abd etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
abd etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Aralık 2021 Cuma

ABD'de çocukları felç eden virus

ABD'de çocukları felç eden virus



ABD’deki yüzlerce çocuğu felç eden nadir bir virüs türü görüldü. ABD’de çocukları felç eden nadir bir virüs türü görüldü 

Son zamanlarda, enterovirüs D68 (EV-D68); ABD’de yüzlerce insanı felç eden bir hastalıkta, kilit rol oynamakla suçlanıyor. Virüsün varlığını işaret eden bulgular ise şu ana kadar en iyi

20 Ekim 2021 Çarşamba

Türkiye Kanser Sıklığında Avrupa ve ABD gerisinde

Türkiye Kanser Sıklığında Avrupa ve ABD gerisinde

"


  Türkiye, kanser sıklığında AB ülkeleri ve ABD'nin gerisinde Sağlık Bakanlığının son kanser istatistik verilerine göre Türkiye, kanser görülme hızında AB ülkeleri ile ABD'nin gerisinde kaldı. AB ülkelerinde bir yıl içinde her yüz bin erkekten 314'üne ve her yüz bin

7 Şubat 2016 Pazar

Sevres Antlaşması'nda Kürdistan Meselesi

Sevres Antlaşması'nda Kürdistan Meselesi

Baskın Oran

2001
Sevres sonrası Osmanlı İmparatorluğundan ayrılması tasarlanmış bölgeler
Harita: Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, cilt I,  s: 127

Kürdistan ile iIgili Üç Madde 

Birinci Dünya Savaşından sonra kuzey Irak Kürtlerinin de yaşadığı Irak toprakları İngiltere'nin mandasına verildi. Sevresle saptanan Osmanlı sınırları içindeki Kürtlere ise, Sevres Antlaşmasının üç maddesi (md. 62-64) yerel (teritoryal özerklik getirmekte, bu özerkliğin bağımsızlığa dönüşmesini de ilk bakışta mümkün kılan bir ifade kullanmaktaydı. 

Md.62: "Fırat'ın doğusunda, ileride saptanacak Ermenistan'ın güney sınırının güneyinde ve (...) Suriye ve Irak ile Türkiye sınırının kuzeyinde, Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğini, işbu Antlaşmanın yürürlüğe konulmasından başlayarak altı ay içinde (...) üç üyeden [İngiliz, Fransız, İtalyan] oluşan bir Komisyon hazırlayacaktır. (...) 


Md.63: klasiktir: "Osmanlı Hükümeti, 62. maddede öngörülen [hükümlerle ilgili kararları] üç ay içinde kabul etmeyi ve yürürlüğe koymayı şimdiden yükümlenir." 

Md.64: "işbu Antlaşmanın yürürlüğe konuşundan bir yıl sonra, 62. maddede belirtilen bölgelerdeki Kürtler, bu bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye'den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyetine başvururlarsa ve Konsey de bu nüfusun bu bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varırsa ve bu bağımsızlığı tanımayı Türkiye'ye salık verirse, Türkiye, bu tavsiyeye uymayı ve bu bölge üzerindeki bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçmeyi, şimdiden yükümlenir. (...) 
"Bu vazgeçme gerçekleşirse ve gerçekleşeceği zaman, Kürdistan'ın şimdiye dek Musul İlinde kalmış kesiminde [İngiliz mandası altında] oturan Kürtlerin, bu bağımsız Kürt Devletine kendi istekleriyle katılmalarına, Başlıca Müttefik Devletlerce [İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya] hiçbir karşı çıkışta bulunulmayacaktır."

Kürdistan'ın Bağımsızlığı Konusu 
Görüldüğü gibi md.62'ye göre Osmanlı sınırları içindeki Kürtler teritoryal özerkliğe kavuşmaktaydı. Yalnız, bu "özerk toprak"ın güney sınırı belli olmakla birlikte, kuzey sınırı belirsizdi. Çünkü bu sınır, aynı zamanda, kurulması kararlaştırılmış olan Büyük Ermenistan'ın güney sınırıydı ve sınırlar konusunu incelerken görmüş olduğumuz gibi, saptanması Sevres md.89 hükmü sonucu ABD Başkanı W.Wilson'a bırakılmıştı. (Wilson, daha ileride göreceğimiz gibi, Ermenistan'a Karadeniz'e açılma olanağı verecek bu saptamayı 22 Kasım 1920 tarihli bir belgeyle Müttefiklere ulaştıracaktır.) 

İşte, bu belirsizliktir ki, Sevres'in md.62 ile teritoryal özerklik  verdiği ve md.64'le bağımsızlık kapısını "açık" bıraktığı Kürtler, yine Sevres'in md.89'la getirdiği bu Ermeni tehdidi yüzünden, Ankara'nın yönettiği kurtuluş savaşına güçlü bir destek vereceklerdir.

En ilginç olan, md.64 idi, çünkü  Osmanlı Kürtlerine ilk bakışta büyük olanaklar getiriyor biçiminde yorumlanabilecek bu madde pek o kadar net değildi. Maddede, Osmanlı sınırları içindeki Kürtlerin bağımsız devlet kurabilmeleri için 2 koşul ileri sürmekteydi.

1) Osmanlı'dan bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak MC'ye başvurmak. 
Bu "kanıtlama"nın nasıl olacağı belli değildi. Bu bölgede pek bilinmeyen bir usul olan plebisit yapmanın zorluğu bir yana, böyle bir oylamanın sonucunun kimin tarafından "kanıtlama" olarak kabul edileceği de açık değildi. (Üstelik, aynı yönde bir oylama Lausanne'daki Musul görüşmeleri sırasında Ankara tarafından kuzey Irak için istendiğinde, Lord Curzon "Kürtler bir oy sandığını gördüklerinde bomba sanabilirler" diyecektir). Bununla birlikte, kesin olan bir husus varsa, o da bu konudaki saptamanın tamamen İngiliz etkisinde yapılacağıydı.

2) MC Konseyinin bu nüfusun bu bağımsızlığa yetenekli olduğuna karar vermesi ve Osmanlı devletini bu yönde bir kararı tanımaya çağırması. 
Bir kere, böyle bir kararın hangi ölçütlere dayanacağı tamamen belirsizdi. Bununla birlikte, ABD'nin MC'ye girmeyi kabul etmediği göz önüne alındığında ve Konsey'e tamamen İngiltere'nin egemen olduğu anımsandığında bu konuda da esas olarak İngiltere'nin etkili olacağı söylenebilirdi ve dolayısıyla Kürtlerin kaderi tamamen bu devletin eline verilmişti. İkincisi, bu durumda, böyle bir bağımsızlığın İngiltere'nin o sıradaki ulusal çıkarlarına uyup uymayacağı hususu önemli oluyordu. İngiltere gibi, "sürekli dostları veya düşmanları olmayan, yalnızca sürekli çıkarları olan" bir devletin ittifakları ise her an değişebilirdi. Nitekim, Kürtlere, güneydeki Suriye'ye egemen bir Fransa'nın etkisinde kalabilecek bir bağımsızlık vermektense, veya güneyde kendi mandası Irak'ta yaşayan Kürtlerle birleşerek güçlenebilecek bir Kürdistan yaratmaktansa, Sevres'le iyice zayıflamış bir Osmanlı'yı İngiltere tercih edebilirdi. 

işte, md.64'ün son fıkrasında yer alan ve ne anlam ifade ettiği açık olmayan hükmün (... hiçbir karşı çıkışta bulunulmayacaktır) işlevinin burada devreye girdiği söylenebilecektir: 

İngiltere için esas olan, güneydeki (Musul'daki) Kürtlerin yaşadığı petrol bölgeleriydi. Kuzeyin dağlar, kanyonlar ve yaylalarla parçalanmış arazisinde petrol olmadığı tahmin ediliyordu. Üstelik, buradaki Kürt aşiretlerini denetim altına almak, bu topoğrafya yüzünden çok zordu. İngiltere bu yüzdendir ki, önceleri istediği bilinirken, sonraları bu bölgeyi kendi mandası altına almaktan vazgeçmişti. ileride, kuzey Kürtlerinin yaşadığı bölgede petrol çıkarsa, İngiltere'nin buraya sahip çıkabilmesi, herhalde, kuzeydeki bağımsız Kürdistan'ın güneydeki İngiliz mandasına katılmasıyla olamazdı. Ancak bunun tersi mümkün olabilirdi. işte son fıkrayla İngiltere, herhalde, rakibi Fransa'nın böyle bir olasılığı engellemesini şimdiden önlemek amacını gütmüştü. 

Nitekim, San Remo hazırlık konferansının 19 Nisan 1920 tarihli oturumunda bu maddeyi ileri süren ve savunan bizzat Lord Curzon olacak, buna karşılık Fransız Başbakanı Millerand "konunun çekinceli olduğunun kaydedilmesini istediğini" belirtecektir (Olcay, s. 465-467). Zaten, Kürdistan'a doğrudan bağımsızlık vermek isteyen İngiltere'ye, Musul'da fazlasıyla ödün vermiş bir Fransa'nın karşı çıkmasıdır ki, özerklik formülüyle dahi olsa bu bölgenin Osmanlı toprakları içinde kalmasına yol açmıştır (Helmreich, s.22). 

Bu durumda Kürdistan'ın bağımsız olması, tamamen, İngiltere'nin uydusu olmasına  ve öyle kalacağı izlenimini vermesine bağlı gözüküyordu. Kürtlerin bağımsız devlet kurabilmelerinin bir büyük devlete tam anlamıyla bağlı olması durumu, Yüzyılın başında da, İngiltere'nin yerine ABD'nin geçmesiyle aynen sürecektir. 

Kaynak

Baskın Oran, "Sevres Barış Antlşaması"", Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, cilt I, İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, s: 130-131

29 Ocak 2016 Cuma

John Brown

John Brown

John Stewart Curry'nin duvar resminde John Brown. 
Kansas'taki köle tacirlerine karşı yürüttüğü amansız savaşlar sonucu  ve 
idam edilmesiyle birlikte bir destan kahramanı haline gelmiştir.
Başlatmış olduğu ayaklanma ile siyahların kurtuluşu hareketine öncülük eden John Brown, 9 Mayıs 1800'de ABD'nln Connecticut eyaletinde Torrington kasabasında doğdu. Siyahların haklarını ilk çalışmaya başladığı günden beri savunan Brown, püriten bir aileye mensuptu. 


Yıllarca ABD'nln çeşitli eyaletlerinde dolaşarak çiftçilik, yün ticareti, koyun ve toprak alım satımı yaptı. 1849'da New York'ta North Elba'da köleliğe karşı olan Gerrit Smith'in bağışladığı topraklara yerleşti. Burada kalabalık ailesini geçindirmek için çiftçilik yaparken, bir yandan da siyahların yaşama koşullarına tanık oluyor ve köleciliğe karşı mücadele etmeyi planlıyordu. 


1845'te yerleşmeye yeni açılan Kansas Eyaleti'ndeki toprakların paylaşımı nedeniyle çiftçilerle tarım işletmecileri arasında çıkan çatışmalar John Brown'un buraya gelerek ayaklanma girişimlerini başlatmasına neden oldu. Bölgeye silah ve cephane yüklü arabayla gelip, Osawatomie'ye yerleşen Brown, 1855'te beş oğlu ile birlikte köleciliğe karşı mücadele eden kuvvetlere katılarak, kısa bir süre içinde hareketin fiili önderi oldu. 


Köleciliği savunan güçlere karşı gerilla savaşı biçiminde yürütülen bu eylem devam ederken, 21 Mayıs 1856'da Kansas'taki Lawrence kentinin kölelik taraftarları tarafından yakılarak, yağma edilmesi ayaklanma sürecini hızlandırdı. Bunun üzerine Brown'un önderlik ettiği gerilla grupları misillemeye girişerek, Pottawatomie Deresi yakınlarında bir kasabaya baskın düzenlediler. Bu baskından sonra yörede adı efsaneleşen John Brown, bir süre sonra kaçak kölelerle birlikte Virginia'ya gitti. Amacı kaçak kölelere sığınacak bir yer temin etmekti. Bunun için girişimlere başlayarak, 1858'de Ontario'da Chatham şehrinde köleciliğe karşı beyazların da katıldığı bir toplantı düzenledi. Bu toplantıda kendi hazırlamış olduğu geçici bir anayasa kabul edildi. 


Aslında Brown, kağıt üzerinde kurulan bir devletin başkomutanı olmuştu. Bu hareket, ABD'de köleliğe karşı olan güçler tarafından onaylandı. Hatta daha önce Brown'a toprak bağışlayan Gerrit Smith ile birçok beyazın desteği sağlandı. Gerçekte John Brown'ın amacı genel bir ayaklanma başlatmaktı. Nitekim bir yıl sonra, 1859'un yazında Virginia-Maryland sınırında bulunan Harpers Ferry'deki Federal cephaneliğin yanında bir çiftlik kiralayarak karargahını kurdu.

Deniz piyadelerinin baskını.
http://www.heritage-history.com/books/guerber

/republic/zpage158.gif

Beyazların yanısıra siyahların da bulunduğu grup toplam 23 kişiydi. Aralarında Brown'ın 3 oğlu ile 2 damadı vardı. Esas amacı Federal Hükümet'in cephaneliğini basıp, silahları kölelere dağıtarak, ayaklanmayı başlatmaktı.


Sonunda 16 Ekim 1859 gecesi ani bir saldırıyla cephaneliği ele geçirdi. Hemen ardından adamlarının bir bölümünü yöredeki diğer çiftliklere göndererek oradaki kölelerin ayaklanıp, efendilerini rehin almalarını istedi. Kısa sürede bölgede 60'a yakın köle sahibi kişi rehin alındı. Brown ise baskının ertesinde günboyu yerel milislere karşı direndi. Ne var ki, bir gün sonra Washington'dan gelen deniz piyadeleri karşısında dayanamadı ve ağır yaralı olarak ele geçti. 





Thomas Hovenden'ın tablosunda John Brown'ın hayatının son anları gösterilmiş. 1884 .
edocs.uis.edu
Bu arada çatışma sırasında 2 oğlu ile 8 adamı da öldürülmüştü. Charlestown hapisanesine konulan John Brown, yargılanacağı mahkemeye sedye ile getirildi. Köleleri ayaklandırma, adam öldürme ve devlete ihanet suçlarından idama mahkum edilen Brown, 2 Aralık 1859'da asıldı. 


John Brown Mahkemede. Savunmasında "Bu suçlu topraklar ancak kanla arınabilir" demiştir.
Kendisi bir beyaz olmasına rağmen siyahların kurtuluşu hareketine önderlik eden John Brown'un eylemi daha sonraki birçok ayaklanmanın da habercisi oldu. Marx, John Brown'un idam edilmesinden sonraki ayaklanmalarla Çarlık Rusyası'ndaki köylü ayaklanmalarını dönemin en önemli toplumsal olayları olarak nitelendirir. 

John Brown'ın Cesedi


John Brown'ın cesedi mezarda çürüyor

John Brown'ın cesedi mezarda çürüyor
John Brown'ın cesedi mezarda çürüyor
Ama ruhu yürüyor bizimle

John Brown köleler kurtulsun diye öldü

John Brown köleler kurtulsun diye öldü
John Brown köleler kurtulsun diye öldü
Ama ruhu yürüyor bizimle

Gökteki yıldızlar eğilmiş bakıyor

Gökteki yıldızlar eğilmiş bakıyor
Gökteki yıldızlar eğilmiş bakıyor
John Brown'ın mezarına

[600 bin kişinin öldüğü iç savaşta siyahlar sözleri yukarıda yazan şarkıyla, kuzey orduları da bunun daha farklı bir versiyonunu söyleyerek yürüyorlardı.]


Şarkı için linkler

https://www.youtube.com/watch?v=bSSn3NddwFQ
https://www.youtube.com/watch?v=jso1YRQnpCI  (Pete Seeger)

Kaynak

Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim, cilt 1, s:182-183 (metin) ve s.187 (şiir, Bülent Somay'ın makalesinin son bölümünden)
http://www.cs.cornell.edu/nystrom/images/antietam/pages/page_17.html

6 Eylül 2010 Pazartesi

Yerli Silah Takıntısı

Yerli Silah Takıntısı

Albay Ripley ve İngiliz Tüfekleri
1860, ABD

West Point'ten 1813'de mezun olan Albay James Ripley belki de dört yıl süren kanlı Amerikan iç savaşının çıkmasından sorumlu kişilerin başında geliyor. Aslında bu anlaşmazlık birkaç ay içinde halledilebilirdi. 1861'de Birleşik Devletler ordusunun Savaş Gereçleri Bölümünün başına getirildiğinde altmış yedi yaşında olan Ripley ordunun silahlarını güçlendirmek için teklif edilen her türlü buluşa burun kıvırıyordu.

Ripley, özellikle piyade için gerekli ateşli silahların alınmaması için her türlü bürokratik yolu deneyen adam olarak da tarihe geçmiştir. Aralıksız atış sağlayan Spencer tüfeklerinin askerlerin çok fazla cephane harcamasına neden olacağını ve bunun da orduya pahalıya mal olacağını öne sürmüştür.

En büyük aptallığıysa yaptığı bir şey değil, yapmadığı bir şey nedeniyledir ve iki tarafın da on binlerce asker kaybetmesine yol açmıştır.

Hikayemiz 1852'de İngiltere'nin modern dünyanın ilk fuarını Kristal Saray'da düzenlemesiyle başlıyor. Fuarda, Amerikan standı açıldığında sadece mekanik parçalar olan kutular ortaya çıktı. İzleyicilerin arasından gönüllüler alındı ve birazcık yardımla birkaç dakika içinde bu parçaları bir Colt tabancaya dönüştürdüler. Bu silah kusursuz bir isabet oranına sahipti ve çok kolay bir araya getirilebiliyordu. Bu gösteri öylesine yeni bir şeydi ki, İngiliz Parlamentosu bu yeni teknolojiyi keşfetmek üzere bir komisyon oluşturup Amerika'ya gönderdi.

Komisyonun ilk durağı Springfield cephaneliğiydi. O sırada burada 1855 model Springfield 58 tüfeklerinin seri üretimine geçilmişti. Bu yüksek isabet oranına hayran kalan İngiliz hükümeti tüm fabrikayı satın aldı. Üç yıl içinde de İngilizler kendi Springfield tüfeklerini üretmeye başladılar. 577 kalibre Enfield... Bu model Amerikalıların Springfiel'ine çok benziyordu. Sadece kabzasında ve kalibresinde ufak farklılıklar vardı.

Amerika'da düşmanlıkların artması federal hükümeti hazırlıksız yakaladı. Ancak daha sonra ortaya atılan bazı iddialara göre Buchanan'ın emrindeki Savaş Bakanı Jefferson Davis, hala görevdeyken alınan önemli kararları sabote etmişti. Ordunun yirmi binden az askeri vardı. Dahası, sahip olmaları gereken modern silahlar da yoktu. 1855 model Springfield tüfekleri sadece yirmi otuz bin kadardı ve çoğu da güneydeki cephaneliklerdeydi.

Konfederasyonun Sumter Kalesine ateş açmasından üç gün sonra Lincoln yetmiş beş bin gönüllüye çağrıda bulundu. Yaz sonunda ise yarım milyon adama daha savaş çağrısında bulunuldu. Birlik'in sorunu gönüllüler bulmak değil onlara silah verebilmekti. Aslında gönüllülerin birçoğu geri çevriliyordu. Albay Ripley'nin masasına gelen sorun buydu.

Öncelikle Ripley o an sahip olunan silahlarla ilgili bir sorun olmadığını söyledi. Bu silahlar 1812'de yapılan savaşlarda güzel güzel çalışmıştı. Ancak herkes ateş mekanizmalı silahlar konusunda ısrarlıysa aralıksız atış yapan silahlar alınabilirdi. Ancak burada bir sorun vardı; Springfield silah fabrikasının ve öteki silah üreticilerinin bu kadar silahı yapması en az bir yıl alırdı. Zaten silah alımı için özel sektöre başvurmaktan bahsedilemezdi bile.

Bu ikilem karşısında Ripley'nin emrindeki bir personel müdürü krize basit bir çözüm önerdi: İngiltere'ye gidip, gerekli silahlan Enfield'dan satın almak. İngilizler bu silahlar için maliyetine fiyat veriyordu, çünkü kendileri daha ileri bir teknolojiye geçişin hazırlıkları içindeydiler. Sonuç olarak Birlik ordusu birkaç ay içinde silahlanabilirdi.

Albay James Ripley bu fikri duyunca çılgına döndü. Bir zamanlar İngilizlere karşı savaşmıştı şimdi silah almak için tutup onlara koşması düşünülemezdi bile. Dahası, Ripley savaşın yaz sonuna kadar biteceğinden emindi ve birkaç yüz bin silah satın almak boşa gidecek paralar demekti. Silahlar ulaştığında belki de ordular çoktan dağılıyor olacaktı. Sonunda şöyle bir fikirle geldi; bu bir Amerikan savaşıydı ve Amerikan mallarıyla yapılmalıydı. Bundan başkası hiç de vatanseverce bir davranış olmazdı.

Personel müdürü bu fikri geri çekti, bir daha düşündü ve bu yaşlı adamın kalbini kazanacağını umduğu yeni bir fikirle geri geldi. İstihbarat birimlerinden alınan bilgiye göre Konfederasyoncular çoktan İngiltere'ye gitmiş ve tüm Enfield silahlarını satın alıp daha da yenilerini imal ettirmek üzere anlaşıyorlardı.

Ripley yine çıldırdı ancak bu kez paniğe kapılmadı. Eğer Konfederasyon İngiliz silahlarını satın almak istiyorsa bu onların bileceği işti, Ripley'yi hiç ilgilendirmezdi. Tekrar, silahlar gelene kadar savaşın biteceğini ve Amerikan askerlerinin Amerikan silahlarıyla savaşacağını yineledi. Personel müdürü ısrarla karşı çıktı ve Federal hükümetin Konfederasyonun o silahları almasına engel olması gerektiğini savundu. Eğer Ripley o silahları kullanmak istemiyorsa bile ötekilerin almaması için satın alınıp okyanusa atılabilirdi.

Personel müdürü Ripley'in huzurundan kovuldu ve bir daha bu konuyu gündeme getirmemesi istendi.


Üç ay sonra Manassas'ta otuz beş binin üzerinde Birlik askeri savaşa girdi. Çoğunluğunda eski püskü silahlar vardı. Son saldırıyı Henry Tepesinden yaptılar ve Konfederasyon direnişini kırdılar. Bu son kahramanca atak Stonewall Jackson'ın adamlarının yepyeni Enfield tüfekleriyle açtığı yaylım ateşiyle son buldu. Bu silahlar üç yüz elli metre öteden bir insanı vurabiliyordu. Yüz metreden daha yakından ateşlendiğinde ise mutlaka öldürücü oluyordu. Bu mesafeden Birlik askerlerinin eski tüfekleri bir işe yaramazdı.

Sonunda Ripley yönetimden gelen baskılara dayanamadı ve Enfield tüfekleri sipariş etmeye başladı. Ancak artık çok geçti. İlk stoklar Güney'e gitmişti. Savaşın en ironik yanlarından biri İngilizlerin hem güneylilere, hem de kuzeylilere Enfield tüfeklerini satmaya devam etmiş olmasıdır. Ripley umutsuz bir şekilde yüzünü Prusyalılara döndü.

Prusyalılar çoktan üstten doldurmalı silah teknolojisine geçmişlerdi ve eski önden doldurmalı silahları satmak için can atıyorlardı. Onlardan başka Belçikalılardan da bir miktar silah alındı. Ancak bu tüfekler arkasında olanlar için önünde olanlardan çok daha tehlikeliydi. Birlik askerlerinin çoğu bürokrasiyi bir yana bırakıp soğuk bir mantıkla savaş alanında hayatlarının buna bağlı olduğunu düşünerek, kendi paralarıyla Sharps ve Burnside gibi daha ileri teknoloji ürünü ve Ripley'i isyan ettirecek kadar pahalı mermileri olan silahları satın aldılar.

Amerikan İç Savaşı'nın en büyük mitlerinden biri savaş boyunca Konfederasyon ordularının yetersiz bir donanımla savaşmış olduğudur. Bu, Albay Ripley sayesinde, savaşın ilk yılları için kesinlikle doğru değildi. 1862 yazına kadar Birlik askerleri, özellikle batıdaki operasyonlarda eski tüfeklerle savaşmıştı.


Konfederasyon birliklerinde ise Enfieldler vardı. Enfieldler olmadan Güney kesimi 1861 ve 1862'deki savaşlarda yıkılabilirdi. Konfederasyon ordusu üstten doldurmalı silahlarla donanmış bir Birlik ordusuyla karşılaşsaydı ve bir de Enfieldleri olmasaydı Güney'in asla İkinci Manassas, Antietam, Gettysburg gibi zaferleri olamazdı.

Ripley'nin ordusu ilk savaşlarından çoğunu kaybetti. Kendilerinde de olabilecek silahlarla etkisiz hale getirildiler. Ripley değişime karşı savaştı ve bu yüzden aralıksız atış yapan tüfeklerin alınması gecikti. Bu karar daha erken alınsaydı iç savaş çok daha kısa sürebilirdi. Ripley, 1863'de ordudan atıldı. Daha sonra hatası için özür diledi mi, dilemedi mi bilinmiyor...

15 Mayıs 2008 Perşembe

Sovyet-Afgan Savaşı

Sovyet-Afgan Savaşı



Sovyet-Afgan Şavaşı, Sovyetler Birliği'nin Aralık 1979'da Afganistan'a girmesiyle, 9 yıl sürecek bir savaş başlamış; Sovyetlerin dağılmasına varan gelişmelere ve hem iç ve hem de dış etkilere maruz kalmasına sebep oldu.

Afganistan krallıkla yönetilen bir devlet idi. Ülkede 1973 yılında Davud Han liderliğinde Cumhuriyet ilan edildi. Davud Han'ın hazırladığı Anayasa 1977'de kabul edildi. Davud Han devlet başkanı sıfatıyla kendi aile çevresinden, yakınlarından, devrik kraliyet ailesinin üyelerinden kurulu bir hükümeti iş başına getirdi. Bunun üzerine 10 yıldır ayrı çalışan iki sol örgüt, Halk ve Bayrak partileri Davud Han'a karşı birleştiler. Halk kanadı lideri Hafızullah Amin'in düzenlediği bir darbeyle Davud Han devrildi, kendisi ve aile üyelerinin çoğu öldürüldü. 27 Nisan 1978'de Afganistan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Ama Halk ve Bayrak kanatları arasındaki birlik hızla bozuldu. Orduya dayanan Halk kanadı giderek güçlendi. Yeni yönetimin reform programında kadınlara eşit haklar, toprak reformu ve klasik Marksist - Leninist doğrultuda yönetsel önlemler yer alıyordu. Temel Afgan kültür öğeleriyle çatışan bu program ve siyasal baskılar, nüfusun geniş kesimlerini karşısına aldı. 1978 yazında Nuristan bölgesinde ilk ayaklanmalar patlak verdi ve eşgüdümsüz de olsa tüm ülkeye yayıldı. 5 Aralık 1978'de, Sovyetler ile Afganistan arasında Dostluk, İyi Komşuluk ve İşbirliği Antlaşması imzalandı.




Konu başlıkları [gizle]
1 Sovyet darbesi ve işgali
2 Uluslararası tepkiler
3 Sovyetlerin geri çekilmesi
4 Sonuçları



Sovyet darbesi ve işgali [değiştir]Bu gelişmelerden kısa süre sonra ülkede Sovyet yanlısı iktidara karşı ulusal direniş hareketi başladı. Ayaklanmalar karşısında Afgan ordusu güçsüz kalınca iktidarda bulunanlar Sovyetler'den yardım talep ettiler. Bu talep üzerine ve kısa sürede Afganistan'a çok sayıda Sovyet uzmanı ve askeri geldi. Sovyetler, 27 Aralık 1979'da ülkeyi fiilen işgal ettiler. Devlet başkanı Hafızullah Amin öldürüldü ve yerine Babrak Karmal getirildi. Sovyetler'in işgal hareketi, çok sayıda Afganlı'nın Pakistan ve İran'a sığınmasına sebep oldu.

Pakistan, bu durum üzerine BM'ye ve İslam Konferansı Örgütü'ne başvurarak, Afganistan'daki gelişmelerin önlenmesini ve Sovyet askerlerinin çekilmesini istedi. Ancak, bu girişimlerden sonuç alınamadı.

Ülkenin işgali Amerikan destekli mücahitlerin direnişine yol açtı. 1980'de ülke içindeki bazı gruplar Sovyet işgaline karşı birleştiler. Mücahit olarak adlandırılan güçlerin silahlı direnişi 1984'te yoğunlaştı. Afgan mücahitleri Sovyetler'e büyük kayıplar verdirdiler. Bu dönemde özellikle mücahitlere yapılan Amerikan yardımı belirgindir. Türkiye'nin o dönemde sahip olmadığı pek çok modern silah, özellikle helikopterlere yönelik kullanılan omuzdan atımlı Stinger füzeleri mücahitlere bol miktarda verilmiştir.


Uluslararası tepkiler [değiştir]Mücahitlerin direnişleri, çevre ülkeler ve Batı dünyasını da harekete geçirdi. Çünkü, Afganistan'ın Sovyet kontroluna girmesi, onların, Hint Okyanusu'na ve keza İran üzerinden Basra Körfezi'ne çıkmalarına imkan vermekteydi. Bu durum, Batı ülkelerini olduğu kadar, İran, Çin ve Pakistan gibi çevre ülkelerini de tehdit eden bir durum yaratmaktaydı. Keza, dünyanın diğer süper gücü ABD gelişmelerden en çok endişe duyan ülke idi. ABD, Sovyetler'in bu teşebbüsü üzerine SALT-II Antlaşması'nı onaylamaktan vazgeçti ve 5 Ocak 1980'de bu ülkeye yaptığı tahıl ihracatını da durdurdu. Ayrıca Sovyet işgaline tepki olarak, ABD ve 70'e yakın ülke Moskova'da düzenlenen 1980 Yaz Olimpiyatları'na katılmadı.

Dolayısıyla Afganistan'ın işgali, Dünya'nın iki süper gücünü bir kere daha karşı karşıya getirdi. İşgal, mahalli olmaktan çıkıp bir Dünya sorunu haline dönüştü. Fakat tüm bu gelişmelere rağmen Sovyetler, 1985 yılında Afganistan'daki askeri etkinliklerini daha da arttırma yoluna gittiler. Giderek artan Sovyet tehdidi ve etkinliği, Afgan mücahitlerinin direnişini ortadan kaldırmaya yetmedi.


Sovyetlerin geri çekilmesi [değiştir]1982 yılında BM'ce ele alınan Afganistan sorunu; Afganistan, Pakistan, ABD ve Sovyetler Birliği arasında yapılan görüşmelerle çözüme kavuşturulmaya çalışılmakta idi. Ancak, görüşmeler uzun süre devam etti ve sorun 14 Nisan 1988 Cenevre Antlaşması ile çözümlendi.

Cenevre Antlaşmasının imzalanmasından sonra, Sovyet askerleri 1988-1989 yılı içinde Afganistan'dan çekildiler. Sovyetler'in çekilmesinden sonra ülkede "mücahit" gruplar birleşerek bir hükümet kurdular. Fakat bir süre sonra iktidar için iç çekişmeler başladı.

Afganistan olayı BM temsilcisi Perez de Cuellar'ın siyasi işler yardımcılarından Diego Cordovez'in gayretleri ve altı yıllık bir çabadan sonra çözüme kavuştu. Amerikan Dışişleri Bakanı Schultz ile Sovyet Dışişleri Bakanı Şevardnadze arasında 21-23 Mart 1988'de Washington'da yapılan toplantılarda son pürüzleri giderildi ve Afganistan ile ilgili antlaşmalar 14 Nisan 1988'de Cenevre'de imzalandı.


Bu antlaşmalar 4 esas belgeden meydana gelmektedir. Bunlar:
Karşılıklı Münasebetlerin İlkeleri Konusunda İkili Anlaşma ile; Afganistan ve Pakistan, birbirlerinin egemenlik, siyasi bağımsızlık, toprak bütünlüğü ile güvenlik ve bağlantısızlık ilkelerine saygı göstermeyi ve birbirlerinin içişlerine karışmamayı taahhüt etmekteydiler.
Milletlerarası Garantiler Konusunda Deklerasyon ise;
Amerika ile Sovyetler Birliği arasında imzalanmış olup, Afganistan ile Pakistan'ın içişlerine karışmayacaklarını ve birinci belgedeki ilkelere saygı göstereceklerini belirtiyorlardı.
Mültecilerin Kendi istekleri ile Dönmelerine Dair Anlaşma da; mültecilerin serbestçe evlerine dönmelerinin sağlanması hususundaki tedbirleri kapsamaktaydı.
Diğer İlgili Konular Anlaşması ise; bu anlaşmalarla ilgili diğer konuların ne şekilde ele alınacağını belirtmekteydi.
Bu antlaşmalarda dikkati çeken nokta, Sovyetler'in Afganistan'dan çekilmesine dair herhangi bir ifadenin yer almamış olmasıdır. Buna göre, Sovyetlerin bölgeden çekilmesi, ikinci belge olan "Garantiler Deklarasyonu" çerçevesinde gerçekleşecekti. Bununla, Sovyetler'in prestijleri korunmaya çalışılmıştı.
Nitekim, Sovyetler'in Afganistan'dan çekilmeleri konusunda Amerika ile bir takvim tespit edildi ve 120. 000 kişilik Sovyet işgal kuvvetinin 15 Şubat 1989'a kadar çekilme işlemini tamamlaması kararlaştırıldı.

Sonuçları

Afganistan sorunu, Sovyetler Birliği açısından da önemli sonuçlar doğurdu. İşgal olayı, başarısızlık ve hezimetle neticelendi. Başarısızlık, Sovyet Cumhuriyetleri arasında tesirler yarattı ve bu ülkelerde Sovyetler'e karşı bağımsızlık mücadelesine yol açtı. Bu nedenle Afganistan hezimeti Sovyetler Birliği'nin dağılmasında önemli rol oynadı.
Sovyet işgali, Afganistan'da, günümüzde de devam eden sorunların bir ölçüde temelini teşkil etti. Nitekim, Afganistan 1997'de aşırı dinci Taliban örgütünün ülkeyi sarsan olaylarına sahne oldu. Taliban örgütünün faaliyetleri tüm dünyayı ve özellikle de Rusya'yı yakından etkiledi. Mücadele bir süre sonra Taliban ile Özbek asıllı general Raşid Dostum kuvvetleri arasında iç çatışmalara dönüştü. Taliban Örgütü'nün özellikle Tacikistan'ı da hedef olarak alması, Rusya'yı daha da endişelendirdi.

Gelişmeler üzerine Bağımsız Devletler Topluluğu Güvenlik Konseyi 27 Mayıs 1997'de Moskova'da toplandı ve Afganistan'daki gelişmeleri görüştü. Rusya ile BDT üyesi Orta Asya ülkeleri Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan Taliban rejiminden kaçanların mülteci akımına karşı sınırda önlemlerini artırdılar. Tacikistan ve Kırgızistan'da 30,000 kişilik Rus askeri alarm durumuna geçirildi. Sonuç olarak Afganistan ne zaman sona ereceği tahmin edilemeyen bir iç kargaşa ortamına girdi.

Wikipedia
Angola İç Savaşı

Angola İç Savaşı



Angola İç Savaşı yeni bağımsızlığını kazanmış olan Angola'nın Portekiz himayesinden Nisan 1974'te çıkmasından sonra oluşmuş bir ihtilaftır. Afrika'nın en uzun süren anlaşmazlığıdır. 2002 yılında resmen biten ve 27 yıl süren savaş, bitene kadar 500,000 insanın ölümüne ve binlerce insanın da göçüne sebep olmuştur.

Soğuk Savaş'ın üçüncü dünya ülkelerindeki en büyük yansıması olarak görülen bu savaşta üç taraf vardır:

Angola İşçi Partisi (MPLA), tabanı Kimbundu ve Luanda melezlerinden gelir, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu ile bağlantıları vardır.
Angola Ulusal Bağımsızlık Cephesi (FNLA), etnik kökeni Bakongo olmakla birlikte ABD, Çin ve Zaire'deki Mobutu rejimi ile bağlatılıydılar.
Angola'nın Tam Bağımsızlığı İçin Ulusal Birlik (UNITA), Jonas Savimbi önderliğinde Ovimbundu bölgesi merkezli idiler. ABD, Güney Afrika'daki apartheid yanlısı yönetim ve birçok Afrikalı liderin desteğini alıyorlardı.

Savaşın Kökenleri


1950'li yıllarda Angola'daki Portekiz varlığına karşı ilk ciddi milliyetçi hareketler başladı.Marksist eğilimli bir örgüt olan Angola İşçi Partisi (MPLA), Angola bağımsızlık hareketinin yönlendirici gücü haline geldi.MPLA'nın başlıca dayanağı Bambundulardı.Öte yandan bölgesel, sınıfsal ve ideolojik temellere dayalı başka gruplar da ortaya çıktı.1960'lar ve 1970'lerde sürdürülen bağımsızlık mücadelesinin sonunda Portekiz'in çekilmesi üzerine, Angola 11 Kasım 1975'te bağımsızlığını kazandı.


Bağımsızlık sonrası


Portekiz'in çekilmesinden sonra baş gösteren örgütler arası iktidar mücadelesi bir iç savaşa yol açtı.SSCB ve Küba desteğini arkasına alan MPLA denetimi ele geçirdiyse de, Batı ülkelerinin desteklediği, Umbundulara dayanan UNITA kuvvetleri ile çarpışmalar zaman zaman alevlenerek sürdü.Özellikle Angola-Namibya sınırındaki çatışmalar yoğun bir düzeye ulaştı.

1980'lerde Güney Afrika Cumhuriyeti ile çatışmalar Angola'nın en önemli dış siyaset sorunu oldu.1982'de Angola topraklarının yaklaşık 129.500 km²'lik (% 10) bölümünü işgal eden Güney Afrika, ertesi yıl bu bölgede kalıcı garnizonlar oluşturdu.Ayrıca başta barajlar olmak üzere ekonomik hedeflere yönelttiği saldırılarla ve UNITA gerillalarına yardım ederek Angola'yı içerden çökertmeye çalıştı.ABD'nin aracılığıyla iki ülke arasında yürütülen görüşmeler özellikle Küba askerlerinin çekilmesi ve Namibya'ya bağımsızlık verilmesi konularında kilitlendi.1984'te Lusaka'da varılan ateşkes anlaşması sonucunda işgal edilen bölgelerden çekilen Güney Afrika, saldırılarını gene de sürdürdü.Bu arada Mart 1984'te Küba'yı ziyeret eden Angola devlet başkanı Jose Eduardo dos Santos, Namibya'ya bağımsızlık verilmesi koşuluyla Küba askerlerinin kademeli olarak çekilmesi konusunda bir anlaşmaya vardı.Angola, Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkelerle sıkı ilişkilerini sürdürmekle birlikte, Batı'ya açılmaya yönelik bir siyaset izlemeye başladı.Özellikle Fransa ve İspanya'yla kapsamlı ticari antlaşmalar yapıldı.Bütün bu gelişmeler rağmen, 1980'lerin sonlarında MPLA başkent Luanda yöresiyle kıyı şeridini ve petrol bölgelerini, UNITA ise ülkenin doğu ve güneyini denetim altında tutuyordu ve iç savaş tam anlamıyla kilitlenmişti.1989'da, Namibya'nın statüsüne ilişkin uluslararası anlaşma uyarınca Küba askerlerini Angola'dan çekmeye başladı.


1990'lar ve 2000'ler


1991'de MPLA ve UNITA, ABD ile SSCB'nin zorlamasıyla uzlaşmaya vardılar.Barış antlaşması uyarınca Mayıs 1992'de Angola'da, uluslararası gözetim altında serbest, çokpartili seçimler yapıldı.Ancak UNITA ve MPLA adaylarından ikisinin de % 50'yi bulamaması üzerine aynı yılın ekim ayında seçimlerin ikinci turunun yapılması kararlaştırıldı.Ancak seçimere kısa bir süre kala kolluk kuvvetlerinin UNITA taraftarlarına saldırması, gerginliği ve çetışmaları yeniden başlattı.Ülkenin bu sefer kuzeyindeki yerleşim yerlerini kontrolü denetimi altına alan UNITA, ABD ve Güney Afrika Cumhuriyeti'nin kestikleri yardımı Zaire'den buldu.Ocak 1993'te Etiyopya'da taraflar arasında yapılan barış görüşmeleri sonuçsuz kaldı.

Şubat 2002'de hükümet güçleri UNITA lideri Jonas Savimbi'yi öldürdü.Savimbi'nin öldürülmesinden sonra UNITA içinde fikir ayrılıkları baş gösterdi. Mart ayı içinde UNITA'ya karşı yürütülen askeri operasyonların sona erdirildiği açıkladı.Nisan'da UNITA ve MPLA arasında başlayan barış müzakereleri antlaşmayla sonuçlandı.UNITA içinde barış antlaşmasına karşı çıkan yöneticiler ayıklandı ve tutuklandı, hemen ardından UNITA yönetimi silahlı mücadeleye son verdiğini açıkladı.Aynı yıl içinde Angola'da görev yapan BM gücü de ülkeden çekildi.
1973 Şili Darbesi

1973 Şili Darbesi








1973 Şili Darbesi, 11 Eylül 1973'te sosyalist başkan Salvador Allende'nin devrilip General Pinochet'in iktidara geldiği askeri darbedir. ABD'nin onayı ve desteği ile yapılan bu darbeyle dünyanın seçimle başa gelmiş ilk sosyalist hükümeti devrilmiş ve yerine 17 yıl sürecek bir diktatörlük kurulmuştur.





Şili'de Allende Dönemi




Salvador Allende, 1970 başkanlık seçimlerinde oyların %36.3'ünü alarak Şili 'nin başkanı oldu. Başkan olduktan sonra geniş çaplı reformlara girişti. Bu reformlardan en önemlileri olan endüstrilerin (özellikle bakır endüstrilerinin) devletleştirilmesi ve toprakların yeniden dağıtılması; Şili'deki toprak sahipleri ve diğer zenginlerin tepkisini çekti.
Allende'nin ekonomik reformları, ilk yılında çok başarılı oldu ve Şili ekonomisi 8.6% büyüdü. Ancak bu başarı ertesi sene devam etmedi ve 1972'deki 140%'lık enflasyon yıkıcı sonuçlar doğurdu. Yiyecek sıkıntısı başgösterdi ve karaborsacılık yaygınlaştı. 1971 ve 1972 yılları boyunca bakır fiyatlarının düşmesi, ihracatının neredeyse tamamı bakır olan Şili ekonomisine ağır bir darbe daha vurdu.
1971'de Küba devlet başkanı Fidel Castro, Şili'yi ziyaret etti. 4 hafta süren bu ziyaret, başta Amerika olmak üzere birçok kapitalist çevrelerde Şili'nin Küba gibi olacağı korkusunu güçlendirdi.
Kötüleyen ekonomik göstergelere rağmen 1973 seçimlerinden Allende güçlenerek çıktı ve oyunu % 43'e çıkardı. Fakat rakipleri muhafazakarlar, milliyetçiler ve Hristiyan demokratlar birleşerek Demokratik Koalisyon'u kurdular. 1973'de Allende ile muhalefet arasındaki çekişme, Şili'de birçok siyasi krize yol açtı.
22 Ağustos 1973'de Hristiyan demokratlar ile muhafazkarların kontrolündeki Şili Meclisi, Şili Demokrasi'sinin kırılmakta olduğunun bildirgesi adlı kararı kabul etti. Meclisin aldığı kararda Allende'nin anayasayı delmekte olduğu iddia ediliyor ve Allende bir diktatörlük kurmaya çalışmakla suçlanıyordu. Sorunu çözmek ve demokrasiyi yeniden işler kılmak için ordunun yönetime el koyması isteniyordu. Allende, iki gün sonra verdiği cevapta bu kararı alanların "ülkenin dışarıdaki itibarını bozmak ve iç karışıklıklar çıkarmak" amacında olduğunu söyledi.

Darbe


11 Eylül 1973'de General Pinochet önderliğindeki silahlı kuvvetler yönetime el koydu. Önce Şili hava kuvvetleri başkanlık sarayı La Moneda'yı bombaladı, daha sonra ise kara birlikleri saraya girdi. Darbe sırasında başkan Allende öldü. Darbeyi yapan cunta tarafından intihar ettiği açıklanmış olsada ölümü hakkında tartışmalar sürmektedir.
Darbenin ardında Şili kara kuvvetleri komutanı ve darbecilerin başı Augusto Pinochet devlet başkanı ilan edildi. Böylece Şili'de Pinochet'in 1990 yılında iktidardan ayrılmasına kadar sürecek olan diktatörlük dönemi başladı.

Salvador Allende elindeki makinalıyla ölmeden önce çekilmiş son fotoğrafı çatışarak öldüğüne bir kanıt niteliği taşımaktadır.

Amerika'nın Rolü



Washington'daki Amerikan yönetimi, Salvador Allende yönetiminin iktidara gelmesinden hiçbir zaman memnun olmamıştı. Allende'nin Amerikan şirketlerinin elinde olan bakır endüstrisini devletleştirmesi bu memnunsuzluğu daha da arttırdı. ABD başkanı Nixon'un ulusal güvenlik danışmanı Henry Kissinger'in 5 Kasım 1970 tarihinde raporunda Allende'nin iktidara gelmesi "bu yarımkürede karşılaştığımız en büyük sorunlardan biri" olarak tanımlanıyordu.[1] Bu sebeple Amerika, Allende'yi devirmek için çalışmalar yapmıştır.
1970ler boyunca CIA, Allende'nin rakiplerini mali yardım yapmak suretiyle desteklemiş ve Allende'nin seçilmesini engellemek istemiştir. Bunu başaramayınca da askeri darbe ile Allende'nin yönetiminden kurtulmaya çalışmıştır. 16 Ekim 1970 tarihli CIA raporunda[2] Şili'de darbe yapılması için çalışmalara başlanması emrediliyordu.
Amerika Birleşik Devletleri, 1964-1970 yılları arasında Şili'ye yaklaşık 1 milyar $'lık ekonomik yardım yapmıştı. 1970'de Allende'nin başa gelmesiyle bu yardımlar kesilmiştir. 72-73 yıllarında bakır fiyatlarının düşmesiyle bu yardımların kesilmesi birleşince Şili ekonomisinde büyük sorunlar başgöstermişti.
9 Ekim 1973'de Nixon ile danışmanı Kissinger arasında telefon görüşmesinde Nixon, darbenin başarıya ulaşmış olmasındaki mutluluğu dile getiriyor ve "darbenin başarılı olması için gerekli koşulları yarattıklarını" söylüyordu.



Darbe hakkındaki sözler



"Ülkesinin insanlarının sorumsuzluğu yüzünden bir ülkenin komünist olmasına seyirci kalamayız. Meseleler, Şilili seçmenlerin kararına bırakılamayacak kadar önemlidir." Henry Kissinger, ABD başkanı Nixon'un ulusal güvenlik danışmanı, daha sonra dışişleri bakanı bu sözleriyle ABD'nin çıkarları için ülke halkı kararlarını bile gözetmeyeceklerini belirtmiştir.











Yanda CIA'in darbe konusundaki karar belgesini görüyorusunuz.
Stratejik Silahların Sınırlandırılma Görüşmeleri

Stratejik Silahların Sınırlandırılma Görüşmeleri




Stratejik Silahların Sınırlandırılma Görüşmeleri (Rusça: Переговоры об ограничении стратегических вооружений) Sovyetler Birliği ile ABD arasında iki bölümden oluşan uluslarası antlaşmalara uymak için yapılan karşılıklı görüşmelerdir. Soğuk Savaş'ın iki büyük gücü silahlanma kontrolü için ilki SALT I ikincisi SALT II olan iki görüşme yaptılar. SALT II daha sonra START oldu.


SALT II

SALT-II Anlaşması, Soğuk Savaş sırasında SSCB ile ABD arasında imzalanan nükleer silahların kontrolü anlaşması. 21 Kasım 1972'de Cenevre'de başlayan SALT-II görüşmeleri, oldukça zor dönemlerden ve tartışmalardan geçtikten sonra 18 Haziran 1979'da Viyana'da Jimmy Carter ile Leonid Brejnev arasında imzalandı.

SALT-I'in devamı ve tamamlayıcısı olan SALT-II anlaşmasında hem ABD hem de Sovyetler Birliği, 1 Kasım 1978 tarihi itibarıyla sahip bulundukları bütün stratejik füzelerle, uzun menzilli yani stratejik bombardıman uçaklarının miktarlarını bir memorandumda ortaya koydular. Stratejik uçaklarda birinci planda gelenler, Amerika için B-52 ve B-1 uçakları ile, Sovyetler için Backfıre denen Tu 22 M ağır bombardıman uçakları idi. Diğer taraftan tüm bu antlaşması, hem kıtalararası füzelerin (ICBM), hem denizaltılardan atılan füzelerin (SLBM) ve hem de çok başlıklı olup her başlığın bağımsız olarak ayrı hedefe gidebildiği füzelerin (MIRV) tarifleri yapılmış, özellikleri belirtilmiş ve her çeşit füzenin de miktar sınırlaması yapılmıştır.



SALT-II Anlaşmaları, 1922 Washington ve 1930 Londra deniz silahsızlanmaları anlaşmalarından ile SALT-I Anlaşması'ndan beri, son 50 yıl içinde gerçekleştirilmiş ilk silahsızlanma anlaşması idi. Asıl önemli tarafı ise, stratejik ve dolayısıyla uzun menzilli nükleer silahlan sınırlaması idi. Fakat, SALT-II Antlaşması yürürlüğe giremedi. SALT-II Amerikan kamu oyunda ağır tenkitlere uğradı. Bu tenkitler gerek Kongre'den ve gerekse uzman çevrelerden gelmekteydi. Bu tenkit ve gelişmeler sonunda, Amerika, stratejik üstünlüğü Sovyetlere kaptırdı. Gelişmeler öyle bir duruma geldi ki, Kongre'nin SALT-II'yi tasdik etmesi şüpheli bir görünüm kazandı.

Bu sırada, Sovyetler bir hata yaptılar ve 1979 Aralık ayı sonundan itibaren Afganistan'ı işgal etmeye başladılar. İşgal hadisesi üzerine, Amerika SALT-II Antlaşmasını tasdik etmekten vazgeçti. Çünkü Afganistan'ın Sovyetler tarafından işgali, Orta Doğu'da, en az stratejik silahlar anlaşması kadar önemli bir stratejik değişiklik yapmaktaydı. Kaldı ki, Sovyetlerin Afganistan'ı işgali Amerikan kamuoyunda, detant ve silahsızlanma konusunda Sovyetler'in samimi olmadığı ve yumuşamayı kendi yayılma ve genişleme tasarıları için müsait bir fırsat olarak gördüğü şeklinde değerlendirildi. Netice olarak, SALT-II doğmadan değil, ama doğduktan biraz sonra, çok kısa bir ömürle sona erdi.

SALT-II Antlaşması, Amerikan kongresi tarafından onaylanmayınca, yürürlüğe konulamadı. Bununla birlikte, iki ülke arasındaki görüşmeler 1982 yılından itibaren tekrar gündeme geldi. Bu sırada nükleer silahsızlanma konusunda Helsinki'de de benzer görüşmeler başlatıldı.


wikipedia
Prag Baharı

Prag Baharı



Prag Baharı, (Çekçe: Pražské jaro, Slovakça: Pražská jar) 1968 yılının 5 Ocak gününde başlayan ve Çekoslavakya'nın politik olarak liberalleşmeye çalıştğı bir dönemdir. Alexander Dubček'in iktidara gelmesi ile baslayip aynı yılın 20 Ağustosunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve Varşova Paktı müttefiklerinin (Romanya hariç) ülkeyi işgal etmesi ile sona ermiştir.
1960'ların başından başlayarak Çekoslavak Sosyalist Cumhuriyeti ekonomik olarak darboğaza girmeye başladı. 1968 yılının başında Antonín Novotný'nin Çekoslavak Komünist Partisi'nin kontrolünü Alexander Dubček'e kaptırdı. 22 Mart 1968 günü Novotný koltuğunu Ludvik Svoboda'ya bırakarak emekli oldu.



Nisan ayında Dubček liberalleşme politikasının ilk adımlarını attı. Bu politika basının özgürleştirilmesi, tüketim maddelerine önem verilmesi, hatta daha demokratik çok partili bir hükümet kurulması gibi değişik ve önemli düzenlemeler içeriyordu. Bu politikanın sonunda federal bir anayasa yazılarak Çekoslavak Sosyalist Cumhuriyeti'nin eşit iki ulusa bölünmesi tasarlanmıştı.



Haziran sonlarına doğru başlayan Sovyet ve Varşova Paktına bağlı müttefik devlet askerlerinin Çekoslavakya'ya girme hareketleri, Ağustos aynda yapılan müzakerelerden bir sonuç alınamayınca Çekoslavakya'nın 20-21 Ağustos günü işgal edilmesi ile sona erdi. İşgal sırasında 5 000 - 7 000 civarında tank ve sayısı 200 000 - 600 000 arasında değişen asker Çekoslavakya'ya girdi. Çatismalar sırasında 72 Çekoslavakyalı öldü ve yüzlercesi yaralandı. İşgalin sonucu olarak yaklaşık 300 000 civarında insan Batı ülkelerine göç etti.

10 Mayıs 2008 Cumartesi

Ekim Füzeleri Bunalımı

Ekim Füzeleri Bunalımı




Ekim Füzeleri Bunalımı, ABD’nin Türkiye’ye, SSCB’nin de Küba’ya nükleer başlıklı füze yerleştirmesi ile başlayan, Ekim 1962’de dönemin iki süper gücünü karşı karşıya getiren ve dünyayı nükleer savaş tehditi altında bırakan bunalımdır. Söz konusu bunalım “Küba Füzeleri Bunalımı” veya “Küba’da Ekim Füzeleri Bunalımı” olarak da bilinir.


Özellikleri


Ekim Füzeleri bunalımının en önemli özelliği, nükleer silahlara sahip iki süper gücün dünyada ilk kez doğrudan karşı karşıya gelmesidir. Bunalımın bir başka özelliği hem soğuk savaşın doruğunu hem de 1962 sonrasında yavaş yavaş ama kararlı bir tempoda yerleşmeye başlayan “yumuşama” (detente) olgusunun temelini oluşturmasıdır.


Nedenleri


Ekim Füzeleri bunalımının temelinde yatan asıl neden Amerikan Hükümetinin Fidel Castro rejimini devirmek istemesidir.


Castro’nun 1959 yılında ABD’nin kontrolündeki Batista rejimini yıkarak iktidara gelmesi üzerine ABD önce Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) bünyesinde Latin Amerika ülkelerinin ortak harekatıyla Castro rejimini yıkmayı denediyse de OAS üyeleri yalnızca Castro rejimini kötülemekle yetindiler. Daha sonra, ABD’ye kaçan Kübalı mültecilerin Amerikan hükümetinin yardım ve desteği ile Küba’yı işgal etmesini içeren bir plan yürürlüğe konduysa da mültecilerin “Domuzlar Körfezi Çıkartması'nda” başarısızlığa uğraması ABD’nin bu dolaylı müdahale girişimini sonuçsuz bıraktı.


Bunalımın bir diğer nedeni ise, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) ABD’nin gerek OAS bünyesinde gerekse Domuzlar Körfezi Çıkartması’nda yaşadığı başarısızlıktan yararlanması ve Küba’daki Castro rejimine destek olmaya başlamasıdır. SSCB, ihtiyaç duymamasına karşın Küba’nın şeker ihracatının büyük kısmını satın aldı ve Küba’ya olası bir Amerikan müdahalesine karşı güvence verdi.


Füzeler


Amerika’ya ait bir U-2 casus uçağının (bknz. U-2 Olayı) 1 Mayıs 1960’ta düşürülmesiyle ABD-SSCB ilişkileri gerginleşirken Küba-SSCB dostluğu giderek sıkılaşıyordu. Bu sıcak ilişkilerin bir sonucu olarak 1962 sonbaharında Küba’ya Sovyet füzelerinin konuşlandırılmasına başlandı.
Bir görüşe göre, Küba bunalımının ortaya çıkardığı tehlike gerçek olmaktan çok görünüşteydi. Bu görüşe göre, füzelerin yerleştirilmesi dönemin SSCB lideri Nikita Khrushchev açısından becerikli bir soğuk savaş oyunuydu ve füzeler dönemin ABD Başkanı J. F. Kennedy zorladığı takdirde sökülmek üzere yerleştirilmişti. Ancak, sökme bedeli olarak Khrushchev bazı ödünler beklemekteydi: Küba’nın işgal edilmeyeceğine dair güvence SSCB toprakları yakınına yerleştirilmiş füzelerin sökülmesi.


Füzelerin yerleştirilme amacı ne olursa olsun Küba ile SSCB arasında gelişen bu ilişkiler ABD’yi bir müdahaleye doğru itmeye başladı. ABD Başkanı Kennedy 1962 yılı Ekim ayının hemen başında verdiği bir demeçte şu olasıklıkların gerçekleşmesi halinde Küba’ya müdahale edeceğini açıkladı: Küba’daki Amerikan Guantanamo Üssü, Panama Kanalı, öteki Latin Amerika ülkeleri veya kıtadaki Amerikalıların hayatları tehlikeye girerse; Cape Canaveral İstasyonu’na müdahale edilirse; SSCB’ Küba’da saldırgan üsler kurarsa.


Bunalım


ABD’de seçim mücadelesinin hızlandığı bir dönemde 16 Ekim 1962 günü dönemin ABD Savunma Bakanı Robert McNamara Küba’da füze üslerini belirleyen hava fotoğraflarını Başkan Kennedy’e gösterdi. Fotoğraflardan edinilen bilgiye göre, Sovyet füzeleri yerleştirilmeye başlanmıştı ama ateşlemeye hazır hale gelmeleri için bazı parçaların Küba’ya gelmesi gerekiyordu.


Kennedy teknik danışmanlarıyla uzun süren toplantılar yaptıktan sonra Küba’nın denizden abluka altına alınmasına karar verdi. ABD, abluka kararı konusunda Birleşmiş Milletler’e, OAS’a ve NATO’ya danışmadı ve sadece bu örgütleri kararından haberdar etmekle yetindi.
22 Ekim 1962 tarihinde abluka uygulanmaya başladı. Bu sırada, Atlantik Okyanusu’nda seyreden Sovyet gemileri Küba’ya yaklaşmaktaydı. Bu gemiler ablukaya uymadıkları takdirde batırılacaklardı. Khrushchev ilk tepki olarak saldırı değil savunma silahı taşıdığını söylediği gemilerin durması için emir vermeyeceğini açıkladı. Bu durum gerilimi daha da tırmandırdı.
Khrushchev, 27 Ekim 1962’de Kennedy’e gönderdiği mektupta, ABD’nin Türkiye’deki benzer füzeleri sökmesi halinde (ABD 1960 yılında Türkiye’ye Jüpiter füzeleri yerleştirmişti) SSCB’nin de Küba’dakileri sökeceğini, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına saygı göstereceğini, içişlerine karışmayacağını ve işgal etmeyeceğini belirtmiş ve Küba’daki füzelerin sökülmesinin karşılığı olarak ABD’nin de aynı güvenceleri Küba açısından vermesi gerektiğini eklemiştir.


Başkan Kenedy ise aynı tarihli cevabi mektubunda, Kübadaki füzeler söküldüğü taktirde Küba’ya karşı uygulanan ablukaya son verileceğini ve Küba’yı işgal etmeyeceği güvencesini verebileceğini kaydetmiş ancak Türkiye’deki füzelerin sökülmesi konusunda kesin bir güvence vermekten kaçınarak “Dünyadaki gerginliklerin yumuşaması, mektubunuzda belirttiğiniz öteki silahlarla ilgili olarak daha geniş bir düzenlemeye gidebilmemize olanak sağlayabilir” demiştir.
ABD Başkanı Kennedy kısa vadeli tedbirlerle uzun süreli tedbirleri birbirinden ayırmaktaydı. Kennedy için önemli olan ABD’ye yönelik tehditin ortadan kaldırılmasıydı. Jüpiterler ise daha sonra ele alınacak bir düzenleme içinde düşünülebilirdi.


ABD’ye göre pazarlık unsurları da birbirine uymamaktaydı. Bir yanda birdenbire Küba’ya yerleştirilen füzeler öte yanda çok önce yerleştirilmiş bulunan ve yerleştirildikleri anda SSCB’nin tepkisiyle karşılaşmadığı için üstü kapalı olarak kabul edilmiş füzeler bulunuyordu.
Khrushchev 28 Ekim 1962’da Kennedy’e ikinci bir mektup yazmıştır. Bu mektupta Türkiye’deki Jüpiter füzelerinden hiç bahsedilmemiş ve Kennedy’nin önerilerine sıcak bakıldığı vurgulanmıştır. Kennedy, aynı gün Khrushchev’e bir mektup göndermiş ve sağduyulu kararından dolayı kendisini tebrik etmiştir.


28 Ekim 1962 tarihli mektuplar ve ABD’nin Küba’ya uygulanan ablukayı kaldırmasıyla bunalım atlatılmış oldu.


Khrushchev’in füzeleri sökme kararı NATO’da da rahatlama yaşanmasına neden oldu. Çünkü, 28 Ekim 1962 tarihli NATO Konseyi toplantısında ABD Küba’yı işgal hareketine girişirse Türkiye’nin Sovyet işgaline uğrayabileceği ve NATO’nun savaşa sürüklenebileceğine değinilmişti. NATO Konseyi’ndeki bazı delegeler ABD’den Küba’yı işgal etmeme garantisi istemiş, ABD delegesi ise bu güvenceyi vermekten kaçınmıştı.


Sonuçları



**Ekim Füzeleri bunalımı, biraz da çelişkili olarak, soğuk savaşın doruk noktasına vardığı bir dönemde “yumuşama” ve “görüşme” havası yaratmıştır. Nükleer savaşın eşiğine gelindiğini anlayan taraflar, bu bunalımdan sonra daha temkinli olacaklardır. (Örneğin ABD Türkiye’deki Jüpiter füzelerini tek taraflı bir kararla sökmeye başlamıştır.)
**NATO üyeleri, daha doğrusu NATO’nun Avrupa kanadı, böyle büyük bir bunalımda (kendilerini de tehikeye atan bir durum olsa dahi) görüşlerinin alınmayacağını, ABD’nin tek başına hareket edeceğini anlamışlardır.
**SSCB’de Khrushchev serüvencilik suçlamasıyla iktidardan düşürüldü.
**Ekim Füzeleri bunalımı, o dönemki iki kutuplu dünya düzeninde, blokları oluşturan devler arasındaki ilişkileri de etkiledi. Doğu Bloku içinde Çin-Sovyet anlaşmazlığı açığa çıktı. Pekin, Moskova’yı “devrimci davaya ihanetle” suçladı. Moskova Pekin’i serüvencilikle itham etti. Batı Bloku’nda Fransa iki süper devlet arasında denge kuracak bir “Batı Avrupa Koalisyonu” girişimi başlattı ve ABD ile ilişkilerini gevşetme yönünde önemli adımlar atarak kendi nükleer programnı başlatttı.
**ABD ve SSCB Ekim Füzeleri bunalımından sora nükleer silahların yayılmasını önlemek için Moskova’da 5 Temmuz 1963’te “Nükleer Silah Denemelerinin Kısmi Yasaklanması Anlaşması”nı imzaladılar. (Bu anlaşma atmosferde, uzayda ve denizaltında nükleer denemeleri yasaklıyor ancak toprak altındaki nükleer denemelere izin veriyordu.)
**Ekim Füzeleri bunalımı, bölgesel bir çatışmada geleneksel (klasik) silahların önemini artırmıştır.
Herhangi bir bunalım sırasında Washington ve Moskova arasında doğrudan bir haberleşme hattının kurulması gerekliliği ortaya çıkmıştır. İki başkent arasında anında haberleşmeyi sağlayacak telefon hattı (hotline) kurulmuştur.
**Türkiye iki süper güç arasında sıkıştığını farketmiş ve coğrafi konumu ile ABD`ye olan yakınlığının kendisi açısından olumsuz sonuçları olabileceğini görmüştür.

Kaynak:Wikipedia

1 Mayıs 2008 Perşembe

Domuzlar Körfezi Çıkartması

Domuzlar Körfezi Çıkartması

Domuzlar Körfezi Çıkartması, 1961 yılında ABD´nin desteğini arkasına alan sürgün Kübalıların, Castro rejimini yıkmak için gerçekleştirdikleri başarısız işgal girişimi. Adını, çıkarmanın yapıldığı körfezden almıştır.

Nedeni ve başlangıcı

Kübalı devrimci Fidel Castro, ABD'nin desteklediği Batista diktatörlüğünü 1959'da devirdiği zaman, ülkedeki tüm kumarhane ve genelevleri kapattı, ekonomiyi millileştirdi. Bu, mafya ile çokuluslu ABD şirketlerini çok kârlı bir birliktelikten yoksun bıraktı.

ABD cephesinde ise, en iyi arkadaşı Bebe Rebozo ve diğerleri üzerinden mafyayla uzun zamandan beri bağlar kurmuş olan Başkan Yardımcısı Richard Nixon, CIA ile birlikte Castro'yu saf dışı bırakmak için gizli planlar yapmaya başladı. Bu işe, sonraki başkanın Nixon olacağı beklentisiyle, Eisenhower'dan habersiz girişilmişti. Nixon'ın yerine John Fitzgerald Kennedy (JFK) başkan seçilince, hakkında ciddi endişe duyduğu bir operasyon devraldı: Domuzlar Körfezi'nden Küba'yı işgal etmek.

CIA, Castro'nun öldürülmesi için mafyayı kiralamıştı. Bunu hem CIA, hem de mafya canı gönülden istiyordu. Suikast, işgalle aynı anda olacaktı. Tetikçi, Castro'dan sonra Küba'yı yönetmek için seçilmiş JFK'nin desteklediği sekiz Kübalı göçmen liderden birisiydi. Fakat Nixon bu sekiz kişinin hepsini işgal girişimi sırasında tutukladı. Eğer işgal başarıya ulaşsaydı bu sekiz Kübalı öldürülecek ve yerlerine Nixon'un desteklediği Kübalılar geçecekti.
CIA tarafından eğitilmiş ve silahlandırılmış 2000 sürgün Kübalı 17 Nisan 1961´de Domuzlar Körfezi´ne çıkarma yapmaya başladı.

Sonuç

Çıkarma birlikleri Küba ordusu tarafından kolayca geri püskürtüldüler. İşgalcilerin hemen hepsi ya öldürüldü ya da esir edildi. Esir edilenler de vatana ihanet suçundan 30 yıl hapse çarptırıldı. Daha sonra ABD ile yapılan pazarlıklarla bu esirler 53 milyon dolarlık yiyecek ve ilaç yardımı karşılığında serbest bırakıldı.

Aslında, JFK de Castro´dan kurtulma arzusundaydı ancak bu iş için Amerikan kuvvetlerini değil, yalnızca Kübalı mültecileri kullanmak istiyordu. CIA, JFK'yi Amerikan ordusunu kullanmaya ikna edecek bir provokasyon yapabileceğini umdu. Fakat JFK inatla Amerikan silahlı kuvvetlerini bulaştırmayı reddedince, 1961 Nisanı'ndaki işgal harekâtı başarısız oldu. Belki de işgal her durumda başarılı olmayacaktı, 1500 kişilik işgal kuvvetinin eğitimi gibi, operasyonun güvenliği de zayıftı. Guantanamo'daki Amerikan üssünden başlatılması planlanan yanıltıcı saldırının yapılamamasının yanı sıra, CIA'nın öteki kozu olan, Castro'ya suikast da gerçekleşmedi.

Bu olay sonucunda CIA başkanı işten alındı, Küba ile ABD arasındaki uçurum iyice açıldı, Amerika tekrar dünyanın gözünde itibar kaybederken Castro bir kahraman olarak görülmeye başlandı.

CIA, kendisine yönelecek suçlamaları önlemek ve JFK'yi daha savaşçı bir tutuma zorlamak için, JFK'nin Küba'ya hava saldırısını iptal etmesinin Domuzlar Körfezi başarısızlığına yol açtığı yönünde propaganda kampanyası başlattı. Aslında, hava saldırısı kararı JFK'nin haberi olmadan alınmıştı. Tıpkı Eisenhower'ın benzer bir durumda yaptığı gibi, JFK de bütün sorumluluğu üstlendi.

JFK'nin ölümünden sonra da CIA'nın Castro ile savaşı sürdü. CIA, en azından 1987'ye kadar, Castro'yu öldürmek için iki düzineden fazla girişimde bulundu. Ayrıca, biyolojik savaş da dahil, Küba'da çok sayıda CIA sabotajı düzenlendi.

Domuzlar Körfezi'ne karışan Kübalılarin çoğu sonradan örgütlü suça yöneldi. Diğerleri, örtülü operasyonlarda CIA için çalışmayı sürdürdü. Elbette büyük bölümü ikisini bir arada yürüttü.
Aslında birçok kişi ve kurum tarafından planlanıp uygulamaya konulduğu halde (çıkarmanın fiyaskoyla sonuçlanmasından dolayı) tüm yükün dönemin ABD başkanı John F. Kennedy'e kalması üzerine başkan, siyasi tarihe geçen o ünlü sözünü sarfetmişti: "Zaferin yüz tane babası vardır; ancak hezimet yetimdir."
Ve bu olay JFK suikastinin ilk kıvılcımıdır.

26 Nisan 2008 Cumartesi

U-2 Krizi

U-2 Krizi


U-2 Krizi, (U-2 Olayı olarak da bilinir) 1960 yılının Mayıs ayında Sovyet toprakları üzerinde bir Amerikan Lockheed U-2 casus uçağının düşürülmesi üzerine çıkan ve Sovyet-Amerikan ilşkilerinde önemli bir bunalıma yol açarak Soğuk Savaşı şiddetlendiren olaya denir. ABD’nin Türkiye dahil bazı NATO ülkelerinden kalkan uçaklarının faaliyetlerinin yarattığı bir olaydır ve yalnız doğu ve batı blokları açısından değil Türkiye açısından da önemli sonuçlar doğurmuştur.


Uçuşların Nedeni

U-2 Olayı Amerikan yöneticilerinin Sovyetler Birliği’nin 1949 yılında ABD’nin atom tekelini ortadan kaldırmasından sonra duymaya başladıkları derin güvensizliğin doğrudan bir sonucudur. ABD’nin kesin bir zaferle bitiremediği Kore Savaşı önemli bir endişe kaynağı olmuş; Sovyetlerin nükleer silahlarını ve uzun menzilli bombardıman uçaklarını geliştirmedeki başarısı Amerikalı yöneticilerin güvensizliğini artırmıştır. ABD, tarihinde ilk kez, ülke topraklarının kıta dışı bir devletin vurucu gücü içine girdiğine şahit olmuştu.

Bu urumun yarattığı endişe ortamında ABD Stratejik Hava Komutanlığı’nın karşılık verme kapasitesi bir Sovyet “sürpriz saldırısı”na karşı en etkili silahı oluşturmaktaydı. Ancak bunun etkili olabilmesi için düşmanın sürpriz saldırı yönünde yaptığı hazırlıkların önceden bilinmesi gerekiyordu. Aynı derecede önemli bir nokta verilecek karşılığın hangi düşman hedeflerine yöneltileceğiydi.

Bu nedenlerle, özellikle 1957 yılından sonra, ABD’nin yürüttüğü haberalma faaliyetleri hız kazanmış ve Sovyet topraklarının ayrıntılı ve güncel haritalarının çıkartılmasına başlanmıştır. Bunun da sonucu olarak, havafotoğrafçılığı, Sovyet askeri faaliyetlerinin gözlenip dinlenmesi (uçak ve radarla) ABD’nin stratejik planlamasında büyük önem kazanmıştır. U-2 uçuşlarının nedeni ABD’nin savunması için gerekli olan bu bilgileri toplamaktı.
Uçağın Özellikleri
Lockheed uçak şirketi Amerikan hükümetine Sovyet savaş uçaklarının ve uçaksavar ateş menzilinin çok üstünde radara yakalanmadan uçabilecek bir uçak yaptı. U-2 olarak adlandırılan bu uçak bir füze gibi havalanabilmekte, 10 saniye içinde 300 metre yükselmekte, 30 bin metre yükseklikte uçabilmekte, güçsüz olarak 300 mil (495 km) süzülebilmekte ve yakıt almaksızın yedibuçuk saat (3000 mil - yaklaşık 5000 km) uçabilmekteydi. U-2’lar çok yüksekten net fotoğraf çekecek güçlü kameralarla donatılmıştı.





U-2’lerin denetimi

U-2 uçuşları, ABD başkanının yetkisi altında gerçekleştirilmiştir. Uçuşun harekat ve yönetimi ise, Amerikan Merkezi Haberalma Örgütü’nün (CIA) sorumluluğu altındaydı. Dönemin CIA Başkanı, Savunma ve Dışişleri Bakanlarının onaylarını aldıktam sonra, Başkan Eisenhower’a bir dizi uçuş programı önermiş ve uçuşlar 1956 yılında İngiltere, Almanya, Türkiye ve Japonya’dan başlamıştı.

Düşürülme
Dünya, U-2 olayını 3 Mayıs 1960’ta Nikita Khrushchev’in Sovyet hava sahasında bir Amerikan casus uçağının 1 Mayıs 1960’ta düşürüldüğünü açıklamasıyla öğrendi. ABD, bu uçağın casus uçak olmadığını, açık hava sağnaklarını inceleyen bir meteoroloji uçağı olduğunu açıkladı.
Khrushchev, 5 Mayıs 1960’ta verdiği ikinci demeçte, ABD ve SSCB arasında zirve toplantısı yapılacağı sırada, Sovyetler Birliği’ne karşı girişilen bu düşmanca hareketin söz konusu zirve toplantısını baltalamak amacını güttüğünü söylemiş ve Amerikan uçaklarına üslerinde faaliyet izni veren devletlere de uyarıda bulunacağını belirtmiştir. Ayrıca, herhangi bir saldırıya karşı Sovyetler Birliği’nin güdümlü füzelerle karşılık vereceğini ve bu saldırıda kullanılan üslerin de yerlebir edileceğini ifade etmiştir. (Bu sözler Türkiye’ye doğrudan bir tehdit niteliği taşıyordu.)
Bu noktaya kadar SSCB U-2 uçağının pilotunun sağ olduğunu gizli tutuyordu. Bu durumun açıklanması üzerine ABD uçağın Sovyetler Birliği hakkında bilgi toplayan bir casus uçak olduğunu kabullenmek zorunda kaldı. Uçağın pilotu Gary Powers’ın Moskova’da yapılan soruşturması sırasında yaptığı açıklamalar şu noktaları kapsamaktaydı:
1- Pilot CIA ile imzaladığı özel sözleşme uyarınca ABD’nin özel bir hava birliğinde çalışmaktaydı ve görevi Sovyetler’deki telsiz istasyonları, radar üsleri ve füzeler hakkında havadan bilgi toplamaktı.
2- Pilotun bağlı olduğu birlik 1956 tarihinden beri Türkiye’deki İncirlik Üssü’nde üslenmiş olup her yıl bir dizi haberalma uçuşlarına çıkmaktaydı.
3- Pilot, düşürüldüğü gün, görevinin Pakistan’dan Norveç’e doğru uçup bilgi toplamak olduğunu söylemişti.
Bu olaylar üzerine Türk hükümetince yapılan tek açıklamada, uçağın Peşaver’den Norveç’e uçtuğunun öğrenilmiş olduğuna göre Türkiye’nin bu olaydan sorumlu tutulamayacağı kaydedilmektedir.

Uçuşların yasaklanması

ABD Başkanı Eisenhower, ABD’nin prestijine gölge düşüren ve soğuk savaşı hızlandıran bu olaydan sonra 25 Mayıs 1960’ta yaptığı bir açıklamada, U-2 uçuşlarının durdurulmasını emrettiğini söylemiştir. Ayrıca, bu uçuşların yararlı olmaktan çıktığını da belirterek “Kaldı ki, uçaktan başka yeni teknikler geliştirilmektedir” demiştir.
Bu konuda bir başka ilgi çekici nokta, Başkan Kennedy’nin de bu uçuşların uluslararası hukuka uygun olmadığını belirtmesi ve Sovyet hava sahasına giren Amerikan uçaklarının uçuşlarına son vermesidir (Kennedy’nin uçuşlara son vermesi U-2 Olayına karşın Başkan Eisenhower döneminde uçuşların devam ettiğini göstermektedir).
Sonuçlar

Soğuk Savaş hız kazanmıştır. ABD ve SSCB arasındaki gerginlik tırmanmıştır.
Ekim Füzeleri Bunalımına zemin hazırlanmıştır.
Amerika'nın Corona kod adlı uydu geliştirme projesi hız kazandı.
Türkiye, ABD’nin kendi toprakları üzerindeki üsleri yine kendisini tehlikeye atacak şekilde kullanabileceğini görmüş; bu konuda ABD ile yapılan temaslar ise sonuçsuz kalmıştır.
Kaynak:Wikipedi
Uzay Yarışı

Uzay Yarışı



Uzay Yarışı, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) arasında 1957'den 1975'e kadar süren, resmî olmayan rekabet. Uzaya uydu ve sonda yollayarak keşfetmek, insan göndermek, Ay'a insan indirmek gibi çabalar içerir. Uzay Yarışı, Soğuk Savaş'ın bir parçasıdır.

Yarışın başlangıcı, 2.Dünya Savaşı'ndan kalma roket teknolojisine, savaştan sonra ortaya çıkan uluslararası gerginliğe ve Sovyetlerin 4 Ekim 1957'de Sputnik 1 adlı ilk yapay uyduyu fırlatmasına dayanır. Uzay Yarışı, Soğuk Savaş döneminde SSCB ve ABD arasındaki kültürel ve teknolojik rekabetin önemli bir parçası haline geldi. İki ülkenin birbirini olası bir sıcak savaştan önce moral olarak çökertme çabalarında, uzay teknolojisi araç olarak kullanıldı.



Tarihi




Askerî çalışmaların etkileri


Roketler yüzyıllardır bilimadamlarının ve amatörlerin ilgisini çekmiştir. Çinliler roketi 11. yüzyılın başlarında silah olarak kullanmışlardır. Rus bilim adamı Konstantin Tsiolkovski 1880'lerde sıvı yakıtlı roketlerin uzaya ulaşabilme ihtimali üzerinde durmuş ancak bu fikir ilk kez 1926 yılında Amerikalı bilim adamı Robert Goddard tarafından gerçeğe dönüştürülebilmiştir.

Almanya'nın katılımı



1920'lerin ortasında Alman bilimadamları uzun mesafeli uçuşlar yapabilecek, sıvı yakıtla çalışan roketler üzerinde çalışmalara başladılar. 1932'de Wehrmacht'ın önde gelenlerinden Reichswehr, yüksek hızda top ateşi sağlayabilen roketlere yöneldi. Wernher von Braun, yüksek hedefleri olan bir roket bilimciydi. Nazi Almanyası'nın 2. Dünya Savaşı'nda kullanması için benzer roketler geliştirmeye çalıştı. Von Braun'un çalışmalarının temeli, Robert Goddard'ın araştırmasına dayalıdır.
Alman A-4 roketi 1942'de fırlatılan ve uzaya ulaşma amacı taşıyan ilk roket oldu. 1942'de ise Almanya 300 km menzile ve 1.000 kg savaş başlığı taşıma kapasitesine sahip V-2 füzelerinin üretimine başladı. Wehrmacht 2.Dünya Savaşı sırasında V-2'lerden binlercesini müttefik ülkelere fırlatmış, muazzam tahribat ve ölüme sebep olmuştur. Ancak V2'lerin üretimi esnasındaki ölümler, V2'nin sebep olduğundan daha fazladır.
2. Dünya Savaşı'nın sonlarına yaklaşılırken askerî ve bilimsel anlamda Sovyet, İngiliz ve ABD güçleri, Alman roket programı Peenemünde'den teknoloji ve personel çalma konusunda yarış içindeydiler. SSCB ve İngiltere'nin de bazı başarılar elde etmesiyle birlikte, bu yarıştan en kazançlı çıkan ABD oldu. Birçoğu Nazi Partisi üyesi çok sayıda Alman roket bilimcisi (von Braun da dahil) bu sırada ABD'ye iltica etti.



Yapay uydular



Sputnik



4 Ekim 1957'de SSCB Sputnik 1'i başarıyla fırlatıp yörüngesine yerleştirdi ve böylece Uzay Savaşı başladı. Askerî ve ekonomik suçlamalar yüzünden Sputnik Amerika'da korkuya ve politik tartışmalara sebep oldu. Diğer yandan Sputnik'in fırlatılışı Sovyetler tarafından bilim ve mühendislik alanlarındaki gelişimin bir simgesi olarak görülmüştür.
Sovyetler Birliği'nde, Sputnik'in fırlatılışı ve sonrasındaki uzay programları halkın büyük ilgisini çekti. Ülkenin teknoloji alanında kazandığı bu başarılar, savaştan sonra yavaş yavaş yaralarını sarmakta olan halk için büyük cesaret kaynağıydı. Sputnik'in başarıyla yörüngeye oturmasını sağlayan R-7 roketini tasarlayan başmühendis Sergey Korolyov (veya Korolyev) çalışmalarını gizlilik içinde sürdürmüştür.

Sputnik'in başarısından önce ABD kendi teknolojisinin her alanda üstün olduğunu varsayıyordu. ABD, Sputnik'in başarısının ardından, teknoloji alanında kaybetmiş olduğu üstünlüğü tekrar kazanmak için büyük çaba sarfetmiş, yeni von Braun'lar ve Korolyov'lar yetiştirmek umuduyla okul müfredatını yenilemiştir. Bu tepki günümüzde Sputnik krizi olarak bilinir.
Başkan John F. Kennedy'nin yardımcısı Lyndon B. Johnson, ABD'nin çabalarını ve konuyu şöyle anlatmıştır: Dünyanın gözünde, uzayda birinci gelen birincidir, nokta. Uzayda ikinci olan her şeyde ikincidir.

Sputnik'in fırlatılışından yaklaşık 4 ay sonra, ABD ilk uydusu olan Explorer 1'i fırlattı. Bu arada Cape Canaveral'da fırlatılış sırasında birçok başarısızlık yaşandı.
Fırlatılan ilk uyduların çoğu bilimsel amaçlıydı. Sputnik ve Explorer 1, ülkelerinin Uluslararası Jeofizik Yılı'na (International Geophysical Year) katkı amacıyla fırlatılmıştı. Sputnik atmosferin üst tabakasının yoğunluğunun belirlenmesinde, Explorer 1 ise uçuş dataları sayesinde James Van Allen'in Van Allen Radyasyon Kemerinin keşfinde kullanıldılar.
Sputnik yüzünden korkan ve cesareti kırılan ABD halkı sonraki projelerden âdeta büyülendi. Okul çocukları bile fırlatılışları takip etmeye başladı, roketlerin maketlerini yapmak hobi oldu. Başkan Kennedy halkı motive etmek ve kuşkuya düşen halkın uzay programlarını desteklemesini sağlamak amacıyla konuşmalar yapmaya başladı.

İletişim uyduları

İlk iletişim uydusu olan Project SCORE, 18 Kasım 1958 tarihinde Başkan Eisenhower'ın yılbaşı mesajı olarak fırlatıldı. Uzay Yarışı sırasında, iletişim uydularıyla ilgili gerçekleştirilen diğer önemli projeler ise şöyleydi:
1962: Telstar: İlk "aktif" iletişim uydusu
1972: Anik 1 : İlk yerel iletişim uydusu (Kanada)
1974: WESTAR : ABD'nin ilk yerel iletişim uydusu
1976: MARISAT: İlk mobil iletişim uydusu

Canlılarla uçuşlar

Hayvanlı uçuşlar [değiştir]
Birleşik Devletlerin ele geçirdiği Alman V-2 roketleriyle fırlatılan meyve sinekleri ile 1946'da uzaya hayvan gönderen ilk bilimsel çalışma yapıldı. 1957'de SSCB'nin Sputnik 2 uçuşu ile yörüngeye gönderilen ilk canlıysa Laika adındaki köpek oldu. O tarihte geri getirecek yeterli teknolojinin henüz bulunmaması nedeniyle, uzaya ulaştıktan bir süre sonra Laika aşırı sıcaklık ve stresten hayatını kaybetti. 1960'ta ise Belka ve Strelka başarıyla Dünya yörüngesine ulaşıp geri dönebildiler. Amerika Afrika'dan ithal ettiği şempanzelerle uzaya insan göndermeden önce çalışmalar yaptı. Yine Sovyetler 1968 yılında Zond 5'le uzaya kaplumbağalar göndermiş, ayın etrafını dolaşan ilk canlı uçuşu gerçekleştirmiştir.

İnsanlı uçuşlar


Sovyetler Birliği, Vostok serisi uzayaraçları ile uzaya ilk insanı göndermeyi başardı. Yuri Gagarin 12 Nisan 1961'de Vostok 1 aracıyla yaptığı uçuşla Dünya yörüngesine başarıyla ulaşan ilk insan olmuştur. Bu olayın yıldönümü Rusya'da ve birçok ülkede hâlâ kutlanmaktadır.
Vostok serisi uzayaraçlarını, Sovyet uzay programının başındaki Sergey Korolyov ve ekibi tasarlamıştır. Vostok'lar önce sınama uçuşlarında uzaya gönderilen köpek ve mankenleri sağ salim dünyaya geri getirmeyi başardı. Beri yandan, ilk Sovyet uzayadamlarının eğitim programı sürdürülüyordu. Tüm hazırlıkların tamamlanması üzerine, 12 Nisan 1961'de içinde Yuri Gagarin'in bulunduğu Vostok 1 uzaya gönderildi. Vostok 1, dünya yörüngesinde 108 dakikada tam bir tur attıktan sonra Gagarin'i Sovyet topraklarına indirdi.
Şüphesiz ki insanlı Sovyet uzay programı insanlık tarihinin en önemli ve cesur girişimlerinden biriydi. Vostok projesi, uzay yarışında Sovyetler'in öncülüğünü perçinlemekle birlikte, ABD için tam bir sürpriz değildi. Yakın zamanda yayımlanan tarihî CIA raporları, ABD yönetiminin insanlı Sovyet projesinden uzun süredir haberdar olduğunu iddia etmektedir.


ABD, Sovyetlerin bu atağı karşısında kendi projesini hızlandırdı ve 25 Nisan 1961'de ilk uzayadamını Mercury-Redstone 3 aracıyla uzaya gönderdi. Ancak Vostok 1'in aksine Mercury 3 aracı yörüngeye giremedi, atmosferin dışına çıktıktan hemen sonra geri döndü. Ayrıca Mercury 3, Sputnik 1'e göre daha dar ve küçük bir araçtı. ABD'nin yörüngeye girebilen ilk insanlı uçuşu, ancak bir yıl sonra, John Glenn yönetimindeki Mercury 4 aracı ile gerçekleşti (20 Şubat 1962).
Sovyetler, kazandıkları bu ivme ile uzay yarışında başka ilklere de imza attı. Valentina Tereşkova 16 Haziran 1963'te Vostok 6'yla uzaya gönderilen ilk kadın oldu. SSCB'nin Voskhod 2 programında Aleksei Leonov, 18 Mart 1965'te ilk uzay yürüyüşünü gerçekleştirdi. Ancak bu görev neredeyse bir felaketle sonuçlandı. Yetersiz retroroket ateşinden dolayı Leonov'un bulunduğu kapsül hedeften 1.600 km ötede yere inebildi.
Bu başlangıcın ardından gerek Sovyetler, gerekse ABD'liler uzaya insanlı uçuşlar yapmayı sürdürdüler. Uzay yarışının bu ilk döneminde Sovyetler üstünlüklerini sürdürdü. Bu dönemdeki bazı "ilk"ler şunlardır:
Vostok 1 - 12 Nisan 1961. Uzayda ilk insan.
Vostok 2 - 8 Ağustos 1961. Uzayda ilk tam gün.
Vostok 3 - 11 Ağustos 1962 ve Vostok 4 - 12 Ağustos 1962. Uzayda ilk iki araçlı uçuş. İki uzay aracı arasında ilk telsizli iletişim.
Vostok 5 - 14 Haziran 1963. 20. yy'ın en uzun tek kişilik uçuşu (5 gün).
Vostok 6 - 16 Haziran 1963. Uzayda ilk kadın. (Valentina Tereşkova)

Vostok serisinin ardından, Sovyetler üç insanı aynı anda uzaya gönderebilen Voskhod programına başladı. Ancak Voskhod, üç kişi için genişletilmiş bir Vostok kapsülünden başka bir şey değildi ve ciddi bir teknolojik gelişme göstermiyordu. Ayrıca son derece sıkışık şekilde kabine yerleşen üç uzayadamının güvenlikte olmadığı anlaşıldığından, Voshkod programı iki uçuştan sonra iptal edildi.

Sovyetler bu başarıları gerçekleştirirken ABD de boş durmadı ve uzay teknolojisini geliştirdi. Ay'a insan gönderme projesine hazırlık olarak, uzayda yörünge değiştirerek manevra yapabilen Gemini serisi araçları hazırladı ve uzaya gönderdi. Gemini araçları, Sovyet araçlarına göre daha az "ilk" gerçekleştirmiş olmakla birlikte, daha üstün teknolojiye sahipti. Zira Vostok ve Voskhod araçları uzayda manevra yapma ve kenetlenme yeteneğine sahip değillerdi. Sovyet uzayadamları, otomatik işleyen kendi araçlarının yolcusu durumunda iken, ABD'li uzayadamları, araçlarını idare eden pilotlardı. Bu tecrübe ve teknoloji farkı, Ay'a iniş projesinde ABD'ye üstünlük sağlayacaktır.

Ay'a iniş


Uzay Yarışı'nın başlangıcında Sovyetlerin sağlamış olduğu açık üstünlüğe karşı, ABD bir karşılık verme arayışına girdi. 1961'de başkanlık koltuğuna oturan Kennedy, seçim kampanyası boyunca uzay çalışmalarına önem vereceğini açıkça belirtmişti. Seçimi kazandıktan kısa süre sonra Kongre'de yaptığı konuşmada Sovyetlere karşı seçtiği hedefi açıkladı:
Bence milletimiz, bu onyıl bitmeden Ay'a bir insan indirme ve onu sağ salim Dünya'ya geri getirme hedefine kendini adamalıdır.
Ay'a insan indirme ve geri getirme hedefine ulaşmak için başlatılan projeye Apollo adı verildi. Apollo Programı, Kennedy yönetiminin hem sol hem de sağ kanattaki politikacıların eleştirilerine karşı kendini savunmasına olanak sağlıyordu. Apollo'nun avantajları şunlardı:
Seçimde, anahtar eyaletlere ekonomik yararları vardı.
Kennedy tarafından 1960 seçimlerinde belirtilen "füze boşluğunu" kapatıyordu.
Teknik ve bilimsel açılardan yararları vardı.

Nasa müdürü James E. Webb ile yapılan bir sohbette, Kennedy şöyle dedi:
Yaptığımız her şey Ay yolunda Rusları geçmek için.. Yoksa bu kadar parayı harcamamamız gerekir, çünkü ben uzayla ilgilenmiyorum. Bu bedeli karşılayacak tek şey Sovyetleri yenip, geride kaldığımız birkaç yılı sonlandırmak. Tanrı'nın da yardımıyla, onları geçtik...
Kennedy ve Johnson halkın görüşünü yönlendirerek Apollo programına 1963'te % 33 olan güveni 1965'te % 58'e çıkardılar. Johnson'ın 1963'te başkan olmasından sonra devam eden desteği, programın başarılı olmasını sağladı.


Kennedy, Sovyet ve ABD astronotlarının aya inişleri ve hava durumu analizi yapan uyduların geliştirilmesi konularındaki programları birleştirmek amacıyla Sovyetlere teklif götürdü. Ancak Kruşçev, o zaman için Amerika'ya göre üstün olan Rus uzay teknolojisinin çalınması konusunda gösterdiği hassasiyet sebebiyle bu teklifi geri çevirdi ve Sovyetler kendi insanlı Ay projelerini yürüttüler.

Bunun üzerine ABD, Ay'a iniş projelerini tek başına geliştirmeye başladı. Bunun için öncelikle uzayda manevra yapabilen araçların geliştirilmesi gerekiyordu. ABD, Gemini serisi araçları uzaya gönderdi ve bu araçların manevra ve kenetlenme konusunda başarı göstermesinin ardından, Apollo Projesi'ne başlandı.
Sovyetlerin insansız uzay roketlerinin Ay'a daha önce ulaşmış olmasına rağmen, 21 Temmuz 1969'da Ay'a adım atan ilk insan ABD'li Neil Armstrong oldu. Apollo 11 görevinin komutanı olan Armstrong bu tarihî anda yaklaşık 500 milyon kişi tarafından izlendi. 20. yüzyılın en önemli olaylarından biri kabul edilen insanoğlunun Ay'a ayak basışını Armstrong şu kelimlerle dile getirmiştir:


Bir insan için küçük, fakat insanlık için büyük bir adım.(Neil Armstrong'un Ay'a ilk adımı sırasındaki ses kaydı (İngilizce))
Sovyetler, insanın Ay'a ayak basması hakkında çelişkili duygular yaşadılar. Sovyet Lideri Kruşçev ne başka bir güç tarafından saf dışı bırakılmak ne de böyle büyük maliyetli bir projeyi başlatmak istemişti. 1963 Ekim'inde Sovyetler, kozmonotlarının Ay'a uçuş hakkında herhangi bir hazırlık yapmadığını ancak yarıştan çekilmediğini belirtti. Sovyet yönetimi ancak 1964'te (ABD yönetiminden üç yıl sonra) Ay'a iniş konusunda kesin karar alabildi.
ABD'nin aksine, SSCB'de uzay çalışmalarını yöneten merkezî bir organizasyon yoktu. Sovyetler'de çeşitli tasarım büroları, çoğu kez birbiriyle rekabet içinde çalışıyordu. Sovyetlerin en büyük tasarım bürosu OKB-1'in baştasarımcısı olan Korolyov aya iniş görevlerinde kullanılmak üzere insan taşıyabilecek kapasite sağlamak için Soyuz uzayaracını ve onu Ay'a taşıyacak dev N1 roketlerini geliştirmeye başladı. Beri yandan, başka bir tasarım bürosu, Çelomey yönetimindeki OKB-52, yeni bir roket (Proton) ve uzay aracı (Zond) tasarlamaya başlamıştı.

Sovyetler'in en tecrübeli tasarımcısı Korolyov'un 1965'teki erken ölümü ve 1967'de Soyuz'un ilk fırlatılışında yaşanan başarısızlıkla Sovyetlerin Ay'a iniş programı çözülmeye başladı. Sonunda Ay'a iniş yapacak aracı tasarlayıp görev alacak uzayadamlarını seçtiler. Ancak N1 roketinin denemesinde art arda yaşanan başarısızlıklar, insanlı inişin önce ertelenmesine, sonra da iptaline sebep oldu.


Sovyetler, bu başarısızlıktan sonra Ay programlarının varlığını uzun süre inkâr ettiler. Hatta Ay'a insan indirmenin çok riskli ve pahalı olduğunu, uzayadamlarının hayatını böyle gereksiz bir macera için riske atamayacaklarını ve kaynaklarını halklarının refahı için harcamayı tercih ettiklerini açıklayarak bir karşı-propaganda yaptılar. Buna göre, Sovyetler, robotlar kullanarak Apollo Programı'nın sonuçlarına daha ucuza ve uzayadamlarını riske atmadan ulaşabileceklerdi. Bu iddialar doğrultusunda, Ay'a gerçekten robotlar göndererek toprak örnekleri almayı da başardılar. Luna 16 robotu 24 Eylül 1971'de Ay'dan aldığı örneklerle dünyaya döndü. SSCB'nin Ay'a insan indirmek konusunda ABD ile gerçek bir rekabete girdiği ancak 1990'lı yıllarda ortaya çıktı.


Ay'a iniş, uzay yarışının en çok rekabet yaşanan önemli kilometre taşıydı. Bu aşamada ABD, Kennedy'nin "1960'lı yıllar bitmeden Ay'a insan indirme" hedefini gerçekleştirerek Sovyetler'e karşı kesin bir zafer kazanmış oldu.


Sovyetler'in uzay yarışının bu en kritik safhasında kaybetmesinin başlıca nedenleri şunlardır:
Sovyet yönetiminin maddi destek ve kararlılığının ABD'ye göre 3 yıl daha geç ortaya çıkması.
ABD Ay projesinin merkezî bir örgütçe (NASA) yönetilmesi, buna karşılık Sovyetlerde böyle bir örgütün bulunmaması, kaynakların rakip tasarım bürolarına dağılması.
Dâhi Sovyet tasarımcı Korolyov'un erken ölümü.
ABD'nin projeye aktardığı kaynağın görece daha yüksek olması.
Amerikan proje yönetiminin ve kalite kontrol sistemlerinin üstünlüğü.

Uzay istasyonları

Ay yarışını kaybeden Sovyetler'in önünde uzay yarışını sürdürmek için başlıca iki seçenek bulunuyordu:
Mars'a insan göndermek: Prestij açısından en uygun seçenek olmakla birlikte, 1970'lerin başlarında maddi ve teknolojik açıdan Ay'a insan göndermekten çok daha zor bir hedefti.
İnsanlı uzay istasyonları: Maddi ve teknolojik açıdan büyük zorluk getirmese de, prestij açısından sonucu çok güçlü olmayacaktı.


Sovyetler daha ucuz ve mütevazı seçenek olan uzay istasyonlarını seçtiler. Bu konudaki çalışmalar 1960'ların ortasında başlamıştı. 19 Nisan 1971'de ilk insanlı uzay istasyonu olan Salyut 1'i uzaya gönderdiler. 6 Haziran 1971'de ilk mürettebat bir Soyuz kapsülü içinde istasyona ulaştı.
Sovyetler 1980'lere kadar 7 Salyut istasyonunu yörüngeye gönderiler. Bu istasyonlar görece basit, ucuz, ancak etkili ve güvenli uzay platformları olarak hizmet verdi. Salyut 7, 1991 yılına kadar yörüngede kalmayı başardı. Salyut'lara 30'dan fazla uzay uçuşu ile 70'ten fazla mürettebat gitti. Bu uçuşlarda uzayın insan organizmasına etkileri üzerine değerli bilgiler ve tecrübeler edinildi, uzayda kalma rekorları kırıldı. Bu bilgilerden daha sonraki MIR ve Uluslararası Uzay İstasyonu projelerinde yararlanıldı. Ayrıca, uzayda neredeyse sürekli olarak Sovyet vatandaşlarının bulunması da sağlanmış oldu.


Ay'a insanlı inişin ardından ABD de uzay istasyonu projesiyle ilgilenmeye başladı. Böylece Sovyetler'in uzay istasyonu projesine cevap verilmiş olacaktı. Ayrıca, son uçuşları iptal edilen Apollo Projesi'nden elde kalan Satürn roketlerinden yararlanmak, böylece maliyetleri düşürmek mümkün olacaktı.
ABD'nin ilk (ve halen tek) uzay istasyonu olan Skylab, 14 Mayıs 1973'te uzaya gönderildi. İstasyona ilki 25 Mayıs 1973'te olmak üzere üç seferde toplam dokuz uzayadamı gönderildi. Skylab, "uzay laboratuvarı" anlamına gelen bir İngilizce tamlamadır. Skylab'ın çalışmaları, ismine uygun olarak bilimsel konularda yoğunlaşmıştır. İstasyonda 2.000 saatten fazla bilimsel deney çalışması yapılmıştır.

Apollo - Soyuz Test Projesi (ASTP)

Apollo - Soyuz Test Projesi'nin, rakip tarafları bir araya getirerek sembolik olarak uzay yarışını sona erdirdiği söylenir.
Ortak bir Amerikan-Sovyet uçuşu için görüşmeler 1969'da başladı. Bu uçuşta Salyut ve Skylab istasyonlarının kullanılması önerileri reddedildi. Bunun yerine, uzayda acil kurtarma operasyonları için hem Amerikan hem Sovyet uzay araçlarına uygun bir kenetlenme mekanizması geliştirildi. 1970'te projenin çalışma grubu oluşturuldu. Mayıs 1972'de konuyla ilgili Amerikan-Sovyet antlaşması imzalandı.
17 Haziran 1975'te Amerikan Apollo ve Sovyet Soyuz araçları kenetlendi. Uzayadamları bazı seremonilerden sonra birbirlerinin uzay gemilerine geçerek incelemeler ve muhtelif deneyler yaptılar.
ASTP, uzayda milletlerarası bir kurtarma çalışması yapılması için gerekli teknolojinin gelişmesini sağladı ve bir prova görevi üstlendi. Ancak uzay çalışmalarının geneli düşünüldüğünde, bir iyi niyet gösterisi olmaktan öteye gidemedi. Bu tür bir kurtarma operasyonunu gerektirecek herhangi bir durum ortaya çıkmadı.
ASTP, Apollo uzay aracının son uçuşu oldu. ABD, insanlı uçuşlara altı yıl ara verdi ve ancak 1981'de uzay mekiği ile tekrar başladı.

Sonuç

Uzay yarışının başarısı, gerçekleştirilen "ilk"lerle ölçülür. Yarışın ilk döneminde Sovyetler "ilk uzay aracı", "uzayda ilk canlı", "uzayda ilk insan" ve "uzayda ilk kadın" gibi unutulmaz ilklere imza attı.
ABD yönetimi ise Sovyetler'e karşılık vermek için kararlılığını ortaya koyduğunda, ülkenin geniş kaynakları ve yönetim örgütlenmesinin gerçek potansiyeli ortaya çıkmıştır. ABD sadece Ay'a ilk ayak basan ülke olmakla kalmayıp, bunu 9 yıl gibi görece kısa bir proje sonucunda başarmıştır. Ayrıca nihai olarak ABD uzay araçları Sovyetler'inkinden daha üstün teknolojik seviyeye ulaşmıştır. Bunlar göz önüne alındığında, ABD yarışın galibi olarak görülebilir.
Korolyov'un tasarımı olan Soyuz uzayaraçları, uzay yarışı bittikten çok sonra, 21. yy'da da kullanılmaya devam edilerek güvenilirliğini kanıtladı. Özellikle beş Uzay Mekiği'nden ikisinin kazalarda yok olmasının ardından Soyuz, Uluslararası Uzay İstasyonu'nun başlıca personel taşıma aracı haline geldi. Öte yandan, ABD uzayaracı Apollo, görece kısa ömürlü bir ara teknoloji olarak kaldı. Bu açıdan, Sovyetler'in bir "tasarım başarısı" kazandığı söylenebilir.
Uzay Yarışı için gerekli teknolojinin prematüre, alelacele geliştirildiğini, bu nedenle kaynakların gereksiz yere harcandığını ve personelin tehlikeye atıldığını öne sürenler vardır. Gerçekten de, mesela Ay'a iniş projesi dokuz yıl içinde değil de otuz yılda gerçekleşseydi, harcanması gereken kaynak önemli ölçüde azalabilecekti. Bu görüşe karşı, uzay yarışı sayesinde bilimsel ve teknik gelişmenin hızlandığını ve insanlığa yararlı teknolojilerin erkenden ortaya çıktığını söyleyenler de vardır.


Uzay Yarışı sırasında gerçekleşen ölümler, bu konudaki teknolojinin acele geliştirildiğini söyleyenleri haklı çıkarmaktadır. Sovyetler, ABD'yi Ay projesinde gereksiz risk almakla suçlamış olmakla birlikte, kaza ve ölümlerin her iki tarafta da olması, Sovyetlerin de yarışı kazanmak uğruna güvenliği geri plana attığını göstermektedir. Uzay Yarışı boyunca görev sırasında meydana gelen ölümlü kazalar şunlardır:
***ABD / Apollo 1: 27 Ocak 1967'de uzayaracı yerdeyken çıkan yangında uzayadamları Virgil "Gus" Grissom, Edward White ve Roger Chaffee yanarak öldü.
***SSCB / Soyuz 1: 23 Nisan 1967'de dünyaya dönen uzayaracının paraşütleri açılmadı ve içinde uzayadamı Vladimir Komarov olduğu halde yere çakıldı.
***SSCB / Soyuz 11: 30 Haziran 1971'de uzay aracının havası bir hata sonucu uzaya boşaldı ve uzayadamları Vladislav Volkov, Georgi Dobrovolski ve Viktor Patsayev hayatlarını kaybetti.

Uzay Yarışı, iki mühendislik yaklaşımının yarışı da olmuştur: ABD, uzay araçlarında karmaşık ve birbirini yedekleyen sistemler oluşturmuştur. Böylece ABD uzay araçları daha geniş yelpazeli görevlere uyum sağlayabilir hale gelmiştir. Nitekim Apollo 13 kazası, birbirini yedekleyen sistemlerin çokluğu sayesinde can kaybı olmadan atlatıldı. SSCB ise nispeten daha basit ve denenmiş sistemlerin tekrar kullanımına dayalı bir yaklaşım geliştirmiştir. Sistemlerin basit olması, hata olasılığını azalttığından ve maliyetleri düşürdüğünden uzay çalışmalarında tercih edilir.

Yarışın bitmesinin başlıca nedenleri şunlardır:
Tarafların yarışı sürdürmekteki isteksizliği.
1973'teki petrol krizi sonrasında batı ekonomilerindeki tasarruf gereklilikleri.
Sovyet ekonomisinin yaşadığı güçlükler nedeniyle kaynak ayırma zorluğu.
Uzay yarışını sürdürmek için gerçekleştirilebilecek hedeflerin gitgide daha zorlaşması ve pahalılaşması.


Uzay yarışı sonrasında taraflar uzay çalışmalarına "kendi yollarında" devam ettiler. Aralarındaki prestij yarışı büyük ölçüde sona erdi. Bununla birlikte, teknolojik yarışın tam olarak sona erdiği söylenemez. Sovyetler ABD'nin uzay mekiği projesinin hayati önemde olduğuna karar vermiş, bu nedenle kaynaklarını kendi mekiklerini geliştirmek için harcamıştır. Ayrıca ABD'nin Yıldız Savaşları projesi de Sovyetler'de büyük endişe yaratmış ve buna karşı kendi uzay savunma sistemlerini geliştirmeye gayret etmişlerdir.

Uzayda "ilk"ler tablosu
Tarih
Açıklama
Ülke
Görev adı
04.10.1957
İlk yapay uydu
SSCB
Sputnik 1
03.11.1957
Uzayda ilk canlı
SSCB
Sputnik 2
04.01.1959
Güneş yörüngesine oturan ilk yapay uydu
SSCB
Luna 1
07.08.1959
Dünya'nın uzaydan çekilen ilk fotoğrafı
ABD
Explorer 6
14.09.1959
Ay'a giden ilk uzay aracı
SSCB
Luna 2
07.10.1959
Ay'ın arka yüzünün ilk fotoğrafı
SSCB
Luna 3
12.04.1961
Uzayda ilk insan - Yuri Gagarin
SSCB
Vostok 1
11.08.1962
Uzayda aynı anda birden fazla uzay aracı, randevu, uzayda ilk telsizli iletişim
SSCB
Vostok 3 ve 4
16.06.1963
Uzayda ilk kadın - Valentina Tereşkova
SSCB
Vostok 6
12.10.1964
Birden fazla mürettebatlı ilk uzay aracı
SSCB
Voskhod 1
18.03.1965
İlk uzay yürüyüşü - Aleksey Leonov
SSCB
Voskhod 2
23.03.1965
Uzayda yörünge değiştirebilen ilk insanlı araç
ABD
Gemini 3
01.03.1966
Başka bir gezegene inen ilk sonda - Venüs
SSCB
Venera 3
16.03.1966
İki uzay aracının ilk kenetlenmesi
ABD
Gemini 8
24.12.1968
Ay yörüngesinde insanlı ilk uçuş
ABD
Apollo 8
20.07.1969
Ay'da ilk insan - Neil Armstrong
ABD
Apollo 11
23.04.1971
İlk uzay istasyonu
SSCB
Salyut 1
11.14.1971
Başka bir gezegenin yörüngesine giren ilk sonda - Mars
ABD
Mariner 9
07.15.1975
Milletlerarası ilk uçuş
ABD
SSCB
Apollo - Soyuz Test Projesi

Yakın tarih ve son gelişmeler

Hızını yitirmesine rağmen, insanoğlunun uzayı keşfetme arzusu Uzay Yarışı'nın bitiminden uzun bir süre sonra bile - bugün halen devam etmektedir. ABD, 12 Nisan 1981'de yani Gagarin'in uçuşunun 20.yılında tekrar kullanılabilir bir uzay aracı (Uzay Mekiği) göndererek yeni bir ilki gerçekleştirdi. 15 Kasım 1988'de ise SSCB ilk ve tek hem otomatik hem de tekrar kullanılabilir mekiği fırlattı. Bu iki ülke ve diğer ülkeler halen insansız uzay roketleri, teleskopları ve uydularını uzaya göndermeye devam etmişlerdir.
İkinci bir Uzay Yarışı ihtimali, 20.yüzyılın sonlarında Avrupa Uzay Ajansı'nın Ariane 4 ile ticari amaçlı roket fırlatışlarında lider konuma gelmesiyle baş gösterdi. AUA'nın uzay araştırmalarındaki çabaları Mars'a en geç 2030 yılına kadar insan göndermeyi hedefleyen Aurora programıyla doruk noktasına ulaştı ve bu doğrultuda birçok görev gerçekleştirildi. ABD Başkanı George Bush 2004 yılında Mars'a 2030 yılına kadar insan göndermeyi hedeflediklerini ve Mürettebat Taşıma Aracı (Crew Exploration Vehicle - CEV) adlı yeni bir uzayaracı geliştirdiklerini açıkladı. Böylece önde gelen iki uzay ajansı aynı hedefi seçmiş oluyordu. 2005 yılı itibariyle Rusya ile takım kuran AUA, rakibi NASA'ya nazaran büyük bir avantaja sahip oldu. ABD'nin CEV'ine karşılık AUA ise CEV'in benzeri bir araç olan Kliper'in ilk uçuş denemesini 2011 yılında gerçekleştireceğini açıkladı. Kliper projesi için ancak 2006 yılında fon sağlanabildi.

Kaynaklar

Encyclopedia Astronautica
İngilizce Vikipedi
Elektronik Broşür Yoldaş Kozmonot