tarih yazıcılığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarih yazıcılığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ocak 2018 Pazartesi

Marc Bloch

Marc Bloch

Peter C. Perdue*

Annales Okulu: Kökeni ve Kuruluşu




Tartışma 2: Marc Bloch 
Hepimizin kahramanlara ihtiyacı vardır. Her disiplin kendini bir bakıma azizleri (hagiography) üzerinden tanımlar. Mesela fizik ya da biyoloji kitapları nasıl da kendi kurucu babalarının fotoğraflarını çerçeve içine koyarlar: Maxwell, Darwin, Watson, Einstein, vs. Bu aslında bir bakıma sizin bir geleneğin parçası olduğunuzun göstergesidir. Aynı zamanda yeni gelenlere de bir model sunar; insanlara bu ustaları geçmeleri gerektiğine dair bir esin kaynağı , eleştiriler için birer hedef sunar ve belki de bazı yüce ruhların kibrini kırar.

Eğer sosyal tarihçilerin bir modele ihtiyaçları varsa Marc Bloch bunun için ideal bir örnektir. O yeni metodlar üzerinde çalışmış, kuşaklar boyu öğrencilere ilham olmuş, yepyeni bir yaklaşımın temellerini Annales dergisinde kurumsallaştırarak (Lucien Febvre ile beraber) oluşturmuş, ve bir aziz gibi Gestapo’un ellerinde ölmüştür. Ancak gerçek kişilerin her zaman bu azizlik görüntüsü tarafından yutulması ya da katkılarının bazı farklı ajandaları olanlar tarafından başka yönlerde kullanılması olasılığı da vardır. Dolayısıyla o zamandan bu zamana kadar yol katettiğimizi görmek için kaynağın kendisine – yani Bloch’un kendi yazdıklarına – inmekte her zaman yarar vardır.


Carole Fink’in biyografisi insan ve tarihçi Bloch hakkında oldukça açık ve dengeli bir anlatı içeriyor. Bloch Alsaslı bir yahudi ve Fransız vatanseverdi. Babası Strasburg’u Almanlara karşı 1870’de savunmuş, prestij sahibi Ecole Normale Superieure’e kabul edilmiş ve orada sonra Klasikler profesörü olmuştu. Oğlu, Ecole profesörlerini kitle siyesetinin içine alan çalkantılı meşhur Dreyfus davası döneminde büyümüştü. 1906’da Bloch 20 yaşındayken Dreyfus sonunda ordunun anti-semitik grupları tarafından ortaya atılan ihanet suçundan arındı. Böylelikle Fransa yahudilerinin yurtseverlikleri de onaylanmış oluyordu, ancak Bloch da ordudan nefret etmeyi öğrenmişti.

Muhtemelen bu olay onun tarihte söylenti, önyargı ve ‘psikososyal’ olgularına karşı hassasiyetini geliştirdi: bunlar ki tarihin bilimsel, pozitivist ve nesnel olmaya çalıştığı bir dönemde pek de popüler konular değildi. Bloch’un düşüncesine Fransız pozitivismine ve Alman bilimselciliğine karşıtlık damgasını vurdu.

Birinci Dünya Savaşı’nda savaştı, sonra Strasburg Üniversitesinde ders vermeye başladı (1920’ye kadar doktorası olmadığına dikkatinizi çekmek isterim). Büyük eserlerinin hepsi olağanüstü bir şekilde kısa bir süre zarfında yazıldı, 1920-1939 yılları arasında. Birincisi olan Les Rois Thaumaturges (1924; çevr. The Royal Touch, 1973 [Kralın Şahane Dokunuşu] ortaçağ krallarının iyileştirme güçleri üzerine olağanüstü bir medikal, psikolojik ve antropolojik çalışmadır. Belki de ilk gerçek mentalités (kolektif inanış; modern 2 antropologların ‘kültür’ kavramı ile karşılaştırın; Durkheim’ın conscience collective [kollektif bilinç] ile bağlantıya dikkat edin). ‘Yeni Kültür Tarihçileri’ Bloch’un çalışmalarındaki işte bu çizgiyi takip ettiler (Ginzburg, Davis, Schama, Darnton, etc), ancak bu Ortaçağ’dan çok erken modern dönemler için yapıldı (neden böyle?).

Bloch’un çalışmalarının merkezi, özellikle de Fransa’nın kırsal tarihiydi. Ama feodalizmin, paranın ve teknolojinin (bkz. su değirmenleri hakkında klasik makalesi) ve hukukun vs karşılaştırmalı uzun tarihlerini de unutmayın. En önemli kitabının Fransızca adına dikkat edin, Les caractéres originaux de l’histoire rurale francaise (Fransız Kırsal Tarihinin Orijinal Karakteri): ‘orijinal’ derken hem ‘temel’ hem de ‘benzersiz’olanı kast ediyor. Bloch Fransa kırsal hayatının temel unsurlarına bakıyordu, ancak aynı zamanda Fransa’nın benzersizliğini/tekliğini de vurguluyordu. Her ne kadar üçlü tarla (tarım) sistemi ile İngiltere, Almanya ve Akdeniz’le birçok yönden benzerlik taşısa da bunların üçünün özelliklerini bir yerde topladığı için Fransa benzersizdi. (Sizce burada Fransa’nın doğal olarak mahdut bir halk olduğunu vurgulayan Fransız milliyetçisi bir tutuma girmiyor mu? Ve sizce bu Ortaçağ’ın yurt/bölge anlayışını bozmuyor mu? Muhtemelen bu bölgedeki herkes Fransızca konuşmuyordu; ve bunların içinden kimse modern ‘Fransa’ çerçevesinde düşünmüyordu. İşte burada Bloch’un uluslararasıcı ve karşılaştırmalı tarihsel analizi ile çatışma haline giren Fransız yurtsever tarafı ortaya çıkıyor).

Bloch’un metodolojik yenilikleri dikkat çekiciydi. Kitabın girişinde Fransa’da açık tarla sistemi (ortak kullanımda tarlalar) hiç olmamıştır diyen Fustel de Coulanges hakkında meşhur pasajı vardır. O içinde çalıştığı kütüphaneden hiç dışarı çıkıp da tam önünde duran tarlalara hiç bakmamıştır. “Fustel De Coulanges dış dünyanın üzerine fazla tesir ettiği bir adam değildi” (xxvii). Bloch tarihçiyi hiçbir zaman içinde bulunduğu zaman deneyiminden ayırmadı. Ona göre tarihçi problemlerini çözmek için ‘tarihi geriye doğru okumalıydı’. Bilim sunağına tapınan nesnelciler buna ‘bugüncülük’ ahlaksızlığı diyorlar: ‘Geçmişin geçmişliğine’ saygı duymayı reddeden, düşüncesizce bugünün kavramlarını geçmişe uygulayarak anakronizme düşen ve daha da kötüsü geçmişteki insanları bugünün politik gündemlerinde kullananlar.

Bloch bu tuzağa düştü mü gerçekten? Bunun için Tarihçinin Mesleği kitabındaki düşüncelerine bir bakın – bütün tarihçiler için okunması şart bir kitap. Başka Yenilikler/Buluşlar: Bloch’un toprak kalitesi ve iklime ilgisi ancak bunu determinist bir çevreci olarak yapmıyor; tarla şekillerini belirlemek için harita ve dokümanlara başvurması; yer isimlerine ve erken yerleşim alanı olabilecek işaretlere dikkat etmesi. Bir de Fransız ve Alman ekollerini etkileyen popüler ırk analizlerine kayıtsız ve red 3 edici duruşuna dikkat çekmek gerekir (62). Yine dikkat çekici bir nokta ise sayfa 63’teki dipnotta toprak sınırlarının belirlenmesinde dinin rolü ile ilgili tahminleridir. Bazıları onu katı bir materyalist gibi göstermeye çalışsa da Bloch kültürel yaklaşımlara hep açıktı. Temel amaç uzun vadeli sosyal değişimlerin gizli kalmış kaynaklarını ortaya çıkartmak, bunların bağlantılarının birleştirilmiş bir anlatısını yaratmak ve bilinmeyen insanların hayatlarını mümkün olabilecek en fazla boyutuyla tekrar canlandırmaktır.

Bloch’un bugünün perspektifinden bazı sınırlılıkları: 
1) ‘Tarım Medeniyetlerinin’ temel farklılıklarını açıkladığını savunduğu ana unsur olarak tarla şekilleri argümanı zayıf kalmaktadır. Eğer ırk değilse ve sadece toprak değilse o zaman nedir? Teknolojik işlevselcilik [bir şeyin yapısının yapacağı göreve uygun olması gerektiğini ileri süren öğreti] burada yardımcı olabilir: Yani tarlaların uzun, dar şekilleri sabanın tekerlekli olduğunda çevrilebilmesi için gerekliydi. Anızın ortak/komünal otlak olarak görülmesi ise tarlaların çitle veya duvar ile çevrilmesine engeldi. Fakat bu ortak otlak neden bu kadar sabit ve değişmezdi? Eğer ‘gelenek’ ve bir ‘zihinsel bir davranış’ (46) bu ortak otlağın açıklanmasında anahtar ise neden zaman içinde değişmiyor? Çitle tarlaların çevrilmesi Normandiya’da tarımsal devrim zamanında oldu, üretimi arttı ve Fransa’nın bu bölgesini İngiltere yolunda ilerlemeye yöneltti (ya da öyle mi oldu? Michel Morineau’ya göre bu doğru değil: bugünlerde Fransa’nın bir ‘tarımsal devrim’ yaşayıp yaşamadığı oldukça tartışmalı bir konu). Ancak eğer Fransa’nın bir bölgesi değişebiliyorsa ülkenin geri kalanında niye olmuyor? Bu henüz çözülmüş değil. Michael Confino’nun Rusya’daki üçlü-tarla sistemi (rotasyon) üzerine çalışmaları teknolojik unsurların yanı sıra kırsal kültür üzerinde daha fazla durarak Blochcu yaklaşımla karşılaştırıldığında daha dengeli bir analiz sunuyor. (Roe Smith’in derlediği kitapta teknolojik belirlenimcilik üzerine yazdığım makaleye bakınız).

2) Modern anlamda ‘ekoloji’yi Bloch’da bulamazsınız. Toprak, arazi, iklim resimdeki durağan unsurlardır. Toprak dönüşmüyor; hayvanlar ve biyolojik organizmalarsa resme hiç girmiyorlar. Doğal hayat sadece bir kısıtlayıcı unsur olarak görülüyor, insanların geçim ekonomisi için üretmek zorunda olmalarından dolayı üstesinden gelmeleri gereken bir zorluk. Annales okulunun kırsal alan tarihçilerinin genel eğilimi doğanın orta ve erken modern çağlarda insan toplumları üzerine getirdiği büyük kısıtlayıcı gücü vurgulamalarıdır. Amerikan zafer gösterişçiliğine karşı iyi bir kontrast oluştururlar. Ancak bu ikisinin de daha dinamik bir resimde bir dengeye oturması gerekiyor.

3) Bloch’un kendi döneminin sosyal bilimleri ile aslında şimdiye kadar kimsenin ilgilenmediği belirsiz ve ilginç bir ilişkisi vardır. Diğer tarihçiler gibi o da belli bir teoriyi 4 olumlamak veya red etmek için bir ‘vakaya’ ‘uygulamak’ istemedi. Durkheim ve Marx okudu, ancak uygulamaya gelince sadece dolaylı olarak çalışma araçları olarak bazen yararlı bazen de yararsız olarak kullandı. Durkheim pozitivistlerinin körü körüne inandıkları ve teşvik ettikleri istatistik kullanımını ciddi eleştirdi. Diğer taraftan Durkheim’ın kollektif bilinç kavramından açıkca etkilenerek mentalité kavramını kullandı. Ama Durkheim, İntihar kitabında bahsettiği mentaliteyi keşfi ve savunmasını istatistikler aracılığıyla yaptı: intiharın Protestan ve Katolik ülkelerindeki diferansiyel oranlarını hesaplayarak kanıtladı. Bloch’un ise sadece sezgileri ve bilinçli hareket edildiğine dair delilleri vardı. Alman ‘siyasal ekonomisini’ de reddediyordu. Bu onun için ekonominin yasal ve yönetimsel analizlerle birleştirilmiş soyut bir teorisiydi: gerçekte lord ve serfler için bunun ne anlama geldiğine bakmadan serflik üzerine hukuki bir sürü şey. Marksist sınıf analizlerini Ortaçağ pratiğinde pek de işe yaramadığından ciddiye almadı. Birçok uzun tartışma sürdürüldü o zamandan bu zamana. İnsanlarda sınıf farkındalığı olmadan bir ‘sınıf bilinci’ olabilir mi? Sosyal yapılar bilinçli olarak sınıf ayrılıkları üzerine kurulmuş organize hareketler olmadan sınıf ilişkileri yüzünden değişebilir mi? (Bkz. Neo-Marksist Robert Brenner ve Perry Anderson’a karşı Malthuscu teknolojik yorumcu olan Le Roy Ladurie) Bloch pratiğe odaklanmıştı. Bu onun çalışmalarına hoş bir somutluk veriyor ve aynı zamanda modern antropologların insanların gündelik yaşantı deneyimlerinin altında yatan sınıfsal ilişkilerin bir ifadesi olarak gören bir duruşla uyum içine sokuyor (Bourdieu).

Mirası: Genellikle Annales tartışmalarında Lucien Febvre geçiştiriliyor. O ve Bloch yakın çalışmışlardı, 1929’da Annales Okulu’nu beraber kurdular, sıkça yazıştılar. Birçok kez de ciddi kavgaları oldu. Febvre’nin yahudi olmayışı, anti-semitik Vichi rejimiyle uzlaşmaya girmesinin (Bloch’u yazı kurulunun dışında bırakması, kendi yazılarını takma adlarla yazması) derin acıları unutulamadı. Febvre polemiğe daha yatkındı, kitaptan çok makale yazdı, daha çok kurumların ortaya çıkmasıyla ilgili çalıştı ve muhtemelen Bloch’dan çok daha fazla insanın canını sıktı. Hala onun İngilizce bir biyografisi yoktur. Ancak günümüzde (ne yazık ki) kırsal bölgenin çamurundan uzaklaşarak daha çok dilbilimsel, sembolik, dinikültürel analizlerin yapıldığı bu dönemde daha önemli bir figür olma ihtimali var.

Febvre inançsızlık, Rabelais ve Luther çalışmalarıyla bu konulara öncülük yapmıştır. Yine de Bloch ve Febvre’i birbirinde keskin olarak ayıramayız. Bloch kültürel analizlere duyarlıydı ve Febvre daha sonra ekolün üzerine kurulacağı kırsal bölgelerle ilgili ilk büyük tarihi yazdı. Fransa’nın kırsal bölge tarihleri külliyatı Annales okulunun muazzam temel direkleridir. (Febvre, LeRoy Ladurie; Baehrel; Vilar; Goubert; Lefebvre) Bunların çok azı tercüme 5 edildiler. Eğer Fransızcanız iyi ise bir yazınızı bunlardan birine ayırmak iyi fikir olabilir. Benim çalışmalarım için en büyük ilhamlarım bunların bir çoğuna Fransızca’dan bakarken oluştu. Fransızca’da belagat tarzında çevirilere yansımayan birşey var. Ama Bloch’un açıklığı, eşzamanlı vizyonunu ve sempatisi, sayıların, büyük dökümantasyonların ve binlerce sayfanın içinde kayboldu. Onun en iyi eseri kısa, keskin ve açıktı. Savaş sonrası Annales’ın kurumsal ‘başarısı’ ile ekol bu mütevazi, periferal ve adanmış bilgin ve yurtseverin temel vizyonunundan kayba mı uğradı? Gelecek haftanın konusuna hazırlıklı olun.

Kaynakça
Perry Anderson, Passages From Antiquity to Feudalism; Lineages of the Absolutist State (Antik Çağlardan Feodalizme Pasajlar (Londra, 1974). Orta Çağ’dan 19.yüzyılın sonuna Avrupa devletleri, lord ve köylüleri üzerine en büyük modern Marksist analiz.

T.H. Aston and C.H.E. Philpin, der., The Brenner Debate: Agrarian Class Structure and Economic Development in Pre-Industrial Europe (Cambridge, 1985) (Robert Brenner, E. LeRoy Ladurie, R.H. Hilton, Guy Bois, M.H. Postan, gibi yazarlardan makaleler)

Michael Confino, Systemes Agraires et Progres Agricole: L'Assolement Triennal en Russie aux XVIIIe - XIXe Siecles (Tarım sistemi ve tarımsal gelişim: Rusya’da 18. yüzyıldan 19.yüzyıla Üç-Tarla Rotasyon Sistemi) Paris, Mouton, 1969. Benim görüşüme göre klasik Annales stilinde şimdiye kadar yazılmış en iyi bölgesel kırsal tarih. Rusya’daki kırsal duraklamayı iklim, teknoloji, devlet kurumları (serflik, vergi) ve dini inançların ortak sonucu olarak ele alıyor. Carole Fink, Marc Bloch: A Life in History (Cambridge, 1989).

Lucien Febvre, A New Kind of History, der. Peter Burke, çevr. K. Folca (London, 1973) Febvre’in tartışmalı yazısından çeviriler.

Emmanuel LeRoy Ladurie, Histoire de Languedoc (Paris, 1966); ingilizce çevr. 1966 (sadece parçalar halinde), The Peasants of Languedoc (Urbana, 1974). 13. Yüzyıldan dan 18. Yüzyıla Güney Fransa’daki tarımsal değişime (ya da olmayışına) esas olarak Malthusçu bir yaklaşım sunuyor.

Michele Morineau, Les Faux-Semblants d'un Demarrage Economique (Paris, 1971) (Ekonomik Canlanmanın Yanlış Đşaretleri)

P.C. Perdue, "Technological Determinism in Agriculture", Merritt Roe Smith içerisinde, der., Beyond Technological Determinism (MIT Press, 1994). Lynn White, Confino’yu karşılaştırıyor, ve Çin’deki tarımsal değişimi tartışıyor; Bloch’a da değiniyor. 6

Fransa Bölgesel Tarihlere Örnekler:
Rene Baehrel, Une croissance: Le Bas-Provence Rurale (fin du xvf siecle-1789) (Paris 1961).; Diğer kırsal tarihçilerle ters düşen bir çalışma, çünkü modern öncesi dönemdeki kırsal ekonominin büyüme ihtimalini vurguluyor.

Fernand Braudel, The Identity of France: vol.1: History and Environment [New York, 1988; cilt 1’in tercümesi L’Identite de la France [1986]. Bloch ve Febvre’in veliahtı Braudel’in son büyük eseri. Fransa’yı bölgelere göre ele alıyor ve bunların birliği ve Fransa’nın özel karakteristikleri hakkında sorular soruyor.

Pierre Goubert, Beauvais et le Beauvaisis de 1600 à 1730. Contribution à l'histoire sociale de la France au XVIIe siècle (Paris, 1960). (Démographie et sociétés, vol 3 et 3'). Muhtemelen Fransa’nın kırsal alanına dair tarihsel demografi örneklerinin en iyisi. Bazı bölümleri Đngilizcede de bulunabilir: Ingilizcede The Ancient Regime and Louis XIV and Twenty Million Frenchmen (New York, 1970).

Georges Lefebvre, Les Paysans du Nord Pendant la Revolution Francaise (Lille, 1924). Lefebvre başka bir gelenekten geliyor: Fransız Đhtilaline cumhuriyetçi sınıf merkezli bir yaklaşım, ancak burada ilgi alanı toplumsal merkezli kırsal değişim görüşüyle kesişiyor.

Charles Tilly, The Vendee. A Sociological Analysis of the Counter- revolution of 1793 (Cambridge, Mass, 1964), Fransız Đhtilaline karşı büyük bir köylü ayaklanması başlatan Fransa’nın küçük bir bölgesinin toplumsal yapısına bakmak için modern sosyoloji uyguluyor.

Pierre Vilar, Le Catalogne dans L'Espagne Moderne: recherches sur les fondements économiques des structures nationales (Paris, 1962), (Katalon Ispanya’sına dair) tamamen Annales geleneğinde yazılmış fakat Fransız olmayan az sayıda çalışmadan biri.

*Prof. Perdue'un (Yale Univ.) tartışma yazıları, ders notları olarak sunulmuştur. 
Kaynak Açık Ders, Türkçesi: Özlem Çaykent
 http://www.acikders.org.tr/file.php/98/LectureNotes/lecture_2.pdf

3 Ağustos 2017 Perşembe

Munslov'ın Küçük Sözlüğü

Munslov'ın Küçük Sözlüğü

Alan Munslov

A priori bilgi: Deneyden bağımsız bilgiyi varsayan popüler bir felsefi terim.
Argüman: Bir öncüller dizisi ve bu diziden çıkarılan sonuç. Eğer sonuç öncül(ler)den ya tümdengelimsel ya da tümevarımsal olarak çıkarılmışsa bir argümanın (doğru olup olmamasından bağımsız olarak) geçerli olduğu söylenir.
Metrik-tarih [Cliometrics]: Yorumu kolaylaştırmak için matematiğin ve istatistiğin geçmişe ait verilere uygulanması. 1960’larda, özellikle ekonomik tarihte popüler olmakla birlikte 1990’larda önemini yitirmiştir.

Bağlama [Colligation]: Tarihte, bariz olarak ayrı duran olaylar dizisini genel bir ilke ya da tanım altında bir araya getirerek açıklama süreci; örneğin, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl icatlarını bilimsel düşüncede devrim tanımı altında açıklamak. Bu süreç, olay akışı içindeki bir tarzı tespit eden öyküleştirmeye benzer; ama onunla özdeş değildir. Bağlamayı kabul edip öyküleştirme nosyonunu reddeden tarihçiler, -bağlamanın sonucunun- nedenlerin özdeşliği yüzünden Geçmişin, tarih olarak az ya da çok kesin bir yeniden kurgulanması olduğunu genellikle kabul ederler. Tehlikeli olan, tarihçilerin olayları ilişkilendirmekte aşırı düzenli olmaya kendilerini kaptırması olasılığıdır; gerçi yeniden-kurmacı tarihçiler anlamı bağlam amacıyla yaratmanın böylesi güçlüklerin üstesinden geleceğini ileri sürerler, ama tehlike yine de vardır.
Kurmacılık [Constructionism]: Tarihçilerin, geçmişteki olayları keşfetmek yerine önermeleri gerektiğini söyleyen akım. Yirminci yüzyılda kurmacılık en belirgin haliyle sınıf sömürüsü kurgusunu tarihsel anlayış için model olarak öneren Marksist okulda görülür. Annales okulu da alternatif demografik ve davranış teorileri ileri süren kurmacı bir tarih üretmişti. Kurmacı tarihçiler, diğer önemli iki kategoriden, yeniden-kurmacı ve yapısökümcülerden açık bir biçimde ayrılır.
Bağlam [Context]: Tarihte anlatılan olayların arkaplanı, anlam yaratımına yardımcı olan şeyin bilgisi. Pratikte bağlam, öteki olayların, olguların ve önceki koşulların çerçevesidir.
Hakikatin Tekabüliyet Teorisi [Correspondence theory of truth]: Önermeler olgulara tekabül ettiğinde doğrudur, diyen argüman. Neyin olgusal olduğunu belirlemek genelde zor olmakla birlikte, sözcüklerle dünya arasındaki bildik tekabüliyet (ya da yansıtma) fikri, ana akım yeniden- kurmacılara dahil edilebilecek birçok tarihçi için giderek tartışmalı da olsa çekici bir nosyon olarak varlığını korumaktadır.
Kapsayıcı Yasalar [Covering laws]: Amerikalı tarih felsefecisi Carl Hempel’in (1905-) geliştirdiği ve bir olayın, bir doğa ya da insan davranışı yasasından çıkarılabilmesi halinde açıklanabileceğini savunan bir tarihsel açıklama modeli. Aldığı biçim çoğu kez istatistiksel olabilirliktir.
Yazarın Ölümü [Death of theauther] : Roland Barthes’ın (1915-1980) ortaya attığı ve Michel Foucault’nun yaygın olarak kullandığı; kaynağı, yapısökümcü edebiyat araştırmaları olan bir yaklaşım. Bu yaklaşıma göre, bütün metinler yazarları önceler, yazarlar sadece kimin anlam üzerinde bir ayrıcalığı olamayacağını kurgular. Yapısökümcü tarihçi açısından delil, yazarın amaçladığı keşfedilebilir bir geçmiş gerçekliğe işaret etmekten çok, bir göstergeler ve yorumlar zinciri sunar.
Yapısökümcülük [Deconstructionism]: Metni anlamanın -yalnızca ve ayrıksı olarak- ampirizm dışsal gerçekliğine, Tanrıya, akla, ahlâka, objektifliğe ya da yazarın amacına (bkz. Yazarın Ölümü) yapılan göndermeye bağlı olmadığını ileri süren Jacques Derrida’nın (1930-) ortaya attığı bir terim. Mutlak anlamın doğduğu bir kaynağa ilişkin söz-merkezci nosyona karşı çıkarak; anlamın, keyfi ve mecazi/figüratif olarak üretildiği varsayımından yana tavır alır.
Yapısökümcü Tarih [Deconstructionist History]: Tarihte; olguculuk, yansız analiz, objektiflik, hakikat olarak dile getirilen ampirizmin geleneksel varsayımlarıyla; tarih, ideoloji, kurgu ve perspektif arasında süregiden bölünmeleri sorgulayan bir araştırma modeli. Yapısökümcü tarihe göre dil dilsel mecaz/figürasyon gücümüz yoluyla tarihsel delilleri düzene sokmak ve açıklamak için kullanılan kavramlar ve kategoriler kadar tarihin içeriğini de oluşturur.
Belirlenimcilik [Determinism] : Tarihsel süreçlerin birey ya da grup tercihleri veya etkileri ötesindeki güçlere göre yapılandığı, aslında bütün olayların istisnasız bir biçimde daha önceki olaylar tarafından belirlenen etkiler/sonuçlar olduğu nosyonu.
Farklılık! Erteleme [Différence/différance] : Yapısökümcü felsefeci Jacques Derrida’nın farklılaştırmak ve ertelemek anlamına gelen Fransızca bir fiil olan “différer” ile bir kelime oyunu yaparak ortaya attığı nosyon. Göstergeler arasında sonuçtaki anlam kayması, hakiki ya da orijinal bir anlam noktası ayırt edemeyeceğimiz anlamına gelir, yani orijinal bir anlam mekânı yoktur. Post-yapısalcılığın sonrasının merkezi bir argümanıdır bu.
Söylem {Discourse]: Bir metnin hem yazar(lar) hem de okur(lar) tarafından paylaşılan tutarlı bir anlam türetecek biçimde bağlamına oturtulması ya da sokulmasıyla ortaya çıkan sonuç. Paylaşılan bir dil alanı olarak söylem, kurumsal ve ekonomik gücün maddi ve ideolojik dünyalarında bulunan bir şey olarak, dil-ötesi boyutlara gönderme yapar.
Empati [Empathy]: Çoğunlukla, The Idea ofHistory kitabında Britanyalı tarihçi R. G. Collingwood (1889-1943) tarafından savunulan tarihsel yöntemle birlikte anılır ve tarihsel failin düşünceleri ve duygularıyla “temas halinde” olmak anlamına gelir. Duygusal ve entelektüel duruma giden bu yol, tarihsel delilleri geçmişte yaşamış insanların düşüncelerini kelimenin tam anlamıyla bilinen bağlamları içinde yeniden düşünerek yorumlamaktan geçer. Birçok yeniden-kurmacı tarihçiye göre, tarihi oluşturan, delillerle bağlam arasındaki bu empatik ilişkidir. Ayrıca, bkz. yorumbilim.
Ampirizm: Bilginin, tıpkı hayatı gözlemler ve deneyimlerken olduğu gibi, duyuların kullanılması ya da doğruluğu kanıtlanmış önermeler ya da argümanlar yoluyla elde edilmesi yöntemi. Anglo-Amerikan yeniden-kurmacı tarih yazımı geleneğinde, ampirizm “orada bir yerde” keşfedilmeyi bekleyen gerçekliğin objektif gözleminden yapılan çıkarımlara özel vurgu yapan merkezi yöntemdir. Ampirizmin karşısına çıkan sorun, düşüncenin yalnızca deneyimden çıkmaması, düşüncenin aslında deneyimlerimizi örgütlemek ve anlamlandırmak için yararlandığımız kavramları ya da zihinsel kategorileri sağlamasıdır. Bu, kaçınılmaz olarak şöyle bir soruya yol açar: Gözlemlerimizin pekâlâ sadece zihnimizden ve sezgilerimizden çıkan kurgular olabileceği düşünüldüğünde, “orada bir yerdeki” gerçekliği doğru bir biçimde nasıl bilebiliriz? Çoğu ampirist ile ılımlı ya da pratik-gerçekçi yeniden-kurmacı, günümüzde orta bir yolu kabul etmektedir; buna göre, biz gözlemde bulunuruz hem de a priori bilgiyi uygun biçimde ve yardımcı olarak kullanarak enformasyonu zihinsel olarak işleme tabi tutarız. Ampirizm elbette a priori bilginin inkârı biçimini de alabilir.
Öyküleştirme [Emplotment]: Herhangi bir tarihsel ya da daha doğrusu kurgusal anlatının anlamını veren öyküleştirme (hikâye hattı ya da öykü yapısı), yani olayların ve bu olaylara ilişkin nedensel, bağlamsal bağlantıların bir anlatısı. Tarihçinin rolü olaylar dizisini (bu oldu, o halde şu) özel türden -romantik, komik, trajik, satirik ya da bunların bir kombinasyonu- bir hikâyeye dönüştürmektir. Tarihçinin yöntembilimsel eğilimine bağlı olarak, öyküleştirme, anlamı keşfetme ya da olaylara bir anlam dayatma niyetiyle üretilir. Bütün tarihler öykülendirilmiştir.
Aydınlanma [Enlightenment]:Modem çağın tohumlarının ekildiği, yaygın bir entelektüel, kültürel ve teknolojik/bilimsel hareket. On yedinci yüzyılda (Francis Bacon, John Locke ve Thomas Hobbes’la birlikte) İngiltere’de başlamış ve on sekizinci yüzyılda (Descartes, Voltaire, Diderot ve Lessing’le birlikte) Fransa ve Almanya’da sona ermiştir. Avrupa düşüncesi, bilimde pozitivizm ve deneycilik gibi yeni kavramların kabulüyle, doğal olguların gözlenmesi ve açıklamayı geliştiren akıl ve aklilikle, (halk egemenliği ve fırsat eşitliği gibi önemli üstünlükleriyle liberal doktrinin ortaya çıkışı temelinde) güç yerine sözleşme yoluyla yönetim üzerine yeni fikirlerle ve akla dayalı bir ekonomik mekanizma olarak yeni bir piyasa kavramıyla birlikte gelen bu büyük teknolojik ve bilimsel değişim çağında biçimlenmiştir. Bu düşüncenin tarihe etkisi, ilerlemenin ve insanın mükemmelleşmesinin kaydı olacak bir disiplinin yaratılmasıdır. Belki de Aydınlanma’nın nihayetinde yarattığı düşünce, izleyen yüzyıllarda özellikle de şimdiki (postmodern) çağda kendi merkezi meziyetlerini sorgulamaya hız vererek, kendi üzerinde düşünme halini almıştır.
Epistem [Episteme]: The Order ofThings adlı kitabında Michel Foucault (1924-1984) bu terimi bir kültürün verili bir tarihsel dönemde bilgiyi nasıl edindiğini ve örgütlediğini anlatmak için kullanır. Epistem bütün ayrı söylemleri (dinsel, bilimsel, tarihsel, tıbbi, vb.) böylesi bir bilginin nasıl edinildiği ve düzenlendiğine ilişkin bir dizi ortak varsayıma dayanan az ya da çok tutarlı düşünce yapısı içinde bağlantılandırır. Ortak varsayımlar insan bilincinin derinliklerinde yer alan ve tarihçilerin öyküleştirme biçimlerine temel oluşturan mecazlaştırma süreci mecaz/figürasyon aracılığıyla sabitlenir. Böylelikle bilgi, Foucault’ya göre on altıncı yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar var olan dört ayrı tarihsel epistemin her biri içinde ayrı ayrı örgütlenmiştir. Tarihçi açısından, bu varsayımlar ya da tutumlar her bir çağın egemen anlatısal temsil formunu karakterize ettiği gibi, metaforik benzerlik ya da benzemezlik kodlamalarımız yoluyla anlatılarımızda sergilenir ve delillerdeki “gerçekliğe” vakıf oluşumuzu etkiler.
Epistemoloji [Epistemology): Bilgi teorisi. Ampirizm ya da a priori bilgi gibi çeşitli mekanizmalar/yöntemler yardımıyla bilginin nasıl kurulduğu, (bildiğimiz değil de) inandığımız şeyi nasıl doğrulayabileceğimiz ve bilgi edinmekteki kuşkuculuk bu teorinin ilgi alanına giren bazı başlıklardır. Epistemoloji hâlâ felsefecilerin ana ilgi alanlarından biridir ve tarih yöntemi olarak ampirizmin tartışmalı rolü yüzünden tarihçiler arasında giderek daha fazla ilgi görmektedir.
Delil [Evidence]: Geleneksel olarak, tarihsel açıklamanın üzerine kurulduğu hem belgesel (birincil) hem de tarihçiler tarafından yazılmış (ikincil) kaynaklar. Deliller, çıkarım yoluyla yorumlanan, sahiciliğine kanıt oluşturan bir başlangıç doğrulaması ve karşılaştırmayla ya da bir bağlama yerleştirilerek olgu(lar) haline getirilmişlerdin
Olgu [Fact]: Olgu kavramı karmaşık ve tarihçiler arasında tartışmalıdır. Geleneksel olarak, bir olgu, tarihçilerin gerçeklikle anlatımın tekabüliyet üzerinde fikir birliğine vardıkları -Waterloo Savaşı 1815 yılında oldu gibi- bir fiili ve tartışmasız olay, toplumsal eylem süreci ya da parçasıdır. Bu basit olgusal önerme düzleminin ötesinde tarihçiler hemen yorum alanına girerler. Olgu(lar) ne işimize yarar? Onları nasıl birbirine bağlarız? Onları nasıl öyküleştirir/anlatı haline getiririz? Onları nasıl sıralar ve açıklarız? Delillere ilişkin bu genel sorunların -sahiciliği kuşkulu ya da güvenilmez (yazarları yalan söylemiştir (!)) olabildiği gibi, ortada delil denebilecek bir şey de olmayabilir- ötesinde tarihçilerin olguları belirlemekte birçok güçlüğü vardır. Bir olgunun kuruluşuyla alakasız delilleri ayırmak için yüklemeci tarihçi hangi kriteri kullanacak? Çıkarım, olguların tespitinde ne kadar güvenilir bir yöntemdir? Bütün tarihçilerin bir olguyu tespit etmek için delilleri bir hipotez karşısında “test eden” kurmacı mı olması gerekir? Gösteren-gösterilen-gösterge denkleminin güvenilmez doğası nereden gelir?
Yorumbilim [Hermeneutics]:LiteTal anlamda bir metni (delili) yorumlama sanatıdır. Incil’i yorumlamak için Reform sonrası Protestanlar tarafından kullanılan teknik bir beceri olan modern yorumbilim, Friedrich Schleirmacher’ın (1768-1834), metinleri gramatik olarak ve onları yazarken yazarların neyi amaçlamış olabileceklerini (gramatik ve psikolojik unsurlar) anlama çabalarıyla doğdu. Yorumbilimsel çember, metinle yazar arasındaki ilmektir. Bir yorumlama süreci olarak yorumbilim Wilhelm Dilthey (1833-1911) tarafından delilin yazarının muhtemel niyetleriyle bizim kendi deneyimlerimiz arasında kurulan benzerlikleri içine alacak şekilde genişletildi. Bu R. G. Collingwood’un empati nosyonunun temelini oluşturdu. Yirminci yüzyılda Martin Heidegger (1889-1976), yorum-bilimi, yorumcular olarak bizim kendi benliğimizin ve varoluşumuzun yorumlanmasını içine alacak şekilde daha da genişletti.
Tarihsel Yorum [Historical In te rpretation]: İçeriği anlaşılır ve/veya makul kılan geçmiş olaylar, oluşlar, metinler ve insanlar hakkındaki anlatı biçimindeki açıklama. Sürecin belli bir noktasında delillerin ve tarihsel yöntemin tarihçiler tarafından nasıl tanımlandığının; yani çıkarım, bağlama, bağlamsallaştırma, öyküleştirme, argüman, yükleme yapma, empati vb. yöntemlerden hangisinin/hangilerinin kullanıldığının bütün veçheleriyle inceden inceye ele alınması gerekir.
İdeoloji [Ideology]: Bir grup bilinci veren ya da yaratan toplumsal olarak üretilmiş tutarlı fikirler dizisi. İdeoloji zamana ve yere özgüdür. Egemen bir açıklama ve aklileştirme tarzı olarak kurulmuş olan ideoloji topluma yedirilmeli ve medya, Kilise, eğitim ve hukuk gibi toplumsal ve kurumsal çeşitli mekanizmalar tarafından yayılmalıdır. Bazı düşünürlere göre ideoloji, anlatı yapıları (yazılı tarih dahil), davranış kodları ve inanç kalıpları gibi bütün toplumsal yapıntılarda bulunacaktır. Marksist teoriye göre ideoloji bilerek ekonomik sömürü gerçeğini gözlerden gizler ve böylelikle kapitalist toplumun ekonomik ilişkilerinin doğal ve meşru görünmesini sağlayarak egemen toplumsal sınıfın otoritesini yansıtır ve savunur.
Dayatmacılık [Impositionalism]: Tarihçilerin tarih olarak Geçmişin kuruluşuna katılmaları süreci. Naif gerçekçiler tarafından tarihsel faaliyetin yozlaşması olarak reddedilmekle birlikte, pratik-gerçekçiler ve yapısökümcü tarihçiler tarihçiyle kaynakları arasındaki diyaloğun kaçınılmazlığını kabul eder. Özellikle de yapısökümcüler, tarihsel yorumun fikirleri düzenlemek, delilleri ayıklamak ve geçmişe açıklayıcı bir öykü ya da argüman dayatmak anlamına geldiğini kabul eder. Buradan, tarihsel bilginin geçmiş gerçekliğe doğrudan nüfuz edemeyen dilsel bir metin olarak üretildiği sonucu çıkar.
Tümevarım/Tümdengelim (¡nductionldeduction]:Tümevarım parçadan bütünün çıkarımına dayanan bir açıklama biçimidir ya da alternatif olarak, gözlenen anlardan genellemeler yapmak olarak tanımlanabilir. Bu, tarihsel açıklamanın geleneksel ya da bildik biçimidir. Tümdengelim bir sonucun, mantıksal olarak bir dizi öncülden çıkmasını gerektiren açıklamadır. Pratikte, çoğu tarihçi açıklamada iki yöntemi de kullanır.
Çıkarım [Inference]:Taze enformasyona dayanarak, bir inanç kalıbından diğerine geçmekten oluşan düşünce süreci. İlk akla gelen iki biçimi tümevarım ve tümdengelimdir.
Dilsel Hamle [Linguistic turn]: Yirminci yüzyıl Batı düşüncesinde, bilgiye giden yolun şaşmaz bir biçimde dilde ve dil aracılığıyla temsil biçimleri ve söylemin rolü etrafında dolandığını vurgulayan birçok akımı betimleyen, ama özellikle post-yapısalcı düşüncede rastlanan bir şemsiye terim. Dilsel hamle, özne konumları kadar gerçeklik-etkisinin de dil içinde yaratıldığı anlamına gelecek şekilde, dilin geçirimsizliği ve mecazi özelliğinde odaklanır.
Söz-merkezcilik [Logocentrism]: Dilden bağımsız olarak anlamın herhangi bir sabit noktası ya da merkezinin olabileceği ve/veya dilin (özellikle konuşulan dilin) gerçekliği sahiden temsil edebileceği fikrini eleştirmek üzere tarihte, edebiyatta ve felsefede yapısökümcülüğü savunanlar -başta Jacques Derrida olmak üzere- tarafından sıkça kullanılan bir terim.
Üst-anlatı [Meta-narrative]: Literal anlamda bir anlatı hakkındaki anlatılar; terim The Postmodern Condition: A Report on Knowledge (1984) adlı kitabında Jean-François Lyotard (1924-) tarafından kullanılmıştır. Bu kitapta Lyotard üst-anlatıların ya da büyük-anlatıların, bilgiyi nasıl edindiğimiz ve böylelikle insan ilerlemesi ve tarihi nasıl anladığımız hakkında anlatılan hikâyelerin (Hegelcilik, Marksizm, liberalizm, Aydınlanma) postmodern çağda artık yararlılıklarının sonuna geldiklerini savunur. Hakikati ölçebileceğimiz ya da güven altına alabileceğimiz evrensel köşe taşları olarak böylesi büyük hikâyelere artık bağlı kalamayışımız postmodern durumumuzun özelliğidir. Elimizde kendi meşruiyetlerini kendileri sağlayan sayısız “küçük anlatı”dan başka bir şey kalmamıştır aslında.
Modernizm/Modernist: Tarihsel bakımdan modernizm sanatlarda, kültür ve edebiyatta genel olarak Aydınlanma’nın pozitivist, objektif, akılcı, ampirist ve göndermeselci kesinliklerini eleştiren bir on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl hareketini anlatır. Felsefenin bakış açısından, modernizm René Descartes’ın (1596-1650) kavrayışta aklilik arayışıyla başlatılır ve böylelikle on yedinci ve on sekizinci yüzyıl Aydınlanmasıyla aynı anlamda değerlendirilir. Michel Foucault (1926-1984) Modern epistemin, hem toplumsal deneyimin ürünü hem de tümevarım yoluyla bilginin kurucusu olarak insanla birlikte insanlık için epistemolojik bir çelişki ürettiğini savunur.
Anlatı [Narrative]: Olayların ve insan eylemlerinin meydana gelişini anlatmakta kullanılan bir açıklama yapısı. En temelinde, tarihsel anlatı bir bağlama aracıdır, çünkü şeylerin “bu oldu, öyleyse şu” gibi neden sonuç ilişkisine göre nasıl, hangi düzen içinde olduğunu açıklar. Tarihsel anlatı seçilmiş bir öyküleştirme etrafında kurulduğunda, tarihsel anlayışın aktarılması ve muhtemelen oluşumu için ilk akla gelen araç haline gelir. Sıklıkla tartışma konusu olan şey tarihsel anlatının ne oranda fiili olarak olduğu haliyle gerçekliğe denk düşebileceği, yani o belli hikâyeyi anlatmaya muktedir olup olmadığıdır.
Yeni Tarihselcilik [New Historicism]: 1980’lerin başından günümüze kadar süren ve edebi metinlerin tarihsel bağlamları içinde ele alınmasına yönelik ilginin yeniden canlanması. Yeni tarihselcilik tarih yazımı açısından önemlidir, çünkü Geçmişin maddi dünyasını yeterince temsil etme kapasitesine sahip tartışmasız bir araç olarak dilin sağlamlığından kuşku duyan post-yapısalcı edebiyat eleştirisine dayanır. Bu akım da tarih metninin geniş toplumsal ve kurumsal bağlam içinde metinler arası üretildiğini ve sonuç olarak ampirik deneyler yoluyla doğrulanacak açıklama teorileri olmadığı gibi keşfedilecek mutlak ya da aşkın hakikatlerin olmadığını da kabul eder. Olgusal ve kurgusal metinler arasındaki pratik farklılık da böylelikle sorun haline gelmiş olur.
Pozitivizm: Fransız sosyolog Auguste Comte’ün (1798-1857) teolojiyle başlayıp metafizikle süren ve bilimsel ya da pozitif aşamayla sona eren, üç aşamalı büyük İlerlemeci tarihsel evrim teorisinin parçası olarak geliştirilmiş bir bilgi teorisi. Comte’ün gözünde, kendi başlattığı son aşamanın özelliği: aynı fenomenler arasındaki ilişkinin kanıtlanabilirliği ya da ampirik ölçümü ve kestirilebilirliğidir. Yerleşik ampirizm nosyonlarının bir uzantısı olarak pozitivizm doğal fenomenler hakkında spekülasyon yapılmamasında ısrar eder. Pozitivizm bilimsel yöntemin tektipliliğini varsaydığı için, bilimsel sosyoloji içinde insan davranışının analitik araştırılmasına imkân verir. Tarihçi için pozitivizmin mirası kurmacılığın kaba biçimlerinde çok açık görünür; buna göre tarihçiler öyle deliller ortaya koymalıdır ki muhakeme becerimizle insanın davranış yasalarına (kapsayıcı yasalar) göre işleyen kuşku götürmez olguları yaratsın. Tarihçinin kendi adına hiçbir yüklemeciliğe düşmeden bunu objektif olarak yaptığı varsayılır.
Postmodernizm: Aydınlanma ve onun kültürel ürünü modernizmin çeşitli eleştirileri ve yarattığı tepkilerin bir anlatımı olarak birçok farklı bağlamda (tarih, resim, edebiyat, mimari, moda, müzik) kullanılan bir terim. ' Jean-François Lyotard’ın The Postmodern Condition: A Report on Knowledge (1984) adlı kitabında ifade ettiğine göre, postmodemizmi niteleyen şey, özellikle insan tarihi ve ilerlemesini açıklamak için modern tarihsel çağda gündeme gelen her şeyi içine alan büyük ya da üst-anlatıların reddidir. Sonuç, postmodern çağ, diğer çağlardan -post-yapısalcılıktan da esinlenerek- aşkın gerçekliklerin, sabit anlamların, olguların ve hakikatin tekabüliyet teorisinin reddiyle ayrılır. Anlamaya belli bir yaklaşım olarak postmodernizm başka birçok şeyle birlikte şunları doğurur: Geçici inançlar, şimdicilik, görecilik, gerçeklik-etkisi, tarihte ve edebiyatta yapısökümcülük ve özdüşünümcülük, göndermesellik hakkındaki kuşkular ve temsilin yeterli bir tarzı olarak anlatının nihai başarısızlığı. Postmodernizm kuşku ve belirsizliği yüreklendirir, hiyerarşi ve otoriteye kafa tutar ve “öteki”nin meşru kabul edilmesine destek verir.
Post-yapısalcılık [Post-structuralism]: İddiaya göre, postmodernist hareketin bir parçası olarak yapısalcılığın ardından (ve ona bir tepki olarak) ortaya çıkan akım. Tarih yazımı ve kavrayışında dilsel dönüş denen şeye esin kaynağı olan post-yapısalcı akım, kültürel ve entelektüel form olarak dilin güç ilişkileri için mübadele aracı (örn. Michel Foucault güç/ bilgi) ve “hakikat”in nihai kurucusu olduğunda ısrar eder. Post- yapısalcı akımın soy kütüğü Friedrich Nietzsche (1844-1900), Benedetto Croce (1866-1953), Martin Heidegger (1889-1976), Hans-Georg Gadamer (1900-), Jacques Derida, Michel Foucault ve Julia Kristeva gibi çeşitli filozof ve dilsel düşünürlerin eserlerine kadar uzanır.
Gerçeklik-etkisi [Reality-effect]: “The Discourse of History” (1967) makalesinde Roland Barthes tarafından etraflı bir biçimde ele alınan bir kavram. Barthes, tarihle dil arasındaki bağlantının, deliller ve bu delillerin tarihsel olgular olarak kuruluşu arasındaki herhangi bir sahici denkliğe dayanmadığını ileri sürer. Bu argümanının anlamı şudur: Tarihçinin fiilen olmuş bitmiş bir şey olarak geçmiş dediği şey, doğrunun/ hakikatin tekabüliyet teorisinin geçmişi yeterli oranda yeniden kurmamıza imkân verdiğine ilişkin varsayımlarımızın yarattığı bir gerçeklik-etkisidir sadece. Sonuç olarak, tarihsel hakikat fikri yapısökümcü tarihçiler açısından daha da sorunlu bir hale gelir.
Yeniden-kurmacılık [Reconstructionism]: Tarihsel soruşturmanın üç büyük akımından (diğer ikisi kurmacı ve yapısökümcü tarih) biri. Yeniden-kurmacı tarihçiler ilk başta temel tarih yöntemi olarak bildik ampirizmin geçerliliğine ve pratiğine karşı tutumlarına bağlı olarak, geleneksel ampiristlerden pratik-gerçekçilere kadar uzanan bir yelpazeye yayılmıştır. Tarihçilerin delillerin kullanımına, göndermeselliğe vb. bağlı olduğu ve özellikle de Geçmişin yeniden kurgulanmasında dilin ve anlatının rolünü bilişsel öğeler olarak gördükleri düşünüldüğünde, bu akım için kesin bir niteleme yapmak zordur.
Göndermesellik [Referentiality]: Gerçeklikle (olay, kişi, şey, süreç) onun betimlenmesi (dilsel ifadesi) arasında sorunsuz ya da yeterli denkliğin büyük ölçüde var olduğuna dair genel bir inancı anlatmakta kullanılan bir terim. Yapısalcılığa göre, sözcükler gönderme yaptıkları şeylerle herhangi bir doğal yolla ilişki kuran gösterenler değildir -dünyayla sözcüğün ilişkisi keyfidir (toplumsal olarak kurulmuştur) ve sözcükler şeyleri bu keyfi ilişki içinde gösterir- ve dolayısıyla dilde varsayılan her türlü göndermesellik, uylaşımsal kullanım sonucunda dil içinde sabitlenmişlik sonucudur. Bu durum, göndermeselliğin en temel düzeyin ötesine geçtiği varsayılmadığı müddetçe olguların yoruma aktarılmasını içinden çıkılmaz hale getirir.
Görelik [Relativism]: Sabit bir mihenk taşına bakarak şaşmaz bir ölçme yapmanın imkânsız olduğu fikri pratikte, belirsizlik nosyonuna yol açar. Tarihte göreci tartışma, yeniden-kurmacılar ve onların istikrarlı ve objektif tarih idealinden esinlenen muhafazakâr ampiristlerle -ve/veya pozitivistlerle- yazdıkları tarihin geçmiş gerçeklik kadar o anlatının ve sunuşun ürünü olduğuna inananlar arasında yıllardır sürüp gider.
Temsil/Tasavvur [Representation]: Başka bir şeyi betimlemeyi ya da nitelemeyi amaçlayan her tür işaret, sözcük, tümce, söylem, resim, ses ya da eylem bir temsil/tasavvur edimidir. Hakikatin/doğrunun tekabüliyet teorisine göre, temsil/tasavvur bir benzetme olmaktan çok yansıtmadır. Tarihçiler açısından, temsil/tasavvur ampirizmin işlemesine imkân veren mekanizmaları oluşturmasıyla önemli bir kavramdır. Dilin genelde Geçmişin yeniden kurulması açısından yeterli bir temsil aracı olduğu yönünde işleyen bir varsayım vardır. Tarihin ampirist temeli, olguların edebi yapıntılar olduğu ve bütün metinler gibi dildeki gerçeklikle temsili arasındaki tartışmasız ilişkiye yönelik post-yapısal eleştiriye açık olduğu yolundaki yapısökümcü varsayıma karşı çıkar.
Gösteren-Gösterilen-Gösterge [Signifier-Signified-Sign]: Ferdinand de Saussure (1857-1913) tarafından önerilen yapısalcı dil modeline göre, sözcükler diğer sözcüklerden farklılıkları içinele belirlenen “göstergeler”dir ve nesnelerin/şeylerin gerçek dünyasıyla herhangi bir doğal bağları yoktur. Göstergeler gösteren ve gösterilenden oluşur; gösterenler sözcük ya da kavramlardır, nesnelerse gösterilen olarak temsil edilir. Gösteren-gösterilen gösterge ilişkisinin keyfi doğası toplumsal ya da kültürel oluşumundan gelir. Tarihçiler sözcükleri bunlar sanki tam anlamıyla göndermeler yapıyormuş gibi kullanırlar; oysa sözcükler, geniş ölçüde kabul edilen kültürel değerlerden kaynaklanan icat edilmiş anlamlara dayanırlar ve Michel Foucault’nun (1926-1984) iddia ettiğine göre, toplumsal yapılar içindeki kurumsallaşmış güç ilişkileriyle bağımlıdırlar " anlamdaki  bu içkin belirsizlik, Jacques Derrida’nın, dilsel anlamda belli bir orijin olmadığı gerekçesiyle tarihsel açıklama olarak tam doğru anlatılar kaleme almanın imkânsız olduğunu savunmasına neden olmuştur.
Yapısalcılık [Structuralism]:En yüksek noktasına 1960’larda Fransa’da erişen geniş bir entelektüel hareket. Temeli, Ferdinand de Saussure’ün dilbilim çalışmalarına dayanan; bütün söylemler, kültürel biçimler, inanç ve davranış sistemleri arasındaki ilişkinin dilin yapısının model olarak kullanılmasıyla anlaşılabileceği fikridir. Bunun pratikteki anlamı, toplumsal anlam, insan bilincinin derinlerinde yatan ikiliklerin karşılıklı ilişkilerinden doğduğu ve gerçek dünyada gramer, mitler, cinsel ilişkiler vb yapısında belirdiğidir. Tarih açısından bunun anlamı ise tarihin verilerinin asıl olarak dilsel, zihinsel yapılarımız yoluyla anlaşılabileceği ve anlamın dışsal ampirik verilerde yatmadığıdır.
Bu kaçınılmaz olarak evrimci değişim nosyonunu, bilimsel objektifliği, tarafsız doğruluk/hakikat arayışını ve göndermeselliği töhmet altında bırakır. Yapısalcılığın post- yapısalcılık haline gelişi muhtemelen yapısökümcü tarih yazımına daha büyük etki yapmıştır.
Mecazî figürasyon [Tropelfiguration]: ‘Sözcüklerin, anlamı dönüştürmek ya da değiştirmek üzere kullanıldığı söz sanatları (asıl olarak metafor, metonimi, synecdoche ve ironi; ayrıca istihza, olumsuzundan anlatma, lafı dolandırma ve mübalağa gibi çeşitlerini de sayabiliriz). Saussure’ün ikili zıtlar yoluyla anlam yaratma olarak gördüğü ve Michel Foucault tarafından herhangi bir tarihsel dönemde ötekilik ya da farklılık olarak kullandığı anlamda mecaz insan düşüncesinin derinlerinde iş görür. Metahistory (1984) kitabında Hayden White (1928-) mecazı ve mecazlı anlatımı on dokuzuncu yüzyıl Avrupası’ndaki hâkim tarihsel tahayyül biçimlerini ayırmanın bir aracı olarak irdelemiştir. Kültürel düzleme yönelik kestirimlerde bulunarak, tarihsel tahayyülün derin ve yüzey yapılarını tespit edebiliriz. Mecaz süreci Marx’ın tarihsel değişimi bütünüyle açıklamanın temeli olarak aldığı altyapı-üstyapı metaforu gibi geniş kapsamlı metaforların üretilmesini içine alacak şekilde ya da parça-bütün/bütün-parça ilişkilerine dayanan başka tarihsel değişim modelleri yaratacak şekilde genişletilebilir. Böylelikle, denebilir ki, mecazlar her tarihsel dönemin ve anlatımının en orta yerinde yatmaktadır.
Tarihin Yapısökümü, Alan Munslov, Kitabın özgün adı: Deconstructing History (Routledge/1997), Ayrıntı Yayınları, 2000, Sözlük Bölümü.
Alan Munslov



Tarihin Doğasına İlişkin Bazı Temel Sorular

Tarihin Doğasına İlişkin Bazı Temel Sorular

Alan Munslov


TARİHE YAKLAŞIM
Amacım bugün tarih içindeki merkezi bir tartışmayı, yani bir disiplin olarak tarihin anlatı formuyla geçmişin içeriğini tam olarak ne oranda kapsayabileceği ve temsil edebileceği tartışmasını ele almaktır. Daha açıkçası, anlatısal ya da edebi yapıdaki tarih metni tarihsel açıklama için ne kadar yeterli bir araçtır ve yanıtımızdan çıkarabileceğimiz ipuçları nelerdir? Artık tarihçiler, tarih felsefecileri ve anlatıyla ilgili başkaları için tarafsız tarihçilerin uyguladığı anlamda tarihsel gerçeklik ve yöntemsel objektiflik gibi eski modernist kesinliklerin meydan okunan ilkeler haline geldiği bir postmodern çağda yaşadığımızı iddia etmek sıradan bir durumdur. Bugün çok az sayıda tarihçi geçmiş hakkında doğruyu/ hakikati yazdığını ileri sürecektir. Yazılı tarih, biz tarihçilerin şimdi ve burada bir yer işgal etmekle kalmayıp geçmiş ve geçmişin izleri arasındaki ilişkiyi ve bu izlerden anlam çıkarma biçimlerimizi nasıl gördüğümüze bağlı olarak konumlar da aldığımız ölçüde çağdaştır ya da şimdiki zamana göre yönünü bu ölçüye göre belirler. Bu kitaba Tarihin Yapısökümü adı verildi, çünkü kitabın eksenini tarihin en temel düzeyde yeniden değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin inancım oluşturuyor.

Yalnızca tarih yöntemini eleştirmek yetmez, şunları da sormak gerekir: Meslekten tarihçiler delillerden “olgular" çıkararak geçmişi nesnel olarak yeniden kurabilirler ve açıklayabilirler mi ve bütün o zahmetli araştırma işi bittikten sonra çıkan sonuçları herkesin okuması için sorunsuz bir biçimde kaleme alacak olan kimdir?

Birçok kişi şunu ileri sürebilir: Tarih ne şimdi ne de geçmişte tanımın ima ettiği kadar pozitivist bir araştırma süreci ya da edebi bir uğraş olmuştur. Buna karşın, ampiristlerin ya da yeniden- kurmacıların “olgular”ı aktaran tarafsız gözlemci olarak tarihçi vurgusu tarihin bir edebi uğraş olarak gerçek karakterini bulandıran (bilginin nasıl elde edilebileceğine ilişkin bir inançlar dizisi anlamında) bir paradigmadır. Ben, tarihin sahici doğasının, yalnızca ve temel olarak objektifleştirilmiş bir ampirist girişim olarak görülmeyip, tarihçi tarafından geçmiş hakkında özel bir anlatı formunun yaratılması ve sonunda dayatılması (sadece yazma aşamasını değil, bütün projeyi doğrudan etkileyen bir süreç) olarak görüldüğünde anlaşılabileceğini savunacağım. Bu anlayışa dil birliği sağlamak üzere yapısökümcü bilinç adını vereceğim. Terimin bu kullanımı Fransız kültür kuramcısı Jacques Derrida’nın orijinal kullanımıyla karıştırılmamalıdır; Derrida terimi daha dar anlamda; metnin anlamını, metnin kaynaklandığı dışsal gerçekliğe gönderme yapmaksızın kavrama süreci olarak kullanmıştır. Yapısökümcü bilinç, tarihi yalnızca somut olarak neyse o, bir yazılı anlatı (tarihçilerin metin olarak ürünleri) olarak tanımlamakla kalmaz; ayrıca daha radikal bir biçimde bir hikâye-anlatma biçimi olarak anlatının bizatihi geçmişe de metinsel bir model sağlayabileceğini ileri sürer.

Bir disiplin olarak tarihin edebi boyutunu kabul etmek şunu kendimize soramayacağımız anlamına gelmez: Bir anlatı olarak tarihçilerin bize sundukları yalnızca bizim kendi yaşam deneyimlerimiz midir, yoksa -geçmişteki insanlar gibi- tarihsel failler olarak anlatıları mı deneyimleriz? Başka bir ifadeyle, delillerde hikâye biçimine sokulmayı bekleyen geçmiş hayatlar vardır ve biz tarihçiler anlatıyı fiilen olduğu haliyle yeniden mi anlatırız; yoksa her zaman kendi hikâyelerimizi geçmişin delillerine mi dayatırız?

Neye karar vermiş olursak olalım; varacağımız sonuç, tarihin, tarihçi onu zorunlu formuyla, yani bir anlatı olarak yazana kadar okurlar için var olamayacağıdır. Anlatı derken şunu kastediyorum: Tarih içinde bir açıklama yaparken, birbiri ardına sıralanan olaylardan bahsederiz. Bu genelde hikâye anlatma olarak betimlenen bir süreçtir. Sosyal bilimlerden ödünç alınan ve geçmişe uygulanmaya çalışılan analitik aygıtlar ne kadar kapsamlı olursa olsun, tarihin açıklama gücü, temeldeki anlatı biçiminden gelir. Anlatı-yanlısı bir tarih felsefecisi olan Louis Mink 1960’ların başında şöyle diyordu: “Bilimciler... birbirlerinin sonuçlarını kâğıda geçirirken, tarihçiler. .. birbirlerinin kitaplarını okur."{1} Bu kitap geçmişin gerçekliğiyle -fiilen olduğu haliyle geçmişle değil- yazılı kayıt olarak ilgileniyor. Tarih denen şeyin zaman içinde değişimin araştırılması değil, bu işle uğraşırken tarihçilerin ürettiği enformasyonun işlenmesi olduğunu savunacağım. Tarihin Yapısökümü'nde tarihsel bilginin öz olarak edebi doğasına ve böyle bir bilginin oluşumunda anlatı formunun önemine ışık tutmaya gayret edeceğim. Günümüzde ya da postmodern dünyada; geçmiş, geçmişin yorumu ve anlatısal temsili arasında belli oranda makul tam bir tekabüliyet inancına dayanan ampirik bir araştırma yöntemi olarak kavranan tarih, artık tarihçinin görevi açısından savunulabilir bir yaklaşım olmaktan çıkmıştır. Geçmişten başlamak yerine onun temsilinden/ tasavvurundan başlamak zorundayız; çünkü geçmişin gerçekliğinde keşfedilebilir ve eksiksiz temsil edilebilir bir hakikat olduğu inancına ancak böyle meydan okuyabiliriz.

TARİHİN DOĞASINA İLİŞKİN BAZI TEMEL SORULAR
Tarihin doğasına ilişkin dört özgün soru vardır; bu sorular -yaşandığı ve yazıldığı haliyle- tarihin içeriği kadar biçimi tarafından da yapılandırıldığı inancından doğar. Liste yapmak amacıyla bu soruları ayırıyoruz, ama pratikte birbirine geçmiştir ve ayrım yapmak çok zordur.
Ampirizm meşru bir biçimde ayrı bir epistemoloji olarak tarih oluşturabilir mi?
• Tarihsel delillerin özniteliği nedir ve ne işe yarar?
• Tarihçinin, toplum teorilerinden faydalanmasının ve tarihsel anlayışta açıklayıcı çerçeve kurmasının rolü nedir?
• Anlatı biçimi, tarihsel açıklama açısından ne kadar önemlidir?

Elinizdeki kitabın yazılmasını kışkırtan da bu sorular olmuştur ve tarihin bugün içine düştüğü statü krizinin canevinde bu sorular yatmaktadır.

Epistemoloji
İlk soru, bir bilgi formu olarak tarih hakkındaki temel meseleyi ele alıyor: Kendine has güvenilir ve nesnel bir bilgi üreten geçmişi araştırmak için tarihçilerin kullandığı yöntemlerin bir özelliği var mıdır ve tarih disiplini diye bir şeyin olduğunu ileri sürebilmemizi neye borçluyuz? Genelde anlatıldığı biçimiyle tarihsel bilgi, geçmişten kalan izlerle ilgilenme tekniklerinden çıkan bir yöntem -geçmişin eksiksiz kavranmasının mümkün olduğuna inananların deyişiyle bir pratik- vasıtasıyla elde edilir. Tarihçinin en temel işlevi geçmişteki olaylarla insan amaçları ya da faillik arasındaki bağlantıları anlamak ve yazılı bir biçimde açıklamaktır. Başka bir ifadeyle, tarihçi, temel doğruları/hakikatleri -tabii eğer var iseler- bulmak için, bilgiyle açıklama arasındaki ilişkiyi kavramasına imkân veren bir tür yöntem ya da araçla çalışmak zorundadır.

Bir yöntem doğa bilimlerini taklit etmek olabilir; bu yöntem tarihçiler arasında (özellikle pozitivist ya da sosyal bilimler eğitimi almış olanlar arasında) oldukça büyük bir azınlıkça göklere çıkarılmış olsa da hiçbir zaman egemen yöntem statüsü elde edememiştir. Tarih, fizik bilimleri gibi doğrudan doğruya bilimsellik iddiasında bulunamaz; çünkü tarih hipotez-deney sırasını izlemediği ve tümdengelimci mantığı kullanmadığı gibi, tartışmasız olgular üreten deneysel ve nesnel bir süreç de değildir. Dahası, bu yöntemi uygulamakta ne kadar iyi olursak, doğruya/hakikate o kadar çok yaklaşırız diyemeyiz. Bilimsel yöntem, verilerin evrensel bir açıklama ile bağlantılandırıldığı varsayımıyla çalışır ve sonuç olarak bilimci verilerini bu inanca göre seçer. Oysa tarihçi, verilerini tek bir olay ya da koşullara tepki duyup, belli bir amaçla eyleme geçen bireye duyduğu ilgi yüzünden seçer. Deliller genel bir kategori içindeki her olaya ve bütün olaylara açıklama getiremez, daha çok, o tek olay ya da kişi hakkında bize anlatabileceği şeylere göre toplanır.

Bunun bir epistemoloji ya da özel bir bilgi formu olarak tarih için özel anlamı nedir?{2} Basitçe, tarihçinin edebi anlatısını -onun hikayesini- izleyerek sahici ve “doğru” tarihsel açıklamalar elde edebilir miyiz? Birçok yorumcunun bu soruya yanıtı kuşkusuz “evet”tir. Britanyalı tarih kuramcısı M. C. Lemon’a göre, bir disiplin olarak tarihin “mantığı" "anlatı yapısının düzeni etrafında" örülmüştür.{3} Özel  olarak tarihsel açıklamayı neyin oluşturduğu meselesine gelince, Lemon'a göre, tarihsel açıklamanın özü tarihçinin “kendi davranışlarını belirlerken bireylerin yürüttüğü akıl açısından olayları" açıklama tarzında yatar. Başka bir ifadeyle, tarih -gayet haklı olarak- insan failliğinin ve niyetinin anlatı temelinde yorumlanması ve açıklanması olarak tanımlanabilir.{4} Anlatının tarihçiler için böylesine kullanışlı olmasını sağlayan, Lemon’ın işaret ettiği gibi, “bu oldu, o halde şu" yapısında oluşudur; bu kuşkusuz tarihsel değişimin de özüdür ve yaşam deneyimlerimize işlemiş bir süreçtir. Başka bir ifadeyle, anlatı formunun temel ilkelerine göre bize bilgi aktarıldığı müddetçe, geçmiş var oldu ve var olacaktır.

O halde tarihle en yakın komşusu edebiyatın ilişkisi nedir? Temeldeki fark göründüğü kadarıyla göndermeyle ilgilidir. Bundan kastım, anlatının, geçmişte fiili olarak neyin olduğuyla ilişki kurmasına imkân veren kesinlik ve geçerlilik kıstaslarıdır. Lemon’ın ileri sürdüğü gibi, edebiyat tamamen “referanssız/göndermesiz” değilse de, tarihsel metinle “aynı anlamda referanslı/göndermeli" de değildir.{5} Demek ki yazılı tarih edebiyatla aynı şey olmadığı gibi, geçmişle de aynı şey değildir.{6} Bunu dikkate almadığımızda geçmişi (birkaç iz ve tarihçilerin anlatıları dışında bir yerde mevcut olmayan geçmişi) yaratmanın getirdiği zorlukları göz ardı etmiş oluruz. İster bir siyasi hareket, ekonomik süreç; isterse bir olay olsun, geçmişle doğrudan yüz yüze gelemeyeceğimiz için anlatıyı ikili bir işlevi yerine getirmesi için kullanırız: Hem geçmişin yerine geçmesi hem de geçmişle girdiğimiz etkin ilişkide bir mübadele aracı olması. Demek ki, tarih bir çeşit edebiyattır.

Kitabıma yol gösteren en temel varsayım şudur: Tarih, ancak ve ancak tarihçiler onu anlatı formunda tasavvur ettiklerinde müzakere edilebilir bir şeydir ve tarihsel yorum en iyi halde sentetik bir “doğru/hakikat" olarak kalması gereken şeyin peşine takılarak geçmişin anlamlarını daraltmamalıdır. Aslında geçmişin olası anlamsızlığına ya da yüceltilmişiğine daha açık olmamız gerekir. Ana akım ampiristler karşı çıkacak olsalar bile, bana göre, keşfedilebilir bir gerçeklik olarak dünya ile dil arasında hiçbir dolaysız tekabüliyet olamaz. Bu tekabüliyet olsa bile kesin bir yanıt alamayacak olmamıza rağmen şu soruları sormaktan kendimizi alamayız: Geçmiş ta en baştan bir anlatı türü olarak açımlanmış olabilir mi? Ve biz bu geçmişi az ya da çok bozulmamış bir halde yeniden elde edebilir miyiz? Yoksa bizim yaptığımız sadece ona kendi şimdiki zamanımızdan türetilen bir öykü ya da olay örgüsü seçmek ve dayatmak mıdır? Hikâyeler geçmişte yaşanmış bir şey mi, yoksa şimdiki zamanda anlatılan bir şey midir? Hayatlarımızı bir hikâyenin açımlanışı gibi mi açıklarız? Demek ki en önemli soru, tarihin tam bir bilim olup olmadığına ilişkin herkesin ezberlediği modernist soru değil, geçmiş hakkında yazarken, bunu nasıl ve neden özel bir anlatı formuna soktuğumuza ilişkin postmodernist soru ve bu sorunun hemen ardından gelen, anlatının bilişsel gücü neye yeter, anlatının geçmişi akla yatkın bir biçimde açıklama kapasitesi nedir sorularıdır.

Nasıl bir anlatıcı olmaksızın bir anlatı imkânsızsa, tarihçi olmadan tarih de imkânsızdır. Peki o halde geçmişi yeniden yaratmakta tarihçinin rolü nedir? Her tarih, değişimin ve sürekliliğin doğası hakkında tarihçinin savunduğu fikirleri ve teorileri içerir; bu fikir ve teorilerin bazıları açık, bazıları derinlere gömülü ve bazıları da üstünkörü kaleme alınmıştır. Tarihçilerin önümüze koyduğu tarih teorileri, açık olsun olmasın, geçmiş hakkındaki kavrayışımızı hem etkiler hem de biçimlendirir. Tarih, tarihçilerin geçmişi açıklamak için -kısmen- keşfettikleri sosyal teoriler ya da ideolojik tutumlardan hareketle kurulan anlatı yapısındaki bir yorum olduğu ölçüde, öz olarak dil temelli bir üretim süreci olarak tanımlanabilir; yazılı tarihsel yorum bu süreçte tarihçiler tarafından derlenmiş ya da üretilmiştir. Anlatı-yanlısı tarih felsefecisi Arthur Danto’nun belirttiği gibi, “ne olduğunu anlatmak. ..ve nedenini açıklamak... bir ve aynı şeyi yapmaktır"{7} ya da Lemon’ın sözleriyle, tarihçi olayları anlatırken düzenli olarak “seçme, anlam, önem ve objektiflik" sorunlarıyla yüz yüze gelir.{8} Bundan dolayı ben, tarihin epistemolojik bakımdan estetik ya da anlatısal yapısıyla olduğu kadar herhangi bir başka kriterle de bilgi üreten bir edebiyat biçimi olarak ele alınabilir olduğunu savunacağım. Ayrıca, tarihin edebi ve işlenmiş karakterini kabul ettiğimizden, geçmişe bir anlatı olarak da yaklaştığım gibi, onu bir anlatı içinde açıklayacağım.

Deliller
İkinci soru tarih endüstrisinin işleme sürecindeki hammaddelerle -geçmişin izleri ya da delillerle- ilgilidir. Bilginin oluşumunda dilin merkezi rolü nedeniyle şimdiye kadar farkına varmış olacağımız gibi, tarihsel anlayışımız yazdığımız şey kadar yazma biçimimizin de ürünüdür; öyle ki tarihin ham “olguları" denen şey muhtemelen ya bütünüyle ya da büyük oranda bize yazılı ya da edebi bir biçimde sunulmuştur. Ham istatistik verilerin bile anlatı içinde yorumlanması zorunludur. Bir tarih öğrencisi olarak sizden tarihsel “olgu"ya bir örnek vermeniz istenirse, normal yanıt herkesin üzerinde anlaştığı tartışılmaz bir olayı ya da betimlemeyi aktarmak olacaktır. Köleliğin, Amerikan İç Savaşı’nın nihai nedeni olması hiç kuşkusuz böyle bir “olgu" değildir. Bu, sonuca etki eden eylemler olarak aktarılan birbirinden farklı gelişmeleri, istatistiksel verileri, olayları ve insanların amaçlarını ilişkilendirerek yapılan karmaşık bir yorumdur. Ama olguların soğuk diliyle, Amerikan Başkanı James Madison’ın “kısa boylu (5 feet 4 inches; 1.62 metre), sıska (yaklaşık 100 pound; 45 kilo), kafası kel ve kısık sesli" olduğunu söylediğimizde, görünen o ki, ortada bir sorun yoktur -Madison’ın boyu o kadardı ya da değildi, sıska ya da değildi, kel ya da değildi, kısık sesli ya da değildi, önemli değil. Önemi olan, kendi başına “olgular”ın içkin doğruluğu değil, Madison hakkındaki bu “olgular”ın okurun kafasında ürettiği anlamdır.

Madison’ın kısa, sıska, kel ve kısık sesli olması bizim onun zayıf olduğu, dolayısıyla kabinesini bir arada tutamadığı ve sonunda Napolyon’un bir kuklası haline geldiği şeklinde bir yoruma sıcak bakmamıza neden olur mu?{9} Tarih, delilleri olgulara çevirme sürecine ilişkin bir uğraştır. Tarihçiler olarak siz ve ben bunu yaparız. Doğrudan doğruya tozlu arşivlerden aldığımızda bile, deliller her zaman anlatısal yapılar içinde önceden mevcuttur ve kültürel anlamlar yüklüdür; arşivi kim toplamıştır, neden toplamıştır ve neleri arşive alıp neleri almamıştır? “Olgular” delillere dair basit önermelerin işlenmemiş halleri olarak hiçbir anlam taşımaz. Deliller tarihçilerin anlatısal yorumları aracılığıyla “olgular”a dönüşür; ama olguların genelde zaten kendi anlatıcıları vardır ve onlar tarihçi tarafından özel, çekici, izlenmeye değer; ama her şeyden önce inandırıcı bir ilişki üreten bir hikâyenin parçaları olarak örgütlendiklerinde yeni bir anlam daha kazanır. Tarihsel yorum öne çıkarılan bu ilişkinin yazılı açıklamasıdır.

Gördüğümüz gibi, “olgular” asla masum değildir; çünkü olgusal deliller ancak tarihçi tarafından kullanıldığında anlam kazanırlar ve bu arada aralarında ilişki kurulur, bir bağlama yerleştirilir, bazen birbirine bağlanır, iç içe geçirilir, yer değiştirilir ve öykülendirilir ki bunlar tarihçiyi “olgular”ı genellemeye sevk eder.{10} Geleneksel olarak bu bağlam yaratma işlemi, bir anlam üretmeyi düşünerek görünüşte aralarında ilişki olmayan veriler yığınını birbiriyle ilişkilendiren tarihçi tarafından yorumlama sürecinin bir parçası olarak yerine getirilir. Geçmişin delilleri çıkarımlar yapılarak işlenir; çıkarımları yapan, delillerin doğası tarafından belirlendiği farz edilen analiz kategorilerini kullanarak kafasında bir anlam kuran tarihçidir. Dernek oluyor ki, geçmişin izleri, geleneksel olarak içinden anlamın kazılarak çıkarılacağı ampirik nesneler olarak ya da toplumsal açıklama teorilerinin kurulmasına hizmet edebilecek kaynaklar olarak görülmüştür.

Gelgelelim, benim öyküleştirmne süreci adını vermeyi yeğlediğim, delillerin öteki örneklerle ilişki içindeki bu konumlanışı ya da örgütlenişi genellikle tarihçinin kendi görüşlerinin ve kültürel durumunun ortaya çıktığı yerdir. Tarih yazımında, tarihçiyi bir bağlam yaratma yoluyla anlam oluşturma uğraşından ayrı düşünmek imkânsızdır; halbuki görünüşte anlam masum bir biçimde olgulardan türetilmiştir. İşte bu noktada, tarihçi kendisini kaçınılmaz olarak geçmişe dayatır; ister gerçek anlamı denilen şeyi bulmak üzere delillerin incelenmesi pratiği yoluyla olsun isterse toplumsal teorilerin yaratılması ve kullanılması yoluyla -ama bana göre en önemlisi, açıklamayı ve tarihsel yorumu kolaylaştırmak için kullanılan öyküleştirme ya da olay örgüsü (anlatısal yapı) yüzünden. Tarih yazmada delillerin oynadığı rol ve bizim bu delilleri temsil/ tasavvurumuzun ne anlama geldiğini daha sonra ele alacağım. Deliller, kendilerinden anlam çıkarmamız ve böylelikle tarihsel bilgiyi üretmemiz için orada öyle dururlar. Ne var ki, anlam biz verileri örgütledikçe, düzenleyip öykülendirdikçe ortaya çıkar. Ve bence bu tek ya da en olası sonuç olmadığı gibi, kendi başına çıkan bir sonuç da değildir.

Tarih teorileri: Geçmişi kurmak
Bu tartışmadaki üçüncü soru, sıkı ampiristler tarafından savunulan ve tarihin, geçmişte fiilen olmuş şeylere yaklaşmamızı sağlayan olguların nesnel olarak yeniden kurulmasına dayanan bir pratik olduğu inancından kaynaklanır. Bu, İngiliz tarih felsefecisi R. G. Collingwood’un “naif gerçekçilik” adını verdiği şeydir ve deneyimin tarihsel bilginin nesnesi olabileceği fikrine dayanır.{11} Sözkonusu ampiristler, tarihçinin, bu tutumu sürdürmek üzere delilleri ele alırken tarafsız ve objektif olmakla yetinmeyip aynı zamanda geçmişin yorumlanmasında toplumsal teori modellerini de reddetmesi gerektiğini savunarak, tarihçinin geçmişe müdahale etmesine ya da bir şey dayatmasına karşı çıkar. Toplumsal modeller kurmak ampiristler tarafından geçmişin kaba bir biçimde kurgulanması ya da icadı olarak görülür.

Gelgelelim, toplumsal ve kültürel tarih 1920’lerden bu yana, popüler hale gelmiştir; çünkü endüstri-sonrası toplumun kapitalist endüstrileşme evrelerinde meydana gelen devasa toplumsal değişimlerle nasıl başa çıkabilmiş ya da çıkamamış olduğuna dair açıklamalar gerekiyordu. Bu modernleşme süreci, tarihçilerin kuruluşunda aktif rol aldıkları yeni ve faydacı bir tarihe başvurmaksızın açıklanamazdı. Tarihçiler bu rolü, ya geçmişte yaşamış insanların kafasından geçenleri empatik olarak düşünerek ya da onların kendilerini göstermelerini beklemeksizin toplumsal teoriler kurarak oynadı. Sıkı ampiristlerin (Collingwood’un naif gerçekçilerinin) bugün savundukları fikirlere bakılırsa, artık tarihçilerin tarihsel yorumları haklı çıkarmak için geçmişteki tarihsel failleri hayal etmesi ya da onlarla empati kurması gerekmediği gibi, evrensel açıklayıcı teoriler (genelde üst-anlatılar olarak tanımlanan teoriler) kurması da gerekmez. Söz konusu ampiristler tarihsel bilginin nesnel olmadığı, yorumcusunun parmak izlerini üzerinde taşıdığı yolundaki çağdaş düşünce değişikliğini -genelde bugün tarihçilerin çoğunluğu arasında ortak bir argüman haline gelen yaklaşımı- kabul etmeye yanaşmazlar.

Yirminci yüzyıl Batı toplumu toplumsal, politik ve ekolojik devrimleri, toplu savaşları ve yeni teknolojiyi deneyimlerken; geçmişin şimdiki zaman için anlaşılır kılınması, artan bir ihtiyaç haline gelmiştir ve bu da tarihçilerin değişimin nedenleri, sürekliliğin doğası ve geçmişin sonsuz olabilirlikleri üzerine spekülasyon yapması anlamına gelir. Böylesi spekülasyonlar sadece empatiye ya da onun doğal uzantısı tarihselciliğe (geçmişi kendi bağlamı ya da koşulları içinde kavramak) dayandırılamaz. Yirminci yüzyıl kurmacılığının en bariz örneği, tarihsel değişim modeli olarak sınıf sömürüsü teorisini vurgulayan Marksist tarih okulu olmakla birlikte, 1920’lerde Fransa’da Annales okulunun sahneye çıkışı da alternatif davranış ve nüfus teorileri öneren paralel bir tarih doğurmuştu. Bu tarih, toplumbilimden esinlenen kurmacı bir tarihti. 1970’lerden sonra yeni bir anlayış daha ortaya çıkmıştır: Antropolojiye çok şey borçlu olan bir toplumsal tarih anlayışıdır bu ve tek tek olayları ele alıp sonra onların daha büyük toplumsal anlamlarını bulmaktan yana tavır alarak, tarihsel açıklamanın büyük kurgusu olarak sınıfa meydan okumuştur. Diğer iki yaklaşımdan, modernleşme okulu, karşılaştırmalı tarih için model oluşturmanın faydalarını vurgularken, 1960’ların ve 1970’lerin Yeni Ekonomik Tarih’i de nicelik üzerinde durmuş, böylece bu yeni akımlarla kurmacılık moda ya da heves haline gelmiştir.
Sosyolojik ve antropolojik kurmacılık Yeni Kültürel Tarih olarak bilinegelen ve benim yapısökümcü tarih adını verdiğim şeyin ana kaynaklarından biridir. Kurmacılığın bir çeşitlemesi olarak Yeni Kültürel Tarih yalnızca antropolojiden değil, 1970’lerin edebiyat eleştirisi teorisinden doğan ve post-yapısalcılık denen daha geniş bir entelektüel hareketten aldığı ilkelere göre işler. Yapısökümcü tarih geçmişi karmaşık bir anlatısal söylem olarak görür; ama bu, Fransız kültür eleştirmeni ve tarihçi Michel Foucault’nun işaret ettiği gibi, temsilin/tasavvurun, anlamı olduğu gibi taşıyabilen ya da doğru anlam yaratabilen şeffaf bir iletişim tarzı olmadığını kabul eden bir söylemdir. Yapısökümcü tarih anlamanın, yerine göre, insan, insanlık, yazar ya da delil olarak adlandırılan bağımsız bilgi-merkezli bireysel özneden kaynaklandığı yolundaki modernist ampirist nosyona genel meydan okuyuşun bir parçasıdır. Modernist ampirizm bunalımdadır; çünkü anlamın, -gerçekliği dolayımladığı kadar gerçekliğe doğrudan erişmenin yollarını da etkili bir biçimde kapatan- toplumsal olarak kodlanmış ve kurulmuş söylemsel pratikler tarafından yaratıldığına karşı çıkar. Dil saf bir temsil/tasavvur aracı olarak görülmediğinde daha da içinden çıkılmaz hale gelir bu durum. Geçmişe, yalnızca ırk, sınıf, cinsiyet gibi kurulmuş analiz kategorilerimiz aracılığıyla bakıldığında ya da bir tarihçinin, gerçekten bir zamanlar var olduğu biçimiyle “geçmişin kendisi ile temsilleri arasındaki yeterli bir tekabüliyet düzeyi” adını verdiği şeye bağımlı kalındığında artık tarih yazmak mümkün müdür?{12}

Kurmacılığın, anlatı ya da retoriksel versiyonunun önde gelen uygulamacılarından biri, Amerikalı tarih felsefecisi Hayden White’dır. White, tarihin sadece delillere göre geçmişi objektif olarak yeniden kurmak gibi modernist bir amacı varsa, başarısızlığa mahkûm olduğunu söyler. Başarısızlığa mahkûmdur; çünkü söz konusu süreç, nesnel ampirizm ve/veya yazınsal teorileştirme süreci olmaktan çok yorumlayıcı anlatının edebi sürecidir. Bunun anlamı şudur: Yazılı tarih, yalnızca delilleri örgütlemenin bir yolu olarak geçmişi öyküleştirmeyi değil; aynı zamanda, tarihçilerin kullandığı retoriksel, metaforik ve ideolojik açıklama stratejilerini hesaba katmanın bir yolu olarak da geçmişi öyküleştirmeyi gerektirir. Tarihsel açıklama tarzı olarak retorik çalışması, White’ın belirttiği gibi, tarihin keşfedildiği kadar, icat da edilmiş olan bir edebi yapıt olduğu iddiasında özetlenmiştir.{13}

Anlatı olarak tarih
Tarihi tarihçiler yazar; bu yüzden de tarihi, toplumun dışında objektif bir yöntem ve yorum olarak değil, toplumun içinde kültürel bir ürün olarak ve tarihsel sürecin bir parçası olarak daha iyi anlayabiliriz. Bu bizi Collingwood’a paralel olarak White’ın ve yakın dönemde Louis Mink ve Arthur Danto’nun sorduğu dördüncü anahtar soruya  getirir: Tarihsel bilgi üretiminde anlatının önemi/ anlamı nedir ve bunun daha önceki üç soruyla ilişkisi var mıdır? Ama her şeyden önce, tarihsel anlatıdan bahsederken ne demek istiyoruz? On dokuzuncu yüzyıldan devralınan modernist bir ampirist tarihsel yöntemin koşulu ve varsayımına göre, tarihsel açıklama, biriktirilen ham verilerden doğal bir tarzda ortaya çıkar ve bir hikâye formunda yorum olarak sunulan anlamı, kişisellikten arınmış olarak, şeffaf bir biçimde ve edebi anlatıların yazarları tarafından kullanılan araçların hiçbirine, yani hayali ya da mecazi dile başvurmaksızın açıkça vardır. Üslup, bilerek bir mesele olmaktan çıkarılmış ya da daha tali bir sorun olan temsil sorununa havale edilmiştir. Bir pratik olarak tarihe ilişkin bu vizyon, delil olarak önceden var olan anlatıyı yorumlama zorluklarını ya da bugünden geçmişi yazma sorunlarını kavrayamaz.

Biz tarihçiler anlatıyı kayıt tutma aracı olarak kullanırız; ama genellikle onun yaptığımız işin önemli bir parçası olduğunu görmeyiz. Analitik tarih, felsefecilerin çoğuna göre tarihsel anlayışın özü, bir anlatıyı -yani elde edilen delil temelinde kurulan bir hikâyeyi- tanıma, kurma ve izleme yetisidir. Bir tarihsel anlatı ayrı olayları anlaşılabilir bir düzene sokan bir söylemdir: Lemon’ın dediği gibi, “bu oldu öyleyse şu.” Böylesi bir anlatı, geçmiş olayların ve/veya insan deneyimleri ya da eylemleri hakkında tekil önermelerin anlaşılır bir sıra takip etmesidir; bu, yazar tarafından belli bir sonuca doğru yönlendirilmekte olan bir okur tarafından izlenebilir bir sıradır. Bütün bu anlatılar, olayları kurgular ve niçin olduklarını açıklar; ama nedenselliğin doğasını etkileyen kuvvetler hakkında tarihçiler tarafından savunulan varsayımlarla üzerleri örtülüdür. Bu kuvvetler arasında pekâlâ ırk, cinsiyet, sınıf, kültür, iklim, rastlantı, coğrafya, bölge, aymaz politikacılar vb. gibi bireysel ya da karmaşık öğeleri sayabiliriz. Demek ki, tekil önermeler doğru/yanlış olabilirken, bu önermelerin bir koleksiyonu olarak anlatı, onların toplamından öte bir şeydir. Anlatı, nihai olarak ne yanlış ne de doğru olan karmaşık bir yorum faaliyetidir.

Anlatının özsel rolü konusundaki genel ampirist ve yeniden- kurmacı konumun bildik versiyonu, felsefeci W. B. Gallie tarafından çok iyi tanımlanmıştır:
"Tarihsel anlama, bir hikayeyi izleme yetisinin kullanılmasıdır, burada hikayenin delillere dayanan bir hikaye olduğu bilinir ve o hikayeyi yakalamak için samimi bir çaba harcanır..."{14}

Gallie’ye göre, hikâyesinde gerçekten vuku bulduğu haliyle olaylar ile tarihçi tarafından üretilen anlatının -tarihçi tarafından olayların, kendilerinde bulunan (keşfedilen?) ve sonra yeniden üretilen anlatının- biçimi çarpıcı bir benzerlik taşır. Burada, anlatının gönderme yapma özelliği söz konusudur. Keith Jenkins, Louis Mink ve Hayden White gibi tarih felsefecileri, her ne kadar hikâyeyi yaşamadığımıza, yalnızca yaşanmış deneyimlerimizi hikâye biçiminde anlattığımıza inanıyor olsalar bile, Gallie ve Fransız tarih felsefecisi Paul Ricoeur’ü destekleyen Amerikalı tarih felsefecisi David Carr, yaşanmış (geçmiş) bir şey olarak tarihle, yazılmış (anlatılmış) bir şey olarak tarih arasında temelde bir süreklilik ya da tekabüliyet olduğunu savunur.{15} Hayatlarımız anlatı haline getirildiği ve yazılı tarih de bir metin olduğu için, geçmişin kendi başına anlatının yapısına uyduğunu iddia etmekte haklı mıyız? White argümanı tersine çevirir; anlatılar önceden mevcut değildir, tersine, bir anlatı tarihçi tarafından icat edilir ve sunulur. Sonuç olarak, aynı geçmiş, aynı olaylar hakkında anlatılan çok farklı hikâyeler vardır. Fransız tarihçi Paul Veyne’in ileri sürdüğü gibi, fiilen olanla sınırlı olmakla birlikte (tarihçiler olayları, insanları ve süreçleri uydurmazlar), bir hikâye olarak tarihin anlamı, dayatılan ya da Hayden White’ın ısrarla belirttiğine göre, tarihçiler tarafından bulunmuş olduğu kadar icat da edilmiş olan bir öyküden gelir.{16}

Argüman şöyledir: Ne ampirist bir metodoloji, fiilen olduğu haliyle geçmişe dair bir anlamayı garanti edebilir; ne de keşfedilmeyi bekleyen orijinal bir öyküleştirme vardır. Gelgelelim, düşünen ve ne yaptığını bilen tarihçi diyebilir ki, tek doğru anlatı olduğu iddiasında bulunmasak bile, akla yatkın ve bu yüzden de gayet rahatlıkla kabul edilebilir bir anlatı ortaya koymak mümkündür. Olası bileşimleri yüzünden geniş bir yelpazeye de yayılsa, geçmişte yaşayan insanların ve tarihçilerin dayandıkları öyküleştirmeler dört ana türle sınırlıdır: Romans, trajedi, hiciv ve komedi. Kurgu âleminde iş gören öteki anlatıcılar için de durum değişmez. Ne var ki, anlatısal öyküleştirmeyle eşit önemdeki bir şey de mecazi betimleme ya da üslup boyutudur.

Öteki hikâye anlatma türleri gibi, tarihsel hikâye anlatmak da mecaz biçimleri olarak bilinen, esas olarak dört figüratif araçla yapılır. Bunlar genelde metafor, metonimi, synecdoche ve ironi olmak üzere dört asli ifade biçimi olarak adlandırılır ve kullanımları mecazlaştırma süreci denen şeyi oluşturur. Mecazlaştırma, bir nesne, olay ya da kişinin tanımını tek bir anlamın ötesine taşıma ya da sürükleme demektir. Bu dört mecaz biçimini kullandığımızda, nesneleri, olayları, kişileri ya da niyetleri öteki nesneler, olaylar, kişiler ya da niyetlere göre, benzerlikleri ya da farklılıklarına göre betimleriz ya da onları, bütün yerine parçalarını koyarak niteleriz; örneğin işçileri temsil eden kol gibi, ötekinin özünü temsil eden bir unsur ya da özellik (yani synecdoche) ya da tekne yerine yelken demek örneğindeki gibi, yine ötekini temsil eden bir özellik (yani metonimi). Metafor en temel mecaz türünü teşkil ederken, metonimi, synecdoche ve ironi ikincil türlerdir. Metafor bir şeye gönderme yaparak ortak bir özelliği paylaştıklarını akla getirecek şekilde başka bir şeye işaret etmektir. Literal anlamı inkâr etmek ironi kullanmaktır. Mecaz öteki edebi türler kadar tarih yazımı açısından da hayati öneme sahiptir, çünkü bize meslektaşlarımızınkinden farklı anlamlar yaratma ve okurların öngörülenden farklı beklentilerini sekteye uğratma imkânı verir.

White’ın formel modelindeki öyküleştirme ve mecazlaştırmayı ve yaşanmış deneyimle onun anlatısal temsili/tasavvuru arasında süreklilik olmadığı, tarihsel açıklamanın bir formu olarak anlatının nihai olarak yetersiz kaldığı ve tarih yazmanın aynı zamanda kaçınılmaz olarak bir ideolojik edim de olduğu yönündeki argümanlarını daha sonra ele alacağım. Anlatı, normal olarak ne ampirizmin tekabüliyet teorisini savunmak için ne de o belli hikâyeyi -her zaman tarihsel yüceltme pahasına- elde etmedeki aracı olarak kullanılabilir. White bununla geçmişin keşfedilemez, muhtemelen anlamsız ve açık uçlu doğasını kutlamayı amaçlar. Böylesi bir anlamsızlık potansiyel olarak muhalif ve çekimser tarihçilerin kesinlikçi (örneğin faşist) tarihe meydan okumaları için bir davetiye anlamına gelir yalnızca. Bu tarihçiler ve biz, geçmişte iktidardakilerin üzerimizdeki otoritelerini pekiştirmek için yararlanabilecekleri hiçbir nesnel gerçeklik -delillerin Hakikatle olgusal bir tekabüliyeti anlamında- bulamadığımızda gücümüze güç katmış oluruz.{17} Tam anlamıyla felsefi bir bakış açısından, geçmiş bir gerçekliğin varoluşu kendi başına tekabüliyet teorisini doğrulamaz; çünkü bu, geçmiş olaylar hakkındaki hakikatin geçmiş gerçekliğe ilişkin önermeler olarak dünya ile sözcük arasında herhangi bir tekabüliyet ilişkisinde bulunabileceği anlamına gelmez. Paradoksal olarak, çoğu tarihçi, hatta muhalif solcu tarihçiler bile, böyle bir tekabüliyete inanmayı yeğler.

Michel Foucault, İnsan ideasının (burada İnsan=tarihçi) toplum ve tarih dışında bir yerde duramayacağını ve bu yüzden nesnel ve hakiki bilgi üretemeyeceğini iddia ederek bu yaklaşıma meydan okur. White gibi Foucault da şu sonuca varır: Dil ideolojik olarak kirli bir araçtır ve ne yapıp ne yapamayacağı kullanım biçimine ve hangi toplumsal ve politik amaçlar için (özellikle otorite sistemlerini ve neyin doğru, neyin yanlış; neyin serbest, neyin yasak olduğuna ilişkin görüşleri pekiştirmek için mi, yoksa onlara meydan okumak için mi) kullanıldığına bağlıdır. Foucault’nun dediği gibi, “‘Hakikat’, üretim, ayarlama, dağıtım, dolaşım ve önermelerin işleyişi için düzenlenmiş bir sistem olarak anlaşılmalıdır. ‘Hakikat’ ... onu üreten ve ayakta tutan gücün önermeleriyle bağlantılıdır."{18} Foucault burada tarihsel faillerin -sen ve ben- sırf mağdurlar olmanın ötesinde kendi öznelliğimizin suç ortakları haline nasıl geldiğine işaret ediyor. Dilin işleyişi bakımından, sözcüğün hepimizi -bir koleksiyoncunun tahtasına iğneyle tutturulmuş kelebekler gibi- baskılayarak sabitlediği özne konumlarına yerleştirilmekten kaçamayız. Bu anlamda, örgütlü bir anlatı olarak örgütlü geçmiş araştırması (hem bir meslek hem de yöntemsel pratiklerin bir koleksiyonu olmak üzere iki anlamda da bir disiplin olarak tarih) çağdaş toplumlarda iktidar düzenlemeleri üzerine temellenir. Tarih yazma biçimi başka herhangi bir anlatı gibi iktidarın kullanımına ve kötüye kullanımına açıktır.

Yazılı tarih her zaman salt masum bir hikâye anlatmanın ötesinde bir şeydir; çünkü yazılı tarih her şeyden önce iktidarın dağıtılması ve kullanılmasının başlıca aracıdır. Tarihsel verilerin bir anlatı içinde örgütlenmesi eylemi, kendi başına yalnızca “hakiki" bir gerçeklik yanılsaması oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda, geçmişe sahte bir tutarlılık vererek, çağdaş toplumlarda iktidar uygulamanın bir mekanizması olarak da hizmet edebilir. White’ın ileri sürdüğü gibi, geçmişin dağınıklığını kabul ettiğimizde ve betimlediğimizde bile, anlatı ediminin kendisi kaçınılmaz bir “her ‘uygar’ toplumun kendisini somut olarak görmek isteyeceği süreklilik, bütünlük, kapalılık ve bireysellik” dayatır.{19} Demek ki, bütün tarihsel anlatılar ideolojinin karmaşık ve hassas taleplerine tabidir ve yerine göre onu etkiler.

Tarihi, edebi bir yapıntı olarak görmek, anlatısal açıklamanın geçmişin araştırılması kadar yaşamımızdaki önemini de kabul etmektir ve bu biz tarihçileri geçmişin altüst edici süreksizliği ve kaosunu şimdiki zamanda ve şimdiki zaman için anlatırken kendini özgür hissetmesini sağlamalıdır. Örneğin, 1990’ların bir yöntem- bilimsel yeniliği olan Kaos Teorisi, tarihsel anlayışımıza yeni bir soluk katmıştır. İlginçtir, Kaos Teorisi’nin önde gelen yandaşlarından birine göre, teorinin kullanımı hâlâ geçmişi açıklamak için bir anlatıya gerek duymaktadır.{20} Bu bize tarihin kendi başına nasıl tarihsel olduğunu, yani doğasına ilişkin tartışmalar kadar yöntemleri ve kavramlarının da nasıl tarihsel zaman edilimlerinin ürünleri olduğunu gösterir. 1890’larda Amerikan tarihi, bu milletin tarihinin özel olarak Amerikan orijinlerini açıklamaya yönelmişken; 1950’lerde ABD-Rus Soğuk Savaşı’nın gerilimleri, tarihçiler arasında aman vermeyen ve potansiyel olarak bölücü düşman karşısında, Amerikan tarihindeki ideolojik tutarlılık konusunda bir uzlaşı yarattı. Geçmişin yüce ve olası dünyalarına nüfuz «etmenin bir yolu olarak anlatının öneminin milenyum dönümünde yeniden keşfi, daha çok günümüzün bir ürünüdür ve bütün tarihsel anlayışlar gibi muhtemelen zamanla unutulup gidecektir. Bu kitap ve içinde ortaya atılan meseleler de aslında çok büyük ölçüde zamanımızın ürünleridir.
...............
{1} Alıntı, Richard T. Vann, ‘Louis Mink’s Linguistic Turn’, History and Theory, Cilt 26, No. 1, 1987, s. 1-14. Bkz. ayrıca Louis Mink, ‘History and Fiction as Modes of Comprehension', New Literary History, Cilt 1, 1970, s. 541-558. Hayden White'in edebi biçimi yazılı tarihin merkezi örgütleyici özelliği olarak tarihsel içeriğin önüne geçirmesine şiddetle itiraz etmekle birlikte, tarihsel açıklamada içerikle biçim ilişkisine yararlı bir giriş için, bkz., Saul Friedlander (der.), Probing the Limits of Representation: Nazism and the ‘Final Solution' (Cambridge, Massachusetts, Harvard University Press, 1992).
{2} Konuya sıcak bakmamakla birlikte çok parlak bir sunuş için, bkz., Alex Callinicos, Theories and Narratives: Reflections on the Philosophy of History (Cambridge, Polity Press, 1995), Giriş, s. 2-4. Bkz., ayrıca Keith Jenkins, Re-Thinking History (London, Routledge, 1991), s. 10-13. [Tarihi Yeniden Düşünmek. Çev.: Sahadır Sina Şener, Dost Kitabevi, 1997]
{3} M.C. Lemon, The Discipline of History and the History of Thought (London, Routledge, 1995),s. 131.
{4} Agy.,s. 144.
{5} Agy.
{6} Bu, iyi temellendirilmiş bir tutumdur. Bkz. Richard Rorty, Philosophy and the Mirror of Nature (Princeton, Princeton University Press, 1979), Peter Charles Hoffer and William W. Stueck, Reading and Writing American History: An Introduction to the Historian’s Craft (Lexington, D.C. Heath, 1994) and Keith Jenkins, On ‘What is History?’ (London, Routledge, 1995).
{7} Arthur Danto, Narration and Knowledge (New York, Columbia University Press, 1985), s. 202.
{8} Aktaran, Leman, agy., s. 133. Bkz., ayrıca Philip Stewart, ‘This is Not a Book Review: On Historical Uses of Literature', Journal of Modern History, Cilt 66, No. 3, September 1994, s. 521-538.
{9} Bu anlatım için, bkz., Thomas A. Bailey and David M. Kennedy, The American Pageant (Lexington, D.C. Heath, 10. basım, 1994), s. 225.
{10} William H. Walsh, ‘Colligatory Concepts in History', Patrick Gardiner (der.), The Philosophy of History (New York, Oxford University Press, 1974), s. 136; William Dray, Philosophy of History (Englewood Cliffs, Prentice Hall, 2. basım, 1993), s. 89-113; Hayden White, Metahistory: The Historical Imagination in Nineteenth Century Europe (Baltimore, Johns Hopkins University Press, 1973), s. ix-x.
{11} R.G. Collingwood, The Idea of History (ilk basımı 1946, Oxford, Oxford University Press, gözden geçirilmiş yeni basım 1994), s. 302, 390-395. [Tarih Tasarımı. Çev.: Kurtuluş Dinçer, Ara Yayıncılık, 1990].
{12} Neville Kirk, 'The Continuing Relevance and Engagement of Class', Labour History Review, Cilt 60, No. 3, kış 1995, s. 2-15.
{13} Tarih yazımında anlatının rolünü betimlemek için tarih felsefecisi Michael E. Hobart bu terimi kullanırken, White bunu “tarihötesi" ya da tarihçilerin “tarihsel alanı şekillendiren ve öz olarak şiirsel olan edim" olarak adlandırır. Bkz. Hobart, ‘The Paradox of Historical Constructionism’, History and Theory, Ci lt 8, No. 1, 1989, s. 43-58. White'ın tarih yönteminin tek eksiksiz uygulaması ve eleştirisi için, bkz., Alun Munslow, Discourse and Culture: The Creation of America, 1870-1920 (London, Routledge, 1992). Geçmiş ve tarihin postmodern durumu hakkında yazma işinde anlatının rolüne ilişkin en yakın tarihli değerlendirme için, bkz., Robert F. Berkhofer, Beyand the Great Story: History as Text and Discourse (Cambridge, Massachusetts, Harvard University Press, 1995); David R. Roberts, Nothing But History: Reconstruction and Extremity After Metaphysics (Berkeley, University of California Press, 1995); Michael S. Roth, The Ironist's Cage: Memory, Trauma, and the Construction of History (New York, Columbia University Press, 1995); Joyce Appleby (der.), Knowledge and Postmodernism in Historical Perspective (London, Routledge, 1996); Keith Jenkins, The Postmodern History Reader (London, Routledge, 1997) ve Roger Chartier, On the Edge of the Cliff: History, Language and Practice (Baltimore and London, Johns Hopkins University Press, 1997).
{14} W.B. Gallie, Philosophy and the Historical Understanding (New York, Schocken Books, ikinci baskı, 1968), s. 105. Bkz. ayrıca Louis Mink, ‘Narrative Form as a Cognitive Instrument', R. Canary ve H. Kozicki (der.), The Writing of History: Literary Form and Historical Understanding (Madison, University of Wisconsin Press, 1978), s. 129-149.
{15} David Carr, ‘Narrative and the Real World: An Argument for Continuity’, History and Theory, Cilt 25, No. 2, 1986, s. 117-131; Michel de Certeau, The Writing of History (Çev. Tom Conley, New York, Columbia University Press, 1988); Paul Ricoeur, Time and Narrative (Chicago, University of Chicago Press, 3 cilt, 1984, 1985).
{16} Paul Veyne, Writing History: Essays on Epistemology (Middletown, Wesleyan University Press, 1984); Hayden White, ‘The Historical Text as Literary Artifact’, in Tropics of Discourse: Essays in Cultural Criticism (Baltimore, Johns Hopkins University Press, 1978), s. 82.
{17} Hayden White, The Content of the Form: Narrative Discourse and Historical Representation (Baltimore, Johns Hopkins University Press, 1987), s. 81. Ayrıca bkz. F.R. Ankersmit, History and Tropology: The Rise and Fall of Metaphor (Berkeley, University of California Press, 1994), s. 25-28, ve 'The Dilemma of Contemporary Anglo-Saxon Philosophy of History', s. 44-74, and ‘Historical Representation', s. 97-124, iki çalışma da ilk olarak Amerikan tarih felsefesi dergisi History and Theory’de yayımlanmıştır.
{18} Michel Foucault, Power Knowledge (Brighton, Harvester Press, 1981 ), s.131-132.
{19} White, Content of the Form, s. 87.
{20} George A. Reisch, ‘Chaos, History, and Narrative’, History and Theory, Cilt 30, No. 1, 1991, s. 1-20.

Tarihin Yapısökümü, Alan Munslov, Kitabın özgün adı: Deconstructing History (Routledge/1997), Ayrıntı Yayınları, 2000, Giriş Bölümü

ayrıca bkz.
https://www.youtube.com/watch?v=CHC3PAbpI1U (Professor Alun Munslow - The Gap Between the Past and History)
http://www.history.ac.uk/reviews/review/1220
https://www.highbeam.com/doc/1G1-83761973.html