren etkin bir siyasi kültürdür. Ama kendine dönük bireyin atomculuğu buna karşı işler. Katılım azalınca, katılımın aracı olan yan kuruluşlar ortadan kalkınca, yurttaş bürokratik vekil devlet karşısında yalnız kalır ve haklı olarak kendini güçsüz hisseder. Bu yurttaşın motivasyonunu daha da azaltır ve yumuşak despotluğun kısır döngüsü sürer.

Oldukça merkezileşmiş ve bürokratik siyasal yaşamımızda belki de kamusal alana yabancılaşma ve bunun sonucunda siyasetteki denetimin kaybedilmesine benzer bir şey oluyor. Çok sayıda çağdaş düşünür Tocqueville’in çalışmalarını kehanet olarak değerlendirdi.[10] Eğer durum böyleyse yurttaşlar olarak ortak bir biçimde uygulayabildiğimiz, geleceğimiz üzerindeki siyasi denetimi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız demektir. Yani, Tocqueville’in “siyasal özgürlük” dediği şeyi kaybediyoruz. Burada yurttaş olarak onurumuz tehdit ediliyor. Yukarıda sözü edilen gayri şahsi mekanizmalar toplum olarak özgürlük düzeyimizi azaltabilir, ama siyasal özgürlüğün kaybolması geri kalan seçimlerin de yurttaş olarak kendimiz tarafından değil, sorumsuz vekil güç tarafından yapılacağı anlamına gelir.

Bu kitapta ele almak istediğim modernliğe ilişkin üç sıkıntı bunlar. İlk tehlike anlam yitimi diyebileceğimiz, ahlâki ufkun kararması. İkincisi gemi azıya almış araçsal akıl karşısında hedeflerin gölgede kalmasına, üçüncüsü de özgürlük yitimine ilişkin.

Tabii ki bunlar tartışılmaz değil. Yaygın kaygılardan söz ettim ve etkili yazarların adını kullandım, ama buradaki hiçbir şey üzerinde uzlaşılmış değildir. Bu kaygıları bir biçimde paylaşanlar bile ifade ediliş biçimleri üzerinde hararetle tartışmaktadır. Çok sayıda kişiyse bunları kafasından atmak ister. Eleştirenlerin “narsisizm kültürü” adını verdiği akıma kendilerini kaptıranlar, muhaliflerin daha baskıcı önceki çağların özlemini duyduklarını düşünüyor. Modern teknolojik aklın yandaşları, araçsalcılığın hâkimiyetine yapılan eleştirileri tepkisel ve gerici, bilimin faydalarını görmezden gelme çabası olarak değerlendiriyor. Ayrıca katıksız negatif özgürlük yandaşları var; siyasal özgürlüğün değerinin abartıldığına ve hedeflenmesi gerekenin, bilimsel yönetimle her bireyin maksimum bağımsızlığının bir arada bulunduğu toplum olduğuna inananlar. Modernliğin yerden yere vuranları olduğu gibi, göklere çıkaranları da var.

Uzlaşılan bir şey yok, tartışma sürüyor. Ama bu tartışma sürecinde bir tarafta övülen, öbür tarafta yerilen gelişmelerin temel özelliği genellikle yanlış anlaşılıyor. Sonuçta, yapılması gereken ahlâki seçimin gerçek doğası karanlıkta kalıyor. Özellikle öne süreceğim, izlenmesi gereken doğru yolun, ne modernliğin bağnaz yandaşlarının önerdiği, ne de ona yekten karşı çıkanların yeğlediği yol olduğu. Ne de, diyelim bireycilik, teknoloji ve bürokratik yönetimin üstünlükleriyle bedelleri arasında bir orta yol bulma çabası bize aradığımız cevabı verecektir. Modern kültürün doğası bundan daha incelikli ve karmaşık. Yandaşların da karşı olanların da haklı olduğunu öne sürmek istiyorum, ama bu hak modernliğin üstünlükleri ve bedelleri arasında basit bir orta yol bulma gayretiyle teslim edilemez.

Gerçekte tanımladığım tüm gelişmelerde, hem takdire şayan hem de bayağı ve dehşet verici yanlar var. Ama bu ikisi arasındaki ilişkiyi anlamak, asıl sorunun kötü sonuçların olumlu ürünler için ödemek zorunda olduğumuz bir bedel olmadığını görmekten çok, bu gelişmelerin bayağılaşmasını önleyerek, taşıdıkları büyük vaadi gerçekleştirmeye nasıl yönlendirilebilecekleri sorunu olduğunu görmek demek.

Bu üç temayı da yeterince ele alabilmem için gerekli yerim olmadığından bir özet sunuyorum. Bireyciliğin tehlikeleri ve anlam yitimine ilişkin ilk tema üzerine bir tartışma başlatacağım. Bu tartışmayı bir düzeye kadar götürüp, bu sorunun nasıl ele alınması gerektiğine ilişkin fikir edindikten sonra öbür ikisi için de benzer yöntemler önereceğim. Bu durumda tartışmanın tamamı ilgi alanımızın ilk ekseni üzerinde yoğunlaşacak. Şimdi bireyciliğin günümüzde ne biçim aldığına daha ayrıntılı bakalım.
Kaynak: Modernliğin Sıkıntıları, Charles Taylor, Ayrıntı Yayınları

Dipnotlar
1. Alexis de Tocqueville, De la Démocratie en Amérique, 2. cilt (Paris: Garnier- Flammarion, 1981), s. 385.

2. "Erbärmliches Behagen"; Also Sprach Zarathustra (Böyle Buyurdu Zerdüşt, çev. T. Oflazoğlu, Cem Y., 1992) Zerdüşt'ün Önsözü, bölüm 3.

3. Tocqueville, De la Démocratie, s. 127.

4. Bu hesaplamaların anlamsızlığı için bkz. R. Bellah ve d. The Good Society (Berkeley: University of California Press, 1991), s. 114-119.

5. Bellah ve d. The Good Society, 4. bölüm.

6. Özellikle bkz. Patricia Benner ve Judith Wrubel, The Primacy of Caring: Stress and Coping in Health and Illness (Menlo Park, CA. Addison-Wesley, 1989).

7. Albert Borgman, Technology and the Character of Contemporary Life (Chicago: University of Chicago Press, 1984), s. 41-42. Borgman, teknolojinin başlangıçtaki özgürleştirici vaadinin "boş bir konforun elde edilmesine" dönüşüp yozlaşabileceğini öne sürerken, Nietzsche'nin "son insanlar" kavramını yansıtıyor (s. 39).

8. Hannah Arendt, The Human Condition (Garden City, NJ: Doubleday, Anchor Edition, 1959, s. 83), [İnsanlık Durumu, çev. Sina B. Şenel, İletişim Y., 1994].

9. Tocqueville, De la Démocratie, s. 385.

10. Örneğin bkz. R. Bellah ve d. Habits of the Heart (Berkeley: University of California Press, 1985).


* Kanadalı Taylor, Anglosakson felsefe geleneğinden geldiği halde bu geleneğin dar sınırlarını aşıp Hegel, Heidegger, Foucault, Habermas gibi Kıta Avrupa'sının önemli düşünürleriyle eleştirel bir biçimde de olsa diyaloga girmekten yana tutum takınan, dil ve epistemoloji hakkındaki düşüncelerini toplumsal kurama ve siyasal sorunlara uygulamış olan ender felsefecilerden biridir. Liberalizmin Locke, Mill gibi klasik temsilcilerine de John Rawls gibi modern savunucularına da ciddi eleştiriler getirmiş olan “komüniteryanizm” (cemaatçilik) okulunun önde gelen isimlerindendir. Yazdığı birçok yazı ve kitapta daha çok dil, benlik anlayışları, siyasal katılım, çokkültürlülük, modernliğin doğası, kimlik ve etik temalarını konu edinmiş; bu karmaşık konuları son derece açık ve net bir biçimde tartışmasından ötürü takdir kazanmış olan Taylor, İngiliz dilinde yazan yaşayan en önemli düşünürlerden biri olarak görülmektedir.

Türkçe’de daha önce sadece BBC televizyonunda yaptığı Marksist felsefe ile ilgili tartışma metni (Yeni Düşün Adamları, Bryan Magee (der.), Verso Yay., 1985) yayımlanan Taylor’ın başlıca kitapları şunlardır: Hegel (1975); Hegel and Modern Society (1979) [Hegel ve Modern Toplum]; Philosophical Papers, 2 cilt (1985) [Felsefe Notları]; Sources of the Self. The Making of Modern Identity (1989) [Benliğin Kaynakları. Modern Kimliğin Oluşumu]; Multiculturalism and “The Politics of Recognition" (1992) [Çokkültürcülük: Tanıma Politikası, Yay. Haz. Cem Akaş, Yapı Kredi Yay., 2010]; Philosophical Arguments (1995) [Felsefe Tartışmaları]; Modern Social Imaginaries (2004) [Modern Toplumsal Tahayyüller, Çev. Hamide Koyukan, Metis Yay., 2006] ve A Secular Age (2007) [Seküler Bir Çağ].


6 Aralık 2018 Perşembe

Beyaz Zambaklar Ülkesinde

Beyaz Zambaklar Ülkesinde

Bulgarca Çevirinin Önsözü
Dr. Bojkof



1909 ve 1910 yıllarında iki kez Finlandiya’yı ziyaret etme fırsatı buldum. Diğer ülkelerden çok farklı bir görünüme sahip olan Finlandiya’nın konumu çok dikkat çekicidir. İnsanlarının düşünceleri, ruhsal yapıları, dünya görüşleri bizimkinden çok farklıdır. Bu insanları inceleyecek olan biri, onların sanki dünyamıza değil de başka bir gezegene ait olduklarını zanneder. Finliler, insana İncil’de sözü edilen Beyaz Zambaklar’ı hatırlatıyor.

Beyaz Zambaklar Ülkesine dair anılarımı ve izlenimlerimi 1914 yılında Souremenna Misal (Çağdaş Düşünce) dergisinde yayınlamış ve o konuda şunları yazmıştım:
“... Avrupa’nın hiçbir ülkesinde Finlandiya’da olduğu gibi büyük bir kültürel ilerleme yaşanmamıştır. Finlandiya’nın Avrupa’nın en genç ülkelerinden biri olması da ayrıca kayda değerdir. Fin halkı, bir zamanlar Ural boylarından kalkmış, Volga sahillerinden geçmiş, bir süre Bulgarlara komşu olarak yaşamışlardır.

Barışçı bir yapıya sahip olan Finler, kimsenin kendilerine saldırmayacağı, kendilerinin de kimseyi tedirgin etmeyecekleri sakin bir yurt aramışlar ve bugünkü yaşadıkları yeri kendilerine yurt edinmişlerdir. O zamanlar uzak sayılan bu bölgede hiçbir ulus bulunmuyordu. Bugünkü Fin toprakları yüzlerce yıl Rusya ile İsveç arasında doğal bir kale hizmeti görmüştür. Bölgede geniş bataklıklar ve girilmesi zor ormanlar olduğundan ne Ruslar, ne de İsveçliler bu topraklardan ordularını ve ihtiyaç maddelerini geçirememişlerdir.


1808 yılından itibaren Finlandiya bir Rus eyaleti oldu. Bu durum I. Dünya Savaşı’na kadar sürdü. Bu süreçte Finlandiya, Çar I. Alexandr tarafından verilen imtiyazlar nedeniyle kendi içinde bağımsız oldu, yasalarını ve yönetimini kendisi belirleme hakkına kavuştu.

Petrograd ile Vyborg arasındaki uzaklık trenle iki saattir. Petrograd’ta bizzat Fin memurlarının görev yaptığı özel bir tren istasyonu vardır. Bu ilk Fin istasyonundaki özellik bile hemen dikkat çeker. Rusların tren istasyonları genellikle pislik içindedir. Bilet gişelerinde sürekli kargaşa yaşanır. Petrograd’daki Fin istasyonu ise pırıl pırıldır. Orada tam bir sessizlik ve düzen hâkimdir. Her iki ülkeye ait vagonlar arasında bile çok farklılıklar göze çarpmaktadır. Rus vagonları tıpkı bizim vagonlara benziyor. Her yeri tükürük içinde, duvarlar karalanmış ve kir içindedir. Yolcuların kendi aralarında veya kondüktörlerle tartışmaları ve gürültüleri hiç eksilmez. Fin vagonlarında ise Alman trenlerinde olduğu gibi yerler numaralıdır; her yolcu kendi yerinde oturur ve asla yer kavgası yaşanmaz. Kompartımanlarda hiç kimse yüksek sesle konuşmaz sigara ve pipo içmez ve kesinlikle yerlere tükürülmez. Tüm vagonlar örnek alınmaya layık bir temizlik içindedir. Gece seyahat etmek durumunda olan üçüncü mevki yolcuları için bile temiz çarşaf ve yorganların serili olduğu yataklar hazırlanmıştır. Bunlar için cüzi bir ücret ödenir. Kısacası tüm seyahatleriniz boyunca asla rahatsız olmazsınız. Eğer uyumuşsanız, kompartımanda bulunanlar asla yüksek sesle konuşmazlar. Zaten Finler yüksek sesle konuşmayı bilmezler.

Finler’in Helsinki dedikleri Helsingfors’ta, Vipuri dedikleri Vyborg’da ve diğer şehirlerde, cadde ve sokaklar insanlarla doludur. Gruplar halinde veya bir başına gezinen insanlar, tanıdıklarıyla selamlaşır, konuşur ama çevrelerine rahatsızlık vermezler. Caddelerde yüksek sese rastlamak zordur.
İşte yalnız bu durum bile Finlandiya’da Rus medeniyetinin(!) bulunmadığının ilk işaretidir. Polisler bağırmaz, faytoncular asla gürültü çıkarmaz, yolda rastlaşanlar boğazlarını yırtarcasına yüksek sesle düşünce ve duygu alışverişine kalkışmaz. Hiç kimse aklına estiği zaman, dilediği yerde çalgı çalmak ve şarkı söylemek hakkına sahip olduğunu aklından bile geçirmez. Hâlbuki Avrupa’nın birçok ülkesinde örneğin Fransa’da bile gece yaşanan sokak gürültülerinden uyumak zordur.

Beyaz Zambaklar Ülkesi’nin insanları, her şeyden önce başka insanların hak ve özgürlüklerini düşünürler. Orada özgürlüğün değeri büyüktür. Ama bu ülkede özgürlük demek, başkalarını rahatsız etmek demek değildir.

Finlandiya’da seyahat ederken bir yolcu olarak istasyonda iner ve büfeden gönül rahatlığıyla alışveriş yapabilirsiniz. Avrupa trenlerinin yolcuları büfenin ne demek olduğunu iyi bilirler. Oralarda herşey asıl fiyatının birkaç misli fazlasına satılır. Finlandiyada ise en azından benim gördüğüm tren istasyonlarında ve şehir lokantalarında satış yoktur. Büfenin veya lokantanın orta yerine mükemmel bir sofra kurulmuş ve etrafına yemekler dizilmiştir. Raflarda tabaklar, çatal, kaşık ve bıçaklar sıralanmıştır. Her şey masanın üzerinde açıktadır. Yemek servisi yapan, hesap gören garsonlar ve diğer hizmetliler yoktur. Acıkmış bir yolcu sofranın başına geçer, raftan aldığı tabağa beğendiği yemekten dilediği kadar alıp, içeceğini kendi doldurur. Afiyetle doyduktan sonra kasaya giderek yemeğin bedelini öder. Fiyatlar da oldukça ucuzdur. Yerine göre 1 veya 1,5 Mark’tır.

Vyborg’ta, Fince ravintol denilen bir otelde iki hafta kadar kaldım. Ayrılırken hesabı istedim. Otelci kaç gün kaldığımı ve kaç öğün yemek yediğimi hesap pusulasına benim yazmamı isteyince hayretler içinde kalarak istenileni yaptım ve sadece pusulada belirtilen miktarı ödedim.

Finlandiya’da bindiğiniz tramvaylarda biletçi veya kontrolör göremezsiniz. Yolcular ulaşım ücretini bir kutuya atar ve dilediği yere kadar seyahat eder. Bir Fin öğretmeni bana bunun nedenini şöyle izah etti: Eğer halka güvenmeyip de Rusya’da olduğu gibi biletçi veya kontrolcü kullanmak isterseniz, kontrolcuları da kontrol etmek gerekir. Biz kontrolcüye değil, halkımıza inanırız, insana inanırız.

Bir keresinde Grigory Petrov’la birlikte Helsinki’deki Millî Fin Tiyatrosu’na gitmiştik. Tiyatro binası granitten yapılmış görkemli bir binadır. O gece Kitab-ı Mukaddes’in Hâbil ve Kâbil hikâyesini konu edinen bir oyun sahneleniyordu. Ancak Kâbil ile Hâbil’in kişilikleri Kitab-ı Mukaddes’in bize öğrettiğinden çok farklı yorumlanmıştı.

Hâbil, zayıf ruhlu, âciz, miskin, uysal, ürkek, kısacası iradesiz bir kişilik olarak sunuluyordu. O her şeyden korkuyor, herkese boyun eğiyor ve bütün iyilikleri yukarıdan bekliyordu. Hâbil çok sağlam bir ahlâka sahip olmasına rağmen sevimsiz ve sıkıcı bir kişilik örneği sergiliyordu.

Kâbil ise sert yaradılışlı, düşünce ve davranışlarıyla tam bir zalim olarak çıkıyordu karşımıza. O, Hâbil gibi zayıf ve güçsüz bir kardeşin varlığına dayanamıyor, yüreğinin ve iradesinin zayıflığından dolayı kardeşini aşağılıyor. Sonunda dayanamayıp onu öldürüyor. Kâbil, Hâbil’lerle dolu bir cennette yaşamayı reddediyor. Oradan kaçıyor ve yeryüzüne iniyor. Ateşi keşfediyor. Yeni bir yaşam kültürünü oluşturuyor. O uzaklarda olan değil, yanıbaşında bir cennet yaratmak istiyor. Ama bu öyle bir cennet olsun ki, asla kendisine bahşedilmiş bir cennet olmasın. Kendi alınteriyle, kendi emeğiyle kazanılmış bir cennet olsun!..

Bu oyunla Fin ulusunun yeni özelliği ortaya konulmak istenmişti. Kitab-ı Mukaddes’in kendilerine cennet diye sunduğu Asya’dan göç ettikten sonra, bataklıklarla ve ormanlarla dolu bir yeri kendilerine yurt kabul etmişler ve orayı cennete dönüştürmüşler. Gerçekten de önceki dönemlerde bataklık ve ormanlıktan ibaret yaşamdışı bir yer olan “Suomi”[1] Finlerin üstün çabaları sonucunda adeta bir cennet olmuştur.

Bugün Suomlar, bataklık, kayalık ve ormanlıklardan ibaret bir bölgeyi imar edip cennet bahçesine dönüştürmeyi başarmışlardır. Onlar bu cennet bahçelerinde İncil’de sözü edilen Beyaz Zambaklar gibi lekesiz, saf ve masum bir hayat yaşamaktadırlar. Finler’in temiz ahlâklı oluşları yalnızca özel hayatlarında değil, toplumsal yaşantılarında da görülmektedir.
....
Finler, asırlar boyu kimi zaman İsveçlilerin, kimi zaman da Rusların egemenliğinde kalmışlardır. Bu süre zarfında savunma ve diplomasi alanında çaba içinde olmayıp, bütün güçleriyle milli bir Fin kültürü meydana getirmeye çalışmışlardır.

Özellikle okulların ve toplumun eğitiminin gelişme ve ilerlemesi yolunda gayret sarf etmişlerdir. Finlandiya’da ilk öğrenim zorunlu ve parasızdır. Kız ve erkek tüm Fin çocukları ana dillerinde okuma ve yazmayı bilirler.

Her evde mutlaka kütüphane veya kitaplar vardır. Ülke yasaları ve ilköğrenim ders kitapları başucu kitaplarıdır. Ev idaresi, ormancılık ve başlıca geçim kaynaklarıyla ilgili konulardaki kitaplarla birlikte başka yararlı kitapları da okur ve bulundururlar. Önemli yerleşim merkezlerinde inşa edilmiş kütüphaneler halka açıktır. Dileyen herkes hiçbir ücret ve teminat vermek zorunda kalmadan arzu ettiği kitabı kütüphaneden alma ve evinde okuma hakkına sahiptir.

Bunun yanısıra Finlandiya’da kitabevleri de en iyi iş yapan müesseselerdir. 15.000 nüfuslu bir kasaba olan Vyborg’da bile 12 büyük kitapçı vardır. Kitabevlerinin vitrinlerinde sergilenen çeşitli dillerdeki kitapların çokluğu, toplumun oldukça zengin bir kültürel altyapıya sahip oluşunun göstergesidir.
Finlandiya’da hiç kimse içki içmez. 1907 yılında çıkarılan bir yasayla insana sarhoşluk veren her türlü içkinin satılması yasaklanmıştır. Rus hükümeti kendi egemenliği döneminde Finlandiya’da votkanın tüketilmesi amacıyla meyhaneler açtırdı ama yapılmak isteneni anlayan Finler, kesinlikle o meyhanelere adım atmadılar ve bir süre sonra da bu meyhaneler kapanmak zorunda kaldı.
Yine Avrupa uygarlığının kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkan insanlık dışı sokak kadınlarına da bu ülkede rastlamak zordur. Finlandiya’da gerek aile, gerekse okul ve toplum hayatında çok temiz bir ahlâk yer etmiş bulunmaktadır.” [2]

Öyle sanıyorum ki, Beyaz Zambaklar Ülkesine dair bir zamanlar yayınladığım hatıraların bir kısmı Grigory Petrov’un kitabının çevirisine iyi bir sunuş yazısı olabilir. Kültürel alanda bir ulusun ne denli yüksek bir dereceye erişebildiğini hatıralarımda belirtmiştim.

Grigory Petrov ise Finlandiya’da uzun yıllar yaşadığından, Finler’in önceki hâlleriyle sonradan kurdukları yüksek uygarlığa nasıl eriştiklerini görmüş ve bu değişim ve ilerlemeyi kendine özgü sanatlı üslubuyla anlatmıştır.

Bir milletin; kamu kuruluşlarının, okullarının ve askeri kurumlarının birbiriyle işbirliği yaparak ülkeyi kalkındırmak ve yükseltmek için neler yaptıklarını açıkça göstermiştir.
Bu kitapta, özellikle Finlandiya’nın yükselmesi için bazı kişilerin gösterdikleri fedakârlık ve başarılardan söz edilmektedir. Bazı kahraman ruhluların, Fin milletini nasıl kahraman millet hâline getirdikleri çok güzel anlatılmıştır.
Grigory Petrov, bu eserini yazarken Bulgaristan’ın siyasi, toplumsal ve ekonomik yapısını da dikkate alarak kitabını Bulgar gençlerine ithaf etmiştir.
Bu eser, Grigory Petrov’un Rusça yazdığı müsveddelerin doğrudan doğruya tercüme edilmesi suretiyle meydana gelmiştir.

Kaynak: Grigory Petrov, Beyaz Zambaklar Ülkesinde, çev.  Prof. Dr. Ali Haydar Bey, Hayat Yayıncılık, 1998


Notlar
[1] Suomi, Finlandiya’nın Fince adıdır. “Suom” Fin demektir. Finlanda ismi Almanca’dır.

[2] Benim Notum: DK
Bu önsöz yazısında betimlenen dönemin 20. yüzyıl başı olduğunu hatırlatayım. Ayrıca yazar (Dr. Bojkof) salt kendi gözlemlerinden (subjektif) yola çıkarak genelleme yapmıştır. Yazılanları eleştirel süzgeçten geçirerek okumakta fayda var.
Kitabın kendisini (Beyaz Zambaklar Ülkesinde) okumanın yararlı olacağını düşünüyorum.  Kültürel devrim gerçekleştiren bir halkın deneyimini öğrenmek, bakış açımızı geliştirebilir, başka halklardan öğrenmeyi kışkırtabilir ve öğretir de... Yine de söz konusu kitabın 20. yüzyıl başında yazıldığını bu deneyimin günümüzden çok önce gerçekleştiğini şu anda görece başka bir dünyada yaşadığımızı unutmadan bu kitabı okumalıyız kanımca. 

27 Kasım 2017 Pazartesi

 Milliyetçiliğin İyisi Var mı?

Milliyetçiliğin İyisi Var mı?

Ayşe Kadıoğlu
05/06/2005

Milliyetçilik ideolojisinin temelinde, insanların bir grup olarak kendilerini diğer gruplardan bir takım özellikleri öne çıkararak ayırmaları var. Bu özelliklerin ne olduğuna göre de milliyetçiliğin "kötü" ya da "iyi" olarak nitelendirilmesi söz konusu oluyor. Eğer bir grup kendisini diğer gruplardan ırk, etnisite gibi "doğumla gelen" ve "değiştirilemez" özellikler ile ayırıyor ise buna "kötü" milliyetçilik deniliyor. Çünkü ne yaparsanız yapın o gruba üye olamıyorsunuz, kapılar kapalı oluyor. Ancak insanların biraz çaba göstererek söz konusu gruba üye olmalarına izin veren, nisbeten daha "açık" üyelik koşulları olan grupların milliyetçilikleri ise "iyi" kabul ediliyor. Milliyetçilik literatüründe "kötü" milliyetçiliğe örnek olarak kapalı, tecrit edici, organik ve ırk temelli Alman milliyetçiliği, "iyi" milliyetçiliğe örnek olarak da Fransız milliyetçiliği verilir.

Aralık kapılar, kapalı kapılar

Kısacası, üyelik kapılarını kapayan milliyetçilikler "kötü", kapıları nisbeten açık bırakan gruplar ise zararsız ve iyi olarak biliniyor. Örneğin, iyi Fransız milliyetçileri Fransızcayı iyi konuşmayı öğrenen ve Fransız kültürüne aşina olan Cezayirlilere "Fransız" olmanın kapılarını açarken, kötü Alman milliyetçilerinin Arapların zaten Almanca konuşmaya ya da Alman kültürünü içselleştirmeye bile layık olmadıkları düşüncesi ile hareket ettikleri varsayılır. Kısacası birincisinde kapı aralıktır ve adaylar istenileni yapınca içeri girebilirler; ikincisinde ise kapı kapalıdır. Aralık kapı durumu, "iyi" addedilen durumdur. Oysa bugün, içinde bulunduğumuz dönemde "kapı" denen olgunun bizatihi kendisi eleştiriliyor, onun aralık bırakılması yeterince demokratik bulunmuyor. Kapısızlık ve buna bağlı olarak kapıcısızlık söz konusu ediliyor. 


Kapıların ardındaki grupların "milletler" olduğunu düşünürsek, kapıcılar da bu gruplara üyelik koşullarını belirleyen ve uygulayanlar oluyor. Bugün, her an açık yerlerde bulunmanın yaratabileceği endişe ve fobiler yüzünden kapıları sıkı sıkıya kapamak dürtülerinin, kapıları tamamen ortadan kaldırmak isteği ile aynı anda varolduğu bir dönemden geçiyoruz.
 
Radikal iki'de (22 Mayıs 2005) yayımlanan yazısında Taha Parla, içinde bulunduğumuz dönemin siyaset açısından en belirleyici sorusunu çok açık bir biçimde soruyordu: "Millet herhangi bir insan kümesinden neden daha değerli olsun?" Bu soruyu sorabilmek zaten açık kapılardan endişe ve fobi duymamaktır, özgüvendir, demokratlıktır... Oysa bugün çevremizde birçok kişi, milliyetçi duygularına o malum şerhi düşerek demokrat olduğunu sanıyor. Örneğin; "ben milliyetçiyim ama öyle kafatasçı değilim, iyi bir milliyetçiyim hatta belki de buna 'vatansever' demek daha doğru olur" gibi ifadeleri sık sık duyuyoruz. Aslında iyi kabul edilen milliyetçilikler de bir grubun ayırdedici ve üstün vasıflarını sıralıyorlar. Tek farkları, "yeterince çaba gösterirseniz sizi de kapıdan içeri alabiliriz" gibi bir yaklaşım içinde olmaları. Oysa ırkçı ve etnik milliyetçiliklerin "makbul sayılmadığı" varsayımından yola çıkarsak, açılım, Taha Parla'nın şu satırlarında gizli: "Milliyetçilik milliyetçiliktir. Makbul sayılmayan türlerin olgusal/tarihsel dayanağı zaten pek yoktur, mitostur. Makbul sayılanlar da mutlaka ayrılık (farklılıktan öte), ayrıcalık, istisnailik, özellik (özgüllükten öte) ve tabii üstünlük iddiasındadır." Böylesi ayrılık ve ayrıcalıkların grup olarak algılanması, o grubun "yüksek" çıkarları uğruna, çeşitli suçların işlenmesini haklı gösterir. Bu da, Taha Parla'nın da söylediği gibi aslında "ilkel" bir durum. Bunu Parla'nın yaptığı gibi açıkça telaffuz etmeyi, günümüz siyasal dinamikleri açısından son derece cesur ve önemli buluyorum. 

Milliyetçilik, bir grubun kendisini ayrılık ve ayrıcalıklar ile donatması olduğu için aslında "iyi" bir ideoloji değildir. Kapıları aralık bırakan "iyi" milliyetçilerin (yani vatanseverlerin) "kötü" milliyetçilere dönüşmesi kimi zaman farkına bile varılmadan olur. Tarihte kötü milliyetçiler olarak bilinen Naziler de aslında son derece saldırgan olan dış politikalarını Alman milletini savunmak adına akla uydurmuşlardı. İyi milliyetçilik ya da vatanseverlik kimi zaman kötü milliyetçiliğin bir öncülü oldu. Vatanseverlik, demirden bir el olan ırkçı, etnik temelli milliyetçiliğin, kadife eldivenine benzetilebilir. Yeri geldiğinde o da dışlayıcı, tecrit edici ve savaşçı olur.

1902'nin mandacısı, bugünün AB'cisi

Ulus-devletlerin kurulma aşamasında, ülkenin dışarıdan yönlendirilmesine tepki duymak ve bu yönlendirmeyi isteyenleri "mandacılar" diyerek eleştirmek anlaşılabilir bir durum. Çünkü içinde bulunulan süreç, ulus-devletin kurulması süreci. 20. yüzyılın başında, Türkiye'de ulus-devletin kurulma süreci devam ederken, İttihat ve Terakki içindeki liberal ve ittihatçı kanat arasındaki gerilimin temelinde de -tuhaf bir şekilde günümüz siyasetine biçim veren dinamik var: Bir yanda liberaller ki bunlar aynı zamanda mandacılar, öte yanda da ulusalcı, devletçi ve militer kanat. Bugün "AB yanlılarının" Birinci JönTürk Kongresi'nde (1902) öne çıkan mandacılarla bir tutulması, hâlâ ulus-devletin kuruluş sürecinde ve bu sürece özgü bir seferberlik hali içinde olduğumuz yanılgısına yol açabilir. Çünkü aradan geçen bunca yıla rağmen, milli eğitim sistemimiz arkaik bir seferberlik hissini ayakta tutmaya yardımcı oluyor. Oysa bugün, Cumhuriyet'in evrenselleşerek demokratikleştiği, ulus ile olan organik bağını kopardığı ve evrenselliğin gerektirdiği "insan hakları" söylemine doğru evrildiği bir sürecin içindeyiz. Bu sürece ivme kazandırmak isteyenlerin mandacılar ile hiç bir ilgisi yok. Günümüzde sık sık AB yanlılarının sanki memleketi satıyorlarmış gibi görüldüklerine şahit oluyoruz. Bu durum sözü edilen arkaik seferberlik hislerinin hâlâ canlı olduğuna ve 1902'nin dinamiklerinden bir türlü kurtulamadığımıza işaret ediyor. 

İnsanların ulus-ötesinden söz etmesinin dahi zor algılandığı, ulus temelli ayrılık ve ayrıcalıkların kutsal addedildiği ülkemizde "ulus" değil de "insan" temelli düşünmek pekala mümkün. Örneğin, bir yangın olduğunda, bu ülkede yaşayan çoğu insan komşusunun Türk mü İngiliz mi olduğuna bakmadan onu kurtarmaya, yardım etmeye çabalar. Önce Türk komşumu kurtarayım, sonra İngiliz'i kurtarırım gibi bir hesaba girmez. (Yoksa girer mi?) Bugün insanların vatan haini olarak suçlanmaktan korkmadan "ben milliyetçi değilim çünkü insanları seviyorum" diyebilmeleri gerekiyor. Çünkü, aksi takdirde, evrenselliğe prim verenlerin bile "milliyetçi gibi yaptıkları" sahte bir siyasal söyleme teslim oluyoruz. Üstelik ulus-devletin kutsallığı üzerinden siyaset yapanlar hızla sosyal adalet konularını tekellerine alıyorlar. Bugün ulus-devletin kapılarının ötesini hayal edebilenlerin, evrensel demokratik kriterlere özlem duyanların, sosyal adalet konularına da duyarlı olduklarını telaffuz eden bir siyasal muhalefete olan gereksinimin zirvesindeyiz. Kapıları kapatmaya zaten eğilimli olan orta sınıf ile evrensel siyaseti barıştırmanın yegâne yolu sosyal adalet temelli bir siyasettir. 

Unutmadan, insan haklarını ulus-devletin üzerinde tutanlar, ulus olgusunun kutsallığını karşılarına alınca ille de nihilist olmuyorlar... Ben yangından ilk olarak çocukları kurtarırdım, çünkü uluslar değil belki ama çocuklar "kutsal" olana en yakın duruyorlar. Onlar insanlığın -hiçbir ulusun olmadığı kadar- kıymetlisi, ayrıcalıklısı...
http://www.radikal.com.tr/radikal2/milliyetciligin-iyisi-var-mi-872661/