Felsefe-Psikoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Felsefe-Psikoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Haziran 2019 Pazartesi

Oidipus Kompleksi (Ödipal Karmaşa)

Oidipus Kompleksi (Ödipal Karmaşa)

Veysel Atayman
Önsöz Bölümü
Oidipus'un Sfenksle karşılaşması 1864
Sanatçı: Gustave Moreau

Tuhaftır, ama Sophokles’in bu ünlü tragedyasından yüzlerce yıl sonra, Avusturyalı bir ruh hekimi, “Oidipus” tragedyasının akraba ilişkilerini kültür ve psikoloji tarihinin vazgeçilmez “öyküsü” olarak belleklere kazıyacaktır. Tuhaftır çünkü Sigmund Freud,[1] Oidipus kompleksi modeline, doğrudan bu tragedyayı seyrettikten sonra değil de, bir başka büyük tragedyayı, W. Shakespeare’in[2] Hamlet’ini seyrettikten sonra şekil vermeye başlar. Babasını öldüren ve annesi ile evlenen amcasından intikam almaya kararlı genç Danimarka prensi Hamlet’in amcasını öldürmeyi en sona bırakmasını, Freud çok ilginç yorumlar: Hamlet de annesi ile kendisi arasındaki bastırılmış, yasak (ensest) ilişkinin dolaylı etkisi altındadır.

Psikanalizin bu kavrayışına göre, çocuğun gelişiminde kızların babalarına, erkeklerin annelerine cinsel ağırlıklı aşırı ilgi duyup onları sahiplenme isteği belirleyicidir. Bu nedenle kızlar anneyi, erkek çocukları babayı kendilerine rakip görürler. Ayrıca Yunan mitolojisinde ve bu mitolojiyi temel alan oyunda Elektra, Orestes ile birlikte kendi öz annesinin öldürülmesine yardımcı olur. Bu mitolojik örnek de, “Elektra kompleksi” diye bilinen psikanalitik olaya adını vermiştir.

Oidipus kompleksi’nin 3 ile 5 yaş arasında gelişip ortaya çıktığını ileri süren Freud, erkek çocuğun babası ile özdeşleşmesi ve giderek cinsel dürtülerini bastırmasıyla, annesini de artık bir cinsel obje olarak görme eğiliminden kurtulduğunu, dolayısıyla “ödipal sürecin” sağlıklı bir biçimde sona erdiğini varsayar. Anne-baba ile çocuk arasındaki ilişkinin aşırı yasaklayıcı, men edici olması durumunda, çocuk bu evreyi pek sağlıklı geçiremezse, gelişen “nevroz” ileride uç vermeye başlayacak, gelişkinlik döneminde psikanalitik sorunlara yol açabilecektir.

Freud, ruhsal aygıtı, üç merciye ayırmış, süperego ya da dilimizde üst-ben dediğimiz merciin, bu ödipal evrede bir yasaklayıcı merci olarak ortaya çıkıp geliştiğini ve bu süreci sona erdirme süreci içinde olgunlaştığını düşünmektedir. Bu aşamada Oidipus kompleksine karşı gelişen (ensesti yasaklayan) tepkiler, insan zihninin en önemli sosyal başarılarının da kaynağını oluşturur. (Bastırılan ödipal ilişkiden açığa çıkan enerji, özellikle kültür ve sanatın kaynağıdır ona göre!)

Lacan’ın[3] kavrayışında ödipal evre, onun “ayna evresi” dediği bir aşamanın sonucunda ortaya çıkar. Doğumuyla birlikte annesine adeta yapışık olan çocuk, kendisi ile annesini bir teklik olarak algılar. Derken bir ara anne çocuğu ile ayna karşısına geçecektir; işte bu görüntüde çocuk annesi ile kendisinin iki ayrı parça olduklarını algılar. Annesi ile kendisinin aynı ve tek şey, bir bütün oldukları yolundaki yanılsamayı algılayınca da, yeniden onunla bütünleşme özlemi duymaya başlar. Bu aşamada tekleşme arzusu artık “cinselleşmiştir” ve annesi üzerinde hak sahibi olan “baba” ile çocuk arasındaki gerginlik ortaya çıkar. Erkek çocuk annesi ile farkını, annesinin penisten yoksun oluşuna bağlar. Annesi kendisi gibi değildir, çünkü anne, erkek genital organı olan penisten yoksundur. Annesi ile özdeşleşme ya da onunla birlik olma, bütünleşme özlemi taşıması, bu isteğini devam ettirmesi demek, aynı yoksunluğu kendisinin de yaşaması demektir. Çocuk kendisini annesi ile özdeşleştirirse (Lacan’a göre) onun gibi olup çıkar; onunla birlik olmaya kalkarsa, bu kez de babasının kendisini cezalandırma ve annesi üzerinde hak sahibi olan bu “öteki” erkeğin, yani babasının kendisini kastare etme (penisten yoksun bırakma) riski ile karşı karşıya gelmesi demektir bu (çocuğun algısında). Bu riskle birlikte çocuk şimdi de babası ile özdeşleşme yoluna gidip, sosyal-cinsel gelişme yolunu bir başka cinsel objeye (annesi dışındaki bir kadına) yönelterek “normalleştirir”, ama anlaşılır nedenlerle bu öteki kadının annesine benzeme olasılığı çoktur. Öyleyse sağlıklı bir ödipal gelişme yolu (Lacan’a göre) baba ile özdeşleşme, anneyi nesnelleştirme (dıştaki başka kadına yönelme) biçiminde oluşacaktır. Bundan böyle babasına benzeyen, onu özdeşleşme modeli alan çocuk sosyal hayata devam edecektir.

Özellikle geçen yüzyılın büyük buluşu olan sinemada erkek kahramanın gelişme yolu, bir gelişme dramı olarak karşımıza çıktığı her yerde, (oidipal trajectory) erkek, bir dizi bunalımın içinden geçerek sonunda sosyal alandaki dengesine kavuşur.

“Psikolojici” edebiyat yorum yöntemi, bir metinde (tragedyada, öyküde, romanda, şiirde vb) kodlanan ve göstergelere bağlanan “psikolojik” sorunların yazarın bilinçdışından, bastırılmışın alanından geldiğini kabul eder. Freud’un “bildiğini bilmeme” dediği şeyler aranır bu metinlerde. Bu anlayıştan bakıldığında İokaste’ye söylettiği şu sözler bambaşka bir anlama bürünür. “Annemle evleneceğim diye korkma, çünkü birçok insan bugüne kadar rüyalarında anneleriyle yattığını görmüştür. Bunlara önem vermeyenler yaşamlarını rahat geçirirler.”

[1] Sigmund Freud (1856-1939): Psikanalizin kurucusu Avusturyalı nörolog.

[2] William Shakespeare (1564-1616): İngiliz şair ve oyun yazarı.

[3] Jacques Lacan (1901-1981): Fransız yapısalcı psikiyatr ve psikanalist.

Kral Oidipus, Sophokles, Önsöz Bölümümünden alıntı, Bordo-Siyah Yayınları

4 Haziran 2019 Salı

Apokaliptik Politikalar: Binyılcı İnanışlar ve Hala Süren Etkisi

Apokaliptik Politikalar: Binyılcı İnanışlar ve Hala Süren Etkisi

John Gray
Hong Xiuquan Göksel Taiping Ordusu'nun lideri.
İsa'nın küçük kardeşi olduğunu savunmuştur. 

Dünyayı Dönüştürmeyi Amaçlayan Ütopyalar, Binyılcı Hıristiyan İnançlarının Seküler Bir Uzantısıdır

"Yeni bir cennet ve yeni bir dünya: Çünkü, ilk cennet ve ilk dünya sona erdi" deniyor, Vahiy kitabında. "Cennet" sözcüğünü çıkarın ve yalnızca "yeni bir dünya"yı bırakın. İşte, tüm ütopyacı dizgelerin sırrı ve reçetesi elinizdedir.
E. M. Cioran[2]


Modern devrimci hareketlerin dini kökleri dizgeli bir biçimde ilk defa Norman Cohn'un The Pursuit of the Millennium (Binyılın Peşinde) adlı yaratıcı çalışmasında ortaya çıkarılmıştır.[3] Yandaşları açısından komünizmin birçok bakımdan din işlevi gördüğü çokça belirtilmiştir. Bu olgu düş kırıklığına uğramış eski komünistlerin makalelerinden oluşan ve Soğuk Savaş'ın başlangıcından hemen sonra yayımlanmış ünlü bir derlemenin başlığına da yansımıştır: The God that Failed (Sınıfta Kalan Tanrı).[4] Cohn benzerliklerin, ayırdına varılandan daha çok olduğunu gösterdi. Yirminci yüzyıl komünizmi en parlak döneminde Ortaçağ sonlarında Avrupa'yı sarsmış olan binyılcı hareketlerin birçok özelliğini yineledi. Sovyet komünizmi modern bir binyılcı devrimdi ve Nazizm de keza; bununla birlikte, birçok Nazi'yi harekete geçiren gelecek tasavvuru bazı açılardan daha olumsuzdu.

Bazı kilit terimlere açıklık getirmekte yarar olabilir. Kimileyin chiliast denilen binyılcılar  –chiliad bin parçadan oluşan herhangi bir şeydir ve Hıristiyan binyılcılar İsa'nın Yeryüzü'ne döneceğine ve yeni bir krallık kurup bin yıl boyunca hüküm süreceğine inanırlar–  apokaliptik bir tarih görüşüne bağlı kalırlar. Günlük dilde "apokaliptik" sözü bir felaketi ifade eder ama kutsal kitap dilinde bildirmek anlamındaki Yunanca bir sözcükten gelir; apokalips, göğe yazılmış sırların zamanın sonu geldiğinde açığa çıktığı bir vahiydir ve Seçilmişler açısından bunun anlamı felaket değil, kurtuluştur.


Eskatologya, sonuncu şeylere ve dünyanın sonuna ilişkin bir öğretidir (Yunancada eschatos "sonuncu" ya da "en uzak" demektir). Önce de işaret ettiğim gibi, ilk Hıristiyanlık eskatolojik bir külttü: İsa ve ilk müritleri dünyanın yakında yok olmaya yazgılı olduğuna inanıyorlardı. Böylece yeni ve kusursuz bir dünya ortaya çıkabilirdi. Bu olumlu özellik eskatologyada her zaman görülmez. Bazı pagan geleneklerde dünyanın sonunun tanrıların ölümü ve son felaket anlamına geldiği görülür. Naziler Hıristiyanlığa özgü bir demonolojiyi benimsemiş olmakla birlikte bu türden olumsuz bir eskatologya ideolojilerinin önemli bir öğesiydi. Bununla birlikte, Ortaçağ binyılcılığını ve seküler binyılcı hareketleri apokaliptik inancın olumlu bir biçimi körükledi: Dünyadaki kötülüklerin sonsuza dek ortadan kaybolacağı bir Ahir Zaman beklentisi. (Millenarianism'le millennialism arasında bazen bir ayrım yapılır. İlki, İsa'nın kelimenin tam anlamıyla geri döneceğine inanırken, ikincisi, bir tür kutsal krallığın gelişini gözler. Ancak, bu terimler tutarlı olarak kullanılmaz ve tersi belirtilmedikçe, bunları birbirinin yerine kullanacağım.)

Batı toplumlarını etkilediği biçimiyle binyılcılık Hıristiyanlığın bir mirasıdır. Dinlerin çoğu bir başlangıcı ve sonu olan bir öykü olarak tarih anlayışından yoksundur. Hindular ve Budistler insan yaşamını kozmik çevrimde bir an olarak görürler; kurtuluş bu bitimsiz devirden salıverilmek anlamına gelir. Hıristiyanlık öncesi Avrupa'da Platon ve öğrencileri insan yaşamını buna çok benzer bir biçimde görüyorlardı. Kadim Yahudilikte ise dünyanın bir sona yaklaşmakta olduğu düşüncesinden eser yoktur. Hıristiyanlık insanlık tarihinin erekbilimsel bir süreç olduğu inanışını aşılamıştır. Yunanca telos sözcüğü "son" demektir. İngilizcede son sözcüğü (end) ise hem bir sürecin vardığı son nokta hem de bir sürecin hizmet edebileceği bir amaç ya da niyet anlamına gelir. Hıristiyanlar tarihi erekbilimsel olarak düşünmek bakımından bunun her iki anlamda da bir sonu olduğu kanısındaydılar: tarihin önceden belirlenmiş bir amacı vardı ve bu gerçekleştiğinde bir sona varacaktı. Marx ve Fukuyama gibi seküler düşünürler "tarihin sonu" yollu söylemlerini payandalayan bu erekbilimi miras aldılar. Bundan dolayı tarihi, illa ki kaçınılmaz olmayan ama evrensel bir amaç güden bir hareket olarak görürler. İlerleme kuramları da erekbilimsel bir görüşe dayanmaktadır. Tüm bu anlayışların gerisinde tarihin olayların nedeni olarak değil, gayesi olarak anlaşılması gerektiği düşüncesi vardır ve bu gaye insanlığın kurtuluşudur. Bu düşünce Batı düşününe ancak Hıristiyanlıkla birlikte girdi ve o gün bugündür batı düşününü biçimlendirmektedir.

Binyılcı hareketler Hıristiyan Batı'yla sınırlı olmayabilir. 1853'te Göksel Taiping Ordusu adlı bir hareketin önderi olan ve İsa'nın küçük kardeşi olduğuna inanan Hong Xiuquan, Nanjing'de ütopyacı bir topluluk kurdu. Bu topluluk on bir yıl sonra yirmi milyonu aşkın insanın öldüğü bir çatışmanın ardından ortadan kalkıncaya dek varlığını sürdürdü.[5] Taiping Ayaklanması binyılcı düşüncelerin kışkırttığı birkaç Çinli ayaklanmasından biridir. Bu düşünceler Çin'e Hıristiyan misyonerler aracılığıyla gelmiş olabilir ama benzer türden düşüncelerin burada zaten mevcut olması da söz konusu olabilir. Bir yıkım döneminin ardından göksel bir kurtarıcının yol göstericiliğinde bir barış çağının geleceği yolundaki inanışlar bu ülkede üçüncü yüzyıldan beri görülüyor olabilir.[6]

İster benzersiz bir biçimde Batı kaynaklı olsun, ister olmasın, bu tür inanışların Batı yaşamı üzerinde biçimlendirici bir etkisi olmuştur. Ortaçağ binyılcılığı Hıristiyanlığın başlangıcına dek izi sürülebilen inançları yansıtıyordu. Jakobenizm, Bolşevizm ya da Nazizm gibi modern siyasal dinler binyılcı inanışları bilim olarak yeniden oluşturdular. Basit bir Batı uygarlığı tanımı yapmak mümkünse eğer, bunun binyılcı düşüncenin önemli rolüyle ilgili olarak ifade edilmesi gerekecektir.

Binyılcı inanışlar bir şey, binyılcı hareketler başka bir şey ve binyılcı rejimler daha başka bir şeydir. Binyılcı bir hareket ancak belirli bir tarihsel koşulda ortaya çıkar. Bazen bu, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Çarlık Rusya’sı ve Weimar Almanya’sında görüldüğü gibi, büyük ölçekli toplumsal bir çalkantı durumudur; kimileyin de, Amerika Birleşik Devletleri'nde 11 Eylül'de olduğu gibi travmatik bir olaydır. Bu tür hareketler çoğunlukla felaketlerle bağlantılıdır. Binyılcı inanışlar algıyla gerçeklik arasındaki normal bağın koptuğu bir tür bilişsel uyuşmazlık belirtisidir.[7] Rusya ve Almanya'da savaş ve ekonomik çöküş yetkin binyılcı rejimler ortaya çıkarmışken, Amerika'da benzeri görülmemiş bir terör saldırısı, gereksiz bir savaşın ve anayasada bir değişikliğin de içinde bulunduğu bir binyılcı salgına yol açmıştır. Binyılcı inanışların siyasette ne zaman ve nasıl belirleyici bir güç durumuna geldiği tarihsel rastlantılara bağlıdır.

Apokaliptik inançlar Hıristiyanlığın doğuşuna ve daha öncesine dayanır. Bu inançların Hıristiyanlık tarihi boyunca tekrar tekrar ortaya çıkmaları dindışı alandan bir saldırı değildir: Başlangıçtan beri var olan bir şeyin işaretidir. İsa'nın öğretisi insanlığın son günlerini yaşamakta olduğu inanışına dayanıyordu. Eskatologya İsa'nın esinlediği hareket açısından can alıcıydı. Bu bakımdan İsa Yahudi bir apokalips geleneğine aitti ama apokaliptik inançlara eşlik eden köktenci düalist dünya görüşü kutsal kitap Yahudiliğinde hiç görülmez. Eskatologyanın İsa'nın öğretisindeki önemli rolü diğer geleneklerin etkisini yansıtmaktadır.

Çağdaş tarih bilimi İsa'nın heterodoks bir karizmatik Yahudilik akımının üyesi olduğunu makul bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde göstermiştir.[8] İsa'nın müritleri için kullanılmaya başlanan "Hıristiyan" terimi Yunanca christos ya da "meshedilmiş olan" sözcüğünden gelir ve İbranice ve Aramicede "mesih"in de anlamı budur. İbrani Kutsal Kitabı'nda çok az geçen "Mesih" terimi krala ya da yüksek rahibe verilen bir unvandır. Hıristiyanlığın Paulus döneminden itibaren evrensel bir din olarak gelişmesiyle birlikte "mesih'' Tanrı tarafından bütün insanlığın kefaretini ödemek üzere gönderilmiş tanrısal bir kişi anlamını edinmiştir.

Başlangıçta yalnızca diğer Yahudilere yönelik bir ileti olan İsa'nın öğretisi eski dünyanın sona ermekte ve yeni bir krallığın kurulmakta olduğu yolundaydı. Yeryüzü meyveleri sınırsız bir bollukta olacaktı. Yeni krallığın sakinleri –yeniden yaşama döndürülecek erdemli ölüler de içinde olmak üzere– fiziksel ve ruhsal hastalıklardan kurtulacaklardı. Yozlaşmanın olmadığı yeni bir dünyada yaşayarak ölümsüz olacaklardı. İsa bu yeni krallığı duyurmak ve yönetmek üzere gönderilmişti. İsa'nın etik öğretisinde özgün ve dikkat çekici birçok şey vardır. Diğer Yahudi peygamberlerin yapmış oldukları gibi zayıf ve güçsüzleri savunmakla kalmamış, toplumdışına itilmiş kimselere de kucak açmıştı. Bununla birlikte, yeni bir krallığın hazırda olduğu inancı onun iletisinin can damarıydı ve müritlerince de öyle kabul edildi. Yeni krallık gelmedi, İsa tutuklandı ve Romalılarca idam edildi. Hıristiyanlık tarihi kurucu nitelikteki bu eskatolojik düş kırıklığı deneyimiyle baş etmeye yönelik bir dizi girişimdir.

Bu çıkmaz Albert Schweitzer'ın gözünden kaçmamış ve şöyle yazmıştır:
İsa insanoğlu olarak geleceği bilgisiyle tarihin doğal akışını sona erdirecek sonuncu devrim için dünyanın çarkına yapışır. Çark dönmeyince, üzerine kapanır. Döndüğündeyse, eskatolojik durumu, yani kusursuz bağlılık ve suçsuzluk durumunu getirmek yerine, onu ezer geçer. İsa böyle bir durumu ortadan kaldırmıştır.[9]

Aslında, eskatolojik umut yıkılmamıştı. İsa'nın ilk Kilise'deki müritleri arasında onun ölüler arasından dirildiği ve göğe yükseldiği inancı oluştu. Çok geçmeden İsa'nın dünyanın sonu öğretisini içsel bir değişim metaforu olarak yorumlama girişiminde bulunuldu.

Aziz Paulus'ta Tanrı'nın krallığının tinsel bir değişim alegorisi olduğunun işareti zaten vardır. İsa hareketini muhalif bir Yahudi mezhebinden evrensel bir dine dönüştüren kişi herkesten çok Paulus'tur; Tarsuslu Saul diye de anılan Helenleştirilmiş bir Yahudi’ydi. Paulus İsa'nın ilk müritlerinin dünyanın bir sona yaklaşmakta olduğu beklentilerini paylaşıyordu ama tüm insanlık için geçerli bir Son görüşü için yolu açtı. Aziz Augustinus (İS 354–430), İsa ve müritlerini harekete geçiren eskatolojik umutları etkisiz kılmaya yönelik daha dizgesel bir uğraş verdi. Başlangıçta kötülüğü dünyanın değişmez bir özelliği olarak gören Manicilik dinine bağlanmıştı ve teolojisinde bu görüşün belirgin izleri görülmektedir. Mani aydınlıkla karanlık arasındaki savaşın sonsuza dek süreceğine inanırken, İsa'nın müritleri kötülüğün hepten ortadan kalkacağı bir Ahir Zaman'ı bekliyorlardı. Augustinus insanın giderilmesi olanaksız bir biçimde kusurlu olduğuna inanıyordu ve bu ilk günah öğretisi Hıristiyan ortodoksluğun temel ilkesi oldu. Yine de, Hıristiyanlık bunu İsa'dan çok Mani'ye borçlu olabilir.

Augustinus Hıristiyan inancını yeniden formüle ederken Platonculuğun da büyük etkisi altında kaldı. Platon'un tinsel şeylerin sonsuz bir dünyaya ait oldukları yolundaki görüşünden çok etkilenerek zamanın sonunun tinsel bir açıdan anlaşılması gerektiğini belirtti; gelecekte bir ara gerçekleşecek bir olay olarak değil, her an olabilecek içsel bir dönüşüm olarak. Augustinus Hıristiyanlığa aynı zamanda Dünya Devleti ve Tanrı Devleti arasında kategorik bir ayrım düşüncesini de getirdi. İnsan yaşamı ilk günahla damgalandığından, iki kent asla bir olamaz. İnsanın cennetten kovuluşundan bu yana kötülük her insanın yüreğinde iş başındadır; bu dünyada alt edilmesi olanaksızdır. Bu öğreti Hıristiyanlığa hiçbir zaman bütün bütüne yitirmediği anti–ütopyacı bir eğilim kazandırdı ve Hıristiyanları insana dair meselelerde temel bir değişiklik beklentisinde olan herkesin yaşadığı düş kırıklığından kurtardı. Kötülüğün ortadan kaldırılabileceği inancı, ki Ortaçağ binyılcılarına esin vermiş ve Bush yönetiminde yeniden su üzerine çıkmıştır, Augustinusçu açıdan hiç ortodoks değildir. Bununla birlikte, bu türden bir inanış İsa'nın müritlerinin ait oldukları apokaliptik kültün önemli bir özelliğiydi. Batı tarihi boyunca yinelenen binyılcılık salgınları Hıristiyanlığın köklerine heretik bir dönüştür.

Augustinus Son'a ilişkin umudu sözcüğü sözcüğüne almayarak, eskatologyayı içinde barındırdığı riskleri azaltarak muhafaza etti. Tanrı krallığı zaman dışı bir dünyada vardı ve bunun simgelediği içsel dönüşüm tarihin herhangi bir anında gerçekleştirilebilirdi. Efes Konsili'nin 431'de binyılcılığı (millennialism) mahkûm etmesiyle birlikte Kilise bu Augustinusçu görüşü benimsediyse de, bu İsa'yı esinlemiş olan inançlara geri dönen binyılcı (chiliastic) hareketlerin patlak vermesine engel olmadı. Binyılcılığın Kilise'deki rolüne de son vermedi. On ikinci yüzyılda Fiore'li Joachim (1132–1202) Augustinus'un teolojisini tersine çevirdi. Kutsal yazılardan içrek bir anlam çıkardığına inanarak –Kutsal Topraklar'daki seyahati sırasında bir tür tinsel aydınlanma yaşamış bir Sistersiyen tarikatı başkeşişiydi– Hıristiyan Üçleme öğretisini insanlığın üç evreden geçerek yükseldiği bir tarih felsefesine dönüştürdü. Baba Çağı'yla başlayıp Oğul Çağı yoluyla Ruh Çağı'na, Son Yargı'ya dek sürecek evrensel bir kardeşlik dönemine doğru ilerleyecekti. Her çağın bir önderi vardı; ilkinde İbrahim baştaydı, ikincisindeyse İsa. Kutsal üçlemedeki üçüncü kişinin cisimleştiği yeni ve sonuncu önder Joachim'in 1260'ta gelmesini beklediği Üçüncü Çağ'ı başlatacaktı. Joachim'in üçlemeci tarih felsefesi Ortaçağ Hıristiyanlığını eskatalogya ateşiyle yeniden harmanladı ve üç evreli bu düzenlemesi sonraki birçok Hıristiyan düşünürde yeniden ortaya çıktı. Fransisken tarikatının köktenci bir kanadınca benimsenen Joachimci kehanet güney Avrupa'daki binyılcı hareketlere esin verdi. Almanya'da İmparator II. Friedrich'in çevresinde mesihçi bir kültün oluşmasına yardımcı oldu. II. Friedrich bir Haçlı Seferi sırasında Kudüs'ü fethettikten sonra kendini Kudüs kralı olarak taçlandırmış ve Papa IX. Gregorius tarafından Deccal'likle suçlanmıştı.

İnsanlık tarihinin üç evreye bölünmesinin seküler düşün üzerinde derin bir etkisi olmuştur. Hegel'in insan özgürlüğünün üç diyalektik evreden geçerek evrildiği yolundaki görüşü; Marx'ın ilkel komünizmden sınıf toplumu yoluyla küresel komünizme ilerleme yolundaki kuramı; Auguste Comte'un insanlığın dinsel evreden metafizik ve bilimsel gelişim evrelerine geçerek evrildiği yolundaki Olgucu tasavvuru üç bölümlü bir şemanın tekrarlarıdır. Tarihin alışılmış üç evreye bölünmesi –Antikçağ, Ortaçağ ve Modern Çağ– Joachimci düzenlemeyi yineler. Daha dikkat çekici olan, sonraki bölümde de görüleceği gibi, Joachim'in Nazi devletine Üçüncü Reich adını veren bir üçüncü çağ kehanetiydi. (Antikçağ ve Modern Çağ gibi kavramlar vazgeçilmez sanat terimleri olmuştur ve bunların ifade ettikleri düşünce şemasını eleştirsem de bunları kullanacağım.) 

Apokalipsin seküler versiyonlarında yeni çağ insan edimi yoluyla oluşur. İsa ve müritlerine göre, yeni krallık ancak Tanrı'nın istemiyle oluşabilirdi; ne var ki, Tanrı'nın istemine Beliyal ya da Şeytan olarak kişileştirdikleri kötülüğün gücü karşı koyuyordu. Bu bakışa göre dünya iyi ve kötü güçler arasında bölünmüştür; insanlığın şeytanca bir güç tarafından yönetilebileceği yollu bir ima bile vardır. İbrani Kutsal Kitabı'nda böyle bir şey görülmez. Şeytan, Eyüb'ün Kitabı'nda kötülüğün kişileşmesi değil, Yehova'nın elçisi olarak boy gösterir. Dünyanın iyi ve kötü güçler arasında bir savaş alanı olduğu görüşü ancak sonraki İbrani apokaliptik geleneklerde ortaya çıkmıştır.

Zerdüştçü Zurvanizm diniyle Ölü Deniz Tomarlarında yazıya geçirilmiş türden apokaliptik İbrani inanışları arasında pek çok benzerlik vardır ve İbrani apokaliptik düşünü büyük olasılıkla Zerdüştçülük'ün etkisini yansıtır. İnsan yaşamını aydınlıkla karanlık arasında aydınlığın zaferiyle sonuçlanabilecek bir savaş olarak düşünen ilk kişi Zerdüşt olsa gerektir. Zarathustra olarak da bilinen bu İranlı peygamber İÖ 1500 ile 1200 yılları arasında bir dönem yaşamıştı. Zerdüştçülük dünyanın en barışçıl dinlerindendir. Bununla birlikte Zerdüşt; Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık üzerindeki biçimlendirici etkisinden dolayı Batı tarihi boyunca tekrar tekrar patlak veren inanca dayalı şiddetin en büyük kaynağı olabilir.

İnsan yaşamı birçok gelenekte iyilik ve kötülük arasındaki bir savaş olarak görülmekle birlikte bu çatışmanın ilelebet süreceği kanıksanmıştır. Aydınlıkla karanlık arasındaki bitmez tükenmez almaş Mısır mitinde de görülür. Kimileri bu mücadelenin karanlıkla sonlanmasını beklemiştir; İÖ sekizinci yüzyılda yaşamış olan Yunan ozan Hesiodos insanlık tarihini ilksel bir Altın Çağ'dan insanlığın ortadan kalkacağı bir demir çağına doğru olan bir gerileme süreci olarak resmetmiştir. Kusursuz toplumu andıran bir şey varsa eğer, bu geçmiştedir; hiçbir zaman bu kozmik mücadelenin aydınlığın zaferiyle sonuçlanabileceği düşünülmemiştir. Zerdüşt bile bunun zaferinin önceden belirlenmiş olduğuna inanmıyor olabilirdi. Zerdüştçü metinler, dünyanın sonunu bildirmek yerine, peygamberin müritlerini sonucu kuşkulu bir mücadeleye çağırırlar. Yine de, iyiliğin üstün gelebileceği inancı insan düşününde yeni bir gelişmeydi ve bilebildiğimiz kadarıyla, Zerdüşt'ten kaynaklanıyordu.[10]

Bu ikici dünya görüşü Mani dini tarafından miras alındı. Mani İS 216 dolayında Babil'de doğmuş ve 277'de Zerdüştçü otoriteler tarafından heretik olarak şehit edilmiş sonraki İranlı peygamberdir ve öğretisinin Augustinus üzerinde büyük etkisi olmuştur. Mani bir aydınlık ve karanlık ikiciliğinin dünyanın değişmez bir özelliği olduğuna inanması bakımından Zerdüşt'ten ayrılıyordu. Manicilik Çin'e kadar yayıldı ve bu süreçte Budizm'in bazı imgelerini ve simgeciliğini benimsedi. Maniciler bu dönüşümler sırasında kötülüğün kökünün asla kazınamayacağına olan inançlarını korudular. Mani dini bu noktada Zerdüştçülük'ten ve İsa'nın öğretisinden kökten ayrılır.

Manici ikicilik, Hıristiyanlığın zulmüne uğramış olmasına karşın günümüze dek türlü türlü kılıkta yeniden ortaya çıkan Gnostisizmin bir parçası oldu. Gnostisizm içinden çıkılmaz karmaşıklıkta bir gelenek olmakla birlikte şeytanca güçlerin yönetimindeki karanlık bir dünyaya ilişkin temel tasavvurunun din tarihi üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. İsa'nın ölümünden sonraki ilk birkaç yüzyıl boyunca Hıristiyanlık içinde Gnostik bir akım vardı ve yalnızca İsa'nın aktardığı gizli öğretileri paylaşanların kurtulabileceği savıyla diğerlerinden ayrılıyordu. Gnostisizm terimi bilgi anlamındaki Yunanca gnosis sözcüğünden geliyor ve Hıristiyan inancının neredeyse her bakımdan kıyasıya tartışıldığı ilk Hıristiyanlık döneminin çalkantılı dünyasında Gnostikler yalnızca bir tür içrek tinsel anlayışa sahip olanların –belki sayılı insanın– kurtulacağı ve bunun bu dünyadaki fiziksel bir ölümsüzlükten değil, insan bedeninden ve maddi dünyadan kurtulmaktan oluştuğu inancını temsil ediyorlardı. Bu inançlar dizisi, her ne kadar İsa'nınkiyle çok ortak yanı olmasa da ve ilk Kilise tarafından kınansa da, Hıristiyanlığın bir bileşeni olmaya devam etti. Gnostiklerin metinlerinden geriye kuşkuya yer bırakmayacak çok az şey kalmıştır ama Gnostisizm'in bir çeşidinin Katharcılar arasında yeniden ortaya çıktığı anlaşılıyor. Katharcılar on ikinci yüzyıl Fransa'sında Papa III. Innocentius onlara karşı bir haçlı seferi başlatıncaya ve (yarım milyon dolayında insanın öldürüldüğü kırk yıllık bir savaştan sonra) tarihten neredeyse silininceye dek varlık gösterdiler. Bununla birlikte, Gnostisizm ortadan kalkmadı. Varlığını sürdürdü ve –Gnostik geleneklere ilişkin usta işi bir incelemenin yazarı olan Hans Jonas'a göre– Martin Heidegger'in felsefesi de içinde olmak üzere beklenmedik birçok kılıkta ortaya çıkarak kendini yeniden yarattı.[11]

Ne var ki, Hıristiyanlık tarihi boyunca tekrar tekrar çıkan binyılcılık salgınlarında yeniden baş gösteren Gnostisizm değildi. İyilikle kötülük arasında kozmik bir savaş olduğuna duyulan inançtı. Bu İsa ve müritlerini harekete geçirmiş olan bir inançtı ve Zerdüşt'ün ikici dünya görüşünü yineliyordu. Zerdüşt'ün dünya görüşü Batı tektanrıcılığı –İslam ve modern siyasal dinler bunun vazgeçilmez birer parçasıdır– üzerindeki biçimlendirici etkisi yoluyla Batı düşünü ve siyasetini büyük ölçüde şekillendirdi. Nietzsche iyilik ve kötülüğün Zerdüşt'ün bir icadı olduğunu söylerken abartıyor olabilirdi ama bütün bütüne yanılmıyordu.

Hıristiyanlık Batı uygarlığının özüne eskatologyayı aşıladı ve Augustinus'a rağmen bu zaman zaman yeniden ortaya çıktı. On birinci ve on altıncı yüzyıllar arasında İngiltere ve Bohemya'da, Fransa ve İtalya'da, Almanya ve İspanya'da ve Avrupa'nın daha başka birçok yerinde binyılcı inançların esinlediği hareketler boy gösterdi. Bu hareketlere ilgi duyan insanlar ister savaş, veba ya da ekonomik zorluklardan etkilenmiş olsunlar, ister olmasınlar, bu hareketler kendilerini artık tanıyamadıkları ya da özdeşleşemedikleri bir toplumda bulan topluluklar arasında gelişti. Bunlar arasında en olağandışı olanı birkaç yüzyıl boyunca Avrupa'nın birçok yerine yayılmış bir pir ve müritler ağı olan Özgür Ruh Kardeşliği'ydi.[12] Özgür Ruh bir Hıristiyan heretikliğinden ibaret olmayabilirdi. Özgür Ruh'un kimileyin Beghardlar ya da kutsal dilenciler olarak bilinen müritleri on ikinci yüzyılda İspanya'da ve daha başka yerlerde benzer heterodoks inançlar vaaz eden Sufilerinkine benzer giysiler giyiyorlardı ve Özgür Ruh aynı zamanda hâlâ varlık gösteren ve hiçbir zaman yalnızca Hıristiyan olmayan Gnostik geleneklerden esinlenmiş olabilirdi. Her durumda, Özgür Ruh Kardeşleri –Hıristiyan ya da Müslüman– her şeyden önce ortalama bir anlayışın ötesindeki bir deneyim türüne eriştiklerine inanan gizemcilerdi. Bu aydınlanma, Kilise'nin sandığı gibi, inançlının yaşamında Tanrı tarafından bir lütuf olarak bahşedilmiş ender bir olay değildi. Bunu deneyimlemiş olanlar günaha girmekten âcizdi ve –kendi gözlerinde– artık Tanrı'dan ayırt edilemezlerdi. Sıradan insanlığı sınırlayan ahlaksal bağlardan kurtulduklarından, istediklerini yapabilirlerdi. Bu tanrısal bir biçimde ayrıcalıklı olma duygusu tüm yerleşik kurumların –yalnızca Kilise'nin değil, ailenin ve özel mülkiyetin de– tinsel özgürlüğün önünde bir engel olarak mahkûm edilmesi biçiminde ifade edilmişti.

Bu tür gizemci inançların uygulamada büyük bir etkisinin olmayabileceği düşünülebilir. Aslında, yaklaşmakta olan bir Ahir Zaman'la ilgili binyılcı inanışlarla etkileşerek geç Ortaçağ Avrupası'nın birkaç yerindeki köylü ayaklanmalarını körüklemekte yardımcı oldu. Bu patlayıcı karışım Almanya'nın kuzeybatısındaki Münster kentinde bir komünizm deneyimine yol açtı. On altıncı yüzyıl başlarına gelindiğinde, Avrupa'nın çeşitli yerlerinde Katolik Kilisesi'ni yerinden eden Reformasyon, teolojisi, ortaya çıkmakta olan modern devlete itaati işaret eden Luther'in ya da kilisenin yönetimindeki katı kurumlarda ısrar eden Calvin'in tasavvur etmediği kadar köktenci mezhepler doğurmaktaydı. Bunlar arasındaki başlıca mezhep ilk Hıristiyanlığın öğretilerini geri getirmeyi amaçlayan bir hareket olan Anabaptistlerdi. Bu hareketi oluşturan mezhepler inançlının Kilise'yi ve baskın toplumsal düzeni reddinin bir simgesi olarak ikinci bir vaftiz uygulamasını teşvik ettiler. 1534 başlarında Anabaptistler, çok sayıda vaizin, rahibenin ve halktan insanın Anabaptistliği benimsemesini sağladıktan sonra, ilk silahlı ayaklanmalarını gerçekleştirdiler ve Münster belediyesiyle pazar yerinin denetimini ele geçirdiler. Bu kent Anabaptistlerin bir kalesi oldu. Yakın kentlerdeki Anabaptistler buraya akın ederken, Lutherciler de buradan kaçtılar. Dünyanın geri kalanının Paskalya'dan önce yıkılacağı ama Münster'in kurtulup Yeni Kudüs olacağı ilan edildi.
Münster İsyanı'nın lideri Jan Bockelson veya Leidenli Jan

Katolikler ve Lutherciler kovuldularsa da kalanlar kent meydanında yeniden vaftiz edildiler. Katedral yağmalandı ve buradaki kitaplar yakıldı. Sonra, Kutsal Kitap dışındaki tüm kitaplar yasaklandı. Ortak mülkiyet yolunda ilk adımlar atıldı. Para, altın ve gümüşün bütünüyle devredilmesi gerekmişti. Evlerin kapıları her zaman açık tutulmalıydı. Eski bir terzi çırağı olan Jan Bockelson'ın önderliğinde (Leidenli Jan olarak bilinir) bu önlemler daha ileri götürüldü. Özel mülkiyet yasaklandı ve çok çeşitli suçlar için ölüm cezasının yanı sıra iş denetimi getirildi. Kocalarına itaat etmek istemeyen kadınlar ölüme mahkûm edilebiliyordu; zina işleyenler de öyle, ki bu Anabaptist topluluktan olmayan biriyle evlenmeyi de kapsıyordu. Bu püriten rejim uzun sürmedi. Bir tür çokeşlilik yürürlüğe girdi ve buna göre bir kadının evlenmemesi ölümle cezalandırılacak bir suçtu. Bu da uzun sürmedi; bazı kadınlar buna uymayı kabul etmediler ve idam edildiler. Sonrasında, kolayca boşanmak olanaklı oldu ve bu bir çeşit özgür aşka yol açtı.

1534 yılı sonbaharında Bockelson kendini Münster kralı ilan etti. Kendini yalnızca dünyevi bir hükümdar olarak değil, dünyanın son günlerine başkanlık eden bir Mesih olarak da görüyordu. Jakobenlerin örnek alacakları bir yenilik olarak sokak ve yapılara yeni adlar verdi ve yeni bir takvim yürürlüğe koydu. Bu yeni düzenin ilk günleriyle birlikte kadınların ön sırada geldiği idamlar başladı. Artık kent Kilise'ye bağlı güçlerin ağır kuşatması altındaydı ve halk açlık çekiyordu. Bockelson açlıktan kırılan tebaasının dikkatini başka yöne çekmek için göz kamaştırıcı kutlamalar –yarışlar, danslar ve tiyatro oyunları– yapılmasını emretti. Aynı zamanda izinsiz toplantıları yasakladı. Açlık devam etti ve 1535 Haziran'ında kentin savunma sistemi kırıldı. Bockelson yakalandı. Halk önünde aylarca küçük düşürüldükten sonra kent meydanında kızgın demirle işkence edilerek öldürüldü.

Münster'de Leidenli Jan'ın kurduğu dinerkil–komünist rejim binyılcılığın tüm işaretlerini taşır. Norman Cohn binyılcı mezhep ve hareketleri beş ayırt edici özelliği olan bir kurtuluş düşüncesine bağlı olarak tanımlar: İnançlılar topluluğunun yararlanması bakımından ortaklaşadır; cennetten ya da öbür dünyadan çok yeryüzünde gerçekleşmesi bakımından dünyevidir; yakında ve ansızın ortaya çıkacak olması bakımından ufuktadır; yeryüzündeki yaşamı iyileştirmenin yanı sıra dönüştürmesi ve kusursuzlaştırması bakımından bütünseldir; gelişinin tanrısal aracılıkla olması ya da gerçekleşmesi bakımından mucizevidir.

Jakobenlerden başlayarak modern devrimciler bu görüşleri paylaştılar ama binyılcılar dünyayı ancak Tanrı'nın yeniden yaratabileceğine inanırken, modern devrimciler bunun ancak insanlık tarafından yeniden biçimlendirilebileceğini düşündüler. Ortaçağ'da inanılan her şey kadar inandırıcılıktan uzak bir anlayıştır bu. Belki de bundan dolayı her zaman bilimin yetkesine sahip bir şey olarak sunulmuştur. Modern siyaseti insanlığın ezeli günahlardan bilginin gücü sayesinde kurtulabileceği düşüncesi gütmüştür. En köktenci biçimleriyle bu inanç, son iki yüzyılı tanımlayan devrimci ütopyacılık deneylerine payanda olmuştur.

Dipnotlar
[2] E. M. Cioran, History and Utopia, Londra, Quarter Books, 1996, s. 81.
[3] Norman Cohn, The Pursuit of the Millennium: Revolutionary Millenarians and Mystical Anarchists of the Middle Ages, Londra, Secker and Warburg, 1957; bütünüyle gözden geçirilmiş basım, Londra, Paladin, 1970. Cohn'un Ortaçağ'daki binyılcılığı yorumlayışı David Nirenberg tarafından eleştirilmiştir: Communities of Violence: Persecution of Minorities in the Middle Ages, Princeton NJ, Princeton University Press, 1996, s. 3–4.
[4] R. H. Crossman (ed.), The God that Failed, New York ve Chichester, Sussex, Columbia University Press, 2001; ilk basım, Hamish Hamilton, Londra, 1950. Bu kitapta Arthur Koestler, Ignazio Silone, Richard Wright, Andre Gide, Louis Fischer ve Stephen Spender'ın makaleleri bulunmaktadır.
[5] Jonathan Spence'in parlak çalışmasına bakınız: God's Chinese Son: The Taiping Heavenly Kingdom of Hong Xiuquan, Londra, Harper Collins, 1996, s. xix.
[6] Age, s. xxi.
[7]Olağan algı örüntülerindeki bozulmaya bir yanıt olarak binyılcı hareketler üzerine bir çalışma için, bkz. Michael Barkun, Disaster and Millennium, New Haven, Yale University Press, 1974.
[8] Bunun Hıristiyan kökeni konusunda çok engin ve tartışmalı bir yazın vardır. Bununla birlikte, İsa'nın karizmatik bir Yahudi öğretmen olarak portresi için, bkz. Geza Vermes, Jesus the ]ew: A Historian's Reading of the Gospels, Londra, William Collins, 1973. Yeniden basımı için, bkz. Fortress Press, Philadelphia, 1981. İsa'nın doğumuna ilişkin bir inceleme için, bkz. The Nativity: History and Legend, Londra, Penguin, 2006. A. N. Wilson kendi kusursuz kitabında İsa'nın Vermes'dekine benzer bir portresini çizmektedir: Jesus, Londra, Pimlico, 2003. Eskatologya inanışının İsa'nın öğretisindeki önemli rolünü görmek için, bkz. Norman Cohn, Cosmos, Chaos and World to Come: The Ancient Roots ofApocalyptic Faith, 2. basım, New Haven ve Londra, Yale University Press, 1995, 11. Bölüm.
[9] Albert Schweitzer, The Quest for the Historical Jesus, New York, Dover, 2006, s. 369. Schweitzer'den bu bölümü Philip Rieff ölümünden sonra yayımlanmış olan güzel kitabında alıntılamıştır: Charisma: The Gift of Grace, and How it Has Been Taken Away from Us, New York, Pantheon Books, 2007, s. 69.
[10] Zerdüşt'ün aydınlıkla karanlık arasındaki savaşın sonucunun belirsiz olacağına inanmış olabileceği konusunda, bkz. R.C. Zaehner, The Teachings of the Magi, Oxford, Oxford University Press.
[11] Hans Jonas, The Gnostic Religion, 2. basım, Boston, Beacon Press, 1963, 13. Bölüm, s. 320–340. Gnostisizm'e ilişkin başka sağlam görüşler için, bkz. Kurt Rudolph, Gnosis: The New Nature and History of Gnosticism, San Francisco: HarperCollins, 1987; Elaine Pagels, The Gnostic Gospels, New York, Random House, 1989.
[12] Özgür Ruh heretikliğine ilişkin genel bir değerlendirme için bkz. Cohn, The Pursuit of the Millenium, özellikle 8. ve 9. bölümler. Cohn'un Özgür Ruh'a ilişkin anlatısı Robert E. Lerner tarafından eleştirilmiştir: The Heresy of the Free Spirit in the Later Middle Ages, Notre Darne, University of Notre Dame Press, 1991.
[13] Cohn, The Pursuit of Millenium, s. 13.

Kara Ayin, John Gray, Çev. Bahar Tırnakçı, Cogito, YKY, s. 14-26

25 Şubat 2019 Pazartesi

Modernliğin Getirdiği Üç Sıkıntı

Modernliğin Getirdiği Üç Sıkıntı

Charles Taylor*

Bu kitapta modernliğin bazı sıkıntılarından söz etmek istiyorum. Sıkıntıyla kastettiğim, uygarlığımız “gelişirken”, çağdaş kültürümüzün ve toplumun insanların kayıp ya da çöküş olarak yaşadığı yönleri. İnsanlarda zaman zaman, son yıllarda ya da son 30-40 yılda -diyelim II. Dünya Savaşı’ndan ya da 1950’lerden bu yana- önemli bir çöküşün ortaya çıktığı hissi uyanıyor. Bazen de kayıp yılların çok daha uzun bir tarihsel dönemi kapsadığı düşünülüyor ve 17. yüzyıldan başlayarak tüm modern çağın bir çöküş dönemi olarak değerlendirilmesine sık sık rastlanıyor. Zaman ölçeği büyük farklılıklar gösterebildiği halde, çöküş temaları üzerinde belirli ölçüde yakınlaşma var. Temalar çoğunlukla az sayıda ana melodinin çeşitlemeleri. Burada bu türden iki ana temayı ele almak ve ardından büyük ölçüde bu ikisinden türeyen bir üçüncüsünü eklemek istiyorum. Bu üçü başlığın kapsamını hiçbir biçimde tam olarak karşılamıyor, ama modern topluma ilişkin tedirginliklerimizin ve kafa karışıklığımızın kaynağını büyük ölçüde anlatıyor.

Sözünü edeceğim kaygılar çok tanıdık. Herkesin bildiği şeyler; her tür iletişim ortamında sürekli tartışılan, sızlanılan, meydan okunan, karşı konulan kaygılar. Daha çok tartışmaya gerek yok gibi görünüyor. Oysa bu aşinalığın ardında şaşkınlık gizli, bizi kaygılandıran değişimleri tam olarak kavrayamıyoruz, yapılan tartışmalar bu değişimleri doğru ifade edemiyor bence. Bu da onlarla nasıl baş edeceğimiz konusunda yanlış yargılara varmamıza neden oluyor. Modernliği tanımlayan değişiklikler hem çok bildik hem de çok karmaşık. İşte bu nedenle üzerlerinde daha da çok durmamız gerekiyor.

(1) İlk kaygı kaynağı bireycilik. Bireycilik aynı zamanda birçok insana göre modern uygarlığın en büyük kazanımı. İnsanların, kendi yaşam tarzlarını saptama, benimseyecekleri inançları bilinçli olarak seçme, atalarının kullanamadığı çok çeşitli yollarla yaşam biçimlerini belirleme hakkının bulunduğu bir dünyada yaşıyoruz. Ve bu haklar çoğunlukla yargı sistemlerinin koruması altında. İlke olarak insanlar onları aşan, güya kutsal buyrukların gereklerine kurban edilmiyor artık.

Çok az sayıda insan bu kazanımdan vazgeçmek istiyor. Hattâ çoğu kişi bunun hâlâ eksik olduğu, ekonomik düzenlemelerin, aile yaşamı modellerinin ya da geleneksel hiyerarşi anlayışının kendimiz olma özgürlüğümüzü çok sınırladığı düşüncesinde. Çoğumuz da kararsızız. Modern özgürlük önceki ahlâki ufuklardan kopmamız sayesinde kazanıldı. İnsanlar eskiden kendilerini büyük bir düzenin parçası hissederlerdi. Bu bazı durumlarda kozmik bir düzen, insanların melekler, öte-dünyasal yaratıklar ve diğer dünyasal varlıklar arasında yerini aldığı “Büyük Varoluş Zinciri”ydi. Evrendeki bu hiyerarşik düzen, toplumun hiyerarşisine yansırdı. İnsanlar çoğunlukla, kendilerine ait bir konum, rol ve sınıfa kıstırılmıştı ve bunun dışına çıkılması neredeyse olanaksızdı. Modern özgürlük bu tür düzenlerin itibarını yitirmesiyle oluştu.

Bu düzenler bizi sınırlarken, aynı zamanda dünyaya ve toplumsal yaşamın etkinliklerine anlam kazandırıyordu. Çevremizdeki şeyler yalnızca tasarılarımız için potansiyel hammaddeler ya da araçlar değildi. Onlar varoluş zincirindeki yerleriyle önem taşıyorlardı. Kartal yalnızca bir kuş değil, hayvanlar âleminde bir kraldı. Aynı çerçevede ritüellerin ve toplumsal normların araç olmaktan öte bir anlamı vardı. Bu düzenlerin itibarını yitirmesine dünyanın “büyüsünün çözülmesi” deniyor. Bu çözülmeyle birlikte her şey büyüsünden bir şeyler yitirdi.

Birkaç yüzyıldır bunun gerçekten iyi bir şey olup olmadığı konusunda hararetli bir tartışma sürüp gidiyor. Benim burada üzerinde durmak istediğim nokta ise bu değil. Onun yerine insan yaşamı ve anlamı üzerindeki bazı sonuçlarına bakmak istiyorum.

Daha geniş toplumsal ve kozmik eylem ufkuyla birlikte bireyin önemli bir şeyleri kaybettiği kaygısı sürekli tekrarlanıyor. Bazıları bundan, yaşamdaki o kahramanlık boyutunun yitirilmesi biçiminde söz ediyor. İnsanların artık daha yüksek amaçları, uğrunda ölmeye değecek bir şeyleri yok. Geçtiğimiz yüzyılda Alexis de Tocqueville zaman zaman, demokratik çağda insanların “petits et vulgaires plaisirs”* arayışına girdiğinden söz ederdi.[1] Bir başka formülasyonda tutku eksikliğinden mustarip olduğumuz söylenir. Kierkegaard “şimdiki çağı” böyle görmüştü. Nietzsche’nin “son insanlar”ı da bu çöküşün vardığı son noktadadırlar; onların “acınacak rahatlıkları” dışında yaşamdan hiçbir beklentileri kalmamıştır.[2]

Bu amaçsızlık bir daralmayla bağlantılıydı. İnsanlar bireysel yaşamlarında yoğunlaşınca geniş görüş açılarını yitirdiler. Tocqueville, demokratik eşitlik bireyi kendine döndürür, “ve en sonunda onu tamamen kendi yüreğinin yalnızlığına kapama tehdidi taşır”[3] der. Başka bir deyişle, bireyciliğin karanlık yanı benlik üzerinde odaklanmadır; bu da yaşamlarımızı tatsızlaştırır ve daraltır, anlamını azaltır, başkalarına ya da topluma karşı daha kayıtsız hale getirir.

Bu kaygı, günümüzün en yaygın formülasyonlarından üçünü alırsak, “hoşgörü toplumu”nun meyveleri, “hep bana kuşağının” ortaya koydukları ya da “narsisizm”in egemenliği karşısında son zamanlarda da yeniden gündeme geldi. Yaşamın tatsızlaştığı ve daraldığı, bunun da anormal ve esef verici bir kendi benliğine gömülme ile ilgili olduğu duygusu bugünün kültürüne özgü biçimler içinde yeniden ortaya çıktı. Değinmek istediğim ilk tema bu.

(2) Dünyanın büyüsünün çözülmesi, modern çağın, çok sayıda insanı tedirgin eden, bir başka çok önemli olgusuyla daha ilişkili. Buna da araçsal aklın öncelik kazanması diyebiliriz. “Araçsal akıl”la, belirli bir amaca ulaşmak için araçların en ekonomik olarak nasıl kullanılacağını hesaplarken başvurduğumuz akılcılık türünü anlatmak istiyorum. Burada başarının ölçüsü, maksimum verimlilik, en iyi birim maliyettir.

Eski düzenlerin bir kenara itilmesi, araçsal aklın yayılmasında kuşkusuz çok etkili oldu. Toplumun kutsal yapısı bir kez ortadan kalktığında, sosyal düzenlemeler ya da eylem tarzları artık varlıkların düzeni ya da Tanrı buyruğu temeline oturmadığında, bunlar çıkar için kullanılmaya açıktır; bireylerin mutluluğu ve iyiliğine yönelik olarak istenildiği gibi dönüştürülebilirler. Bu noktadan sonra kullanılan ölçüt sözünü ettiğim araçsal akıldır. Benzer biçimde, çevremizdeki varlıklar varoluş zincirindeki konumlarının getirdiği önemi kaybettiklerinde, bizim tasarılarımız için hammadde ya da araç olarak görülmeye açıktırlar.

Bu değişim bir açıdan özgürleştirici olmuştur. Ama öte yandan araçsal aklın yalnızca alanını genişletmekle kalmayıp, aynı zamanda yaşamımızı ele geçirme tehlikesi gösterdiğine ilişkin yaygın bir rahatsızlık vardır. Korkulan, başka ölçütlere göre belirlenmesi gereken şeylerin, verimlilik ya da “maliyet-fayda” değerlendirmesiyle saptanması; yaşamımızı başlı başına yönlendirmesi beklenen bağımsız amaçların, faydayı maksimize etme isteminin gölgesinde kalmasıdır. Bu kaygının yerindeliğini gösteren çok sayıda olgu var: Örneğin, servet ve gelirin çok eşitsiz dağılımını haklı göstermek için ekonomik büyüme gerekçesinin kullanılış biçimi; ya da aynı gerekçeyle, bir felaket olasılığıyla karşı karşıya olmamıza rağmen doğal çevrenin ihtiyaçlarına duyarsızlaşmamız; sosyal planlamamızın, risk değerlendirmesi gibi can alıcı noktalarında, insan yaşamına dolar cinsinden değer biçen karmaşık hesaplamalarıyla, maliyet-fayda çözümlemelerinin hâkim oluşu.[4]

Araçsal aklın öncelikli konumu teknolojiye verilen önem ve yarattığı atmosferde de açıkça görülüyor ve amacımız çok farklı da olsa teknolojik çözümler arayışına girme gereğine inanmamıza neden oluyor. Bellah ve arkadaşlarının son kitabında da ortaya konduğu gibi, politika alanında bunun örneklerine sıkça rastlanır.[5] Aynı anlayış tıp gibi başka alanlara da hâkim oluyor. Patricia Benner çok sayıda önemli çalışmasında, tıpta teknolojik yaklaşımın, hastayı bir yaşamöyküsü olan bütün bir insan olarak değerlendirmekten çok, teknik bir sorunla karşılaşılan yer olarak görme eğiliminde olduğunu öne sürmüştür. Üst düzey teknik bilgiye sahip uzmanlarla karşılaştırıldıklarında, hastalara insani duyarlılığa sahip bakımı gösteren hemşirelerin katkısının, toplumda ve tıp camiasında yeterince değerlendirilmediğine sıkça rastlanır.[6]

Teknolojinin hâkim konumunun, demin birinci temayla birlikte tartıştığım, yaşamımızın tatsızlaşması ve daralması olgusunu da pekiştirdiği düşünülüyor. İnsani çevremizin tınısında, derinliğinde ve zenginliğinde bir kayıp olduğundan söz edilir. Marx yaklaşık 150 yıl önce, Komünist Manifesto’da kapitalist gelişmenin sonuçlarından biri olarak “katı olan her şey buharlaşıyor” demişti. İddia şudur, geçmişte kullandığımız katı, sürekliliği olan, çoğunlukla bir anlam ifade eden nesneler, etrafımızı kuşatan geçici, taklit mallar uğruna bir kenara konuyor. Albert Borgman’ın sözünü ettiği “aygıt paradigması” sayesinde, çevremizle kurduğumuz “çok yönlü ilişki”den gittikçe uzaklaşarak onların yerine belirli bir yarar sağlamaya yönelik olarak tasarlanmış ürünler ister ve elde ederiz. Borgman evlerimizi ısıtma işlemini örnek verir ve bugünün merkezi ısıtma sistemiyle aynı işlevin tüm aile fertlerinin odunun kesilmesine, istiflenmesine ve soba ya da şöminenin beslenmesine katkıda bulunmasını gerektiren eski yöntemi karşı karşıya getirir.[7 ] Hannah Arendt ise çağımızda kullanılan nesnelerin gitgide daha kısa ömürlü olma özelliği üzerinde durmuş ve “insan yaşamının gerçekliği ve güvenilirliğinin öncelikle bizi kuşatan nesnelerin onları üretme etkinliğinden daha kalıcı olması gerçeğine” dayandığını ileri sürmüştür.[8] Modern malların dünyasında bu kalıcılık tehdit altındadır.
Sözü edilen tehdit hissi, bu önceliğin belki de yalnızca bilinçsiz bir yönelim olmadığının, bizi buna modern çağın ittiğinin bilinmesiyle daha da artıyor. Bu haliyle başa çıkılması zor bir duygu olmakla birlikte, hiç değilse açıklamaya elverir. Ayrıca toplumsal yaşamın güçlü mekanizmalarının bizi bu yöne ittiği de açıktır. Yönetici, kendi yönelimi farklı olsa da, zarar verici olduğunu hissettiği ama pazar koşullarının dayattığı, maksimizasyon stratejisini uygulamak zorunda kalabilir. Üst düzey bir devlet adamı, kişisel görüşleri ne olursa olsun, uymak zorunda olduğu kurallar gereği insanlığa ve sağduyuya aykırı olduğunu bildiği bir karar verebilir.

Marx, Weber ve başka büyük kuramcılar Weber’in “demir kafes” adını verdiği bu gayri şahsi mekanizmaları incelemişlerdir. Bazıları bu tahlillerden, bu türden güçler karşısında tamamen çaresiz olduğumuz, en azından son yüzyıllarda içinde yaşadığımız kurumsal yapıları -yani piyasa ve devleti- tamamen ortadan kaldırmadığımız sürece çaresiz kalacağımız sonucunu çıkarmak istediler. Bu istek, bugün öylesine gerçekleştirilemez görünüyor ki, sonunda çaresiz olduğumuz yargısına varılıyor.

Buna aşağıda dönmek istiyorum, ama şunu söyleyeyim, bu güçlü felaket teorileri soyut ve yanlış. Özgürlüğümüz tamamen ortadan kaldırılmış değil. Hedeflerimizin neler olması gerektiği ve araçsal aklın yaşamımızdaki rolünün daha az olmasının gerekip gerekmediği üzerinde durmaya değer bir noktadır. Bu çözümlemelerde doğru olan şey ise şu: Sorun bireylerin bakış açısını değiştirmek değil ve yine bunun kadar önemli olmakla birlikte sorun yalnızca “yürekle aklın” çatışması da değil. Büyük devrim kuramcılarının hedeflediği kadar kökten ve bütüncül olmasa bile bu alandaki değişme aynı zamanda kurumsal olmalıdır.

(3) Böylece siyasal düzleme, bireyciliğin ve araçsal aklın siyasal yaşam üzerindeki korkutucu sonuçlarına gelmiş olduk. Birini zaten söyledim: Endüstriyel-teknolojik toplumun kurumları ve yapıları seçeneklerimizi ciddi biçimde sınırlıyor. Bu yapılar bireyleri olduğu gibi toplumları da ciddi ahlâki değerlendirmelerle asla yapmayacağımız biçimde, çok zarar verici de olsa, araçsal akla ağırlık vermeye zorluyor. Ozon tabakasının incelmesi gibi yaşamımızı tehdit eden doğal çevre felaketlerini önlemede bile çektiğimiz büyük güçlük bunun bir örneği. Araçsal akıl etrafında yapılanmış bir toplumun hem bireylerin hem de bütün grubun özgürlüklerinde büyük daralmalara yol açtığı söylenebilir -çünkü bu güçler yalnızca toplumsal kararlarımızı biçimlendirmezler. Genel eğilimin dışında bir yaşam biçimini korumak da çok güç. Örneğin, bazı modern kentlerin tasarımı, özellikle toplu taşımacılığın özel otomobiller lehine zayıfladığı kentler, otomobilsiz yaşamayı olanaksız kılıyor.
Özgürlük kaybının bir başka biçimi var ki o da başta Alexis de Tocqueville tarafından olmak üzere çok tartışıldı. İnsanları “kendi içine kapalı” bireylere dönüşmüş bir toplumda çok az kişi özyönetim faaliyetine aktif olarak katılmak isteyecektir. Yönetim özel yaşamın doyurucu olması için gerekli araçları ürettiği ve yaygın olarak paylaştırdığı sürece herkes evde oturup, özel yaşamının keyfini çıkarmayı yeğler.

Böylece Tocqueville’in “yumuşak” despotluk dediği, yeni ve modernliğe özgü bir tür despotluk tehlikesi ortaya çıkar. Bu eskisi gibi dehşet ve baskıya dayalı bir despotluk olmayacaktır. Yönetim ılımlı ve babacan davranacaktır. Hattâ periyodik seçimlerle demokratik biçimleri bile koruyabilir. Fakat gerçekte, her şey üzerindeki halk denetiminin çok sınırlı olduğu bir “büyük vekil güç”[9] tarafından yürütülecektir. Buna karşı Tocqueville’in düşündüğü tek savunma, yönetimin çeşitli düzeylerinde ve gönüllü kuruluşlarda katılıma değer veren etkin bir siyasi kültürdür. Ama kendine dönük bireyin atomculuğu buna karşı işler. Katılım azalınca, katılımın aracı olan yan kuruluşlar ortadan kalkınca, yurttaş bürokratik vekil devlet karşısında yalnız kalır ve haklı olarak kendini güçsüz hisseder. Bu yurttaşın motivasyonunu daha da azaltır ve yumuşak despotluğun kısır döngüsü sürer.

Oldukça merkezileşmiş ve bürokratik siyasal yaşamımızda belki de kamusal alana yabancılaşma ve bunun sonucunda siyasetteki denetimin kaybedilmesine benzer bir şey oluyor. Çok sayıda çağdaş düşünür Tocqueville’in çalışmalarını kehanet olarak değerlendirdi.[10] Eğer durum böyleyse yurttaşlar olarak ortak bir biçimde uygulayabildiğimiz, geleceğimiz üzerindeki siyasi denetimi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız demektir. Yani, Tocqueville’in “siyasal özgürlük” dediği şeyi kaybediyoruz. Burada yurttaş olarak onurumuz tehdit ediliyor. Yukarıda sözü edilen gayri şahsi mekanizmalar toplum olarak özgürlük düzeyimizi azaltabilir, ama siyasal özgürlüğün kaybolması geri kalan seçimlerin de yurttaş olarak kendimiz tarafından değil, sorumsuz vekil güç tarafından yapılacağı anlamına gelir.

Bu kitapta ele almak istediğim modernliğe ilişkin üç sıkıntı bunlar. İlk tehlike anlam yitimi diyebileceğimiz, ahlâki ufkun kararması. İkincisi gemi azıya almış araçsal akıl karşısında hedeflerin gölgede kalmasına, üçüncüsü de özgürlük yitimine ilişkin.

Tabii ki bunlar tartışılmaz değil. Yaygın kaygılardan söz ettim ve etkili yazarların adını kullandım, ama buradaki hiçbir şey üzerinde uzlaşılmış değildir. Bu kaygıları bir biçimde paylaşanlar bile ifade ediliş biçimleri üzerinde hararetle tartışmaktadır. Çok sayıda kişiyse bunları kafasından atmak ister. Eleştirenlerin “narsisizm kültürü” adını verdiği akıma kendilerini kaptıranlar, muhaliflerin daha baskıcı önceki çağların özlemini duyduklarını düşünüyor. Modern teknolojik aklın yandaşları, araçsalcılığın hâkimiyetine yapılan eleştirileri tepkisel ve gerici, bilimin faydalarını görmezden gelme çabası olarak değerlendiriyor. Ayrıca katıksız negatif özgürlük yandaşları var; siyasal özgürlüğün değerinin abartıldığına ve hedeflenmesi gerekenin, bilimsel yönetimle her bireyin maksimum bağımsızlığının bir arada bulunduğu toplum olduğuna inananlar. Modernliğin yerden yere vuranları olduğu gibi, göklere çıkaranları da var.

Uzlaşılan bir şey yok, tartışma sürüyor. Ama bu tartışma sürecinde bir tarafta övülen, öbür tarafta yerilen gelişmelerin temel özelliği genellikle yanlış anlaşılıyor. Sonuçta, yapılması gereken ahlâki seçimin gerçek doğası karanlıkta kalıyor. Özellikle öne süreceğim, izlenmesi gereken doğru yolun, ne modernliğin bağnaz yandaşlarının önerdiği, ne de ona yekten karşı çıkanların yeğlediği yol olduğu. Ne de, diyelim bireycilik, teknoloji ve bürokratik yönetimin üstünlükleriyle bedelleri arasında bir orta yol bulma çabası bize aradığımız cevabı verecektir. Modern kültürün doğası bundan daha incelikli ve karmaşık. Yandaşların da karşı olanların da haklı olduğunu öne sürmek istiyorum, ama bu hak modernliğin üstünlükleri ve bedelleri arasında basit bir orta yol bulma gayretiyle teslim edilemez.

Gerçekte tanımladığım tüm gelişmelerde, hem takdire şayan hem de bayağı ve dehşet verici yanlar var. Ama bu ikisi arasındaki ilişkiyi anlamak, asıl sorunun kötü sonuçların olumlu ürünler için ödemek zorunda olduğumuz bir bedel olmadığını görmekten çok, bu gelişmelerin bayağılaşmasını önleyerek, taşıdıkları büyük vaadi gerçekleştirmeye nasıl yönlendirilebilecekleri sorunu olduğunu görmek demek.

Bu üç temayı da yeterince ele alabilmem için gerekli yerim olmadığından bir özet sunuyorum. Bireyciliğin tehlikeleri ve anlam yitimine ilişkin ilk tema üzerine bir tartışma başlatacağım. Bu tartışmayı bir düzeye kadar götürüp, bu sorunun nasıl ele alınması gerektiğine ilişkin fikir edindikten sonra öbür ikisi için de benzer yöntemler önereceğim. Bu durumda tartışmanın tamamı ilgi alanımızın ilk ekseni üzerinde yoğunlaşacak. Şimdi bireyciliğin günümüzde ne biçim aldığına daha ayrıntılı bakalım.
Kaynak: Modernliğin Sıkıntıları, Charles Taylor, Ayrıntı Yayınları

Dipnotlar
1. Alexis de Tocqueville, De la Démocratie en Amérique, 2. cilt (Paris: Garnier- Flammarion, 1981), s. 385.

2. "Erbärmliches Behagen"; Also Sprach Zarathustra (Böyle Buyurdu Zerdüşt, çev. T. Oflazoğlu, Cem Y., 1992) Zerdüşt'ün Önsözü, bölüm 3.

3. Tocqueville, De la Démocratie, s. 127.

4. Bu hesaplamaların anlamsızlığı için bkz. R. Bellah ve d. The Good Society (Berkeley: University of California Press, 1991), s. 114-119.

5. Bellah ve d. The Good Society, 4. bölüm.

6. Özellikle bkz. Patricia Benner ve Judith Wrubel, The Primacy of Caring: Stress and Coping in Health and Illness (Menlo Park, CA. Addison-Wesley, 1989).

7. Albert Borgman, Technology and the Character of Contemporary Life (Chicago: University of Chicago Press, 1984), s. 41-42. Borgman, teknolojinin başlangıçtaki özgürleştirici vaadinin "boş bir konforun elde edilmesine" dönüşüp yozlaşabileceğini öne sürerken, Nietzsche'nin "son insanlar" kavramını yansıtıyor (s. 39).

8. Hannah Arendt, The Human Condition (Garden City, NJ: Doubleday, Anchor Edition, 1959, s. 83), [İnsanlık Durumu, çev. Sina B. Şenel, İletişim Y., 1994].

9. Tocqueville, De la Démocratie, s. 385.

10. Örneğin bkz. R. Bellah ve d. Habits of the Heart (Berkeley: University of California Press, 1985).


* Kanadalı Taylor, Anglosakson felsefe geleneğinden geldiği halde bu geleneğin dar sınırlarını aşıp Hegel, Heidegger, Foucault, Habermas gibi Kıta Avrupa'sının önemli düşünürleriyle eleştirel bir biçimde de olsa diyaloga girmekten yana tutum takınan, dil ve epistemoloji hakkındaki düşüncelerini toplumsal kurama ve siyasal sorunlara uygulamış olan ender felsefecilerden biridir. Liberalizmin Locke, Mill gibi klasik temsilcilerine de John Rawls gibi modern savunucularına da ciddi eleştiriler getirmiş olan “komüniteryanizm” (cemaatçilik) okulunun önde gelen isimlerindendir. Yazdığı birçok yazı ve kitapta daha çok dil, benlik anlayışları, siyasal katılım, çokkültürlülük, modernliğin doğası, kimlik ve etik temalarını konu edinmiş; bu karmaşık konuları son derece açık ve net bir biçimde tartışmasından ötürü takdir kazanmış olan Taylor, İngiliz dilinde yazan yaşayan en önemli düşünürlerden biri olarak görülmektedir.

Türkçe’de daha önce sadece BBC televizyonunda yaptığı Marksist felsefe ile ilgili tartışma metni (Yeni Düşün Adamları, Bryan Magee (der.), Verso Yay., 1985) yayımlanan Taylor’ın başlıca kitapları şunlardır: Hegel (1975); Hegel and Modern Society (1979) [Hegel ve Modern Toplum]; Philosophical Papers, 2 cilt (1985) [Felsefe Notları]; Sources of the Self. The Making of Modern Identity (1989) [Benliğin Kaynakları. Modern Kimliğin Oluşumu]; Multiculturalism and “The Politics of Recognition" (1992) [Çokkültürcülük: Tanıma Politikası, Yay. Haz. Cem Akaş, Yapı Kredi Yay., 2010]; Philosophical Arguments (1995) [Felsefe Tartışmaları]; Modern Social Imaginaries (2004) [Modern Toplumsal Tahayyüller, Çev. Hamide Koyukan, Metis Yay., 2006] ve A Secular Age (2007) [Seküler Bir Çağ].


23 Şubat 2019 Cumartesi

Antik Yunan'a Özgü Düşünme Biçimleri

Antik Yunan'a Özgü Düşünme Biçimleri

W. K. C. Guthrie

Aşağıdaki sayfaların kapsam ve ereğini ortaya koymak için, yapılacak en iyi şey, hemen, bu sayfaların, yüksek öğrenimini Yunan Dili ve Yazını dışındaki herhangi bir konuda yapan üniversite öğrencileri için hazırlanmış kısa konuşmalara dayandıklarını söylemektir. Bu konuşmalar boyunca, dinleyicilerin hiç Yunanca bilmedikleri, ancak İngiliz Dili, Tarih ya da Matematik (çünkü antik Yunan filozofları arasında en azından bir matematikçi vardı) gibi bir başka konuya duyulan ilginin ya da belki sıradan bir okuyucu olmanın, onlara Yunan düşüncelerinin daha sonraki Avrupa düşüncesinin temelinde bulunduğu izlenimini vermiş, ve bunun sonunda onlarda, bu Yunan düşüncelerinin, herşeyin ötesinde, gerçekte ne olduklarını daha kesin olarak bilme isteği uyandırmış olduğu varsayıldı.

Dinleyicilerimiz, öyle sanılır ki, bu düşüncelerle daha önceden zaten karşılaşmışlardır, ancak İngiltere, Almanya ya da bir başka yerdeki şu ya da bu yazarın, onları kendi erekleri için kullanmış ve onları kendi anlığının ve çağının niteliğine ve koşullarına bağlı olarak hafifçe boyamış, ya da şu olabilir, görüşlerinin biçimlenmesinde bu düşünceler tarafından bilinçsizce etkilenmiş olmasına göre, bir dizi çarpıtılmış aynada karşılaşmışlardır. Kimileri Platon ve Aristoteles'in yapıtlarının çevirilerini okumuş ve onların bazı bölümlerini anlaşılması oldukça güç bölümler olarak değerlendirmiş olmalıdır, çünkü onlar Yunanistan'da İ.Ö. 4. yüzyıldaki entelektüel iklimin bir ürünüdürler, oysa okuyucuları daha sonraki bir çağın ve farklı bir ülkenin ikliminden onlara geri götürülmüşlerdir.


Bu sayıntılardan yola çıkarak, benzer bir konumda olabilecek okuyuculara, başlangıcından itibaren, Yunan felsefesinin bir çözümlemesini ve açıklamasını vermeye, Platon ve Aristoteles'i ardıllarından çok kendilerinden önce gelenlerin ışığında açıklamaya ve antik Yunanlının düşünme biçimi ve dünyaya bakışının kimi temel, vazgeçilmez özelliklerine ilişkin olarak, birtakım düşünceler ortaya koymaya çalıştım ve çalışacağım[1]. Onların daha sonraki Avrupa'nın ya da kendi ülkemizin düşünürleri üzerine olan etkilerine çok az gönderme yapacağım ya da hiç yapmayacağım. Bu yalnızca, bilgisizliğimin bana getirdiği sınırlamaların değil, aynı zamanda, bir okuyucu için, kendi okuyuş biçimine ve ilgili alanlarına bağlı olarak, böyle etkileri meydana çıkarma ve karşılaştırmaları bizzat kendisi için yapmanın çok daha ilginç ve yararlı olacağı inancımın bir sonucudur. Benim hedefim, Yunanlılardan bizzat kendilerinde ve kendileri için söz ederek, böyle bir karşılaştırma için malzeme ve malzemenin kendisine dayanabileceği sağlam bir temel vermek olacaktır. Bu münasebetle okumuş olduğum varoluşçuluk üzerine olan bir yapıt, varoluşçu felsefenin "soy kütüğü ağacını" çıkartmaktaydı. Sokrates, güya "Kendini bil!" deyişinin yaratıcısı olduğundan, bu kütüğün köküne yerleştirilmişti. Sokrates'in bu sözlerle, 20. yüzyıl varoluşçusunun kastettiği şeyi düşünüp düşünmediği bir yana bu, deyişin Sokrates'in buluşu olmayıp, eğer birine atfetmek gerekiyorsa, yalnızca yaratıcısının tanrı Apollon olmuş olabileceği, Yunan bilgeliğinin atasözü örneklerinden biri olduğu olgusunu gözden kaçırmaktadır. "Kendini bil!" deyişi, en azından, Apollon'un Delphoi'daki tapınağının duvarlarına yazılmış, eski zamanlardan gelen buyruklardan biri olarak, Sokrates ve başka her Yunanlı tarafından bilinmekteydi. Onun Apollon'un dininin öğretimlerinin ayrılmaz bir parçası olduğu önemsiz değildir ve örnek, ne denli küçük olursa olsun, antik düşünceye ilişkin küçük bir taslağın bile önlemeye yardımcı olabileceği çarpıtma türünü ortaya koymaya hizmet eder.

Önermiş olduğum yaklaşım, antik Yunana özgü düşünme biçimleriyle bizim düşünme biçimimiz arasında varolan, (örneğin) Yunan atomcu bilim anlayışı ya da Platon'un devlet kuramı, daha önceki ve çağdaş Yunan dünyasındaki toprağından, köklerinden koparıldığı, ve yalıtlama içinde, modern atom fiziği ya da siyaset kuramının atası olarak görüldüğü zaman, gözden kaçırılmaya eğilimli olunan, farklılıkları gösterme avantajına sahip olmak durumundadır. Avrupa'nın, ve Avrupa'yla birlikte, İngiltere'nin Yunan kültürüne olan çok büyük borçlarına karşın, Yunanlılar bize birçok bakımdan, dikkate değer ölçüde yabancı insanlar olarak kalırlar ve onların anlıklarının içine girmek gerçek ve yoğun bir çabaya gereksinim gösterir, çünkü o ne denli anlıksal donanımımızın, kendimizle birlikte sorgusuz sualsiz ve çoğu kez bilinçsizce taşıyacak bir biçimde, temel parçası haline gelirse, o denli düşünmemek anlamına gelir. Viktorya dönemine özgü eğitim anlayışı içinde klasik yapıtlar İngiliz centilmenleri için, yalnızca ahlaksal bakımdan değil, ancak aynı zamanda entelektüel bakımdan da örnek olmak üzere, gerekli donanımı sağlayacak modeller olarak görüldükleri zaman, benzerlikleri fazlasıyla vurgulayıp, farklılıkları gözden kaçırma eğilimi ağır basıyordu. Başkaca birçok bakımlardan acınası bir halde bulunan klasik yapıtlara yönelik, günümüz araştırma ve yorumculuğunun da, hem Yunan'a özgü düşünme biçimleri ve dilbilimsel kullanım alışkanlıkları üzerine yapılan çok daha yoğun bir araştırma etkinliğine ve hem de, Yunanistan ve başka yerlerde yaşamış, daha önceki insanların anlıksal donanımlarıyla daha geniş kapsamlı bir tanışıklığa dayandığı için, bu avantajı vardır. Bir ölçüde insanbilimin (antropoloji) gelişmesinin ve bir ölçüde de, bazı insanbilimcilerin ulaştığı sonuçların, kendi çalışmalarına olan uygunluklarını gösterecek denli nüfuz edici ve dikkatli olan klasik çağ yorumcularının yapıtlarının bir sonucu olarak, Yunan düşüncesinin gizli temellerini, onların, tıpkı bugün bizim mantık kurallarını ya da dünyanın dönmesi olgusunu kabul ettiğimiz biçimde, söze dökmeden kabul ettikleri önsayıntıları değerlendirmek açısından çok daha iyi bir konumda bulunduğumuzu, kendimizi beğenmişliğe kapılmadan, söyleyebiliriz.

Daha başlangıçta, salt bir güçlük üzerinde durma isteği ile olmasa da, Yunan'a özgü düşünme biçimlerini, hiç Yunan dili bilgisi olmadan anlamanın kolay olmadığı dobra dobra söylenmelidir. Dil ve düşünce birbirlerine ayrılmaz bir biçimde bağlanmışlardır ve birbirleri üzerinde karşılıklı olarak etkileşimde bulunurlar. Sözcüklerin, özellikle etkileri entelektüel olarak kavranmaktan çok bilinçsizce duyulduğu için, onları kullananların anlamın önemli bir parçasına katkıda bulundukları, bir tarih ve çağrışımları vardır. Çağdaş dillerde bile, özdeksel (maddi) nesneler için olan az sayıdaki sözcük dışında, bir sözcüğü bir yabancıya, özgün sözcük tarafından, onu kendi ülkesinde işiten birinde yaratılan izlenimle tam tamına aynı izlenimi verecek biçimde çevirmek, pratik olarak, olanaksızdır. Bu güçlükler Yunanlılarla, aradan epeyce bir zaman geçtiği için ve iki modern Avrupalı ulus söz konusu olduğu zaman, bunların birbirleriyle büyük ölçüde paylaştıkları kültürel çevrenin Yunanlılar için farklı olmasından dolayı, daha da artar. Yunanca karşılıklarının farklı bağlamlardaki çeşitli kullanılış biçimleriyle herhangi bir tanışıklık olmaksızın, "adalet" ya da "erdem" gibi, tek sözcükten oluşan İngilizce eşdeğerlere (muadillere) bağımlı kalmak durumuna düştüğümüz zaman, Yunanca sözcükleri yalnızca içeriklerinin büyük bölümünden soymakla kalmayıp, onlara, kendi İngilizcemizden, çoğu kez Yunanlının kullanım ereğine yabancı olan çağrışımlar aktarırız. Öyleyse, zaman zaman Yunanca sözcükler kullanmak ve onların nasıl kullanıldıklarını, olanaklı olduğu ölçüde, açık ve seçik biçimde açıklamak zorunludur. Bu durum, okuyucularımızdan bazılarını, Yunanca öğrenmeleri ya da okul sıralarında öğrenilmiş, ancak daha sonra, başka şeyler lehine bırakılmış olan Yunanca bilgisini yeniden tazelemeleri için ayartabilirse, bu hiç kuşkusuz kazanç hanemize fazladan yazılacaktır. Ancak elinizdeki kitap, kullanılan herhangi bir Yunan sözcüğün açıklanmaya gereksinim gösterdiği sayıntısında, her durumda ısrar edecektir.

Henüz pek ilerlemeden, sanıyorum birkaç örnek, Platon gibi bir antik Yunan düşünürünü anlamak istersek, onun kullandığı terimlerin hiç olmazsa en önemlilerinin, çoğu çeviride zorunlu olarak kendileriyle karşılaştığımız "adalet", "erdem" ve "tanrı" gibi kaypak, gevşek İngilizce eşdeğerleriyle yetinmek yerine, tarihi, yakınlıkları ve kullanılış biçimlerine ilişkin olarak bir şeyler bilmek önemlidir, dediğim zaman kastettiğim şeyin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Bu konuda, Cornford'un kendi Devlet çevirisine[*1] yazdığı önsözden yapılacak bir alıntıdan başka hiçbir şey daha iyi bir başlangıç olamaz:
"Müzik", "beden eğitimi", "erdem", "felsefe" gibi birçok anahtar terim, anlamlarını değiştirmişler ya da bir İngiliz'in kulakları için yanlış çağrışımlar almışlardır. Jowett çevirisini[*2] rasgele açan ve dikkatini, bir erkeğin "erdemi" için en iyi bekçinin "müzikle yumuşatılmış felsefe olduğu" ifadesi (549b'de) üzerinde yoğunlaştıran biri, bayanlarla söz konusu olabilecek düzensiz ve uygunsuz ilişkilerden sakınmak için, metafizikle uğraşmaktan artakalan zamanlarda, keman çalmasının çok iyi olacağı düşüncesine hemen inanabilir. Bunda belli bir doğruluk payı bulunabilir; ancak o yalnızca, kitabın diğer bölümlerini okuyup anladıktan sonra, onun pek de, Platon'un musikiyle birleşmiş logosu, aretenin[*3] tek güvenilir, sağlam bekçisi olarak betimlerken kastettiği şey olmadığını bulgulayacaktır.

Herhangi bir ahlak ya da metafizik filozofunun yazılarında ortaya çıkan ve onun felsefesinin temel kavramları oldukları üzerinde genellikle uyuşulan üç terimi -sırasıyla, "adalet", "erdem" ve "tanrı" olarak çevirdiğimiz sözcükleri- ele alıp, inceleyelim.

Kendisinden dikaios, adil sıfatı ve yine, aynı ismin daha uzun bir biçimi olan dikaiosyne "adil olma hali"nin türediği, adalet olarak çevrilen, Yunanca sözcük dikedir. Dikaiosyne sözcüğü Devlet'te adaletin doğasına ilişkin ünlü tartışmada, Platon tarafından, sık sık kullanılan sözcüktür.
Şimdi, dikenin özgün anlamı, harfi harfine, bir yol ya da patika olmuş olabilir. Bunun, sözcüğün etimolojik kökeni olup olmadığı sorunu bir yana bırakılırsa, sözcüğün Yunan yazınında aldığı ilk anlam, belirli bir insan sınıfının genelde eyleme biçimi ya da doğanın normal seyrinden daha fazla bir şey değildir. Eyleme biçiminin doğru eyleme olup olmadığına ilişkin olarak herhangi bir ima bulunmadığı gibi, sözcük herhangi bir yükümlülük teklifi de içermez. Odysseus'ta Penelope kölelere Odysseus'un ne denli iyi bir efendi olduğunu anımsattığı zaman, onun hiçbir zaman zalim ya da kibirli olan bir şey yapmadığını ya da söylemediğini ve de, "köle sahiplerinin dikesinde", eşdeyişle onlar için bir alışkanlık haline gelmiş eyleme biçiminde olduğu gibi, gözdeleri bulunmadığını belirtir. Domuz çobanı Emenaus efendisini, hazırlıksız olarak ağırlamak durumunda kaldığı zaman, "gönülden sunulmuş olmakla birlikte, ikram ettiğim şey pek azdır, çünkü her zaman korku içinde yaşayan benim gibi bir serfin dikesi budur" diyerek, yiyeceğinin basitliğinden dolayı özür diler. Bir başka deyişle, normal olanın, beklenmesi gerekenin bu olduğunu ortaya koymaktadır. Tıpla ilgili konularda yazan Hippokrates, bir hastalığı betimlerken, yalın bir biçimde, "bu belirtilerin sonucu normalde ölüm değildir" anlamına gelmek üzere, "ölüm, dike esnasında, bu belirtilerin ardından gelmez" demektedir[2].

Böyle bir sözcük için, olayların normal seyri içinde beklenilmek durumunda olan biçimdeki, tümüyle ahlaksal - olmayan anlamı bırakmak ve "bir insandan beklenilen" den bir başka deyişle, onun ahlaksal ölçütlere uygun bir biçimde eyleyeceğinden, borçlarını ödeyeceğinden, v.b.g.den söz ettiğimiz zaman dolaylı olarak dile getirdiğimiz bir şeyi kabul etmek kolaydı. Bu geçiş erken sayılabilecek bir dönemde ortaya çıktı ve Dike daha Aescylus'un şiirinde, Platon'dan tam yüz yıl önce, Zeus'un yanındaki tahta oturmuş görkemli doğruluk ruhu olarak, kişileştirildi. Ancak sözcüğün daha önceki anlamının, onu kullanan ve daha çocukluklarında Homeros'un yapıtlarını yüksek sesle okumayı öğrenmiş olan insanların anlıklarını etkilemekten geri durması olanaksızdı. Gerçekten de, geride dike sözcüğünün i halinin (akkusativinin), dikenin, "gibi" ya da "benzer bir biçimde" anlamına gelen kullanımı boyunca, taşlaşmış bir kalıntı kaldı.

Devlet'te "adalet"i tanımlama girişimlerinin son aşamasında, bizim sözcükle kastettiğimiz fikirlere (nosyonlara) az ya da çok karşılık gelen birçok tanımın kabul edilmeyip, bir kıyıya atılmasından sonra, en sonunda kabul edilen tanım şöyledir: Dikenin peşinden giden adamın hali olan adalet, dikaiosyne, "kendi işinle ilgilenmek"ten, yalnızca sana ait olan işi yapmak ya da sana özgü olan eyleme biçimini izlemekten ve başkalarının işleriyle ilgilenmeyip, onların işini, onlar için yapmaya kalkışmamaktan başka bir şey değildir. Bunca yoğun tartışmadan sonra üzerinde anlaşmaya varılan bu tanım, bizi zaman zaman "dağın fare doğurduğu" sonucuna götürmez mi? Eğer götürürse, Platon'un yapmış olduğu şeyin, sözcüğün kendi yaşadığı çağda geçerli olan anlamlarını yadsıma ve belki de, bilinçsiz bir tarih duygusuyla, sözcüğün özgün anlamına geri gitme olduğunu düşünmek biraz daha az ilginç olur. Bu, köklerini, doğru eylemin, bir insanın kendi yerini bilmesi ve ona sıkı sıkıya yapışması olarak ortaya konduğu Homerosçu aristokrasi anlayışının sınıf ayrımlarından almaktaydı ve yeni bir aristokrasi kuran Platon için —bu kez, ruhbilimsel (psikolojik) değerlendirmelerin belirlediği işlevler arasındaki, iyiden iyiye düşünülüp tasarlanmış, ayrıma dayanan, ancak herşeye karşın, yine de sınıf ayrımları olan— sınıf ayrımları, devletin temel dayanaklarıydı.

İkinci örneğimiz, genelde "erdem" olarak çevrilen sözcüktür. Bu arete sözcüğüdür. Tekil olduğu denli çoğul olarak da kullanılır ve onun hakkında anlaşılması gereken ilk şey, onun İngilizce erdem sözcüğü gibi, saltık bir biçimde kullanılan bir terim olmayıp, Aristoteles'in de söylediği gibi, göreli bir terim olduğudur. Arete bir şeyde, bir işte iyi olmak anlamına gelmekteydi ve bir Yunanlı için, sözcüğü işittiği zaman, "neyin ya da kimin aretesi?" diye sormak çok doğal bir şeydi. Arete sözcüğünü çoğunlukla bağımsız bir genitif (-in halinde olan) isim ya da sınırlayıcı bir sıfat izlerdi. (Yalnızca dilbilgisini ilgilendirir gibi görünen terimlerden söz ettiğim için özür dilemeyi hiç düşünmüyorum, çünkü göstermek istediğim nokta dilbilgisi ve düşüncenin, dil ve felsefenin ayrılmaz bir biçimde birbirlerinin içlerine girmiş olduğu ve, "salt dilbilimsel bir konu" diye bir kıyıya atmak oldukça kolay olmakla birlikte, bir düşüncenin dile getirilmesiyle onun içeriği arasında, gerçekte bir ayrılık olmadığıdır) Arete öyleyse, kendi başına eksik olan bir sözcüktür. Güreşçilerin, süvarilerin, generallerin, ayakkabıcıların, kölelerin aretesi vardır. Siyasal arete, ev işleri bakımından arete, askeri arete vardır. Arete gerçekte, "yeterlilik", "ehliyet" anlamına gelmekteydi. İ.Ö. 5. yüzyılda, özellikle politikacıların ve genel konularda konuşmalar yapan bir hatibin aretesini öğrettiklerini savlayan, bir gezginci öğretmenler sınıfı ortaya çıktı. Bu, her ne denli daha tutucu olanları siyasal erdem anlayışlarına ahlakı dahil etseler de, onların öğretimlerinin öncelikle ahlaksal olduğu anlamına gelmemekteydi. Onların özellikle vurgulamak istedikleri nokta, aretenin pratik ve doğrudan doğruya, yararlı olan doğasıydı. Arete meslekseldi ve meslekler söz konusu olduğunda, areteye mesleki yeterlilik, mesleki ehliyet karşılık gelmekteydi. Antik Yunan'da yaygın ve yoğun bir iş, ticaret dünyası varolsaydı eğer, mesleki yeterlilik olarak arete kendisini öncelikle reklamlarda gösterecekti.

O, anlamdan yana bir kuşku olmadığı zaman, elbette ki, kendi başına kullanılabilirdi. Böyle kullanıldığı zaman, onun belirli bir tikel topluluk tarafından en çok değer verilen yetkinlik türüne karşılık geldiği anlaşılacaktı. Bu nedenle, Homeros'un savaşçı-komutanları için, arete yiğitliğe karşılık gelmektedir. Sözcüğün Sokrates, Platon ve Aristoteles tarafından kullanılış biçiminde yeni bir öğe vardı. Onlar sözcüğü antropine, "insansal" sıfatıyla nitelediler ve dolayısıyla, ona genel bir anlam —bir insanın insan olmak bakımından yetkinliği, yaşamada yetkinlik anlamını— yüklediler ve bunun ne olduğunu bilmediklerini, ancak araştırılması gereken bir şey olduğunu söyleyerek, insanları şaşkınlığa düşürdüler. Araştırma insanın işlevinin —ergon, iş ya da meslek— bulgulanması anlamına gelmekteydi. Sokrates, Platon ve Aristoteles, tıpkı bir askerin, bir politikacının ve bir ayakkabıcının belirli bir işlevi olması gibi, ortak insanlığımızdan dolayı, hepimizin yerine getirmek zorunda olduğu bir genel işlev olması gerektiğini savundular. Bunu bulunuz, böylelikle, insansal yetkinliğin ya da insanın aretesinin neden oluştuğunun bilgisine ulaşacaksınız. Sözcüğün anlamını kendi başına "erdem" sözcüğünün anlamının yakınlarında bir yere getiren bu genelleme, bir ölçüde filozofların bir yeniliğiydi ve sözcüğün özsel olarak pratik anlamı, onlarla bile, hiçbir zaman ortadan kalkmadı.
Demek ki, arete başlangıçta bir tikel meslekte beceri ya da ehliyet anlamına gelmekteydi ve böyle bir beceri ya da ehliyetin ilgili mesleğin bilgisine ya da ona ilişkin özsel bir kavrayışa bağlı olduğu kabul edilecektir. Bu nedenle filozoflar fikri, herhangi bir insanın, insan olmak sıfatıyla, sahip olduğu işlevi yerine getirmesini içerecek biçimde genişlettikleri zaman, onun bilgiyle olan bağlantısını sürdürmek durumunda kalışı şaşırtıcı değildir. "Sokratesçi paradoks"u, onun "Erdem bilgidir", önermesini hemen herkes işitmiştir. Onun, Sokratesin bir çağdaşına daha çok "Mesleği öğrenmedikçe, ehil, yeterli olamazsın" anlamına geleceğini gördüğüm zaman, bu belki de biraz daha az paradoksal görünmeye başlar.

Üçüncü örneğimiz Yunanca tanrı sözcüğüdür —theos. Platon'un dinsel görüşlerini anlamaya çalıştığımız zaman, din ya da felsefe öğrencileri olarak, onun çoktanrıcı (politeist) mi yoksa tektanrıcı (monoteist) mı —gerçekte Yunanca köklerden, ancak modern çağlarda, Yunanca olmayan bir sınıflamayı kapsamak üzere türetilen iki sözcük — olduğu sorusunu önemseriz. Platon'un sözlerini Hıristiyan, Hintli ya da başka tanrıbilimcilerin (teologların) sözleriyle, (çoğu zaman çeviride) karşılaştırırız. Ancak, Alman araştırmacı Wilamowitz'in vurguladığı önemli bir noktayı, eşdeyişle, Platon'un tanrısından söz ettiğimiz zaman anlığımızda olan Yunanca sözcüğün, theosun öncelikle yükleyici, tasdik edici bir gücü olduğu noktasını anımsarsak, Platon'un anadilini dikkate almak daha da önem kazanır. Bir başka deyişle, Yunanlılar Hıristiyanların ya da Musevilerin yaptığı gibi, Tanrı'nın varoluşunu ileri sürüp, daha sonra "Tanrı iyidir" "Tanrı aşktır" v.b.g. diyerek, Tanrı'nın yüklemlerini saymaya geçmezlerdi. Bunun tersine, yaşamda ya da doğada sevinç ya da korku yönünden dikkate değer olan şeylerden o denli etkilenir ya da korkarlardı ki, "Bu bir tanrıdır" ya da "Şu bir tanrıdır" derlerdi. Hıristiyan "Tanrı aşktır", oysa antik Yunanlı "Aşk theostur" ya da "tanrıdır" der. Başka bir yazarın da, açıklamış olduğu gibi: "Aşkın ya da utkunun tanrı, ya da daha doğru ve dakik bir biçimde söylenecek olursa, bir tanrı olduğu söylenmekle, herşeyden önce, onun insandan daha fazla olarak, ölüme maruz kalmayan, ebedi bir şey olması ereklenmekteydi. Dünyada işbaşında gördüğümüz, bizimle birlikte doğmamış ve biz öldükten sonra da varolmaya devam edecek herhangi bir güç, şu halde, bir tanrı olarak adlandırılabilirdi ve gerçekte, böyle güçlerden her biri birer tanrıydılar"[3].

Bu anlık halinde, ve bizde ortaya çıkan ve bize, belki de kendilerini bir türlü anlayamadığımız, ani haz ya da acı duyguları veren birçok şeyin insanüstü ırasına karşı bu duyarlılıkla, bir Yunanlı ozan "Dostlar arasındaki muhabbet theostur" benzeri dizeler yazabilirdi. Gerçekte anlam sorununu tümüyle soymazsa eğer, bu, Platon'daki tektanrıcılık ya da çoktanrıcılığa ilişkin çokça tartışılmış bir sorunla açıkça hiçbir ilintisi olmayan bir anlık halidir. Cambridge'deki bir dizi seminerin ilkinde, Cornford herhangi bir çağdaki felsefi tartışmaların, şaşılacak ölçüde, çok seyrek olarak dile getirilen ya da hiçbir zaman dile getirilmeyen bir dizi sayıntı tarafından yönetildiğine dikkat çeker. Bu sayıntılar "herhangi bir kültürün tüm insanları tarafından paylaşılan gündemdeki geçerli anlayışların temelini oluştururlar ve apaçık bir şey olarak görüldüklerinden, hiçbir zaman dile getirilmezler. "O daha sonra Whitehead'ten şöyle bir alıntı yapar: "Bir çağın felsefesini eleştirirken, dikkatinizi temelde, temsilcilerinin açıkça savunmak zorunluluğunu duydukları, entelektüel konumlar üzerinde yoğunlaştırmayın. Aynı çağ içinde birbirlerinden farklılık gösteren dizgelerin tümünün yandaşları tarafından, bilinçsizce önceden varsayılan bazı temel sayıntılar olacaktır. Bunlara bakın!"

İşte dile ilişkin bir bilginin gündeme geldiği yerde tam tamına burasıdır. Yunanlıların sözcüklerini kullanma biçimleri üzerinde yoğunlaşarak —yalnızca filozofların değil, ancak aynı zamanda hatiplerin ve ozanların, değişik bağlamlarda ve durumlarda kullandıkları sözcükler ve onların kullanılma biçimleri üzerinde yoğunlaşarak— onların içinde yaşadıkları çağın bilinçsiz önsayıntılarına ilişkin olarak sağlam bir kavrayış sahibi olabiliriz.

Çağın bilinçsiz sayıntılarına ilişkin bir başka örnek olarak, ilk zamanlarda Yunanlıların ve klasik dönem boyunca, ortalama insanların, büyüsel (sihirsel) düşünce evresine ne denli yakın olduklarını anımsamalıyız. Tinlerin ya da tanrıların, belirli bir evrede, doğanın işleyiş sürecine katıldıkları ister düşünülmüş isterse düşünülmemiş olsun, onların eylemleri uygun büyü tekniklerine sahip insanlar tarafından etkilenmeye çalışılırdı. Büyücü bu durumda, belirli bir olaylar dizisini başlatır ve neden ve etki, sanki bir tüfekle hedefe iyice nişan alıp, tüfeğin tetiği çekilmişcesine, aynı kesinlikle birbirlerini izler. Uygulamalı bilim doğa yasalarına dayanır. Her ne denli yasaları, bizim bugün hiçbir biçimde inanmadığımız türden yasalar olsa bile, büyü de öyledir. Büyüye temel olan yasalardan en önemli ve en temellisi, bizim için bugün bu türden hiçbir ilişkisi olmayan şeyler arasında doğal bir ilişki olduğunu ortaya koyan, duygudaşlık (sempati) yasasıdır. Duygudaşlık yasasının etkisi, iki şey böyle bir ilişki içinde oldukları zaman, birisinin yaptığı ya da maruz kaldığı şeye, diğerinin de aynı biçimde yapması ya da maruz kalmasıyla ortaya çıkar. Bu türden bir ilişki, bir insanla onun görüntüsü ya da portresi arasında varolur. Bu aynı zamanda, bir insanla onun saç kırpıntıları ya da tırnak parçaları ya da hatta, uzun bir ilişki nedeniyle, insanın kişiliğinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiş elbiseleri arasında varolur. İşte, bir düşmanın adı verilmiş olan bir kuklaya (uygun büyülerle birlikte) kötü davranma, bir başka deyişle, onun saçını ya da elbisesinden bir parçayı yakma uygulamaları, bunun bir sonucudur. Duygudaşlık dahası, şeylerle ya da insanlarla onların adları arasında varolur. Bir düşmanın adını düz bir levha üzerine yazmak, daha sonra adı kazımak (böylelikle, ona ölüler diyarının güçlerini yüklemek) ve yakmak, onu yaralayabilir ya da öldürebilirdi. Bu, her ne denli son derece ilkel olsa da, Atina'nın komşularında, İ.Ö. dördüncü yüzyılda, bir başka deyişle, Platon ve Aristoteles'in yaşadığı dönemde, çok yaygın olan bir uygulamaydı.

Böyle düşünen insanlar için, ad açıkça şeyin kendisi denli gerçekti, ve ona sıkı sıkıya bağlıydı. "Bir ad" birisinin de söylemiş olduğu gibi, "bir kişinin, kolu ya da bacağı denli, bir parçasıdır". Şimdi, Platon'un Kratylos adlı diyaloğu dilin kökeni sorununu ele alır ve büyük ölçüde, şeylerin adlarının, onlara "doğadan" mı yoksa "uylaşımla" mı bağlı olduğu, adların şeylere, onların doğal bir parçaları olarak mı, yoksa keyfi olarak mı yüklendiği sorusuna bir yanıt bulmaya çalışır. Soru anlamsız bir soru izlenimini uyandırır ve bizimle onu saatlerce tartışabilen insanlar arasında ince bir perde var gibi görünmektedir. Ancak söylemekte olduğum bu şeyler, ilkel insanın, mantık-öncesi bir anlayışa (zihniyete) sahip olduğunu, bir başka deyişle, insansal gelişmenin, aktüel düşünce işlemlerinin bizimkilerinden çok farklı olan, ve mantık adını verdiğimiz disipline kendisinde rastlanmayan bir evresinde bulunduğunu savunan Lévy-Bruhl'ün temsil ettiği Fransız Okulu insanbilimcilerinin yapıtları ışığında, daha da ilginç hale gelir. Lévy-Bruhl burada sözünü ettiğimiz görüşlerinden dolayı eleştirilmiştir ve sanıyorum ki, haklı olarak eleştirilmiştir. Söz konusu olan, Lévy-Bruhl'ün dediği gibi, insan anlığının herhangi bir zamanda tümüyle farklı çizgiler üzerinde işlemesi değil de, yalnızca, bilginin o zamanlar ulaştığı düzeyde, insanların kendilerinden kalkarak usavurmalar (reasonings) gerçekleştirdikleri öncüllerin, onları bize çok acayip gelen sonuçlara götürecek denli, büyük farklılıklar göstermesidir. Her iki durumda, bizde ve onlarda, farklı olan öncüllerdir. Belirli şeyler, onların anlıklarında, bize göre, hiç de usa uygun olmayan bir biçimde, birbirlerine bağlanır ya da birbirleriyle özdeşleştirilir. Platon'un diyaloğunda Kratylos'un bakış açısı, o şunları söylediği zaman, tam tamına kendisinde büyüsel birleşim ya da ilişkinin olanaklı olduğu, böyle bir anlık halini ele verir: "Bu bana oldukça basit bir şey gibi geliyor. Adları bilen insan şeyleri de bilir" Sokrates ona, bununla kendisinin, onun, bir adı bilen bir kişinin bu adı taşıyan şeyi de bilmiş olduğunu kastetmesini mi anlaması gerektiğini sorar ve Kratylos bunun tam tamına kendisinin anlatmak istediği şey olduğunu söyler. Uslamlamayla (argument) geriletildiği zaman, Kratylos'un sözcüklerin kökenine ilişkin olarak, doğaüstü bir açıklamaya başvurması ilginçtir: "Bu gibi konularda en doğru açıklamanın, Sokrates, insandan çok daha yüksek bir gücün, şeyler için ilk adları verdiğini, öyle ki onların kaçınılmaz bir biçimde doğru adlar olmak zorunda olduklarını düşünüyorum".

Benzer değerlendirmelerin, daha sonra Herakleitos'un, çok şaşırtıcı bir biçimde, aynı anda, onun ağzından çıkan sözcük, sözcüğün içerdiği doğruluk (hakikat), kendisinin betimlemekte olduğunu düşündüğü dışsal gerçeklik ve onun ateş adını verdiği şey olan, logos kavramını ele alırken yardımı olabilir. Felsefi bir okul denli, dinsel bir tarikat oluşturan Phytagorasçılar da bundan izler taşırlar. Bunu kanıtlamak için de, Phytagorasçıların en eskisi "şeyler birer sayıdırlar" demiştir. Bunu kanıtlamak için de, "1 bir nokta (.), 2 bir çizgi 3 bir yüzey 4 bir katıdır Böylelikle, sayılardan meydana gelmiş katı cisimlere sahip olursunuz demiştir. Bunu, matematiğin soyut anlıksal kavramlarından doğanın katı gerçekliklerine pek de haklı kılınamayacak ve gerçekte, anlaşılmaz olan bir sıçrama olarak görebiliriz. 4 sayısından yapmış oldukları piramit, taş ya da tahta bir piramit olmayıp, anlığın özdeksel olmayan katışıksız bir kavramıydı. Aristoteles daha o zamandan, Phytagorasçıların anlayışlarından, onları anlayamayacak denli uzak ve ayrı düşmüştü ve onların "ağırlığı olmayan varlıkları, ağırlığı olan varlıkların öğeleri yapmalarından" yakınıyordu. Ancak insanbilimci bize yine "Kullanılmaya hazır hiçbir soyut kavramı olmayan mantık-öncesi anlayış sayıyı, kendisine bir sayı verilen nesneden, açık ve seçik bir biçimde, ayıramaz" der. Sayılar gerçekte, başka herşey —bunlar, ister nesneler ya da ister salt uylaşımsal simgeler, sözcükler ya da adlar, eşdeyişle, nesnelerin kendilerinden ayırmamız gereken işaretler olsunlar— gibi, kendilerine özgü birtakım büyüsel ilişki ve özelliklerle donatılmışlardır. Bu olgulara ilişkin bir bilgi bize, Pyhtagorasçılara, onları biraz daha iyi anlayarak, yaklaşma olanağı verecektir.

Bu konuya bir son vermezden önce, şimdiye dek söylemiş olduklarıma çok büyük bir önem ve ağırlık verilmemesi için, bir uyarıda bulunmak gereği duymaktayım. Phytagoras bir ilkel, bir vahşi değildi. İlkel anlıktan kalkarak, ilkelin anlığıyla Phytagoras'ın anlığı arasında kuracağımız bir benzeşim (analoji) bizi belirli bir yere dek götürür, ancak daha fazlasına değil. Phytagoras matematik alanında bir ökeydi. O başkaca birçok şey yanında, müzikte sekizlik perde düzeninde değişmez matematiksel oranlara karşılık gelen uyumlu notalar ve bu matematiksel oranların neler olduklarını bulgulamıştı. Matematiğe olan eğiliminin düşüncesinin tümü üzerinde derin ve temelli bir etkisi olmuştur. Ancak bilinçsiz sayıntıları, matematiğinin biçimlenmesine de etki etmiştir; burada öne sürülen türden düşünce ve değerlendirmeler, eğer Phytagoras'ın öğretilerine ilişkin olarak bildiğimiz şeylere dikkatlice ve eleştirisel bir biçimde uygulanırlarsa, bu öğretilerin bazılarında yatan gizi anlamamızda yardımcı olabilirler. Bununla birlikte, bu konuda ölçülü ve titiz olmak gerekir. Yunanlılara insanbilimsel (antropolojik) bir yaklaşım çok çekici olmasına karşın, birçok iyi yorumcuyu yanlış yola sürüklemiştir. Büyü ve efsun, Platon'un zamanında, daha önce de söylemiş olduğum gibi, yaygın olabilir. Ancak Platon'un büyüyü açıkça mahkum etmesi de, aynı ölçüde önemlidir. Eğer söylemiş olduğum şeyler, Yunan düşünürlerinin, ilkel kabilelerde rastladığımız türden, aynı zamanda belirli bir ussal düşünceye sahip olan, büyücü hekimler oldukları izlenimi verirse, bu yararsız olmaktan daha da kötü olacaktır. Bunlardan beklenen Yunan düşünürlerinin karşı karşıya kaldıkları güçlüklere ilişkin olarak bir fikir vermeleri ve dolayısıyla bu düşünürleri incelemeye geçtiğimiz zaman, onların ulaştıkları sonuçları ve kaydettikleri kimi önemli başarıları daha iyi değerlendirebilmemize yardımcı olmalarıdır. Üstelik, Yunan düşüncesi tarihi, bir yönüyle, bu türden yaygın inanç ve sayıntılardan türemiştir ve yalnızca bu durum, onlara, bir giriş olarak, başvurmayı uygun ve anlaşılır kılar.

Belirli bir çağın felsefesine ilişkin olarak tarihsel bir çalışma yaparken, hiç kuşkusuz bu çağın düşüncesine uygulanacak bir sınıflama ortaya koymalıyız. Gelin Yunan düşüncesini, bugün kendilerini filozof olarak gören herkesin üzerine uyuşmayabileceği, ancak antik Yunan filozoflarını inceleme çabasına kesinlikle uygun düşecek bir biçimde betimleyelim. Ben kendim, her ne denli uyuşmazlık ve tartışma için hazır olsam bile, Yunan felsefesinin konularına ilişkin olarak, buradaki ereklerimizi dikkate alarak ortaya koyacağım sınıflamanın, herşeye karşın, antik Yunanlıların entelektüel sorunları için olduğu denli günümüz entelektüel sorunları için de geçerli olduğunu düşünüyorum.

Antik Yunan felsefesinin iki temel yanı vardır ve geliştikçe, bir üçüncüsü daha ortaya çıkar.
1. Kurgusal ya da bilimsel. Bu, insanın içinde yaşadığı evreni, makrokosmosu açıklama girişimidir. Son zamanlarda doğa bilimleri o denli büyük ve göz kamaştırıcı bir gelişme gösterdiler ki, onlar bu gelişmenin bir sonucu olarak, felsefeden ayrıldılar ve felsefe terimi, söz konusu gelişmenin doğurduğu bakış açısından, yalnızca metafiziğe karşılık gelir oldu. Ancak biz burada kurgusal (spekülatif) ya da bilimsel sıfatıyla, bilim ve felsefeden her ikisinin de çocukluk dönemlerinde oldukları ve aralarında hiçbir sınır çizgisinin bulunmadığı bir zamanı niteliyor ve böyle bir zamandan söz ediyor olacağız.
2. (Ahlaksal ve siyasalı içeren) Pratik. Bu, insanın kendisine, mikrokosmosa, onun doğasına, dünyadaki yerine, başka insanlarla olan ilişkilerine ilişkin bir çalışmadır. Bunun temelinde yatan güdü, geleneksel olarak evrenin doğası hakkındaki kurguda olduğu gibi, katışıksız, saf merak olmayıp, insan yaşamı ve insanın eylemlerinin nasıl iyileştirilip, geliştirilebileceğini bulma biçimindeki pratik güdüdür.

Tarih sırasına göre, Antik Yunan'da, burada bir yandan insan yaşamı ve eylemleri üzerine olan nedensel değerlendirmelerle, diğer yandan ahlak felsefesini birbirlerinden ayırmak koşuluyla, ikinciden önce birincinin ortaya çıktığını görmekteyiz. "Ahlaksal düşünce, ortaklaşa yaşamın doğurduğu gereksinimlerin bir sonucu olarak, doğa hakkında düşünmeden önce gelir; oysa eylemin ilkeleri üzerinde düşünme, yine aynı nedenlerden dolayı, en azından biraz daha geç başlar". Henri Berr'in Robin'in Greek Thought (Yunan Düşüncesi) adlı kitabına yazdığı önsözdeki bu değerlendirmesinin genel bir geçerliliği vardır. Bunu antik Yunan'a uyguladığımızda, bir Hesidos, bir Solon, ya da bir Theognis'in —özdeyişler ve mecazlarla dolu— ahlaksal bakımdan eğitici şiirinin, Doğa Felsefesinin İyonya'da, İ.Ö. 6. yüzyıldaki başlangıcından önce geldiğini görürüz. Öte yandan, insan eyleminin felsefesi olarak adlandırılabilecek bir şey —eylemlerimizi bilgi ve kuramın dizgeli bir eşgüdümüne (koordinasyonuna) dayandırma girişimi— için, İ.Ö. 5. yüzyılın sonuna dek beklemeliyiz. O, doğa felsefesi boyunca duyulan coşku dalgası gücünü yitirdiği ve yandaşlarının güveni kuşkuculuk tarafından temellerinden sarsıldığı zaman, Sofistler ve Sokrates'le geldi.

Üçüncü yanın felsefe gelişip, serpildikçe ortaya çıktığını söylemiştim. Bu, mantık ve epistemoloji ya da bilgi kuramını içeren eleştirici felsefedir. İnsanlar yalnızca, göreli olarak, daha ileri bir düşünce düzeyinde, kendilerine doğa tarafından verilmiş olan araçların, dış dünyayla ilişki kurmak bakımından yetersizliklerini, güvenilirliklerini sorgulamaya başlarlar. Bilgimiz, son çözümlemede neye dayanmaktadır? Duyularımızın tanıklığına mı? Duyularımızın bizi bazen yanıltabildiklerini biliyoruz. Onların bizi gerçeklikle, her zaman ilişkiye sokacaklarına ilişkin olarak kanıtımız var mı? Anlıksal işlemlerimiz sağlam ve güvenilir mi? Kendimize dış dünya hakkında daha fazla düşünme izni vermezden önce, bu işlemlerin kendileri üzerinde çalışmalı, onları çözümlemeli ve sınamadan geçirmeliyiz. Eleştirici felsefeye özgü sorular işte bunlardır. Eleştirici felsefe konu olarak, düşüncenin bizzat kendisini almaktadır. O kendisine ilişkin olarak bilinçli hale gelen felsefedir. Herakleitos ve Parmenides'in, erken beşinci yüzyıl Yunanistan'ında, kendilerine özgü yollardan ortaya koydukları gibi, bir filozof duyuların tanıklığından kuşku duymaya başladığı zaman, eleştirici felsefe için herşey hazır hale gelmiş demektir. Eleştirici (kritik) felsefe, Platon'un yaşlılık dönemine dek büyük bir gelişme kaydetmedi; ancak böyle bir bilime (epistemolojiye) duyulan gereksinmenin kendisini derece derece, giderek artan bir yoğunluk içinde, hissettirdiğini, ilerledikçe görmek ilginç olacaktır.
Felsefenin ilk iki dalına —metafiziksel ve ahlaksal dallarına— döndüğümüzde; bazı filozoflar her ikisiyle de eşit ölçüde ilgilenecek ve bütünlüğü olan, tek bir dizge kurmayı başaracaklardır. Bu, felsefi ereği çağının birbirlerini tamamlayan iki eğilimiyle savaşmak olan Platon'un kendisi için öngördüğü hedefti. Bu eğilimler: (I) Bilinecek hiçbir kalıcı ve sürekli gerçeklik bulunmadığı temeli üzerinde, bilginin olanağını yadsıyan entelektüel kuşkuculuk ve (II) Ahlaksal anarşi, yani değişmez ve tümel olan hiçbir eylem ölçütü, belirli bir insana, belirli bir zamanda en iyi görünenden daha yüksek hiçbir eylem ölçütü bulunmadığı görüşü. Söz konusu iki öğeden oluşan soruna kapsamlı bir çözüm olarak, Platon, yeri gelince açıklamaya çalışacağımız, ünlü Formlar öğretisini öne sürdü.

Buna karşın, Sokrates'e eylem alanının ya da Anaxagoras'a kozmik kurgunun çekici gelmesi gibi, çoğunlukla, farklı filozoflar ilk iki yanın biri ya da diğeri tarafından adeta çekimlendiler. Bundan başka, çoğu zaman, belirli bir çağın tüm bir düşüncesi, bu iki yandan birine diğerinden daha çok eğilim gösterir, çünkü düşünce en azından bir bölümüyle, içinde bulunulan toplumun durumuna ve koşullarına bağlıdır. Filozoflar boşlukta düşünmezler ve onların ulaştıkları sonuçlar mizaç x deney (tecrübe) x daha önceki felsefelerin bir ürünü olarak betimlenebilir. Bir başka deyişle, filozofların ulaştıkları sonuçlar, belirli bir mizacın, birçok filozofta olduğu gibi, daha önceki filozoflardan gelen temel savlar üzerinde düşünmekle (daha önceki felsefeler) felsefi gelişmesi etkilenen söz konusu tikel insana kendisini sunduğu biçimiyle (deney), dış dünyaya karşı olan tepkilerdir. Ve, nasıl ki hiçbir iki insanın mizacı tam olarak aynı değilse, bunun gibi, hiçbir iki insanın dış dünyalarının —eşdeyişle, deneyleri— da tam tamına aynı olmadığından emin olabiliriz.

Felsefenin temel sorunlarına verilen yanıtların, bu denli büyük farklılıklar göstermiş olmalarının nedeni budur. Birbirlerine karşıt mizaçları olan insanlar felsefi sorulara farklı yanıtlar vermek durumundadırlar. Gerçekten de, yanıtların çelişik bile olmamaları olasıdır; yalnızca, aralarında herhangi bir karşılıklılık ya da uygunluk olması, hiçbir biçimde olanaklı değildir. Bunlar içerik bakımından farklı olmakla kalmayıp, ancak aynı zamanda farklı türden yanıtlar olacaklardır. Bir örnek bunu daha açık hale getirebilir. İki adamın dünyanın neden meydana geldiğini tartıştıklarını varsayalım. Biri onun tümüyle sudan, diğeri ise tümüyle havadan meydana geldiğini söylemektedir. Öyleyse, her ikisi de aynı soruyu aynı biçimde yanıtlamakta ve gerçekte çelişik yanıtlar vermektedirler. Bir uslamlama temelleri vardır, her biri görüşünü desteklemek için ortak gözlemlerinden olgular getirebilir ve birinin diğerini ikna ederek, tartışmayı sona erdirme şansı, her zaman vardır. Ancak bir de, —Dünya son çözümlemede nedir?— sorusunun daha az açık, daha az gözlemlenebilir bir malzeme üzerinde, fakat daha felsefi bir düzeyde tartışıldığını ve adamlardan birinin dünyanın pozitif ve negatif elektrik yükleri, diğerinin ise Tanrı'nın anlığındaki bir düşünce olduğunu ileri sürdüğünü varsayalım. İkisinin, tartışmayla geçen yararlı, verimli bir saat geçirebilmelerini ya da birlikte epeyce bir ilerleme kaydetmelerini düşünmek pek gerçekçi olmaz. Farklı türden insanlardır, bunlar. İkincisi birincisinin elektrik hakkında söylediklerini kabul etmeye, belki de, daha dünden hazırdır, ancak onların kendi yanıtını etkilemesine izin vermez. Benzer bir biçimde, birincisi de, diğerinin söylediğinin doğruluğunu yadsıyacak doğada olan biri gibi görünmekle birlikte, büyük bir olasılıkla, onun yanıtının doğru olabileceğini ya da olmayabileceğini söyleyecek, ancak her durumda, konuyla uzaktan yakından bir ilgisi bulunmadığı yanıtını verecektir.
Aristoteles'in ebedi soru olarak adlandırdığı "Gerçeklik nedir?" sorusuna verdikleri karşılıklarla kendilerini ele veren söz konusu iki yanıt, birbirlerinin her zaman karşısında yer almış olan iki tip felsefeyle ilişkilidir.

"Gerçeklik nedir?", sorusu ilk bakışta göründüğü gibi, anlamsız ve kabul edilemez bir soru değildir. Gerçekte şu anlama gelmektedir: İster tüm Evren, ister onun içindeki tikel bir nesne olsun, herhangi bir şeyi değerlendirirken, onun üzerinde düşünürken, "O nedir?" sorusu sorulursa, hemen ortaya koyacağımız şey olarak, neyin onun için özsel ve ayrıca neyin onun için ikincil ve önemsiz olduğunu düşünüyorsunuz? Herhangi biri kendisinin bu iki tip felsefeden hangisine bağlı olduğunu kolaylıkla saptayabilir. Sorumuzun bu kez "Bu sıra nedir?" olduğunu varsayınız ve aşağıdaki iki yanıttan hangisinin, sizi, en uygun yanıt olarak, kendisine çektiğini değerlendiriniz: a)Tahta, b) Üzerine kitap ve kâğıt konacak bir şey. Hemen görüleceği gibi, bu iki yanıt çelişik değildir. Ancak farklı türden yanıtlardır. Diğerinden çok, birinin hemen ve içgüdüsel olarak seçilmesi, kişiye mizaç olarak özdekçiliğe ya da erekbilime (teleolojiye) yatkın olduğunu gösterir.

Bu iki tip felsefeye, doğallıkla antik Yunanlılar arasında da rastlanmakta olup, bunlar birbirlerinden kolaylıkla ayırt edilebilirler. Antik Yunanlılardan bazıları şeyleri özdeklerine, ya da kendilerinin onu adlandırdıkları biçimiyle, şeylerin "kendisinden —meydana geldikleri— şey"e başvurarak tanımlamaktaydılar. Diğerleri ise özsel öğeyi, kendisine formu da dahil ettikleri erek ya da işlevde gördüler, çünkü (Platon tarafından Kratylos adlı diyalogda işaret edildiği gibi) yapı işleve hizmet eder ve işleve bağımlıdır. Sıra halen sahip olduğu biçime (forma), hizmet etmek durumunda olduğu erekten dolayı, sahiptir. Mekik, dokumacı için belirli bir işlevi yerine getirmek durumunda olduğundan dolayı, böyle biçimlenmiştir. Demek ki, Yunanlının anlığına kendisini sunan ilk karşıtlık, özdek (madde) ve, her zaman form fikrinde içerilen işlev fikriyle birlikte olan, biçim arasındaki karşıtlıktır. "Gerçeklik nedir?" biçimindeki ebedi soruyu yanıtlarken, İyonyalı düşünürler ve atomcular yanıtlarını özdek bakımından, buna karşın Phytagorasçılar, Sokrates, Platon ve Aristoteles form bakımından verirler.

Filozofları özdekçiler ve erekbilimciler —özdek filozofları ve form filozofları— diye ayırma, çağımız da içinde olmak üzere, her çağda yapılabilecek olan temel bir ayrımdır. Üstelik, ayrımın her iki tarafı da Yunan geleneğinde baştan beri tam bir açıklık ve güçle temsil edildiğinden, ayrımı usumuzdan hiç çıkarmazsak, işimiz daha kolaylaşacaktır.


Dipnotlar
[1] Bunun, yenisi her zaman olanaklı olduğu gibi, daha önce F. M. Cornford tarafından Before and Socrates (Sokrates'in öncesi ve sonrası), Cambridge University Press, 1932 adlı kitapta gerçekleştirilmiş olduğu hemen söylenmelidir. Söz konusu kitabın baskısının tükendiği ve bugünkü koşullar altında, en azından belirli bir süre için de olsa, yeni baskısının yapılamayacak olması, elinizdeki yapıt için en iyi haklı kılınma yoludur. Cornford'un kitabını elde edecek denli şanslı olan okuyucular, bununla birlikte, Cornford'un yaklaşımının farklı olduğunu ve aynı zamanda, elinizdeki kitabın, biraz daha uzun olduğu için, aktüel malzeme açısından daha çok şey içerdiğini göreceklerdir.

[*1] Yazarın burada, kendisinden alıntı yaptığı kitap, Francis Mcdonald Cornford'un The Republic of Plato (Platon'un Devleti), Giriş, çeviri ve notlar, Oxford, 1941, adlı yapıtıdır (çeviren).

[*2] F.M. Cornford'un burada sözünü ettiği çeviri: Benjamin Jowett, The Dialogues of Plato translated info English with Analyses and Introductions (Platon'un, Çözümleme ve Girişlerle birlikte, İngilizceye Çevrilmiş Diyalogları), 4. Baskı, yayımlayanlar: D.J. Allan ve H.E. Dale, IV Cilt, Oxford, 1953 (Çeviren).

[*3] Bu üç Yunanca sözcükten arete İngilizcede virtue, Türkçede erdem sözcüğüyle karşılanmakta olup, antik Yunan felsefesindeki teknik anlamı yazar tarafından ileriki sayfalarda ayrıntılı olarak açıklanacaktır.Musike sözcüğünün fazladan hiçbir teknik anlamı olmayıp, dilimize batı dillerinden geçmiş müzik sözcüğüne karşılık gelmekte ve bu sözcüğün etimolojik olarak, kökeninde bulunmaktadır.
Yazarın, zaten yeterince bilindiğini düşündüğü için, açıklamadan bıraktığı logos sözcüğüne gelince, kendisine çok çeşitli taşıyan anlamları şöyle sıralanabilir: (1) İlişki, oran, karşılıklılık, (2) -a) açıklama, bir kuram ya da uslamlamanın (argümanın) ortaya konması (Herakleitos 50, Parmenides 8.50, Platon, Phaidon 62 d) -b) yasa, davranış kural, c) sav, varsayım (Platon, Protagoras 344b, Phaidon 100a) d) neden, temel (Platon, Gorgias 465a, Sofist 265c) e) tanımdan daha geniş formül ancak çoğu kez, nedeni ortaya koyan terim, yani tasımdaki orta terim (Platon, Devlet 497c), f) özel tanım (Platon, Phaidros 245e, Theaeteros 148d Aristoteles, Metafizik 1006b 5 ve 10035b 4), g)dünyanın oluş sürecinde sergilenen yasa (Platon, Devlet 500c) 3- a) ruhun kendi kendine içsel tartışması (Platon, Theaetetus 189e, Sofist 263e; Aristoteles, Posterior Analitics 76b25), b) düşünme, usavurme, refleksiyon (Platon, Devlet 529d, Parmanides 135e; Aristoteles; Nikkomakhus Ahlakı 1149a35, c) duyusal olarak algılamanın karşısında yeralan anlıksal kavrayı (Platon, Devlet 607b), d) bilimsel bilgi ve doğru düşünme işlemi (Platon, Phadion 73a), e) bir yeti olarak us (Platon, Timaeus 70a, Aristoteles, Nikomakhus Ahlakı 1102b26) (Çeviren).

[3] G.M.A. Grube, Plato's Thought (Platon'un Düşüncesi), Methuen, 1985, s. 150.


W.K.C. GUTHRIE, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Gündoğan Yayınları, 2000
Çeviren: Ahmet Cevizci

W. K. C. Guthrie. William Keith Chambers Guthrie FBA (1 August 1906 – 17 May 1981), usually cited as W. K. C. Guthrie, was a Scottish classical scholar, best known for his History of Greek Philosophy, published in six volumes between 1962 and his death.



[Koyulaştırmaları ben yaptım DK]