Yakınçağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yakınçağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Eylül 2020 Perşembe

Sera Etkisi Nedir? Karbondioksit Salımı Neden Önemli?

Sera Etkisi Nedir? Karbondioksit Salımı Neden Önemli?

 BiLiM ve TEKNiK (72) Temmuz 2008


Sera Etkisi 

Güneşin yaydığı ışınlar dünyayı ısıtırken, yerküre; güneşten aldığı enerjinin önemli bir bölümünü ısı enerjisi olarak yeniden atmosfere yollar. Atmosfer, oksijen ve azot dışında su buharı, karbondioksit, metan, azot oksit, ozon ve kloroflorokarbonlar gibi başka gazlar de barındırır. Bunların miktarı az olsa da etkileri çok büyük. Atmosferde bu gazlar bulunmasaydı, yerkürenin ortalama sıcaklığı canlı yaşamının olanaksız olduğu – 18°C gibi bir değerde olurdu. Oysa bu gazların atmosferdeki varlıkları sayesinde yerkürenin ortalama sıcaklığı 15°C. Bu gazlar, Güneş’ten gelen ışınlar atmosfere geri yollanırken devreye girer; geri gönderilen ışınları soğurur ve ısı olarak yeniden atmosfere yayarlar. Tıpkı doğal bir seraya benzediği için bu etkiye sera etkisi, buna yol açan gazlara da sera gazları denir.


Karbondioksit Neden Önemli?Atmosfere her yıl toplam 30 milyar ton CO2 salınıyor. Bunun

%46’sı enerji tüketimi, 

%24’ü sanayi etkinlikleri,

%18’i ormansızlaşma,

%9’u tarım ve

%3’ü de başka nedenlerden kaynaklanıyor. 

Bu miktarın yarısı ormanlar, toprak ve okyanuslar gibi yutaklarca emiliyor ama geri kalan miktar atmosferde birikiyor. CO2 yoğunluğu endüstri devrimi öncesinden günümüze, yaklaşık 0,8 trilyon ton arttı. Yapılan araştırmalar, 2000 yılında 370 ppm (milyonda bir parça) olan atmosferdeki CO2 birikiminin 2100’e kadar 540–970 ppm aralığına yükseleceğine işaret ediyor. Eğer, CO2 birikimi endüstri devrimi öncesi düzeyin iki katı olan 550 ppm’de durdurulabilirse, küresel salımların 2025’e kadar en yüksek düzeye çıkacağı ve 2040–2070 döneminde bugünkü düzeylerinin altına ineceği hesaplanıyor. Ne var ki özellikle gelişmekte olan ülkelerin sera gazı salım miktarları her geçen yıl artıyor. Örneğin, geçen yıl Çin kendi salım oranını % 8 artırdı. Aynı durum gelişmekte olan öteki büyük ülkeler için de geçerli. Gelişmekte olan ülkelerin yanı sıra, gelişmiş ülkelerin hem bugüne kadar atmosfere saldıkları hem de şu anda salmakta oldukları CO2 ve öteki sera gazlarının atmosferdeki birikimi de göz ardı edilmemeli. 

Dünyada hal böyleyken, acaba ülkemizde CO2 salım miktarı ne kadar? Yapılan araştırmaların sonuçlarına göre, Türkiye’nin birincil enerji kullanımından kaynaklanan toplam CO2 salım değeri 1990’da 127,2 milyon tondu. Bu değer 2003’te 213 milyon tona ulaştı. 2010 yılı için yapılan öngörülere göre birincil enerji talebimizin % 70’ini dışarıdan alarak karşılayacağız. Bu alımların büyük bölümünü doğalgaz ve taş kömürü alımı oluşturduğu için Türkiye’nin CO2 salım miktarını Kyoto Protokolü’nde öngörüldüğü gibi 1990 düzeyine indirmesi bu koşullarda pek kolay değil. Ne var ki çok yakın bir gelecekte (hatta belki de sizler bu yazıyı okurken) Protokol’ü imzalayacağız. Bu nedenle, bir an önce Protokol’ün yaptırımlarını yerine getirebilmemizi sağlayacak eylem planına uygun önlemleri almaya başlamamız gerekiyor. Ülkemizde CO2 salımının en çok hangi sektörlerden kaynaklandığına gelince... Sanayi başta olmak üzere, elektrik ve ulaşım sektörleri bu konuda ilk üç sırayı paylaşıyor. Yalnızca elektrik enerjisi üretiminden kaynaklanan CO2 salımı, 1990’da 30,2 milyon ton’dan 2001’de 73,4 milyon tona çıkmış; ancak 2002’de yaşanan kuraklığın etkisiyle termik santrallerin üretim paylarının artması nedeniyle 72,1 milyon tona gerilemiş. Elektrik üretiminde özellikle gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de en bol ve yaygın yerel enerji kaynağı olan linyitin kullanımından vazgeçilmesi şimdilik olası görünmüyor. Bununla birlikte, enerji talebimizin bir bölümü, CO2 salımı daha az olan doğalgaz ve yüksek kalorili ithal kömürle birlikte, yenilenebilir bir kaynak olan akarsu gücüne dayalı hidroelektrik santrallerden karşılanıyor. Yine de gelişmeye ve büyümeye paralel olarak artan enerji talebi nedeniyle CO2 salımımız da artıyor. Hem ülkemizde hem de tüm dünyada her geçen gün artan CO2 salımına son vermek olanaksız olsa da salımı azaltmak için alınan birtakım önlemler var. Bu önlemlerin, daha doğrusu yöntemlerin en etkilileri Kyoto Protokolü’nde yer alan Ortak Yürütme ve Kalkınma Düzenekleriyle, Salım Ticareti Düzeneği.

[Yazının tamamını buraya almadım. Aşağıdaki linkten tamamına ulaşabilirsiniz.]

Kaynak: https://services.tubitak.gov.tr/edergi/user/yaziForm1.pdf?cilt=41&sayi=602&sayfa=72&yaziid=25608


7 Eylül 2020 Pazartesi

Buzul Devirleri, Küresel İklim Değişiklikleri, Milankovitch Kuramı

Buzul Devirleri, Küresel İklim Değişiklikleri, Milankovitch Kuramı

 Osman Demircan, 1984


On sekiz bin yıl önce yaşanan buzul çağı, son bir milyon yılda geçi­rilen on kadar buzul çağının sonun­cusudur. 1979 yılında Belgrad’da bu konuda yapılan uluslararası bir top­lantıda sunulan çalışmalardan basit­leştirilerek derlenen ve İki bölüm ha­linde hazırlanan bu yazının ilk bölümünde buzul çağlarının zaman ve sü­relerini saptamada kullanılan yeni bir yöntem sonuçlarıyla birlikte verilecek ve buzul çağlarının oluşum nedeni olarak Güneş'in enerji yayımındaki uzun dönemli değişimler üzerinde durulacaktır. İkinci bölümde İse. Dünya'nın dönme ekseni ve yörüngesindeki uzun dönemli değişmelerin buzul çağlarına yol açabileceğini ileri süren Milankovitch Kuramı açıklanacaktır.

On sekiz bin yıl önce Kuzey Yarımküre de, karaların üçte biri buzullarla kaplıydı. Ku­zey Amerika, Avrupa ve Asya’nın kuzey kıyıla­rı, kilometrelerce kalınlıkta buzulların altınday­dı. Bu buzulların kapsadığı su o kadar fazlaydı ki dünya denizlerinin seviyesi bugünkünden 100 m. kadar daha düşük düzeydeydi. Tahminlere göre o zaman, yıllık dünya sıcaklık ortalaması bu­günküne göre sadece 5 °C daha düşüktü; fakat hemen hatırlatalım ki asırlardır yıllık dünya sıcaklık ortalamasındaki değişimler yarım °C’yi geçmemiştir.

Dünyanın bir seri buzul çağları geçirmiş ol­duğu 19. asırdan beri bilinmektedir. Bu bilgi temel olarak jeolojik kaynaklıdır. Buzulların hareketiyle çizilmiş, sürüklenmiş ve parlatılmış kayalar, rüz­gâr ve suların oluşturamayacağı ve ancak uzun süre var olan buzullarla açıklanabilen yüzey şe­killeri; büyük kütleli buzulların oluşturduğu ya­taklar ve bu yataklarda kalan kum benzeri biri­kintiler; üstelik tüm bu oluşumların katmanlar oluşturması. Dünya’nın bir seri buzul çağları ge­çirdiğini göstermiştir. Bu oluşumlar Asya, Avru­pa ve Amerika’nın kuzey enlemlerinde görünmek­tedir ve en eski katman Dünya’nın 500 milyon yıl kadar önce ilk etkin buzul çağını yaşadığını Göstermektedir.

Aslında jeolojik bulgulara göre buzul çağla­rının varlığı kesin olmakla beraber, bu çağların sayıları, tarihleri ve süreleri o kadar belirli de­ğildir. Yakın geçmişte keşfedilen ilginç bir yön­temle, bu bilgilere yeterince kesinlik kazandırıl­mıştır. Yeni yöntem, deniz altı tabakalarında oksijen İzotoplarının bolluk karşılaştırılmasına dayanmaktadır. Biliyoruz ki, atomik kütlesi 16 olan (yani atom çekirdeğinde 8 proton ve 8 nötron bulunan) oksijen izotopu, doğada tabii olarak en bol bulunan oksijen İzotopudur. Suda bin kadar ok­sijen içeren molekülden, sadece birkaç tanesinde oksijen 18 İzotopu (yani atom çekirdeğinde 8 proton ve 10 nötron olan oksijen izotopu) var­dır. Okyanus yüzeylerinden su buharlaştığında, daha ağır olan bu oksijen 18 izotopları buharlaşamayıp, geride kalır. Bu nedenle, yağmur, kar ve buz içindeki oksijen 18 izotopları sayısı, ok­yanus suyundaki sayıdan çok daha azdır. Buzul çağları başladığında, buz katmanları büyüdükçe okyanus suları azalacak ve oksijen 18 izotopu yö­nünden de zenginleşecektir. Öyleyse, geçmişte okyanuslarda oksijen 18 izotopu bolluğu ne zaman ne kadar artmışsa, o oranda şiddetli bir buzul ça­ğı yaşanmış olmalıdır. Doğal olarak, geçmişteki okyanus sularının oksijen izotopu bolluğunu ölç­mek mümkün görünmemektedir. Fakat, okyanus yataklarında farklı katmanlarda oluşan farklı çağ­lara ait deniz fosillerinde, oksijen 18 bolluğunu ölçmek mümkündür. Kabuklu deniz hayvanları ka­buklarını yaşadıkları deniz suyundaki kalsiyum karbonatta oluştururlar ve öldüklerinde, kabuk­lar deniz dibinde birikerek, jeolojik katmanlar ortaya çıkar. Yaşları başka yöntemlerle saptanan bu katmanlardaki oksijen 18 bolluğundaki deği­şim, böylece Dünya'daki iklim değişikliğinin bir ölçüsü olur Bu şekilde, buzul çağlarının sayıları, tarihleri, süreleri, şiddetleri sağlıklı bir şekilde saptanmıştır. Aslında, sularda oksijen 18 izoto­pu birikimi, suların sıcaklığı gibi başkaca yan etmenlere de bağlıdır bu nedenle, buzul çağla­rına ilişkin elde edilen verilerde, yine de bir yanılgı payının varlığı kabul edilmektedir. Okya­nus diplerindeki katmanlardan elde edilen son 500 000 yıllık oksijen 18 bolluk kayıtları, şekilde gösterilmiştir. Oksijen 18 bolluğunun arttığı çağ­larda, Dünya’da bu artım miktarıyla orantılı mik­tarda buzul var demektir. Dolayısıyla, oksijen 18 bolluğunun arttığı çağlar buzul çağlarıdır. Şekle göre Dünya, her 100 000 yılda bir buzul çağı yaşamaktadır. Ayrıca yine şekilden görül­mektedir ki, dönemli bolluk değişim eğrisi, bir bakıma testere dişi biçimindedir. Yani oksijen 18 bolluğu, 60-70 bin yılda yavaş yavaş artıp belli bir düzeye geldikten sonra, bir bakıma hızla düş­mektedir. Bunun anlamı, Dünya’da buzulların ya­vaş yavaş, uzun yıllar birikip, sonra daha kısa sürede eriyip yok olduklarıdır.


Nedir böylesi uzun dönemli, büyük iklim de­ğişikliklerinin nedeni? Şekildeki dönemli deği­şimlere bakarak açıkça denebilir ki, Dünya yü­zeyinin ortalama ısı enerjisi 100 000 yıllık dönem­lerle düzenli artmalar-eksilmeler göstermektedir.Temelde bu enerjinin, Güneş'ten gelen ışınım enerjisinden sağlandığını biliyoruz. Öyleyse Gü­neş, bazı dönemlerde Dünya’yı ısıtamayacak ka­dar sönüyor, sonra yavaş yavaş tekrar canlanıp, eski durumuna ulaşıyor olmalıdır. Bu ilginç bir olasılıktır. Aslında, çaplarındaki dönemli salınımlarla, bu şekilde parlayıp sönen çok sayıda yıl­dızın varlığı düşünülürse, Güneş'in de bunlardan biri olmayacağını gösteren hiçbir neden yoktur. Ancak, salınım döneminin çok uzun (100 000 yıl) olması, olaya dinamik açıdan kısıtlamalar ge­tirmektedir. Ayrıca, sürdürülen çok duyarlı uydu gözlemleri, güneş enerjisinde beklenen uzun dö­nemli değişimlere ilişkin şimdilik hiçbir belirti göstermemektedir. Bir bakıma 5-10 yıllık gözlem­lerle, dönemin ~ 100 000 yıl olan değişimlerin saptanmasını beklemek saçmalık olur.

Güneş enerjisinin büyük kısmı optik bölgede yayınlanır. Dünya atmosferi dışında uydu gözlem­leriyle, ortalama Dünya-Güneş uzaklığında (149.6 x 10’ km), güneş ışınlarına dik birim yü­zeye birim zamanda gelen güneş enerjisi ölçüle­bilir. Bu değere güneş sabiti denir. Bu gözlemsel değer sayesinde, Güneş'in toplam ışınım gücü ve fotosfer sıcaklığı (5.762 ± 12°K) bulunabilir. Güneş sabitinin ölçümü oldukça zordur. Bu ölçümler, Washington'da Smithsonian Enstitüsün­de, Maryland’da NASA Goddard Uzay Uçuş Merkezi'nde ve ek olarak Almanya ve Rusya'da sürek­li olarak yapılmaktadır. Son ölçümlere göre, gü­neş sabiti cm2'ye dakikada 1.94 kaloridir. Bu ölçümün hatası yüzde 1.5'tur. Daha duyarlı ölçüm, ne yazık ki mümkün olmamaktadır, ölçüm duyar­lığı ne kadar iyi olursa, güneş enerjisinde ola­bilecek uzun dönemli değişimleri saptamak da, o derece mümkün olabilecektir. Aslında eldeki göz­lemler, güneş sabitinin gerçekte sabit olmadığını göstermektedir. "Solar Maximum Mission" olarak adlandırılan uzay aracının 1980 yılı gözlemlerine göre, güneş sabiti kısa süreli aralıklarla binde 1'5’lik değişimler göstermektedir.  Bu tür kısa dönemli enerji değişimlerinin Dünya'daki iklim değişimle­riyle ilgisi yoktur. Diğer taraftan yukarıda belirtti­ğimiz gibi, güneş sabiti, Güneş'ten aldığımız ger­çek enerji değildir. Ortalama Dünya-Güneş uzaklığında ve atmosfer etkilerinin olmaması halinde, güneş ışınlarına dik birim yüzeye, birim zamanda gelen güneş enerjisidir. Halbuki, öncelikle Dünya yörüngesinin eliptik olmasından dolayı, Dünya- Güneş uzaklığının sürekli olarak 147.1 x 106ile 151.1 X 104 km. arasında değiştiğini biliyoruz. Bu­na bağlı olarak, Güneş'ten aldığımız enerji, yıllık ortalamaya göre % 3.5 oranında değişimler gös­terir. Dönemi bir yıl olan bu değişimlerle ilginçtir ki, Güneş'ten aldığımız enerji, kış aylarında Güneş'e yaklaştığımız için artar; yaz aylarında da Güneş’ten uzaklaştığımız için azalma gösterir.

Bize ulaşan güneş enerjisinde, eliptik yörün­genin neden olduğu bu tür değişimlerin, uzun dönemde Dünya İklimini nasıl etkileyeceği kesin olarak bilinmemektedir. Yazımızın ikinci bölümün­de, buzul çağlarına yol açan etmenlerden biri olarak bu zayıf olasılık üzerinde daha detaylı bilgi verilecektir.

Tekrar, güneş enerjisinin uzun dönemde de­ğişip değişmediği sorununa dönelim; bunu saptamanın bir başka yolu, gezegen parlaklık­larının değişimlerini izlemektir. Atmosfer, uzak­lık ve evre etkileri dikkate alınarak geze­gen parlaklıkları, parlaklığı değişmeyen arka fon yıldızlarının sabit parlaklıkları ile ko­layca karşılaştırılabilir. Bu karşılaştırmalar so­nunda gezegen parlaklıklarında görülecek değişimler, gezegenler sadece güneş ışı­ğını yansıttığı İçin, güneş enerjisindeki değişim­leri verecektir. Uranüs, Neptün gezegenleri ve Satürn'ün uydusu Titan için son 27 yıldır yapı­lan bu tür gözlemlerde, küçük parlaklık değişim­leri saptanmıştır. Bu tür değişimleri, aslında doğrudan güneş enerjisindeki değişimlere bağlamak sakıncalıdır. Başkaca etkenlerin dikkatle göz önünde tutulması gerekir. Bu tür değişimler büyük olasılıkla, gezegen atmosferlerindeki yan­sıtma özelliklerinin zamanla değişiminden kaynaklanmış olabilir.

Diğer taraftan Güneş atmosferinde, manye­tik alan, konvektif hareketler ve diferansiyel dönmenin neden olduğu 11 yıllık bir aktivite çevrimi vardır. Bu 11 yıllık dönemde Güneş, bir defa en çok aktif, bir defa da en az aktif hale gelir. Fakat çok İlginçtir ki Güneş’in toplam ışınım enerjisi, bu aktivite dönemi içerisinde gö­rünür bir değişim göstermemektedir. Bununla beraber, aktivite dönemi İçerisinde belli dalga boylarındaki ışınım enerjisi azalırken, başka dalga boylarında artmış ve üstelik toplam ener­ji yayını değişmemiş olabilir. Dünya atmosferin­de ışınımın saçılma ve soğrulması dalga boyu­nun fonksiyonu olduğundan, bize ulaşan güneş enerjisi, belli dalga boylarında güneş aktivitesiyle değişmiş olabilir. On bir yıllık dönemi olan böyle bir değişimin de Dünya iklimini nasıl et­kilediğini bilmiyoruz.

Güneş yarıçapında var olabilecek (Güneş'in parlayıp sönümlenmesini sağlayacak kadar) bü­yük salınımları doğrudan gözlemek, bugüne ka­dar mümkün olmamıştır. 1975 ve 1976 yılların­da üç ayrı gözlemci grubu. Güneş yarıçapında küçük ölçekli ve küçük dönemli değişimler sap­tamışlardır. Bu salınmaların gerçekten varlığı, sonradan Fransız ve Sovyet gözlemciler tarafın­dan da doğrulanmıştır. Bu salınımlar, bir bakı­ma güneş depremleridir. Deprem dalgalarının ya­yılma özelliklerini kullanarak, Dünya'nın içyapı­sını nasıl öğreniyorsak, Güneş'teki salınım dal­galarını analiz edilerek, Güneş'in içyapısı hak­kında daha doğru bilgilere ulaşılabilir. Bu ko­nuda yeteri kadar gözlemsel veri biriktiğinde, bunların analizi, belki de buzul çağlarına da ışık tutabilecektir.

Buzul çağlarının oluşum nedenleri, Güneş dışında başka etmenler de olabilir. Çünkü Dün­ya, uzayda çevre etkilerinden yalıtılmış değildir. Yıllar boyunca değişik dış etkilerle Dünyaya ulaşan güneş enerjisi, zaman zamen büyük de­ğişimler göstermiş olabilir, örneğin Güneş, Dünya ve diğer gezegenlerle beraber Samanyolu galaksisinin merkezi etrafında, 30.000 ışık yılı yarıçaplı dairesel bir yörüngede dolanır ve bu hareket sırasında güneş sistemi, belli aralıklarla galaksinin sarmal kolları içerisinden geçer. Sar­mal kollar İçerisinde çok sayıda yıldız, yoğun gaz ve toz bulutları vardır. Dünya böyle bir gaz ve toz bulutu içerisine girdiğinde, Güneş'ten gelen ışınım enerjisi düşebilir ve uzun süren bu durum, buzul çağlarına neden olmuş olabilir. As­lında güneş sisteminin bir Samanyolu kolundan diğerine geçiş süresi de İki buzul çağı arasında­ki süreyle uyuşmaktadır. Fakat sarmal kollar içinde yoğun bulutlar o kadar fazla değildir. Oksijen 18 değişim grafiğindeki düzgünlük dik­kate alınırsa Dünya’nın her sarmal kol İçinde aynı yoğunlukta ve büyüklükte gaz-toz bulutu içinden geçmiş olması beklenir ki, bu olasılık oldukça zayıftır. Bu bulutların çoğu, ısı ve ışık için büyük ölçüde geçirgendir; ancak, Dünyaya ulaşan güneş rüzgârını durdurabilirler. Güneş rüzgârının Dünya İklimine etkisi, kuramsal ola­rak mümkün görülmemekle beraber, 17. asırda yaşanan şiddetli kışlar, böyle bir etkiyi destek­ler görünmektedir. Bu yıllarda, Güneş yüzeyinde uzunca bir süre güneş lekesi, dolayısıyla güneş aktivitesi gözlenemediği bilinmektedir. Eğer böyleyse, o yıllarda elektrik yüklü parçacıklardan oluşan güneş rüzgârı da minimum düzeydeydi. Birçok astronom, o zaman yaşanan şiddetli kış­ları, güneş rüzgârındaki zayıflamaya bağlamak­tadır. Aslında, zayıf güneş rüzgârı döneminin, şiddetli kışlar dönemine rastlaması bir tesadüf olabilir. Nitekim, süregelen detaylı gözlemler Güneş'te aktivite dönemiyle Dünya İklimi ara­sında hiçbir görünür İlişki ortaya çıkaramamış­tır. Diğer taraftan, Avrupalıların güneş lekesi gözleyemediği 17. asrın şiddetli kışlar döneminde, Çin kayıtlarına göre, doğu ülkelerinde güneş leke­leri gözlenmiştir.

Güneş sisteminin, Samanyolu kolları arasın­dan geçişi sırasında asıl etkin olay, süpernova pat­lamalarıdır. Dergimizin Ocak ve Şubat 1024 sayıla­rındaki Süpernova başlıklı yazılarda açıklandığı gibi, güneş sisteminin her bir koldan geçişi sıra­sında 30 ışık yılı yakınında bir süpernova patla­ması olasılığı vardır ve böyle bir olayla Dünya daki İklim ve yaşam büyük etki görür. 1181, 1572 ve 1604 yıllarında Dünya'nın binlerce ışık yılı uzağın­da patlayan süpernovaların bile, Dünya'nın at­mosfer yapısında değişiklikler yaptığı, Antarkti­ka buzul katmanlarındaki nitrat miktarı artımla­rından anlaşılmıştır.

Yazımızın ikinci bölümünde, buzul çağlarının oluşumunda etkin olabilecek başka nedenler üze­rinde durulacaktır.

Yugoslav astronom Milatin Milankovitch (1879 - 1958)’e göre, buzul çağlarının olu­şumu, mutlaka Güneş'ten enerji yayımında bir düşüş olmasını gerektirmez. Güneş'in enerji ya­yımı sabit ve bugünkü değerde de olsa, buzul çağları yaşamamız nasıl mümkün olabilir. Tıpkı bugün Grönland ve Antarktika'da olduğu gibi, kuzey ve güney kutup bölgelerine yakın olan bu kara parçaları tarih boyunca buzullar altında kal­mıştır. Sıcaklığın yaz kış 0 C'nin altında olması nedeniyle, yağan karlar asırlar boyunca üst üste birikmiş, erime olanağı bulamamıştır. Bu bölge­lerde sıcaklığın düşük olmasının nedenleri; (a) güneş ışınlarının yüzeye çok eğik gelmesi, (b) yılın büyük kısmında Güneş'in, ufuk altında ol­ması ve (c) ışınımın büyük kısmının beyaz kar ve buz örtüsünden yansıyarak, tekrar uzaya dönmesidir. 18 000 yıl önce yaşanan buzul çağında Grönland ve Antarktika'ya ek olarak Kuzey Ame­rika, Asya ve Avrupa’nın bir kısmı da buzullar Altındadır. Öyleyse o çağda, bu bölgelerde de (bugünkü Grönland ve Antarktika'da olduğu gi­bi) yaz sıcaklığı 0 °Cnin üstüne çıkmıyordu. İki haritada Dünya'nın bugünkü ve 115.000 yıl önceki Temmuz ayı sıcaklık dağılımı gösterilmiştir. Amerikan Ulusal Atmosferik Araştırmalar Merkezi'nce hazırlanan bu haritalarda, yazın bile sı­caklığı 0 C’nin altında olan bölgeler buzullar al­tındadır. Dünya üzerinde buzullarla kaplı bölge sınırlarının zamanla yer değiştirmesinin nedeni ne olabilir? Milankovitch bu nedeni Dünya'nın yörünge öğelerindeki uzun dönemli değişimler­de aramaktadır. O'na göre Dünya'nın dönme ekseni ve yörüngesindeki değişimler, buzul çağ­larının oluşum koşullarını sağlamak İçin yeterlidir. Burada kastettiğimiz buzul çağları, Kuzey Amerika, Asya ve Avrupa’nın bir kısmının buzullarla kaplı olduğu dönemlerdir.

Biliyoruz ki, Dünya üzerinde bir noktadaki sıcaklık, (a) o noktanın doğrudan güneş ışını alıp almamasına, alıyorsa; b) güneş ışınlarının doğrul­tusuna daha doğrusu güneş ışınlarının yüzeyle yaptığı açıya (c) ışınım alan yüzeyin güneş ışın­larını yansıtma karakterine (albedo) ve (d) Dünya- Güneş uzaklığına bağlıdır. İlk nedenden dolayı, güneş alan yerler gölgelere göre daha sıcaktır. Gecelerin gündüzlere göre da­ha soğuk olması da aynı nedenden kay­naklanmaktadır. Farklı mevsimleri yaşamış olmamız ikinci nedene dayanır. Yaz ayla­rında Güneş oldukça yüksekten geçerken, kı­şın gökyüzünde güney ufkuna yakın, yatık, küçük bir yay çizer; kışın gündüzlerin kısalığı da bundandır. Dünya’nın dönme ekseni, kısa zaman ara­lığında uzay konumunu değiştirmez ve biliyoruz ki bu eksen, dolanma düzlemine göre 23.°5 ka­dar eğiktir. Bu nedenle. Dünyanın yörünge hareketi boyunca güneş ışınlarının dik geldiği böl­geler, bir yıllık dönemle değişir. Yaz aylarında kuzey yarımküre güneş ışınlarını daha dik alır­ken, güney yarımküre, eğik aldığı güneş ışın­larıyla, yaz aylarında kış mevsimi yaşamaktadır. Altı ay sonra Dünya’nın yörünge konumu öyle bir yere gelir ki, dönme ekseni konumunun de­ğişmemesi nedeniyle, kuzey yarımküre eğik al­dığı güneş ışınlarıyla kış; güney yarımküre ise dik aldığı güneş ışınlarıyla yaz mevsimi yaşar.

Dünya’nın yörüngesi elips biçimindedir. Bu nedenle, Güneş'e olan uzaklığımız sürekli deği­şir; en yakın olduğumuzda, Güneş’ten 147.1 mil­yon km. uzakta, en uzak olduğumuzda da 152.1 milyon km. uzakta bulunuyoruz. Fakat ilginçtir ki, Ocak ayı başında Güneş’e en yakın Temmuz ayı başında da en uzak konumda bulunuyoruz. Ters­liğe bakın ki, Güneş'e en yakın bulunduğumuzda kış mevsimi, en uzak olduğumuzda da yaz mevsi­mi yaşıyoruz. Hatırlayalım ki, mevsimlerin olu­şum nedeni, güneş ışınlarının yeryüzeyiyle yaptığı açı değişimidir. Güneş'e yaklaşıp uzaklaşma, mevsim sıcaklıkları arasındaki farkı etkiler, ör­neğin kuzey yarımkürede kışların güney yarım­küredeki kışlara göre daha ılıman olması, kuzey yarımkürede kış mevsimi yaşanırken Dünya’nın Güneş’e en yakın konumda olmasıdır. Aynı ne­denle güney yarımkürenin yazları, kuzey yarım­kürenin yazlarından çok daha sıcaktır. Çünkü, gü­ney yarımküre yaz mevsimini, Dünya Güneş’e en uzak konuma geldiği zaman yaşar. Güney yarımküredeki İnsanların genelde esmer tenli ol­malarının nedeni de budur.

      Sıcaklık değişiminde etkin olan yukarıda saydığımız etmenler, buzul çağlarını açıklamaya yeterli değildir. Hepsi kısa dönemli etmenlerdir, Dünya yüzeyinde, uzun dönemde bir sıcaklık de­ğişimi oluşturmazlar.



Dünyanın kısa dönemde kararlı olan dönme ekseni, uzun dönemli bir presesyon hareketi (şek­le bakınız) yapar. Bugün dönme ekseni, kuzey yönünde kutup yıldızına yönelmiştir. 13 000 yıl kadar sonra, bu eksenin Vega yıldızından geçeceği bilinmektedir. Hareketin dönemi ~ 26 000 yıl kadardır. Dünya'ya ilişkin diğer yörünge öğe­lerinde de zamanla, Ay ve diğer gezegenlerin et­kisiyle dönemli olan değişimler görülür, örne­ğin dönme ekseni eğikliği 40 000 yıllık bir dönemle 22.1० - 24.5 arasında; yörünge dışmerkezliği (e) ~ 100 000 yıllık dönemle 0.005-0.06 ara­sında değişir. Buzul çağlarının oluşumu, İşte bu tür değişimlere bağlanmaktadır.

Milankovitch’in 1920’lerde ve 1930’larda yap­tığı uzun İncelemelere göre, buzul çağlarının oluşumu için bu değişimler yeterlidir. Örneğin, basitçe görülebilir ki, dönme ekseninin eğikliğinin artmasıyla her iki yarımkürede hatta kutuplarda bile kışlar daha soğuk yazlar daha sıcak olacak­tır. Diğer taraftan. 13.000 yıl kadar sonra Dün­yanın dönme ekseni Vega yıldızına yöneldiğinde, kuzey yarımkürede yazlar ve kışlar (bugün güney yarımkürede olduğu gibi) oldukça şiddetli geçe­cektir. Çünkü o zaman kuzey yarımküre Dünya; Güneş'e en yakın olduğu zamanda, kış aylarında yaz mevsimi yaşayacak, en uzak olduğu zamanda da yaz aylarında kış mevsimi yaşayacaktır. Dün­ya yörüngesinin dışmerkezliği, zamanla uzun dönemli bir değişim gösterdiği gibi, yörüngenin kendisi de Güneş etrafında bir dönme hareketi yapar. Bu hareketin de dönemi, 20.000 yıl ka­dardır.

Toplam olarak, dış merkezliğin değişimi Dün­ya’nın Güneş'ten aldığı yıllık enerjide küçük değişikliklere neden olur. Eğim ve presesyon olay­ları ise alınan toplam enerjiyi değiştirmezler; fa­kat onun enleme ve mevsimlere göre dağılımını etkilerler. Yörünge dönmesi ise zamanda kayma­ya neden olduğundan, tüm olayları daha karma­şık hale getirir; fakat gerçekte alınan enerji miktarını etkilemez.

Buzul çağının oluşumu için yaz sıcaklığı çok önemlidir Çünkü kışın, yüksek enlemlerde zaten kar yağar ve birikir. Önemli olan kışın ne kadar kar biriktiği değil, yaz sonunda ne kadar kar kaldığıdır. Eğer yüksek enlemlerde, kışın ya­ğan tüm karı eritemeyecek şiddette bir yaz ya­şanırsa. kıştan kışa biriken karın erimeyen kıs­mı üst üste birikerek, zamanla buzul katmanlarını oluşturur ve o bölge buzul çağına girer. Eğer yazın alınan güneş enerjisi artar; kışın, yazın eri­tilenden daha az kar yağarsa, bölge zamanla buzullardan kurtulup normal iklimine döner.

Diğer taraftan kuzey yarımkürede özellikle bu kürenin yüksek enlemlerinde yaz sıcaklığı da­ha önemlidir; çünkü buzullar karalar üzerinde olu­şur ve kuzey kürede karalar, güney küreye göre çok daha fazla yer tutar.


Son on yıldır yapılan yoğun çalışmalar so­nunda, buzul çağlan oluşumunun, Dünya yörün­ge öğelerindeki uzun dönemli değişimlerin iklime olan ortak etkisinden kaynaklandığı saptan­mıştır. özellikle Amerika Birleşik Devletleri araş­tırma merkezlerinde bu konuda sürdürülen çalış­malarda, Dünya atmosferinin etkisi de dahil yu­karıda saydığınız tüm etkiler dikkate alınarak, Dünya İklimindeki uzun dönemli değişimler hız­lı bilgisayarlarla modellenerek buzul çağlan an­laşılmaya çalışılmaktadır. Her şeye karşın, oksijen18 bolluk gözlemlerinden bulunan 100.000 yıllık dönem açıklanamamaktadır. Buzul çağları, neden 26.000 yıllık presesyon, 20 0000 yıllık yö­rünge dönmesi, 40 000 yıllık eğimdeki değişim ve 100.00 yıllık dışmerkezlik değişimi dönemle­rinden sonuncusunu tercih edip, 100.000 yıllık dönemlerle oluşmaktadır? İklime dışmerkezlik de­ğişim etkisi, diğerlerinden daha büyük değildir. Burada, başkaca etkenlerin dikkate alınması ge­reği ortaya çıkmaktadır, örneğin, (a) Amerika'nın milyonlarca yıl önce sürüklenerek Avrasya'dan ayrılması, sıcaklığın düşüp buzul çağlarının baş­lamasında etkin olmuş olabilir, (b) Çok sayıda volkanik patlamalar sonunda üst atmosferde da­ha fazla güneş enerjisi saçılıp, soğurularak, ka­ralar soğuyup buzul çağlarının başlaması hızlan­mış olabilir, (c) Buzul çağlarında biriken kilo­metrelerce kalınlığında buzullar etkisiyle kıtala­rın düşey hareketi, buzulların birikim ve erime sürelerini etkin biçimde geciktirmiş olabilir.

Dünya bundan sonrada buzul çağları geçi­recek mi dersiniz? İste bu beklenmiyor. Sanılıyor ki, 18.000 yıl önce yaşanan Dünya’nın son buzul çağıydı. Niye mi? Dünya bu hızla endüstrileşme­ye devam ederse, hava kirliliği öyle artacak ki, atmosferde biriken karbon dioksitle Dünya’nın ısı kaybı azalacak; yani atmosferin sera etkisi arta­cak. Bu 21. asır başlarında öyle bir düzeye gelecek ki, artık Dünya’nın yörünge öğelerindeki değişimler. Dünya iklimini buzul çağına sokacak kadar etkileyemeyecektir.


Bilim ve Teknik,  Haziran, Temmuz, 1984

(bu linkte küresel iklim değişikliği ile ilgili diğer yazılar da var)

24 Şubat 2020 Pazartesi

Türkiye'de Üniversitenin Kısa Tarihi 1900-1982

Türkiye'de Üniversitenin Kısa Tarihi 1900-1982


Murat Katoğlu

İstanbul Üniversitesi Merkez Binası, Beyazıt
Harbiye Nezaretine ait olan bu yapı Abdülaziz döneminde (1864) inşa edilmiştir.
Mimarı, Sarkis Balyan'dır.
Fotoğraf. Birce Simay Kahyaoğlu
Yükseköğretim ve özellikle üniversite konusu 19. yüzyılın ortalarından itibaren aydınların ve yöneticilerin başlıca eğitim davalarından biri olmuştur. Yirminci yüzyıla girerken, 1900 yılına kadar Osmanlı İmparatorluğunda tam üç Darülfünun kurma girişiminin her biri kısa ömürlü ve başarısız olmuştur. 1900'de Abdülhamit II' nin cülusunun 25. yılında kurulan 4. Darülfünun kalıcı olabilmiştir. İstanbul'daki bu Darülfünun II. Meşrutiyet yıllarına kadar adeta bir «nekahat» yaşamı sürmüş ve idealist Osmanlı yöneticilerinin bin bir çabasıyla ayakta kalabilmişti. Her ne olursa olsun, bugünkü İstanbul Üniversitesinin kaynağını 1900'de kurulan «Darülfünun-u Şahane»ye dayandırmak yanlış değildir. Darülfünun, Avrupa'ya ayak uydurma, imparatorluğu yeniden dinamizme kavuşturma ve yaşatma çabasındaki Osmanlı devlet adamlarının, bunu sağlamak için zorunlu koşul olan insan kaynağını yetiştirmek amacıyla özlemini çektikleri bir düştü. «Olmazsa olmaz» bir kuruluştu. Düşü gerçeğe dönüştürmek için sultan üzerinde her türlü etkiyi yıllarca denediler ve yılmadılar. Sonunda, ciddi gerekçelerin yanına, Abdülhamit II'yi ikna edecek vesileler de ekleyerek Darülfünunu şeklen olsa da kurdurdular.


Bu gerekçeler arasında: İstanbul'da Darülfünuna gitmek isteyen çok sayıda gencin birikmesi; bu gençlerin İstanbul'da öğrenim göremezlerse bazılarının yurtdışına gidip kontrol dışı eğitimden (!) geçmeleri ihtimali; Sultanın cülusunun 25. yılı onuruna bu önemli kuruluşun imparatorluk hayatına kazandırılması gibileri, herhalde asıl nedenler değildi. Yeni sivil hayatın gereksinimlerini cevaplayacak nitelikli insan tipinin yetiştirilmesi; Avrupa bilimine ve dolayısıyla gelişmeye olanak sağlama; İstanbul’daki öğrenci potansiyeli; aydın devlet adamlarının bu konudaki kararlı tutum ve «fikri takip»leri Darülfünun-u Şahane'nin «Mekteb-i Mülkiye» binasında 1900'de açılmasını sağlamıştır.
Ancak bu kuruluş, mutlakıyet yönetiminin çeşitli kısıtlamaları yüzünden bir varlık gösterememiştir. Son derece sınırlı öğrenci alınmıştır; siyasal, sosyal, felsefi hatta dünya tarihini içeren disiplinler yoktur. Dersleri denetleyen maarif müfettişleri bir üniversite düzeyini engellemiştir. Bu durum, 1908 meşrutiyet devrine kadar sürmüştür. Darülfünun da II. Meşrutiyetin özgürlük koşullarından payını almıştır. Meşrutiyet ve I. Dünya Savaşı yıllarında ve hatta mütarekede Darülfünun canlanma göstermiş ve atılımlar yapılmıştır. Toplum içinde itibar kazanmıştır. Ders programı ile hoca kadrosunun zenginleştirilmesi ve Batılı bir içeriğe kavuşturulmasıyla, mevzuatı ile bir üniversite kimliğine yönelme bu dönemde başlamıştır.

Bu gelişmede kuşkusuz devrin siyasal ortamının ve bu ortamda etkili siyasi örgüt olan İttihat ve Terakki Partisinin rolü olmuştur. Bunun da nedeni, Partinin ileri gelenlerinden Maarif Nazırı Emrullah Efendi ile onu izleyen Ziya Gökalp'in varlıkları ve etkileridir. Gerçekten, 1908'den itibaren Darülfünun'un artık devam edip etmeyeceği değil, gelişimi ile ilgili sorunlar ön plana çıkmıştır. Darülfünun'un kalıcılığı perçinlenmiştir. Bugünkü üniversite yaşamındaki tartışmalar ilk kez o devirde ortaya çıkmıştır. Darülfünun'un bölümleri, öğretim kadroları, programlar, ders malzemesi, kütüphane, sömestr, seminer, yönetim organları ve üniversite varlığının gedikli tartışma konusu «özerklik» meşrutiyet yıllarında eğitim dünyasının gündemine girmiştir. Üniversite mevzuatının ilk esasları yine Meşrutiyet, I. Dünya Savaşı ve Mütareke yıllarında belirlenmiştir.

Elbet meşrutiyetin ilanından sonra bir anda önemli değişiklikler yapılamamıştır. Darülfünun'un gelişmeden payını alabilmesi için 1912'1eri beklemek gerekmiştir. Darülfünunla ilgili ilk nizamname (tüzük) o yıl, Emrullah Efendi'nin maarif nazırlığında yayınlanmıştır. Eğitim, öğretim, yönetim konularını düzenleyen bu tüzüğe göre, Darülfünun şeriye, hukuk, tıbbiye, fen ve edebiyat olmak üzere beş birimden oluşuyordu. Öğrencilerin kabulü çeşitli kurallara bağlanıyor ve belli bir düzey aranıyordu.

Burada, Darülfünun üzerinde ayrıntılarıyla durulacak değildir. Ancak Cumhuriyetteki gelişim çizgisiyle ilişkisi açısından bazı nitelikleri hatırlamak uygun olacaktır.

Dönemin bir önemli özelliği ilk defa kız öğrencilere yükseköğrenim görme olanağı verilmesi ise, ikinci bir niteliği de yabancı ve çoğunlukla Alman öğretim kadrosunun getirilmesidir. Kız öğrencilerin öğrenimi bazı bölümlerde ve özel sınıflarda yürütülmek istenmiştir. Hatta tepkiler dolayısıyla daha sonra ayrı bir binada sürdürülmüştür. Bizim için önemli yanı, bu düşünce ve uygulamanın da dönemin eseri olmasıdır. Alman hocaların tercih nedeni ise elbet birinci savaş yılları ve Alman ittifakıdır. Bu hoca kadrosu mütareke yıllarına kadar özellikle tıp ve fen bölümlerinde görevlerini sürdürmüşlerdir. Demek ki, yabancı öğretim kadrosundan yararlanmak yöntemi de yine Meşrutiyet devrinin ürünüdür.

Yine Meşrutiyet ve Mütareke yıllarının üniversite ve eğitim hayatına bir önemli armağanı da «muhtariyet yani özerklik kavramının gündeme alınmasıdır. Siyasal çevrelerin ve hatta Emrullah Efendi ve Gökalp'in partisi İttihat ve Terakki'nin aksi eğilimlerine karşın Darülfünun'un «serbest»liği, «hocaların ilim yapma hakkı», kısacası «özerklik» başta Ziya Gökalp olmak üzere devrin birçok aydınları tarafından savunulmuştur. Ziya Gökalp Darülfünuna adeta bir misyoner olarak gelmiştir. İttihatçılar kendisini buraya hem bir atılım, hem de eğitim alanındaki görüşlerini uygulaması amacıyla tayin etmişlerdir.

Gökalp, üniversite kavramına gerçekten büyük değer veriyordu. Ona göre üniversite bir ülkenin gelişmesinin başta gelen itici güçlerindendi. Ayrıca, eğitim hayatının güçlenmesi için de yine üniversite, yani üstün nitelikli insan gücü yetiştirmek birinci gereksinmeydi. Darülfünun'da yapılması gereken ilk iş, bir bilimsel çevre yaratmak, «Ruhunda ilimlerin metotlarını canlı olarak yaşatacak ve araştırmalarım buna göre yapacak» bilim adamlarını bir araya getirmekti. Bunun için son derece hoşgörülü olmak, «hükumetin üniversite işlerine karışmamayı prensip kabul etmesi» gerekirdi. Gökalp, gerçekten de zaman zaman «İttihat Terakki» ya da çevresinin baskılarına karşın, bilinçli bir direnmeyle üniversiteyi siyasal etkilere karşı savunmuştur.

Gökalp'in Darülfünun Edebiyat şubesindeki hocalığı altı yıl boyunca, 1919 Malta sürgününe kadar devam etmiştir. Onun üniversite ile ilgili tanımları ve kavrayışı şöyle özetlenebilir: Birincisi ve en önemlisi «özerklik» ilkesini benimsemesi ve fiilen uygulamasıdır


Karşıtlarına karşı elinde imkân bulunduğu halde, siyasi-idari eylemle değil daima kalemle cevap vermiştir. İkincisi, üniversite eğitiminin bir sistem içinde yürümesini savunmuş, bilimsel araştırmanın gerçekleri aramada tek yöntem olduğunu benimsetmeye çabalamış, öğretim kadar araştırma işlevinin de üniversitenin vazgeçilmez görevi sayılmasını savunmuştur. Üçüncüsü edebiyat şubesini yani fakültesini, «milli kültür» kavramının belkemiği olarak tanımlaması ve kurumlaştırmasıdır. Sosyal bilim metotlarıyla Türk araştırmacısının tanışmasına ve edebiyat fakültesi bünyesinde bunun kökleşmesine çalışmıştır. Tarihten, edebiyattan, mimarlıktan folklora kadar çeşitli alanlardaki etkileri günümüz üniversitelerinde ve düşünce dünyasında hala tartışılmaktadır. Dördüncü katkısı üniversitede bilimsel yayınları başlatması, ders kitapları, konferansların basımını sağlamasıdır. Beşinci önemli uygulaması, çok sayıda gencin yurt dışında öğrenime gitmesini gerçekleştirmesidir.
Gökalp'in üniversite hakkındaki görüşlerini uzun uzun anlatmak yerine şu manzumesini buraya almak onun düşüncelerini yansıtacak basit ama kestirme yoldur:

Diyorsunuz ki hükumetin idari
Velayeti fenlere de şamildir.
Ben derim ki, idare her hüneri
Bilmez, çünkü mütehassıs değildir.

Salahiyet, mansıp gibi yukardan
Verilmez, hep ihtisasla alınır.
Hiçbir âlim nüfuzunu hünkârdan
Almaz, gerçi ondan alır her nazır.

Bir müderris, ya ilmiyle taayün
Eylemiştir, sizden tayin istemez.
Yahut etmemişken taayün,
Ederseniz tayin, kalır bir çömez!

Bırakınız bunlar kendi kendine
Seçsinler, siz seyirci kalınız.
İlmi verin alimlere, siz yine,
Ele mülkün dizginini alınız.

Üniversite emirlerle düzelmez
Onu yapar ancak serbest bir ilim.
Bir mesleğe haricinden fer gelmez,
Bırakınız ilmi yapsın muallim.



Bununla birlikte özerkliğin Türkiye'nin üniversite mevzuatında ilkin yerini alması İttihat ve Terakki yıllarında olmamış, ancak 12 Ekim 1919 tarihli Darülfünun tüzüğünde, yani mütareke yıllarında gerçekleşmiştir. Tüzükte, özerkliğin doğal gereği olarak «Darülfünun Emini»nin yani rektörün müderrisler (profesörler) arasından seçilmesi esası da yer almıştır. «Darülfünun Divanı>ı yani üniversite senatosunun kurulması da 1919'daki bu tüzükle üniversite hayatına resmen girmiştir. Sömestr sistemi de aynı tüzükte yer almıştır. Böylece, bilimsel özerklik ve cumhuriyet üniversitelerinde de sürecek yönetim biçiminin, uzun yıllar tartışıldıktan sonra 1919'da gerçekleştiğini görmekteyiz.

1924 yılında cumhuriyet hükumeti, Darülfünun adını «İstanbul Darülfünunu» olarak kabul etmiş ve bu kuruluşa tüzel kişilik vermiştir. Özerklik devam etmiştir. Ancak, cumhuriyetin ilk yıllarında hükümet ve ona yakın çevrelerde, Darülfünunun kendisinden beklenen görevleri yerine getiremediği görüşü giderek kuvvetlenmiştir. Bu kuruma başlıca iki eleştiri yöneltilmeye başlanmıştır. Birincisi; Darülfünunda orijinal, ciddi, toplumun gereksinmelerini yanıtlayacak yararlı bilimsel çalışmalar yapılmamaktadır. İkincisi, Darülfünunun inkılaplara kayıtsız kaldığı ve olumsuz bir tutum takındığı ileri sürülüyordu.

1932'lere kadar Darülfünun konusu daima güncelliğini korudu ve ilgi uyandırdı. Ama cumhuriyet yöneticilerinin beklediği gelişme bir türlü sağlanamadı. Bu yaklaşım elbet cumhuriyetçilerin ve yeni­ rejim taraftarlarının değerlendirmesi idi. Ne var ki, toplumda bilinen yenilikleri peş peşe gerçekleştiren, beklentileri açık seçik belli olan genç cumhuriyetin yöneticileri Darülfünun konusunda da ciddi ihtiyaçlar içindeydiler ve bu konuya da kayıtsız kalamazlardı. Ardı ardına gelen kültür devrimlerinden Darülfünun da ister istemez payını alacaktı. Ya İstanbul Darülfünunu Ankara'ya belli bir uyum sağlayacak; ya Ankara Darülfünuna müdahale edecekti. Bilinen, ikincisinin gerçekleştiğidir.
1933 yılı, Fakülteler birliği anlamında «üniversite» sözünün Türkiye'de resmi mevzuata ilk defa girdiği yıldır. 2252 sayılı «İstanbul Darülfünununun İlgasına ve Maarif Vekâletince yeni bir üniversite kurulmasına dair kanun» 1933 Temmuzunun sonunda yayınlandı ve «üniversite» sözü burada ilk olarak kullanıldı.

Hükümet, üniversite reformu için incelemeler yaptırmak ihtiyacını duymuş, doyurucu ve bilimsel gerekçeler aramıştır. Bu amaçla, İsviçre'den danışman ve uzman olarak Profesör Albert Malch'ı getirmiş adı geçen profesöre Darülfünunu ve bazı yükseköğretim kurumlarını inceletmiştir. Profesör Malche'ın hazırladığı rapor, hükümetin 1933 reformunda dayandığı önemli bir belge olarak o zamandan beri anılagelmiştir. A. Malche raporu uzun bir çalışmadır ve Darülfünunla ilgili ayrıntılı saptamaları içermektedir. Çok çeşitli eleştiriler getirmektedir. Biz bu raporun içeriğine değil, etkisine kısaca değindikten sonra, 1933 reformunun temel özelliklerini şöylece özetlemeye çalışalım:
2252 sayılı 1933 kanunu ile özerklik kaldırılmış, İstanbul Üniversitesi Milli Eğitim Bakanlığına bağlanmış, Rektör de Ankara tarafından atanmıştır.

Darülfünun öğretim kadrosu geniş ölçüde elenmiş; 151 öğretim elemanından yalnız 59'u üniversiteye alınmıştır. Kadrosunun ikinci grubu, Batıda öğrenimini tamamlayıp başarıyla dönen Darülfünun dışı genç öğretim elemanlarıdır. Bunlar doktora şartı aranmaksızın doçent adayı olarak atanmışlar; daha sonra doçent unvanını kazanmışlardır. Üçüncü grubu ise yabancı profesörler oluşturmuştur. Bunların çoğunluğu da, Alman üniversitelerinde Nazi rejiminin etkisiyle barınmak olanağını yitiren bilim adamlarıydı. Cumhuriyet yönetimi tam bir bilinç ve hoşgörü anlayışıyla bu fırsatı değerlendirmiş ve geniş bir Alman profesör kadrosunu çeşitli fakültelerde yetkilendirmiştir.

1933 üniversite reformunun ifade edilen amacı, Türkiye'de Avrupa üniversitelerine benzer içerikte bilim kurumu meydana getirmekti. Üniversite “…hakikatleri araştırmak ve derinleştirmek, bilgiyi derlemek, yükseltmek ve yazmak gayelerini güdecek”ti. Üniversitenin «asıl mihveri ilimdir. Öğretim ve öğrenim ise, bu mihverden kaynaklanan semerelerdir». Cumhuriyetçilerin amacı, üniversiteleri bir «fikir yaratma santralı olarak çalışan derin düşünme ve inceleme» merkezleri halinde geliştirmekti. Olumlu ve olumsuz yönleriyle, 1933 reformu, ne olursa olsun üniversitenin gelişiminde önemli bir evredir. İzleyen yıllarda Batılı anlamda bir yapının, çok daha düzeyli bir eğitim standardının sağlandığı yadsınamaz.

Türkiye'de üniversitenin gelişiminde ikinci büyük aşama ve düzenleme 1946 yılındaki 4936 sayılı “Üniversiteler Kanunu” dur. Artık bu kanun yalnız İstanbul Üniversitesi, yani tek bir kurum için değil, genel bir kanundur. Aynı zamanda Ankara Üniversitesi de kurulmuştur. Kanunun 1. maddesinde; «üniversiteler, fakültelerden, enstitü, okul ve bilimsel kurumlardan oluşmuş, özerkliği ve tüzel kişiliği olan yüksek bilim, araştırma ve öğretim birlikleridir» ifadesi yer alır. Kısacası, özerklik, bu defa kanunla ve ağırlıkla üniversite kavramının bir parçası kılınmıştır. 4936 sayılı bu yasanın gerekçesinde de üniversitenin belkemiğini bilimin oluşturduğu görüşüne yer verilmiştir. Üstelik «üniversitelerin yüksek bilimleri öğretmek ve bilim kollarında uzmanlar yetiştirmek görevlerinin yanı sıra ve daha üstün bir önemle bilimsel çalışma ve araştırmalar yapmak, milletlerarası bilimin genel gelişmesine ve evrimine yardım etmek görevinin bulunduğu» da gerekçede belirtiliyordu. Üniversite öğretim üyelerinin “kendilerini tamamıyla bu mesleğe bağlamak” yükümlülüğünde bulundukları da yine gerekçede vurgulanıyordu. Kısacası 1946 yasası çağdaş ve evrensel anlamdaki bir üniversite anlayışının ürünüdür.

1946 yasası en uzun süre yürürlükte kalan üniversite kanunudur. Esasları itibariyle 1973'de çıkarılan 1750 sayılı yasaya kadar yürürlükte kalmıştır. Ancak, gelişim zincirinin önemli bir halkası da 1961 Anayasasıdır. İlk defadır ki üniversiteler bu anayasanın 120. maddesinde «özerk kuruluşlar» başlığı altında, bilimsel ve idari özerkliğe sahip kamu tüzel- kişilikleri olarak tanımlanarak yer almışlardır. Bu arada 1960'a gelindiğinde, 1955'de Trabzon'da Karadeniz Teknik Üniversitesi ve İzmir'de Ege Üniversitesi, 1957'de Ankara'da Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve 1958'de de Erzurum Atatürk Üniversitesi kurulmuş bulunuyordu. 1973'de çıkarılan 1750 sayılı yasa da eski kanundaki esasları korumuş, ufak tefek değişiklikler getirmiştir. Zaten bu kanun kısa bir süre önce 12 Mart 1971 askeri müdahale döneminin siyasal koşulları altında yapılan Anayasanın 120. maddesindeki değişiklik nedeniyle düzenlenmiştir. Siyasal baskılar sebebiyle yer alan bazı maddeler ise kısa süre sonra Anayasa Mahkemesince iptal edildi. İlerde bu konuya tekrar değinilecektir.

Zincirin şimdilik son halkası ise, 1982'de çıkartılan 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunudur. Bu kanunun başlıca özellikleri şunlardır: Üniversiteler ve 1982'ye kadar Üniversiteler Kanununun kapsamı dışında kalan bütün yükseköğretim kuruluşları, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı enstitü ve meslek okulları tek kanun çerçevesine alınmış ve tek bir merkezi üst yönetim olan Yükseköğretim Kurumuna bağlanmıştır. İkinci özellik, özerkliğin kaldırılmasıdır. Buna bağlı olarak önceki yasalarda seçimle gelen üniversite yönetim organları, rektör, dekan ve yüksekokul müdürleri, bölüm başkanları gibi bütün akademik yöneticiler atama ile görevlendirilmektedir. Dördüncü bir özellik de akademik unvan ve görevlerin yeni esaslara bağlanması, hatta Yükseköğretim Kurulu tarafından bu unvanların verilebilmesi ilkesinin getirilmesidir. Beşinci bir değişiklik, özel vakıf üniversitelerinin kurulabilmesinin mümkün kılınmasıdır. Altıncı özellik ise, yükseköğretimin paralı hale dönüştürülmesidir.



Türkiye Tarihi, Cilt 4, Cem Yayınevi, s. 397-403

19 Kasım 2019 Salı

Alman Halkının Çoğu Kamplarda Neler Olup Bittiğini Biliyordu

Alman Halkının Çoğu Kamplarda Neler Olup Bittiğini Biliyordu




Savaştan sonra kurtarılan kamplardaki durumu gören Amerikan askerleri; Naziler tarafından kamplarda işkence edilen ve öldürülen tutsakların cesetlerini Alman halkına göstererek onları gerçeklere bakmaya, gerçekle yüzleşmeye zorladılar.

Onlar her ne kadar dehşet içinde kalmış görünse de, hiç bir şeyden haberleri olmadığını beyan etse de eldeki kayıtlar, anılar, sözlü tarih çalışmaları bunun tam tersini söylüyor: Haberleri vardı. Umursamadıkları gibi onayladılar da.


Görselin Kaynağı: David F. Crew, Hitler and the Nazis A History in Documents, Oxford University Press, 2005


Şu vieolara bkz. 

**https://www.youtube.com/watch?v=iQsiGaOmn_I
German civilians visit the Buchenwald concentration camp in Weimar, Germany.
Bu video, görseldeki konuyla doğrudan ilgilidir. Kampı ziyaret etmeye zorlanan Alman vatandaşlarını göstermektedir. 

https://www.youtube.com/watch?v=BHIDHniKVjQ&has_verified=1
İngiliz askerlerinin 1945 yılında Belsen kampına girişi ve tanık oldukları durumlar

https://www.youtube.com/watch?v=czbUP6cl2NE
Liberation of Flossenburg Concentration Camp

https://www.youtube.com/watch?v=3BI1WTC67ZI
British Members of Parliament visit German concentration camps and witness atroci..

20 Ekim 2019 Pazar

Zihin Haritasıyla Trablusgarp Savaşı

Zihin Haritasıyla Trablusgarp Savaşı

Dilara Kahyaoğlu
2011-19
Zihin haritasıyla Trablusgarp Savaşı

Çalışma Soruları

1. Trablusgarp Savaşı dünya literatüründe hangi isimle bilinmektedir?

2. İtalya'nın yerini bir haritada bulun sonra da Libya'yı bulun... İtalya, Libya'da ne arıyor? Deniz aşırı bu toprakları ne yapacak?

3. Osmanlı'nın burayı doğrudan savunamamasının nedenlerini düşünün sonra da şu konuyu tartışın: Osmanlı Devleti bu duruma nasıl düştü? Neden?

4. Haritada Libya için Osmanlı'nın Kuzey Afrika'da elinde kalan son toprak parçası deniliyor. Bu doğru mu? Mesela Osmanlı egemenliğinde olan Mısır vardı, Cezayir vardı... Onlara ne oldu?

5. Haritada Uşi Antlaşması'nın ayrıntıları belirtilmemiş. Bunları maddeler halinde yazınız. 

6. Haritada şantaj politikası diye bir not var. Nedir bu şantaj politikası? 

7. İngiltere başta olmak üzere Batı devletleri İtalya'nın Libya'yı işgalinin yolunu açıyor veya sesini çıkarmayarak destekliyor. Neden? 

Kaynağı belirtilmeden kullanılamaz


19 Ekim 2019 Cumartesi

Zihin Haritasıyla Balkan Savaşları

Zihin Haritasıyla Balkan Savaşları

Dilara Kahyaoğlu
2011

Üzerine tıklayarak büyütünüz
Çalışma Soruları

1. Haritayı bir metne dönüştürünüz. Bunu yaparken varsa eksik bulduğunuz olguları da ekleyiniz. Kendi bulduğunuz bir yöntemle bunların sizin eklemeniz olduğunu da göstermeyi unutmayınız.

2. Haritadaki "Dikkat, Bulgaristan Ege Denizi'ne açıldı" uyarısı üzerinde düşününüz. Bu gerçekten de o dönem için önemli bir gelişme midir? Tartışınız.


3. Haritada İTC'li subaylar ile "diğer" subaylar arasındaki çatışmadan bahsediliyor.
-Öncelikle isimlerin ne anlama geldiğini açıklayınız. İTC'li subaylar ve diğer subaylar... Kim bunlar?
-Bu iki farklı kesim subay neden birbirleriyle kavga ediyor?

4. Birinci Balkan Savaşı'nın nedeni nedir diye sorulduğunda şu cevabın verildiğine çok kere tanık olunur. "Çünkü Bağımsızlıklarını istiyorlardı." Bu cevap doğru mu? Örneklendirerek açıklayınız.

Aşağıdaki haritaları da inceleyiniz
Kaynak: A Military Atlas of the First World, Arthur Banks

Kaynak: A Military Atlas of the First World, Arthur Banks



Kaynak belirtilmeden kullanılamaz

14 Ekim 2019 Pazartesi

Zihin Haritasıyla Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı'na Girişi

Zihin Haritasıyla Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı'na Girişi

2011-19
Zihin Haritasıyla Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı'na Girişi
Harita bana aittir DK


Çalışma Soruları

1. Elinizdeki kaynakları ve zihin haritasını değerlendirerek şu soruyu tartışınız. "Osmanlı Devleti Müttefikleri yenildiği için, yenilmiş sayıldılar" iddiası doğru mu? Görüşlerinizi argümanlarla destekleyiniz. 

2. Haritada Osmanlıların ağır antlaşmalar imzalamasının nedeni olarak kısaca, "gizli antlaşmalar" denilmiştir. Ne demek bu? Burada anlatılmak istenen fikri açıklayınız. Somut örnekler vererek açıklamanız gerekmektedir. 

3.  Elinizdeki kaynakları ve zihin haritasını değerlendirerek şu soruyu tartışınız. "Osmanlı Devleti, Almanlara ait iki savaş gemisi Rus topraklarını bombaladığı için savaşa girmiş sayıldı" iddiası doğru mu? Görüşlerinizi argümanlarla destekleyiniz. 
4. "Osmanlı Devleti için savaşa giriş kaçınılmazdı" tezini doğru  buluyor musunuz? Görüşlerinizi argümanlarla destekleyiniz. 

5. Yukarıdaki soruyu (4.) bu sefer de biraz farklı soralım. Osmanlı'nın, Almanyanın yanında savaşa girmek dışında başka seçenekleri var mıydı? Somut örnekler vererek açıklamanız gerekmektedir. 

6. Haritada eksik bulduğunu yerler var mı? Varsa bunların neler olduğunu maddeler halinde yazınız.


Kaynak Gösterilmeden Kullanılamaz

13 Ekim 2019 Pazar

Birinci Dünya Savaşı: Savaş, Cepheler, Okuma Parçaları ve Sorular

Birinci Dünya Savaşı: Savaş, Cepheler, Okuma Parçaları ve Sorular

Dilara Kahyaoğlu
2011-2019
Birinci Dünya Savaşı (WWI) 
Nedenler, Savaş ve Sonuçlar
Satirik haritada devletlerin Birinci Dünya Savaşı başındaki konum ve yaklaşımları gösterilmiş.


Franz Ferdinand Suikasti
Savaş bu olayla başladı.
Savaşı tetikleyen kıvılcım...
A. NEDENLER

Birinci Dünya ya da Birinci Paylaşım Savaşı olarak adlandırılan bu insanlık tarihinin en trajik olaylardan birinin öne çıkmış nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:

a) Sömürgecilik: ekonomik ve siyasi yayılma (emperyalizm) ve bu durumun yarattığı rekabet ve çatışmalar… bkz. https://tarihegitimi.blogspot.com/2016/01/somurgecilik-uzerine-calsma.html

b) Büyük güçler ittifakı ve bağlantılar sistemi: Bloklaşma ( bölgesel ve tarihi çatışmalar, siyasi ve ekonomik rekabet, milliyetçilik, düşmanlık vb. nedeniyle bir araya gelen güçler…)

c) Silahlanma yarışı (Alman donanmasının hızla geliştirilmesi ve Almanların muazzam silah yatırımı diğerlerini de harekete geçirdi, İngiltere donanmasını yeniledi vb.)

d) Milliyetçilik
(Panslav-Pangermen rekabeti, Sırp milliyetçiliği, İtalyan milliyetçiliği, Fransız milliyetçiliği, Alman milliyetçiliği)  Bkz. Zihin Haritası
Krupp silah fabrikasında I. Dünya Savaşı sırasında üretim yapılıyor



Okuma Parçası: 1 
I. Dünya Savaşı Öncesinde Milliyetçilik, Irkçılık ve Militarizm
Bu sürecin temel taşlarından birini de aşırı milliyetçilik oluşturdu. Fransız Devrimi ideolojisinin temel İlkelerinden biri olan milliyetçilik, imparatorluklarda yaşayan çeşitli etnik unsurları etkiledi ve bu unsurların ayaklanarak ulus-devletlerini kurmalarını tetikledi. Ancak 20. yüzyılla birlikte Büyük Avrupa Devletlerinde yeni milliyetçilik adı verilen akımlar ortaya çıktı. Bu akımların en önemli özelliği, devletin gücünün arttırılması, itibarının yükseltilmesi, yayılmacılığına gerekli ideolojik desteğin verilmesi ve kamuoyunun manipüle edilerek hükumetler üzerinde baskı kurulması anlayışına dayanmasıydı. Almanya’da Pangermanistler, Rusya’da Panslavistler, Fransa’da intikamcılar, İtalya’da i(irredentizm: Bir devletin, kendi sınırına yakın yaşayan soydaşlarının oturduğu bölgeleri ilhak etme politikasıdır) ve İngiltere’de de imparatorlukçular yaptıkları yayınlarla ve kurdukları derneklerle ülkelerinin politikalarını etkilemeye çalıştılar.

Alman sömürgecilik politikasının temel kaynaklarından biri olan Pangermanizm, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun yeniden kurulması, Almanya’nın üstün devlet, Almanların da üstün ırk tezlerine dayanmaktaydı. Pangermanistler bu amaçlarını gerçekleştirmek için 1891’de Berlin’de Pangermanistler Birliğini kurdular. Bu birliğin Alman ekonomik ve politik çevrelerinde etkili üyeleri vardı. Birliğin ideologlarından biri olan Ernst Hasse, 1905 yılında yayımladığı Weltpolitik (Dünya Politikası) adlı kitabında Alman yayılmacılığıyla ırkçılık arasında doğrudan bir ilişki kurdu. Ernest Hasse, yayılmacılığı, “sağlam ve canlı bir mekanizmanın gelişmesi için zorunlu bir aşama” olarak gördü. Bu yayılmacılığın da “üstün ırkların yararına ve yaşama yeteneğinde olmayan aşağı ırkların zararına” gerçekleşeceğini savundu.

Rusya’da yönetici elit tarafından desteklenen Panslavist akım, Doğu Avrupa’da ve Balkanlarda yaşayan Slavların birliğini öngörmekteydi. Bu siyasi akım, Rusya’nın 1904-1905 savaşında Japonya’ya yenilmesi ve 1907 İngiltere-Rusya arasında yapılan antlaşmadan sonra tekrar canlandırıldı.

Panslavistler, Moskova’da yaptıkları kongrede, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluklarında yaşayan Slavları da içeren bir Slav birliğinin kurulmasını ve Almanya’nın isteklerine nasıl karşı konulabileceğini tartıştılar.

Fransa’nın 1870’de Almanya’ya ağır bir şekilde yenilerek Alcase-Lorraine’i kaybetmesi, bu ülkede adeta ulusal bir travma yarattı. Bu tarihten sonra Fransa’ya eski gücünün ve itibarının kazandırılması, Almanya’dan intikam alınması ve sözü edilen yerlerin tekrar Fransız egemenliğine sokulması gibi arayışlar, milliyetçi bir eğilim olarak ortaya çıkmıştı. General Boulanger adlı eski bir asker intikamcılığın sembolü oldu. Genellikle sağ partilerin desteklediği bu akım, 1904 İngiliz-Fransız Antlaşması’ndan sonra bazı sol partilerin de desteklediği bir akım haline geldi.

20. yüzyılın başında yeni bir milliyetçilik hareketi başlatan İtalyan milliyetçileri yalnız Avusturya-Macaristan boyunduruğu altında yaşayan İtalyanca konuşan halkların kurtarılmasıyla yetinilmemesini, aynı zamanda yeni pazarların, yeni hammadde kaynaklarının bulunmasını ve göçmenlerin yerleştirilebileceği bakir toprakların elde edilmesini savunmaya başlamışlardı.

İngiliz milliyetçiliği ise sömürgeciliği haklı göstermek için “İngiliz halkının yeryüzündeki görevi”, “İngiliz ırkının üstünlüğü” gibi temaları işledi.

Güney Afrika’daki Boer Savaşı, bazı kimselerde milliyetçilik ateşini düşürdü. Fakat Almanya’nın denizlere açılma isteği, savaş öncesindeki milliyetçilik ve sömürgecilik duygularını yeniden kamçıladı.

Yukarıda kısaca açıklanmaya çalışılan milliyetçilikler arasındaki rekabet, ekonomik ve mali çıkarlarla daha da körüklendi. 1889-1914 yılları arasında sosyalist hareketin önemli kuruluşu olarak görülen II. Enternasyonel de dünyayı savaşa sürükleyen saldırgan milliyetçiliği önlemede başarısız oldu.


II. Enternasyonal: Tam adı Uluslararası İşçi Derneği olan oluşum, ilk kez 1864’te Marx ve Engels’in liderliğinde kuruldu (I. Enternasyonal). Paris Komünü’nden sonra dağıldı. 1889’da yeniden açıldı. Bu dönemde Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin etkisi altında kaldı ve Marksizm’i reformist bir anlayışla uygulamaya çalıştı. 1907 ve 1912’de yapılan kurultaylarında militarizmi mahkûm etti ve silahlanmaya karşı bir tutum takındı. Ancak etkili olamadı ve bölündü.

Savaşın çıkmasını körükleyen etkenlerden biri de dinsel ve kültürel yayılmaydı. Diğer bir deyişle kültür emperyalizmiydi. Sömürgeci devletler, kültürlerini ve dinsel inançlarını sömürdükleri bölgelere taşıyarak, siyasal ve ekonomik yayılmalarını pekiştirdiler. Katolik ve Protestan misyonerleri Latin Amerika, Afrika, Ortadoğu ve Uzakdoğu’nun en ücra köşelerine kadar giderek Hristiyanlık öğretisini yaydılar. Misyonerlerin temel hedefi, yerli halkları Hıristiyanlık öğretisi ve Avrupa medeniyeti çerçevesinde tepeden tırnağa değiştirmekti. 20. yüzyılın başında bin misyoner, çeşitli kuruluşların çatısı altında örgütlenerek dil, eğitim, inanç, sosyal yaşam, ahlak başta olmak üzere kültürün çeşitli alanlarında “medeniyet transferi” gerçekleştirmeye çalıştı. 1913’e gelindiğinde Katolik misyonerler iki milyon, Protestanlar ise 1.600.000 Afrikalıyı Hıristiyanlaştırmışlardı. Hatta sömürgeleştirilmiş toplumlarda yerli halktan Avrupa uygarlığının üstünlüğünü savunan seçkinler grubu oluşturmayı başarmışlardı. Bu topluluğun Hıristiyanlığın ve Avrupa uygarlığının yayılmasında, aracı bir rol oynadığı bilinmektir.  (kaynak: Siyasi Tarih, AÖF Yayınları, 2012)

B. SAVAŞ
Harita 1

Karael örgütünde ayin sırasında
kullanılan haç.
Blokları karşı karşıya getiren uluslararası krizlerin çıkması ve bu krizleri sona erdirici etkin çözümler bulunamaması büyük bir savaşın kapıda olduğunu göstermişti. Savaş Kara El örgütü üyesi Gavrilo Princip isimli bir Sırp milliyetçisinin askeri manevraları denetlemek üzere Bosna’da bulunan Avusturya veliaht prensi Franz Ferdinand’la karısını öldürmesi üzerine Avusturya Macaristan bu işten sorumlu tuttuğu, diğer yandan da dersini vermek için fırsat aradığı Sırbistan’a savaş açtı. Avusturya-Macaristan’ı n 28 Temmuz 1914’te Belgrat’ı bombardıman etmesinden kısa bir süre sonra İtilaf ve İttifak Devletleri karşılıklı olarak birbirlerine savaş ilan ettiler.


Harita 2
Batı Cephesi 
Tıklayarak büyütünüz

Schlieffen Planı'na ait haritalar Batı cephesini değil, Alman planlarını göstermektedir.
Karıştırmayalım.


Harita 3
Schlieffen Planı 
(Okunuşu Şilifin)
Almanlar bu planı gerçekleştirememiştir.
Bunun nedeni hiç hesapta olmayan bir şekilde Belçika'nın direnişi
ve İngiliz takviye kuvvetlerinin büyük bir gizlilik içinde bölgeye yerleştirilmesidir.
Bu taktikler Fransız ordusuna cepheyi kuşatma ve yerleşme zamanını sağladı.


Batı Cephesi
Alman Ordusu daha önce hazırlanan Schlieffen Planı uyarınca Fransa’yı ele geçirmek üzere harekete geçti. Fransız-İngiliz kuvvetleri Alman Ordusu’na karşı koydu. En şiddetli çarpışmalar Verdun ve Somme’da oldu. Verdun Savaşı Birinci Dünya Savaşının en kanlı çarpışmalarından biri olarak tarihe geçti. Bir yıla yakın süren savaşın sonucunda Fransızlar burada 377 bin, Almanlar ise 337 bin kayıp vermişlerdir. Her iki taraf da Marne Cephesi’nde ağır kayıplar verdiler. Savaş bu andan itibaren siper savaşına döndü iki taraf da cephenin daha ileri kaydırılması konusunda bir şey yapamadılar ve ordular uzun yıllar kendi siperlerine çakılı olarak kaldı. (“Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” – bkz. Erich Maria Remarque’ın romanı)
1916 yılında Somme siperlerinde..

OKUMA PARÇASI: 2
Batı Cephesinde Hayatın Bir Yüzü
Batı cephesi Fransa, Hollanda ve Belçika’yı içine alan uzun bir cephedir. İlk şiddetli çarpışmaların ardından siperlere çekilen askerler aylarca cephenin birçok noktasında tek bir kurşun atmadan karşılıklı olarak o korkunç siperlerde yaşadılar. National Geographic'in I. Dünya Savaşını anlattığı belgeselde İngiliz General Lord Edward Gleichen şöyle bir anısını anlatır:
"Siperleri dolaşırken bir askere 'hiç Alman vurma fırsatın oldu mu? diye sordum. Bana siper duvarının üstünden sık sık başını çıkaran kel, uzun sakallı yaşlıca bir beyefendi gördüğünü söyledi. 'Peki onu neden vurmadın?' dedim. Asker hayret etti. 'Vurmak mı? Ama komutanım, adamın bana hiçbir zararı olmadı ki!' "
Alman eri August Bader'de günlüğüne şunları yazmış:
Bir gün siperde yemek pişirirken karşı taraftan bir Fransız "ben de gelip yiyebilir miyim?" diye seslendi. Davet ettik, yemeğini yedi sonra da biraz kestirdi ve teşekkür ederek siperine döndü. Sonraki günlerde de kendisini yemeğe davet ettik. Yemek saatlerinde iki taraf arasında gidip gelenler çok olurdu, karşılıklı ikramlarda bulunulur, şarap ve sigara içilir, kağıt oynanırdı. Sonra birbirimize şans dileyip siperlere dönerdik. Yemek saatlerinde asla saldırıda bulunulmazdı ama bu durum, cephede savaşanların doğrusu bu olmalı diye düşünerek kendi kendilerine geliştirdikleri bir davranıştı.
Kraliyet erlerinden J.D. Hills de şöyle yazmış:
"Alman siperlerinden atılmış bir taşa bağlı şöyle bir mesaj aldık: 'size bir 40 pounder atacağız (kastettiği 120 mm'lik top mermisi). Yapmamız emredildi ama yapmak istemiyoruz. Bu akşam atmadan önce siper alabilmeniz için sizi ıslıkla uyaracağız.' ve aynen dedikleri gibi de oldu."
Bu durumu keşfeden iki tarafın kurmayları bu yaşa ve yaşat duygusunu kırmak için siper baskınları emri vermeye başlar. Silah arkadaşlarını kaybeden askerler artık karşı tarafı dost olarak göremez hale gelince, savaş nihayet savaşa benzemeye başlamış...
(https://eksisozluk.com/bati-cephesinde-yeni-bir-sey-yok/ventolin, sayfasından yararlanarak tarafımdan kurgulanmıştır. DK)
Alman askerleri savaşa gidiyor
Kullanılan gazlar (özellikle klor ve hardal gazı) yüzünden kör olmuş/yaralanmış İngiliz askerleri.
Kimyasal silahlar sınıfına giren bu türden gazların savaşlarda kullanılması daha sonra yasaklandı.
Ama buna rağmen kullanıldığı çok sayıda olay biliyoruz (ör: Halepçe 1988). 
Otto Dix'in tablosundaki gaz maskeli askerler, bu savaşın ayırt edici özelliğini vurguluyor.
Doğu Cephesi
Tanenberg savaşından sonra esir düşen Rus askerleri

Batı Cephesi’nde planlarını gerçekleştiremeyen Almanya, Doğu Cephesi’nde Tannenberg savaşlarında Rusya’yı ağır bir yenilgiye uğrattı. Böylece hem Doğu Prusya kurtarıldı hem de Rus Ordusu’nun kuzey grubunun savaşma gücü önemli ölçüde çökertildi. Dahası Galiçya Cephesi’nde zor durumda bulunan Avusturya-Macaristan Ordusu rahatlatıldı. Ancak çok kısa bir süre sonra Eylül ayının başlarında takviye edilmiş Rus güçleri Galiçya’da Avusturya-Macaristan güçlerini bozguna uğrattı. Bunun üzerine Avusturya-Macaristan Genelkurmay Başkanı bir savunma hattı oluşturulması emretti. Alman Genelkurmayı bu gelişme üzerine yeni bir ordu yapılandırarak Avusturya-Macaristan’ın yardımına koştu. Bu ordu Ekim ve Kasım aylarında Rus güçleriyle yaptığı savaşlarda başarılar kazandı. Avusturya-Macaristan Sırbistan’ın başkentini bombardıman etmesine rağmen 11 Ağustos’a kadar geniş bir saldırı başlatmadı. Bu tarihte yapılan saldırıda ise Sırp güçleri karşısında başarısız oldular. Ancak daha sonra takviye edilmiş Avusturya-Macaristan Ordusu önce Belgrad’ı ele geçirmiş ise de Sırp güçlerinin karşı saldırısı sonucu geri vermek zorunda kalmıştır. Doğu ve Batı cephelerindeki savaş yıpratma amaçlı saldırılarla sürdürüldü.
Harita 4
Doğu Cephesi

Harita Rus-İttifak Devletleri ileri cephelerini ve Rus Devrimi (1917) sırasındaki sınırları gösteriyor.
Çanakkale de Doğu Cephesinden sayıldığı için o da haritada belirtilmiş.

Avusturya-Macaristan Devleti ele geçirdiği Sırp yerleşimlerinde cezalandırma eylemi
olarak sivil halkı idam etmiştir.
Uzakdoğu’da Japonya’nın Faaliyetleri
Savaş Uzakdoğu’yu da etkiledi. Japonya büyük bir güce dönüşmek istediğinden bu savaşı fırsat olarak gördü. Nitekim Almanya’ya bir ültimatom vererek Almanya’nın Çin’deki donanmasını geri çekmesini ve Kiacohow’u kendisine vermesini istedi. İstediği cevabı alamayan Japonya, 23 Ağustos’ta Almanya’ya savaş açtı ve kısa sürede Alman sömürgelerini işgal etti. Çin üzerinde de çok önemli imtiyazlara sahip oldu.

Deniz Savaşları
Savaş denizlerde de sürdürüldü. Alman denizaltıları çok sayıda İngiliz gemisini batırdı. Pasifik ve Güney Atlantik’te iki tarafın donanmaları karşı karşıya geldiler ve ağır kayıplar vermekten kurtulamadılar. Almanya’ya ait Goeben ve Breslau Kruvazörleri Akdeniz’de bir dizi savaş aktivitesinden sonra İngiliz gemilerinin takibinden kaçarak 11 Ağustos’ta Çanakkale Boğazı’nı geçerek Osmanlı’ya sığındı. Akdeniz’de İngiliz ve Fransız donanmaları üstünlüğü ele geçirdi. (Çanakkale deniz ve kara savaşlarına bir sonraki konuda değinilecektir)
Harita 5
Savaşan devletlerin filoları ve ana deniz üsleri 1914
Ayrıntılı görmek için linke tıklayınız.

Savaşın Temel Özellikleri, Diğer Savaşlardan Farkı

Bu savaş adı üstünde bir dünya savaşıdır. Savaş kısa sürede Avrupa’dan Uzakdoğu’ya doğru hızla yayılmış, dünyanın hemen her yerinde dört yıl boyunca çeşitli güçler birbiriyle savaşmış, insanlar bu kadar büyük çapta bir savaşa ilk kez tanık olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nda yeni silahlar (makineli tüfekler) ve gazlar da (klor ve hardal gazı) kullanılmış ama gaz maskeleri kullanılarak gazın etkisi azaltılmıştır. Tank, uçak, uçak savar, sabit ve hareketli toplar gibi gelişmiş savaş araçlarından da yararlanılmıştır. Kilometrelerce uzunluğundaki siperler ise hiç şüphesiz bu savaşın temel karakteristiğidir.
Somme savaşının yapıldığı  siperlerle dolu yerler; 100 yıl sonra bile hala delik deşik.. 
"Savaş Tarlaları"
Avrupa’da Savaşın Yayılması
İtalya savaş başladığında İttifak blokuna üye olmasına rağmen yükümlülüklerinden kaçarak 3 Ağustos’ta tarafsızlığını ilan etti. Temel amacı daha fazla toprak vaat edenlerin safında savaşmaktı. İtalya, eski bağlaşıkları içinde en fazla anlaşmazlık halinde olduğu Avusturya-Macaristan’a 20 Mayıs 1915’te, Ağustos 1915’te de Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etti. İtalya silah ve cephane açısından savaşa hazır olmamasına rağmen Avusturya-Macaristan sınırında saldırı başlattı. Ancak başarılı olamadı.

Almanya ve Avusturya-Macaristan karayolundan Osmanlı İmparatorluğu’na yardım edebilmek için tek yol olan Bulgaristan’ı yanlarına çekmek ve savaşa girmesini sağlamak için toprak vaadinde bulundular. İki ülkenin Bulgaristan’a vaat ettikleri ve esasında Bulgaristan’ın çok istediği yerler, bu ülkenin İkinci Balkan Savaşı’nda Romanya’ya kaybettiği Dobruca, Yunanistan’a kaptırdığı Kavala ve Serez ile Sırbistan’a kaybettiği Makedonya bölgesiydi. Bulgaristan amacına ulaşmak için Almanya ve Avusturya-Macaristan’la 6 Eylül 1915’te imzaladığı antlaşma uyarınca Sırbistan’a savaş ilan etmek durumundaydı. Bulgaristan 12 Ekim 1915’te Sırbistan’a karşı savaşa girdi. Sırbistan kuzeyde ve güneyden iki cepheli savaşın içinde kaldı. İngiltere ve Fransa, Yunanistan’ın tarafsızlığına aldırmayarak Sırbistan’a yardım etmek amacı ile Selanik’e asker çıkardılarsa da bu ülkeyi Avusturya-Macaristan’ın işgalinden kurtaramadılar.
Başka bir satirik haritada I. Dünya Savaşı öncesi Avrupa devletlerinin siyasi duruşları gösterilmiş


Savaşın genişlemesi sürecinde açıklanması gereken noktalardan biri de Yunanistan’ın savaşa katılmasıdır. Savaş başladığında Alman İmparatoru II. Wilhelm’in eniştesi olan Kral Konstantin’le İtilaf Devletleri yanlısı Başbakan Venizelos arasında bir rekabet yaşandı. İtilaf Devletleri Venizelos’a Anadolu’da toprak vaat ederek savaşa girmesini istediler. Kral tarafından Başbakanlıktan uzaklaştırılan Venizelos, Selanik’te bir ayaklanma çıkartarak ayrı bir hükümet kurdu. İngiliz-Fransız birlikleri Atina’ya girdi ve Kralı tahttan indirerek oğlu Aleksandr’ı başa geçirdiler. Yeni dönemde tekrar başbakanlığa getirilen Venizelos, 26 Haziran 1917’de İttifak Devletleri’ne savaş açtı. Böylece Balkanlarda savaşın alanı daha da genişledi. Savaşın ilk anlarında tarafsız kalan Osmanlı İmparatorluğu, yakın dönemde kaybettiği toprakları geri almak başta olmak üzere bir dizi gerekçeyle Almanya’nın safında savaşa girdi (bir sonraki konuda ayrıntılı işlenecektir).

Savaşın Sonunu Etkileyen Nedenler
Savaşın gidişatını değiştiren temel iki etken, Rusya’da devrim olması (bkz. Okuma Parçası) ve ABD’nin birtakım çıkarlarını koruma adına savaşa dâhil olmasıdır. ABD’nin savaşa girmesi, savaşın İtilaf Devletleri’nin lehine dönmesine yol açtı.

Savaş başladığında ABD, Avrupa sorunlarından uzak kalma politikasını (Monroe Doktrini) sürdürdü ve tarafsızlığını ilan etti. Fakat kamuoyunun İngiliz-Fransız liderliğindeki İtilaf güçlerine karşı büyük sempatisi vardı. Savaş sırasında Alman denizaltılarının ABD gemilerini batırması Amerikan kamuoyunun öfkesini arttırmıştı. İngiliz propagandasının etkisiyle de savaşın müttefik demokrasileri ile Alman militarizmi arasında geçeceği algısına kapılmıştı. Bu ülkenin İtilaf güçlerine (İngiltere ve Fransa başta olmak üzere) sattığı malzemenin bedelinin büyük miktarlara ulaşması savaş ekonomisi lobisini de harekete geçirmişti. Washington’un savaşa girme kararı aldığı Nisan 1917’de ABD’de 1,5 milyar dolarlık müttefik devletlere ait savaş bonosu satılmıştı. Dolayasıyla hem borçların tahsil edilmesi hem de savaş bonolarının geri ödenmesi için İngiliz ve Fransız güçlerinin galip gelmesi zorunluluk halini almıştı.

Ayrıca Başkan Woodrow Wilson, ABD’nin dünya güç politikasında etkin rol oynamasını ve savaş sonunda yeni bir dünya düzeninin kurulmasını savunagelmişti. İşte bu noktada ekonomik ve stratejik hesaplar ABD’nin İtilaf güçleri yanında savaşa girmesi beklentisini oluşturmuştu. Yukarıda da açıkladığımız gibi Alman denizaltılarının ABD’nin bazı ticari ve yolcu gemilerini torpillemesi ABD Başkanı’na olağanüstü fırsatlar verdi. Özellikle Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Şubat 1917’de sınırsız denizaltı savaşını başlattığını açıklaması, Başkan Wilson’u harekete geçirdi. Ayrıca bu sırada Alman Dışişleri Bakanı Zimmermann’ın Washington’daki Alman Büyükelçisi Bernstorff’a yolladığı 17 Ocak 1917 tarihli şifre-telgrafın İngiliz istihbaratı tarafından ele geçirilmesi Amerikalıların büyük tepkisine yol açtı. Almanya bu şifre-telgrafta, Meksika’nın ABD’ye savaş açması halinde bu ülkeye maddi destek sağlamayı ve Teksas, New Mexico ile Arizona’yı elde etmesine yardımcı olacağını belirtmişti. Ayrıca Japonya, Meksika ve Almanya’nın Amerika’ya karşı bir ittifak kurmaları gerektiği de açıklanmıştı. Başkan Wilson, Almanya ile diplomatik ilişkilerin kesildiğini duyurdu. ABD Kongresi 2 Nisan’da Wilson’un Almanya’ya karşı savaşa girilmesi talebini tartıştı ve 6 Nisan’da da bu talebi onayladığını belirtti. Böylece ABD, İtilaf Devletlerinin safında savaşa dâhil oldu.

Savaşın sonucunu etkileyen nedenleri düşünürken şunu da unutmamak lazım: Savaş dünyanın yeniden paylaşılması için çıkmıştı en büyük sömürgelere sahip olan İngiltere gerek hammadde gerekse savaşacak insanlar açısından (Anzaklar, Hintliler vb) sömürgelerinden yararlandı. Almanya’nın görece sınırlı kaynakları tükenirken İngiltere sömürgelerinden aldığı destekle çok daha iyi durumdaydı. Bu nedenle savaşın uzun sürmesi İngiltere’nin daha avantajlı duruma geçmesine neden oldu.
Anzaklar, Çanakkale Savaşı'nda

Savaşın sona erdirilerek taraflar arasında barışın kurulması yönünde ilk girişim, 1916 yılının hemen başında ABD Başkanı Woodrow Wilson’dan geldi. Taraflar içinde bulunulan koşullar nedeniyle bu öneriyi gerçekçi bulmadılar. Avusturya- Macaristan, savaştan çok yıprandığını görünce 1916 yılının sonlarında savaştan çekilmek istediyse de Almanya tarafından engellendi. Bu kez Almanya 12 Aralık 1916’da lehine bazı koşullar öne sürerek savaşın sona erdirilmesi ve barışın kurulması fikrini ortaya attı. Almanya’nın önerisi İtilaf Bloku’nda karşılık bulmadı. ABD Başkanı Wilson’un 18 Aralık 1916’da başlattığı yeni girişime, İtilaf Devletleri 10 Ocak 1917’de bazı koşullar öne sürerek cevap verdiler. Ancak bu girişim de başarısızlıkla sonuçlandı ve taraflar savaşmaya devam ettiler. Rusya, 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra savaştan çekilerek İttifak Devletleri’yle Brest-Litovsk Antlaşmasını imzaladı. ABD Başkanı Wilson da, savaşın sona erdirilmesinden sonra kurulacak barışın esaslarını içeren ilkelerini yayımladı. 1918’de savaş İttifak Devletlerinin aleyhine döndü. Art arda cephelerde yenilgi alan İttifak Devletleri ateşkes istemek zorunda kaldılar. Dört yıl süren savaş Kasım 1918’de fiilen sona erdi.

Wilson İlkeleri

ABD Başkanı Wilson tarafından 8 Ocak 1918 günlü Kongre toplantısında okunan ve tarihe Wilson prensipleri diye geçen Birinci Dünya Savaşı’na ilişkin ondört maddelik Amerikan savaş amaçları bildirisi özetle şöyledir:

Madde 1. Barış görüşmeleri kamuoyuna açık olarak yapılmalı ve görüşmeler sonunda varılacak antlaşmanın hükümleri de yine açık olmalıdır. Gizli antlaşmalara son verilmelidir.
Madde 2. Denizlerin, karasuları dışında kalan bölümleri, uluslararası antlaşmaların gerektirdiği özel durumlar dışında savaşta ve barışta herkesin özgür ve serbest kullanımına açık olmalıdır.
Madde 3. Ekonomik engeller olabildiğince kaldırılmalı, ticaret serbestisi ve fırsat eşitliği sağlanmalıdır.
Madde 4. Ulusların silahlanması, iç güvenliğin gerektirdiği en alt düzeylerde olmalı, bu konuda yeterli garantilerin verilmesi sağlanmalıdır.
Madde 5. Tüm sömürgecilik savları, ilgili halkların çıkarlarını ve egemenlik istemlerini dikkate alacak biçimde eşitlikçi ve hakkaniyete uygun düzenlemelere tabi tutulmalıdır.
Madde 6. İşgal altındaki Rus toprakları boşaltılarak, Ruslara kendi kurumlarını seçme hakkının tanınması sağlanmalı ve onlara istedikleri/gereksinim duydukları her türlü yardım yapılmalıdır.
Madde 7. Belçika toprakları boşaltılmalı ve bu devletin ulusal egemenliği yeniden kurulmalıdır.
Madde 8. 1871’de Almanya’ya geçen Alsace-Lorainne, Fransa’ya iade edilmelidir.
Madde 9. İtalya’nın sınırları ulusal esaslara göre yeniden çizilmelidir.
Madde 10. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içindeki halkların özerk gelişmeleri sağlanmalıdır.
Madde 11. Romanya, Sırbistan ve Karadağ toprakları boşaltılmalı, Sırbistan’ın denize çıkışı sağlanmalıdır. Tarihsel savları ve ulusal bağları dikkate alınarak çizilecek sınırları içinde Balkan devletlerinin dostça ilişkiler kurmaları sağlanmalı, siyasi ve ekonomik bağımsızlıkları ile toprak bütünlükleri uluslararası güvence altına alınmalıdır.
Madde 12. Osmanlı İmparatorluğu’nun, nüfusunun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu bölümlerinde Türk egemenliği güvence altına alınmalı; İmparatorluk sınırları içindeki diğer ulusların yaşam güvenlikleri ve özerk gelişimleri sağlanmalıdır. Çanakkale Boğazı, uluslararası güvenceler altında tüm gemilere ve ticarete sürekli olarak açık hale getirilmelidir.
Madde 13. Polonyalıların yaşadığı topraklarda, denize açılımı olan, siyasal ve ekonomik bağımsızlığı ile toprak bütünlüğü uluslararası antlaşmalarla güvence altına alınmış bir Polonya Devleti kurulmalıdır.
Madde 14. Özel antlaşmalarla, küçük, büyük tüm devletlerin siyasi bağımsızlıklarını ve toprak bütünlüklerini karşılıklı olarak güvence altına alacak bir uluslar birliği kurulmalıdır.


OKUMA PARÇASI: 3 
Rusya’nın Savaştan Çekilmesi ve Sosyalizmin ilk Kez iktidara Gelişi
Rusya’daki 1905 İhtilâli’nden sonra toplumsal hareketler durulmamıştı. 19. yüzyılın sonlarından itibaren güçlenen sosyalist hareket, dünya savaşının dayattığı açlık ve sefalet nedeniyle daha da etkili olmaya başlamıştı. Orduyu takviye etmek amacıyla çok sayıda çiftçinin askere alınması tarım üretimini azaltmıştı. Köylerdeki sınıf farklılaşması keskinleşmiş, proletarya güçlenmiş ve en önemlisi de savaş ülkedeki çelişkileri hızlı bir biçimde arttırmıştı. Rejim reform yapma gücünü kaybetmişti. Güvenlik güçleri halkın gıda malzemesi bulmak için yaptığı gösterileri şiddetle bastırmaktan çekinmedi. Halkın öfkesi Çarlık rejimine yönelmişti. İngiliz ve Fransız donanmasının Boğazlardan geçerek bu ülkeye yardım ulaştıramaması çelişkileri daha da arttırdı. Ordunun savaşma kapasitesi çökmüştü. Birçok asker savaşacak silaha sahip değildi ve açlığın pençesinde kıvrandı. Sadece 1916-1917 kışında bir milyondan fazla asker cepheden kaçtı. St. Petersburg Garnizonu’nun 10 Mart 1917’de [eski takvime göre şubattır bu nedenle Şubat Devrimi diye bilinir] grevcilere ve yiyecek isteyen göstericilere ateş açma emrine uymaması, devrime giden süreci başlattı. Cephe ziyaretinde bulunan Çar II. Nikola, duruma müdahale etmek üzere St Petersburg’a dönmek istemişse de, generallerin baskısıyla tahttan feragat etmek zorunda kaldı.

Bu kararın Rusya Meclisi’ne (Duma’ya) ulaşmasından sonra 15 Mart’ta geçici bir hükümet kuruldu. Ancak bu hükumetin otoritesi güçlü değildi ve tüm Rusya’ya yaygınlaşmadı. Ülke genelinde İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti [Kurul demek] egemendi. Yeni hükümet, savaşa devam kararı aldı. Ancak ordudaki disiplin son gelişmeler üzerine iyiden iyiye yok olmuş, disiplini sağlamaya çalışan subaylar ise askerleri tarafından öldürülmeye başlanmıştı. Sosyalistlerin en ucunda yer olan Bolşevikler, Sovyetleri kontrolleri altına alarak ülkeye yeni bir biçim vermeye çalıştılar. Savaşı bir an önce sona erdirmeyi, çiftçiye toprak dağıtmayı hedeflediler. Alman gizli servisi İsviçre’de sürgünde bulunan Bolşevik lider Vlademir İlyiç Lenin ve bir grup sosyalistin Rusya’ya dönmesine yardımcı oldu. Alman Genelkurmayı da, Doğu Cephesi’ndeki askerî hareketleri durdurarak Rusya Ordusu’nun çözülmesini sağlamaya çalıştı. Rusya yeni bir döneme kapı araladı. Lenin’in liderliğindeki Bolşevikler, 1917 yılı Nisan ayı ortalarından itibaren St. Petersburg başta olmak üzere kontrolü ele geçirdiler. Mayıs 1917’de sosyalistlerin çoğunlukta olduğu yeni bir hükümet kuruldu. Hükümette etkili olan Savunma Bakanı Alexander Kerensky, Rus olmayan Kafkas, Fin, Kazak ve Sibirya asıllı askerlerden oluşturulan 200 bin kişilik yeni bir ordu oluşturdu. Brusilov’un komuta ettiği bu ordu, Galiçya’da Alman, Avusturya- Macaristan ve Osmanlı birliklerinden oluşturulan kuvvetle çarpıştı. Rus Ordusu ağır bir yenilgi aldı ve Eylül 1917’de dağıldı. Savunma Bakanı Kerensky Moskova’ya kaçtı. Lenin ve diğer Bolşevikler, hükümetin otoritesinin kaybolmasını ve ülkenin bunalıma sürüklenmesini iyi değerlendirerek yönetimi ele geçirdiler.
Sadece dünya savaşının gidişatını değil, 20. yüzyılın da seyrini değiştiren Ekim Devrimi’ni gerçekleştirdiler. Bolşevikler, “ulusların kendi kaderlerini tayin etme, barış, toprak, ekmek” ilkeleriyle iktidara gelmişlerdi. Bolşeviklerin savaşa bakışları ve analizleri farklıydı. Devrim’in lideri Lenin’e göre savaşa tekelci kapitalizmin yayılmacı güdüsü neden olmuştu ve özünde kendine karşı da yıkıcı olan bu güç, bizzat kapitalizmin çöküşüne de yol açacaktı. Bolşeviklerin temel beklentisi, emperyalist rekabetin yerini, yeni işçi sınıfı devletleri arasında oluşacak uluslararası dayanışmanın almasıydı. Böylelikle kalıcı barış sağlanacaktı. Bolşevikler, Avrupa’daki devrimci gücü harekete geçirmek üzere Kasım 1917’de bir barış bildirgesi yayınladılar. Bu bildirgeyle tazminat olmaksızın kalıcı bir barış antlaşmasının yapılmasını istediklerini ilan ettiler. Ardında da Çarlık Rusya’sının yaptığı gizli antlaşmaları açıkladılar.
Bolşeviklerin ilhak ve tazminatın kalkması ile Avrupa içinde ve dışında ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının uygulanması ilkeleri, İttifak Devletleri tarafından İtilaf Devletlerinin de kabul etmesi koşuluyla benimsendi. Ancak İtilaf Devletleri bu ilkeleri kabul etmediler. Lenin, yeni rejimi korumak ve kökleştirmek amacıyla Almanya’nın başını çektiği İttifak Devletleri’yle diplomatik görüşmeler başlattı. Bolşevik Hükümet, Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Bulgaristan ve Osmanlı İmparatorluğu ile 2 Aralık 1917’de Brest-Litovsk’ta görüşmeler yaptı. Öncelikle taraflar arasındaki görüşmelerden sonra 15 Aralık 1917’de ateşkes imzalandı. Ardından da 3 Mart 1918’de taraflar arasında Brest-Litovsk Barış Antlaşması kabul edildi. Böylece Rusya tamamen savaştan çekildi.
Bu Antlaşmayla Polonya, Baltık devletleri (Letonya, Estonya, Litvanya), Ukrayna, Finlandiya ve Kafkasya Almanya’nın uydusu haline geldi. Rusya, Çarlık dönemi topraklarının üçte birinden fazlasını, tarım topraklarının üçte birini, demir ve kömür endüstrisinin %80’ini kaybetti. İtilaf Devletlerinin Bolşevik rejimi yıkmaya yönelik çabaları sonuç vermedi. Meydana gelen iç savaşın ardından Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) resmen kuruldu. (Kaynak: Siyasi Tarih, AÖF Yayınları, 2012)
Harita 6:  Brest Litovsk'a göre Rusya'nın kaybettiği topraklar
Mavi bölgeyi Almanya, Kırmızı bölgeyi Avusturya-Macaristan, Yeşil bölgeyi Osmanlı devleti alıyor.
Ama savaşın sonunda İttifak devletleri kaybettiği için nihai olarak sonuç böyle olmayacak.
C. Savaş Bitti: Konferanslar, Antlaşmalar ve Genel Sonuçlar

Paris Barış Konferansı
Birinci Dünya Savaşı 1918’in sonbaharında sona erdirildiğinde cevabı merak edilen pek çok soru vardı. Uluslararası sistemin nasıl kurulacağı, barışın sürekliliğini sağlamak için hangi mekanizmaların inşa edileceği ve yıkılan imparatorluklardan (Rus Çarlığı, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorlukları) arta kalan siyasi boşluğun nasıl doldurulacağı, bu sorulardan sadece birkaç tanesiydi. Tarafların ABD Başkanı Woodrow Wilson’un 8 Ocak 1918’de Kongre’de yaptığı konuşmada ilan ettiği 14 ilkenin ışığında barış yapıp yapmayacakları kuşkuluydu. Zira bu ilkeler, İtilaf Devletlerinin gizli savaş hedeflerini ve paylaşım isteklerini revize etmelerini zorunlu kılmıştı. Fransız Başbakanı Clemenceau ve İngiliz meslektaşı Llyod George kendilerine sorulmadan ilan edilen “liberal bir barışı” öngören bu ilkelerden hoşnut kalmamışlardı. Dahası üç lider arasında savaş sonrası düzen konusunda ortak bir görüş mevcut değildi.

Paris Barış Konferansı, 1815 Viyana Kongresi’nden beri yaşanan en önemli barış yapma süreci olacaktı. Konferans’ta ele alınacak başlıca konular, barış antlaşmaları yapmak ve uluslararası sistemi yeniden şekillendirmekti. Büyük umutların ve karmaşanın bir arada yaşandığı bir ortamda, davet edilen 32 ülkenin 70’i aşkın temsilcisi (çeşitli konularda uzmanlar, sekretarya ve mütercimler hariç) 1919 yılının Ocak ayının ilk günlerinde Paris’te toplanmaya başlamışlardı.

İngiliz, Fransız, ABD ve İtalyan delegasyon başkanları Fransız Dışişleri Bakanlığı “Quai d’Orsay’de” bir araya gelerek yöntem sorunlarını tartıştıkları bir hazırlık toplantısı yapmışlardı. Konferans, bütün hayatını Almanya’ya duyduğu öfke içinde geçiren Fransız Başbakanı Clemenceau’nun ısrarı sonucu 18 Ocak 1919’da (tam 48 yıl önce Alman İmparatorluğu’nun kuruluşunun yıl dönümünde) Versailles Sarayı’nın ünlü Aynalı Salonu’nda başladı. Katılan devletlerin çoğu İttifak Devletlerine savaş ilan etmiş ya da sembolik bir jest olarak savaşa katılmışlardı. Bu devletler, savaşın kazanılmasında çok etkili olmamakla birlikte, barışın kurulmasında eşit rol oynama arzularını açığa çıkarmışlardı.

Büyük devletlerin temsilcileri (ABD, İngiltere, Fransa, Japonya, İtalya) hem bu küçük devletlerin arzularını boşa çıkarmak hem de tartışmaların uzamasını engelleyerek hızla karar alabilmek için “On’lar Konseyi”ni oluşturdular. On’lar Konseyi ise ABD, İngiliz, Fransız, İtalyan ve Japon Başbakanı (ABD’ninki devlet başkanı) ile Dışişleri Bakanlarından oluşacaktı ve Konferans’ın temel organı görevini görecekti. Büyük devletler, On’lar Konseyinin çalışmalarının hızlı ilerleyememesi nedeniyle Japonya’nın devreden çıkarılmasına ve sadece Başbakanlar ile ABD başkanından oluşan “Dörtler Konseyi”nin kurulmasına karar verdi.

Konferans’ta ilk olarak ele alınacak konunun ne olacağı tartışma konusuydu. Ev sahibi durumunda olan Fransa, Almanya’dan intikam alınmasını ve bir daha kıpırdamamasını sağlayacak koşullar içeren bir barış antlaşmasının hazırlanmasını ve gündemin ilk sırasına konulmasını arzulamıştı. ABD Başkanı Wilson ise önceliğin kurulacak uluslararası düzenin en önemli aracı olacak olan “Milletler Cemiyeti”nin kurulmasına verilmesini istemişti.

Milletler Cemiyeti (Cemiyeti Akvam)
Paris Barış Konferansı'nın 25 Ocak 1919'da yapılan toplantısında; uluslararası barışı ve güveni sağlayacak ve devam ettirecek bir Milletler Cemiyeti kurulmasına karar verildi. Bu kararı yerine getirmek için bir komisyon kuruldu. Komisyonun hazırladığı sözleşme 28 Nisan 1919 tarihinde Konferans Genel Kurulu'nda kabul edildi ve böylece Milletler Cemiyeti kurulmuş oldu.

20 yıl süreyle dünya milletlerine hizmet veren bu cemiyet tüm çabalara rağmen II. Dünya Savaşı'nın çıkmasını engelleyemedi. Savaş sonrası 18 Nisan 1946'da Cenevre'de toplanan konferans, XXI. Genel Kurul Toplantısıyla cemiyetin dağılmasına karar verdi. Yerini Birleşmiş Milletler aldı.

ABD Senatosunun Kasım 1919’da ve Mart 1920’de Versailles Antlaşması’nı onaylamaması, Milletler Cemiyetinin daha başta “sakat” doğmasına neden oldu. Yepyeni bir çağ başlatmak isteyen Wilson hayal kırıklığına uğradı. Büyük umutlarla kurulan Milletler Cemiyeti istenileni veremedi. Bu örgütün en önemli zayıflığı ABD’nin ve Sovyetler Birliği’nin olmamasıydı. ABD, Senatosu cemiyetin kuruluş hükümlerini de (Milletler Cemiyeti Anayasasını) onaylamamıştı. Öte yandan Doğu Avrupa’daki sınırlar Sovyet Hükûmeti’ni çok yakından ilgilendirmesine rağmen bu hükûmete danışılmadan çizildi. Bununla birlikte Cemiyet, Polonya ile Almanya arasında çatışma konusu olan Yukarı Silezya, Finlandiya ile İsveç arasında gerginlik yaratan Aland Adaları sorununun arabuluculuk girişimleriyle çözülmesini başardı. Milletler Cemiyetinin birkaç başarılı çalışmasına rağmen, uluslararası barış ve güvenliği koruma alanında başarılı olamadığı yaygın bir şekilde kabul edilmektedir. Esasen savaşın galibi olan devletlerin yönetiminde olan Cemiyet II. Dünya Savaşı’nı engellemede de yetersiz kalmıştır.

Milletler Cemiyeti'nin müzakere edildiği dönemde Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde varlık gösterebilecek bir siyasi durumu yoktu. Cemiyet kurulduğunda Kurtuluş Savaşı devam ediyordu. 14 Kasım 1922'de İsmet Paşa Lozan Konferansı'nda bir açıklama yaparak barış antlaşması sonrasında Türkiye'nin Cemiyet'e üye olmaktan memnun olacağını ifade etmiştir. Ancak Musul sorununun devam etmesi nedeniyle Türkiye üye olmamış, bu sorunla ilgili olarak Cemiyet'in verdiği karar da Cemiyet'e karşı olumsuz düşüncelerin artmasına yol açmıştır. Ancak gene de Türkiye Milletler Cemiyeti'nin konferanslarına ve silahsızlanma komisyonuna katılmış, teknik ve insani etkinliklerine ilgi göstermiştir. Türkiye MC'ye daha sonra üye olmuştur (18 Temmuz 1932).
Harita 7
Milletler Cemiyeti'ne üye olan ve olmayan devletler
Turuncu renkte olan yerler manda yönetimi altındaki bölgelerdir


Manda Sistemi
I. Dünya Savaşı'ndan sonra, eski Osmanlı ve Alman topraklarının bazıları üzerindeki yönetim yetkilerinin, Milletler Cemiyeti'nin belirlediği koşullar çerçevesinde, üye devletlerden biri tarafından kullanılmasına dayanan rejim.

Manda kavramı ilk kez 1919'da toplanan Paris Barış Konferansı'nda gündeme geldi ve 28 Haziran 1919'da imzalanan Milletler Cemiyeti Sözleşmesi'nin 22.ci maddesinde resmen tanımlandı.

Dünya siyasal tarihinde Birinci Dünya Savaşın’dan (1914-1918) sonra kullanılmaya başlayan bu terim kelime anlamı olarak Latince “Mandatum”, Fransızca “Manda” kelimelerinden gelmekte olup özellikle Vekâlet anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Devletler hukukuna göre manda altında bulunan devlet bağımsızlığı kısıtlı devletlerden sayılırdı.

Manda projesinin temelinde, I. Dünya Savaşı'nda yenilen Osmanlı Devleti ve Almanya'dan ayrılan ve Avrupa dışında kalan bölgelerin yönetimi sorunu yatıyordu. Dünya kamuoyunda sömürgeciliğe duyulan tepki nedeniyle, bu ülkelerin doğrudan doğruya galip devletlerarasında paylaşılması uygun görülmedi. Ayrıca barış konferansında etkin olan ABD, sömürgeci sistemin genişletilmesine karşı idi.

Savaştan galip çıkan itilaf Devletleri, Almanya’dan ve Osmanlı Devletinden kopan sömürgelerin ve bağımlı ülkelerin kendilerini yönetecek bir gelişme düzeyinde bulunmadıkları gerekçesiyle buralarda manda rejimi uygulama yoluna gittiler.

Buna göre mandater sıfatını taşıyan devletler Milletler Cemiyeti'yle yapacakları antlaşmalarda öngörülen koşullar çerçevesinde bağımsızlık koşullarını hazırlamak üzere vesayet görevini yerine getireceklerdi. Manda rejimi, Daimi Manda Yönetimleri Komisyonu'nun yönlendiriciliği ve yardımıyla, Milletler Cemiyeti Konseyi'nin gözetimi altında yürütülecekti. Komisyon, çoğunluğu mandater olmayan devletlerin yurttaşlarından seçilmiş 10 kişiden oluşmaktaydı. Manda altındaki ülkelerde yaşayanlara, Milletler Cemiyeti'ne dilekçeyle başvurma hakkı tanınmakla birlikte bu hak mandater devlet hükumeti aracılığıyla ve onun onayı alınarak kullanılabiliyordu. Komisyonun mandater devletler üzerindeki denetim yetkisi, gerçek anlamda bir yaptırım gücünün olmaması nedeniyle sınırlıydı.

Milletler Cemiyeti’nin getirdiği manda rejimi, coğrafi konumlarıyla siyasal ve ekonomi gelişmişlik düzeylerine göre; A, B ve C olmak üzere üç farklı tipte mandanın kurulmasını öngörüyordu. A tipi manda rejimi, Osmanlı Devleti'nden ayrılan bazı topluluklara ilişkindi. Bunlar, bağımsız uluslar olarak tanınabilecek bir gelişme düzeyine erişmiş ülkelerdi; kendi kendilerini yönetecekleri olgunluğa erişecekleri aşamaya ulaşana değin yönetimlerine bir mandaterin tavsiye ve yardımları yol gösterici olacaktı, Mandaterin seçiminde, bu toplulukların istekleri temel bir koşul olarak göz önüne alınacaktı.

Nisan 1920'de gerçekleştirilen düzenlemeyle Irak, Filistin ve Ürdün İngiliz mandasına, Suriye ve Lübnan da Fransız mandasına girdi.

Milletler Cemiyeti döneminde yalnızca Irak, İngiltere'nin önerisi üzerine 1931’de bağımsızlığını kazandı. Suriye ve Lübnan'ın Fransa ile manda rejiminin sona erdirilmesi konusunda yaptığı antlaşmalar, ancak II. Dünya Savaşı sırasında onaylandı. Ürdün'deki manda rejimi 1946'da yapılan antlaşmayla sona erdi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun Kasım 1947'deki kararıyla ikiye ayrılan Filistin'in bir kesimi Ürdün'e bırakılırken, Yahudilerin yerleştiği topraklarda İsrail Devleti kuruldu.

Milletler Cemiyetinin öngördüğü B tipi manda rejimi Orta Afrika'daki eski Alman sömürgelerini kapsıyordu. Bu tip mandada, geniş yetkilerle donatılan mandater devlet yönetimi doğrudan doğruya üstüne alıyor­du. Mayıs 1919'daki düzenlemeyle bugün Tanzanya'nın bir parçası olan Tanganika İngiliz, Kamerun ve Togo'nun büyük bölü­mü Fransız, Ruanda-Urundi de (günümüz­de Ruanda ve Burundi) Belçika mandasına bırakıldı.

Eski Alman topraklan olan Güneybatı Afrika ve bazı Büyük Okyanus adaları için öngörülen C tipi manda rejiminde, manda­ter devletin yasalarının uygulanması ve yer­li halkların korunması koşuluyla söz konusu toprakların mandater devlete bağlanması il­kesi benimsendi. Bu düzenlemeye göre Gü­ney Afrika, Güneybatı Afrika'nın (bugün Namibia); Avustralya, Yeni Gine'nin ve Na­uru'nun (İngiltere ve Yeni Zelanda'yla bir­likte); Yeni Zelanda, Batı Samoa'nın; Ja­ponya da Ekvator'un kuzeyindeki Büyük Okyanus adalarının mandaterliğini üstlen­di. B ve C tipi manda rejimi 1946'da yerini Birleşmiş Milletler Vesayet Sistemi'ne bı­raktı.  Ana Kaynak: Ana Britannica, cilt 15, s: 267
Harita: 8
Savaşın başındaki ve sonundaki durum


ANTLAŞMALAR

Ateşkes Antlaşmaları
a- Bulgaristan'la, SELANİK ATEŞKESİ (29 Eylül 1918)
b- Avusturya - Macaristan İmparatorluğuyla, ViLLAOUISTE ATEŞKESi (4 Ekim 1918)
c- Osmanlı Devleti'yle, MONDROS ATEŞKESİ (30 Ekim 1918)
d- Almanya'yla, RETHANDES ATEŞKESİ (11 Kasım 1918)


Barış Antlaşmaları
1- VERSAY -ALMANYA (28 Haziran 1919)
a- 1871 'de aldığı Alsas-Loren bölgesini Fransa'ya verecek,
b- Yeni kurulan Çekoslovakya ve Polonya Devletlerine toprak vermiştir,
c- "Saar" havzası kömür madenlerini Fransa'ya vermiştir,
d- Avusturya'yla birleşmesi yasaklanmıştır,
e- Ordu ve donanması azaltılmış, silah sanayisi kurması yasaklanarak, askeri ve ekonomik sınırlama getirilmiştir.
f- Almanya tüm sömürgelerini kaybetmiştir. Almanya'nın Çin'deki ayrıcalıkları ve Büyük Okyanus'taki adaları Japonya'ya devredilmiştir. Afrika’daki diğer sömürgeleri İngiltere, Fransa ve Belçika arasında paylaşılmıştır.
2- SEN-GERMAN (SAİNT -GERMAİN) - AVUSTURYA (10 Eylül 1919)
a Avusturya - Macaristan İmparatorluğu parçalanmıştır,
b-Bu topraklar üzerinde Avusturya Cumhuriyeti, Macaristan Krallığı ve Çekoslovakya Cumhuriyeti kurulmuştur,
c- Avusturya; Macaristan ve Yugoslavya'nın bağımsızlığını tanımak zorunda kalmıştır.
-Bosna-Hersek Yugoslavya'ya,
-Bukoriva Romanya'ya
-Galiçya Polonya'ya,
-Güney Tirol ise İtalya’ya verilmiştir.
3- NÖYYi (NEUİLLY) - BULGARISTAN (27 Kasım 1919)
Bulgaristan, Batı Trakya ve Makedonya topraklarını Yunanistan ve Yugoslavya'ya bırakmıştır. Böylece Ege deniziyle bağlantısı kesilmiştir.

4- TRİYANON – MACARİSTAN (4 Haziran 1920)
a. Presburg bölgesini Çekoslovakya’ya,
b. Hırvatistan'ı Yugoslavya'ya,
c. Transilvanya'yı Romanya'ya,
d. Burgerlan'ı Avusturya'ya bırakmıştır.

5- SEVR - OSMANLI DEVLETİ (10 Ağustos 1920)
Osmanlı Devleti’ni parçalayan bir antlaşmadır ama hukuki geçerliliği yoktur (bir sonraki konuda değinilecektir).

6- LOZAN - TBMM - (24 Temmuz 1923)
Esas barış antlaşmasıdır. Yeni Türk Devleti'nin bağımsızlığı resmen kabul edilmiştir. (bir sonraki konuda değinilecektir).


I. DÜNYA SAVAŞININ GENEL SONUÇLARI

1. En önemli sonucu: Almanya'nın siyasi, ekonomik ve askeri açıdan koşulları ağır Versay Antlaşmasını imzalamasıdır. Çünkü
-Almanya'nın ağır kayıplar vermesi,
-İtalya’nın savaştan ayrılmasına rağmen isteklerine kavuşamaması,
-Savaş sonrası gerçek bir barışın kurulamayıp Milletler Cemiyeti'nin taraşı politika izlemesi
II. Dünya Savaşı'nın çıkmasına neden olmuştur.

2- İmparatorluklar yerini ulusal devletlere bırakırken, cumhuriyet rejimi de yaygınlık kazanmıştır.
a) Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dağılmış yerine aynı topraklar üzerinde Avusturya, Macaristan, Yugoslavya ve Çekoslovakya devletleri kurulmuştur.
b) Polonya, Yugoslavya, Çekoslovakya Devletleri kurulmuştur. (yeni)
c) Almanya ve Avusturya'da krallık rejimi yerine Cumhuriyet rejimi ilan edilmiştir.

3- Rusya'da ilk kez sosyalist rejim kurulmuştur.

4- Savaştan en karlı çıkan devlet İngiltere olmuştur.

5- ABD savaştan ekonomisini güçlendirerek çıkmıştır.

6- Wilson ilkelerinden hareketle "Milletler Cemiyeti" kurulmuştur.

7- Sömürgeleşme politikası yön değiştirmiş, savaştan galip ayrılan sömürgeci devletler yenilen devletler üzerinde "Manda" yönetimleri oluşturarak sömürgelerini arttırmışlardır.



Tablo: BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN MALİYETİ

Para Birimi: ABD Doları
İTİLAF DEVLETLERİ
İTTİFAK DEVLETLERİ
SEFERBER EDİLEN İNSAN SAYISI
42 Milyon
23 Milyon

KAYIPLAR
5 Milyon (toplam)
4 Milyon (toplam)
3 Milyon (Fransa+Rusya)
3 Milyon (Alm+Avst)

1 Milyon (Osm)
HARCAMALAR
145.4 Milyar
63 Milyar

TOPLAM
YARALI
21 Milyon
TAŞINIR VE TAŞINMAZ MALLARA VERİLEN ZARAR
30 Milyar
GEMİ VE YÜK KAYBI
6.8 Milyon
ÜRETİM KAYBI
45 Milyon
TARAFSIZLARIN KAYBI
1.8 Milyon
ACİL YARDIM İÇİN SAVAŞ SONRASI HARCANAN MİKTAR
1 Milyar

Kaynak: Ana Britannica, cilt 4; s:203


Tabloyu ben yaptım DK


ÇALIŞMA SORULARI

1. Savaşın nedenleri bölümünde 4 temel neden sıralanmıştır. Sizce bunlardan hangisi en önemlisidir? Görüşünüzü argüman kullanarak destekleyiniz.

2. Okuma parçası 1’i okuduktan sonra tartışın (kendi kendimize düşünmemizden, kafamızda tartışmamızdan bahsediliyor)… Şu anda buna benzer bir dünya var mı? Düşüncelerinizi örnekler kullanarak açıklayınız.

3. İlk haritayı (harita 1) inceleyin ve tüm cephelerle ilgili yazılanları okuyun… Şimdi de önemli gördüğünüz en az 5 tane saptamada da bulununuz.

4. Okuma parçası 2’yi okuyun. Burada anlatılanlar size gerçekçi geldi mi? Neden?

5. Savaş nasıl genişlemiş? Bu soruyu Bulgaristan, İtalya ve Yunanistan açısından inceleyiniz. Ve şu soruyu yanıtlamaya çalışın: Bu devletler neden savaşa girmiş, esas meseleleri nedir?

6. Şimdi de ABD açısından düşünün… Bu devlet neden savaşa girmiş? Savaşa giriş nedeni diğerlerinin savaşa giriş nedenine benziyor mu?

7. Wilson İlkeleri’nin maddelerini inceleyin… Bu metnin esas meselesi nedir? İlkelerin ruhu, özü şudur diye ifade edilebilecek bir şey aklınıza geliyor mu? Tartışın ve yazın…

8. Okuma parçası 3’ü okuyun. Buna göre eğer “Rusya böyle bir savaşın içinde olmasaydı devrim olabilir miydi”, sorusunu örneklerle yanıtlamaya çalışın.

9. Paris Barış Konferansı’nın tarihsel önemini açıklayınız.

10. Milletler Cemiyeti’nin Manda sistemi ile ilgili nasıl bir ilişkisi vardır? Yazınız.

11. Manda Sistemi için Yeni Sömürgecilik cümlesini kullanmak doğru bir ifade midir? Görüşünüzü örneklerle açıklayın.

12. Son haritayı (harita 8)  inceleyin. Neler değişmiş? Tek tek saptayarak yazınız.


Şu kaynaklara da bkz.

Somme Savaşı: Videolu Anlatım
https://tr.khanacademy.org/humanities/world-history/euro-hist/world-war-i-fighting/v/battles-of-verdun-somme-and-the-hindenburg-line

Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok filminin analizi
https://sinemadatarih.blogspot.com/2017/12/garp-cephesinde-yeni-bir-sey-yok.html

I.Dünya Savaşı'nda Japonya'nın Faaliyetleri
https://tr.khanacademy.org/humanities/world-history/euro-hist/other-fronts-ww1/v/japan-in-world-war-i

Birinci Dünya Savaşı
https://kaynaklarlatarih.blogspot.com/2017/11/birinci-dunya-savas.html

Millet ve Milliyetçilik Üzerine Okuma Listesi
https://kaynaklarlatarih.blogspot.com/2017/09/millet-ve-milliyetcilik-uzerine-okuma.html

Kurşun Mühürlü Tren: Lenin, Almanların yardımıyla Rusya'ya geçiyor.
https://kaynaklarlatarih.blogspot.com/2017/06/kursun-muhurlu-tren-lenin-9-nisan-1917.html

Ortadoğu'ya İlişkin Gizli Antlaşmalar
https://kaynaklarlatarih.blogspot.com/2016/02/sykes-picot-ve-orta-doguya-iliskin.html

Siperlerde Hayat
https://kaynaklarlatarih.blogspot.com/2015/11/ani-belge-siperlerde-hayat.html