Belge-Kaynak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Belge-Kaynak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mart 2020 Perşembe

Voynich Kodeksi

Voynich Kodeksi

Dilara Kahyaoğlu

Voynich Codex'i, sahaf Wilfrid Voynich tarafından 1912'de keşfedilen gizemli, tuhaf figüratif resimlerle ve yazılarla dolu bir el yazması kitaptır. Benzersiz sembolleri ve metinleri, dünyaca ünlü kriptologların çeviri girişimlerine meydan okuyarak, çözülemeden bugüne kadar gizemini korumuştur.

Kodeks, ansiklopediktir ve yaklaşık 359 bitki veya bitki parçası görüntüsü içerir, bu da onu temelde resimli bir bitki kitabı yapar. Ama bundan çok daha fazlası vardır. Voynich Kodeksi, garip su tesisatı olan havuzlarda çoğunlukla çıplak olan 500'den fazla periyi tasvir eder. Zodyak, astronomik ve kozmolojik tasvirler de dahil olmak üzere garip sihirli daireler vardır. Kodeks, harita olarak yorumlanabilecek kabala benzeri görüntüler içeren geniş bir katlama bölümü de içerir. Sayfalarının çoğunda  tıbbi yemek tarifleri, şiir veya büyüler varmış gibi görünür.  Voynich Kodeksi birçok kişinin hayal gücünü ele geçirmiştir ama gerçekte kimse bu el yazması kitabın gizemini çözememiştir.

Havuzda yüzen veya banyo yapan çıplak kadınlar
Kaynaklar bunlardan "periler"  (Nymphs) olarak bahsediyor
Harfler latince işaretlere benziyor ama farklı, dili ise hiç bilmiyoruz.
Voynich Kodeksi'nin kökeni bilinmemektedir. İtalya'da bulunan bir parşömenle yaklaşık olarak tarihlendirildiği için on beşinci yüzyıl Avrupa el yazması olması olasıdır. Yine araştırmacılar pigment testleri ve parşömen kağıdının karbon 14 metoduyla analiz edilmesi sonucu bunun doğrulandığını söylemektedir. Kodeksin 1492'den sonra yazılmış olması muhtemel deniyor çünkü resmi bulunan iki bitki acıbiber ve ayçiçeği olarak tanımlanmıştır. Bazı uzmanlar ise bu el yazmasının Eski Dünya'ya değil Yeni Dünya'ya ait olduğunu ileri sürer.
Kodekste bulunan bitki resimleri ve kitapta yer alan haliyle isimleri..
Uzmanlar bu bitkilerin farmakolojiyle ilgisi olduğunu düşünüyor.


Gizli bir kodla ya da kayıp bir dille yazıldığı düşünülen Kodeksle ilgili iddiaların başlıcaları şunlardır.

Yazarı kimdir? Buna göre yazıldığı yüzyıl da değişiyor.
(iddiaları en eski araştırmalardan başlayıp en yeniye doğru sıraladım)

*Roger Bacon, 1214-1294, 13 yüzyıl
*Anthony Askham (astrolog, 1553), 16. yüzyıl
*Birden fazla yazar yazmıştır, veya iki yazarı vardır,
*John Dee (1527–1608), 16. yüzyıl
*Giordano Bruno, 16. yüzyıl
*Wilfrid Voynich (1865–1930), 19. yy sonu, 20 yüzyıl başı
*Tommaso Campanella (1568–1609), 16. yüzyıl
*Francisco Hernández ve Aztekli yardımcıları (16. yüzyıl)
*Michel de Nostredame (Nostradamus) veya oğlu Cesar
*Edward Kelley (1555–1597), John Dee, ve/veya Francis Pucci, 16. yüzyıl
*Sınır Bilimciler (Fringe Scientist), isimleri bilinmiyor, 15. yüzyıl
*Antonio Averlino (1400–1469), 15. yüzyıl
*Circo Simonetta (1410–1480), 15. yüzyıl
*İsmi bilinmeyen bir seyyah, 15. yüzyıl
*Georg von Handsch Limuz (1529–1595), 16. yüzyıl
*Hieronymus Reusner (1558–16--?) 16. yüzyıl
*Cornelius Drebbel (1572–1633), 16.-17. yüzyıl
*Francis Bacon (1561–1626), 16.-17.yüzyıl
*Gian Francesco Poggio Bracciolini (1380–1459), 14.-15.yüzyıl
*II. Frederick için yazılan erken dönem belgelerinin bir kopyası, 16. yüzyıl
*İspanyolca eğitim almış Aztekler, 16. yüzyıl
*İsmi bilinmeyen Meksikalı bir yerli, 16. yüzyıl
*Paolo dal Pozzo Toscanelli (1397–1482),
*Çizer Juan Gerson, yazar Gaspar de Torres, 16. yüzyıl  (Aşağıda imzasının görüntüsü var)
*Yahudi bitkibilimciler, astrologlar ve doktorlar,  15. yüzyılın ilk yarısı
*Latince kullanıp da şifreli alfabeyle yazan bir kaç yazar
*Sahte tekstir, 16. yüzyılın sonunda yazılmıştır

Kodeks Yale Üniversitesi'ndedir

Kodeks'te kullanılan dille ve üretildiği ülke veya şehirle ilgili aşağıdaki iddialar ileri sürülmüştür.
(iddiaları en eski araştırmalardan başlayıp en yeniye doğru sıraladım)

*Ortaçağ Latincesi, İngiltere
*Ortaçağ İngilizcesi, İngiltere
*Sentetik Evrensel Dil, ülke/şehir?
*Latince temelli, İngilizce, Fransızca, İtalyanca veya Tötonik bir dil olabilir, kesinlikle Avrupalı
*Arapça olabilir, İtalya veya Arap Dünyası
*Bilinmeyen Kuzey Germenik lehçesi, Kuzey Avrupa
*Hawaiice'ye benzeyen bir dil, ?
*II. Rudolf'u kandırmak için yazılmış sahte Latince, Ukrayna (Hazar); Robert S. Brumbaugh'un tezi. (professor of philosophy, Yale University), 1978
*Hazarların Slavik dillerinden, Avrupa?
*Çok dilli, sözlü bir dil, ?
*Çince veya Nahuatl dili, ?
*Gerçek ve doğal bir dilin iki lehçesi, ?
*İki veya muhtemelen dört dil, ?
*Klasik Nahuatl dili, Meksiko
*Eski Yunanca'da anlamsız bir metin, ?
*Belirli pozisyonlarda her karakterin oluşumunu kısıtlayan bir tür ızgara kullanan bir şifre ile yazılmıştır. ?
*İbranice, ?
*Pre-Mançu dili, ?
*Semitic, muhtemelen Nebati dili, ?
*Orta Yüksek Almanca, Avrupa
*Şifreli bir dil, Kuzey İtalya
*Romance Lehçesi, ?
*Proto-Manchu veya Jurchen  dili (Chinese), İtalya veya İspanya'nın güneyi
*Anlamsız, muhtemelen İngilizce ve Latince temel alınmış, Fransa
*Belki Arapça veya Sanskritçe'den türetme, şaka mı?, İngiltere veya Kuzey İtalya
*Saçmalık, Milano
*Almanca, İsveççe, Hollandaca, Latince, İngilizce, Galce ve Nahuatl dilinin karışımı, Kuzey İtalya
*Şifreli İbranice, ?
*Eski Hollandaca, ?
*Çoğunlukla doğal dillerle uyumlu ve rastgele metinlerle uyumlu değil, ?
*Okunamayan bir dilde yazılmış rüyalar ve vizyonlar, ?
*Öncelikle Meksika'nın merkezindeki Nahuatl'ın İspanyolca, Mixtec ve Taino'dan ödünç alınmış kelimelerle soyu tükenmiş lehçesi, ?
*Klasik Nahuatl dili ve İspanyolca, ?
*Latince “kriptolojik alfabe” ile yazılmış, ?
*Sahte bir dil, ?
*Yeni İspanya'nın çağdaş dilleri ile karıştırılmış sentetik dil, ?
*Çince, ?
*Sembolik dil, ?
*Yapay dil, ?
Kitabın bazı sayfaları katlanır şekilde yapılmıştır, dolayısıyla açınca
büyük bir sayfa ortaya çıkmaktadır.
Erich von Däniken gibi yazarlar da bu konuyla ilgilenmiş herkes kendi paradigmasına göre fikirler ileri sürmüştür mesela Daniken bu kitabın Enok'un (Hanok, İdris?) kitabıyla bağlantısı olduğunu ileri sürmüştür (2009). Araştırma yapanlar arasında çok sayıda NSA uzmanı vardır (William Friedman, John H. Tiltman, vd. National Security Agency, Washington, DC, USA 1962, 1967). Araştırmacılar çok çeşitli mesleklerdendir: bilgisayar analistleri, akademisyenler, mühendisler, bağımsız yazarlar, dilciler ve diğer alanlardan bilim insanları, gibi. İlk yayın; William R. Newbold (professor of philosophy, University of Pennsylvania, PA, USA, 1921-1928) tarafından yapılmıştır. Newbold, eserin yazarının Roger Bacon olduğunu ileri sürmüştü. Çince ile bağlantılı bir dil olduğunu ileri süren bir yazar ise; bu kitabın Marco Polo ile ilişkili olabileceğini önerisinde bulunmuştur (Jacques B.M. Guy, Telstra Research Laboratories, Clayton, Australia, 1991).
(a) Wilfrid Voynich, 1895 ve (b) karısı Ethel Boole
Geleneksel bilgelik, Voynich Kodeksi'nin  bir zamanlar II. Rudolf'un  koleksiyonunda olduğunu söylüyor (Sanat Odası, Kunstkammer)  II. Maximilian'ın oğlu olan II. Rudolf, bir zamanlar Almanya, Bohemya, Macaristan ve Hırvatistan'ın kralı ve 1576'dan 1612'ye kadar Kutsal Roma imparatoru idi. Dünyanın en büyük sanat patronu ve koleksiyoncusu olarak biliniyordu. Ölümünden sonra, kodeksin görünüşe göre çeşitli sahipleri oldu en son bir manastır kütüphanesinde görüldü.  1912 yılında Polonyalı sahaf Wilfrid Voynich tarafından, bazı varlıklarını gizlice satan İtalya'nın Frascati kentindeki Villa Mondragone'da meskun Cizvitlerden satın adı.  Wilfrid Voynich, eserin Dr. Mirabilis olarak bilinen bir Fransisken filozof olan İngiliz Roger Bacon (1214-1292) tarafından yazıldığına ikna olmuştu. Voynich, o zamanlar 160.000 dolara aldığı yazmaya çok değer verdi, ancak bir alıcı bulamadı. 1960 yılında Voynich'in eşi Ethel Lilian Boole'nin (ünlü matematikçi George Boole'nin kızı;) ölümünden sonra, Voynich'in sekreteri, Anne Nill (kısmen sahibiydi), kitap satıcısı Hans Kraus'a 24.500 dolara sattı.  Kraus da uygun bir alıcı bulamadı ve Voynich Kodeksini 1969'da Yale Üniversitesi'ndeki Beinecke Nadir Kitap ve El Yazması Kütüphanesi'ne bağışladı. Beinecke MS 408 olarak kataloglanan ünlü kodeks artık web'de serbestçe kullanılabilir ve telif hakkı yoktur.
A ve B'nin yeşil biber ve kırmızı biber olduğu düşünülmüş
Bu kanıttan yola çıkarak bu el yazması 1492'de sonra yazılmış olmalı  veya
bu kitabın imal edildiği yer Yeni Dünya olmalı, diyorlar.
Kanımca, yeşil ve kırmızı biber benzetmeleri zorlama (aşırı yorum) olabilir. 
Voynich Kodeksinin ilk tarihi kaydı, 1639'da Prag'dan Georg Baresch (1595-1662) tarafından, Cizvit papazı ve bilgin Athanasius Kircher'e (1601-1680) yazılan ve René Zandbergen tarafından ortaya çıkarılan mektuptur. Görünüşe göre, Georg Baresch kodeksin sahibiydi ve yazmanın bir kopyasını Athanasius Kircher'e göndererek yazmayı çözümlemek için yardım istiyordu. Ona göre bu kodeks Mısır bilimini temsil ediyordu. Kircher'in kitabı elde etmek istemesinden konuyla ilgilendiği anlaşılıyor. Ne var ki Baresch kitabı vermeyi kabul etmedi. Ama Baresch'in ölümü üzerine elyazması o sırada Prag'daki Charles Üniversitesi'nin rektörü olan Jan Marek Marci'ye geçti.

Havuzda duran çıplak kadınla birlikte beş tane de hayvan var.
Bu hayvanların ne olduğuna dair de bir çok fikir var.
Bir canavar kadını yutuyor bunun timsah balığı ( alligator gar) olduğunu düşünmüşler.
Voynich Kodeksi'nin daha önce II. Rudolf'un koleksiyonunda olduğuna dair kanıtlar dolaylıdır. Bohemyalı doktor, bilim insanı  ve Prag Üniversitesi rektörü Johannes Marcus Marci (1595-1667), Athanasius Kircher'e yazdığı 1665 tarihli mektupta II. Rudolf'un bu yazmayı 600 altın dükâya satın aldığını belirtmiştir. Mektup şöyledir:

Mesih'in Babası Rahip ve Saygıdeğer Efendim:
Bana samimi bir arkadaşım tarafından miras bırakılan bu kitabı sizin için ayırdım çok sevgili Athanasius. elime geçer geçmez sizin dışınızda kimsenin okuyamayacağına ikna oldum.
Bu kitabın eski sahibi, fikrinizi mektupla sordu, kitabın geri kalanını okuyabileceğinize inandığı bir kısmını kopyalayıp size gönderdi, ancak o sırada kitabın kendisini göndermeyi reddetti. Şifresini çözmek için, size burada gönderdiğim girişimlerinden açıkça görüldüğü gibi, bitmek tükenmez çabaları ve umudunu sadece hayatıyla birlikte geride bıraktı. Ama zahmeti boşuna, çünkü Muammalar, efendileri Kircher'den başka kimseye itaat etmiyorlardı. Şimdi bu simgeyi, sizin için olan sevgimle beraber gecikmiş olarak kabul edin ve eğer mevcutsa, alışılmış başarınızla sır perdesini aralayınız. Dr. Raphael, bohem dilinde bir öğretmen, III. Ferdinand daha sonra Bohemya Kralı, bana söz konusu kitabın İmparator Rudolph'a ait olduğunu ve kendisine kitabı getiren taşıyıcıya 600 düka sunduğunu anlattı. Yazarın İngiliz Roger Bacon olduğuna inanıyordu. Bu noktada tahminleri askıya alıyorum; bu görüşleri incelemek sizin alanınız, bizzat iyilik ve nezaketlerimi sunuyorum.
Hürmetler ve Saygılarımla
Cronland'dan Joannes Marcus Marci
Prag, 19 Ağustos 1665 [veya 1666]


Burada ne olduğunu anlamak kolay değil
Rudolph'un sahipliğini destekleyen bir diğer kanıt da, kitabın ilk sayfasında, Rudolph'un Prag'daki botanik bahçelerinin başı ve II. Rudolf'un doktoru olan Jacobus Horcicky de Tepenecz'in neredeyse görünmez adı veya imzasıdır. Jacobus'un kitabı, kralın ölümünden dolayı kendine ödenen borcun bir parçası olarak II. Rudolph'un koleksiyonundan almış olabileceği ileri sürülüyor. Bu imzayı sahaf Voynich keşfetmiştir. 
Bu görüntünün astroloji ile ilgisi var
Folyonun 12 sayfası bu türden çizimlere ayrılmış
12 burçtan 10'nunun gösterildiğini belirtiyor uzmanlar
Oğlak ve Kova burcu yokmuş, onların kayıp sayfalar nedeniyle eksik
olduğunu düşünüyorlar.
Sonraki 200 yıl boyunca kitaba ait herhangi bir kayda rastlanmıyor. Ama kitap muhtemelen, II. Vittorio Emanuele'in birliklerinin şehri 1870'de ele geçirip Papalık Devletleri ilhak etmesine kadar Collegio Romano'nun kütüphanesinde kaldı. Yeni İtalyan hükumeti Kilise'nin birçok malına el koydu ve bunlar arasında Collegio Kütüphanesi de bulunuyordu. Ama bu olmadan hemen önce üniversite kütüphanesinde bulunan ve el koymadan muaf tutulan birçok kitap alelacele üniversitenin öğretim üyelerinin özel kütüphanelerine aktarıldı. Bu nedenledir ki, Voynich elyazması, o zamanlar Cizvit tarikatının başı ve üniversite'nin rektörü olan Petrus Beckx'in mührünü hala taşıyor.
Beckx'in "özel" kütüphanesi, 1866'da Cizvitler tarafından satın alınan ve Roma yakınlarındaki büyük bir kır sarayı olan Villa Mondragone'ye taşındı.

Burada görüldüğü gibi burçlar için ayrı sayfalar var.
Bu görüntünün yengeç (canser) burcuna ait olduğu kabul ediliyor.
1912'de, para sıkıntısı çeken Collegio Romano kitaplarından bazılarını satmaya karar verdi. Wilfrid Voynich buradan 30 elyazması satın aldı ve bunlar arasında sonradan kendi adı verilen elyazması da bulunuyordu. Bundan sonra olanları ilk paragraflarda yazmıştım. 

Bu imzanın kodeksinin yazarı olduğu düşünülen Gaspar de Torres'e ait olduğu belirtiliyor.
Kaynak: Unraveling the Voynich Codex
Voynich elyazması, başka yazar ve çizerlere de ilham kaynağı olmuştur. Örneğin 1981 yılında yayınlanan Codex Seraphiniaus İtalyan sanatçı, mimar ve endüstriyel tasarımcı Luigi Serafani tarafından 30 ayda (1976-1978) yaratılmış hayali bir dünyanın ansiklopedisidir. Kitap ortalama 360 sayfadır (baskısına bağlı olarak) ve kurmaca bir dilde, şifrelenmiş bir alfabe ile yazılmıştır. İlk önce İtalya’da yayınlanan kitap daha sonra başka ülkelerde de yayımlanmıştır.
Codex Seraphinianus


Kaynaklar

Unraveling the Voynich Codex, Jules Janick & Arthur O. Tucker, Springer, 2018 (ana kaynak)
Bu metindeki çoğu veri bu kaynak içindeki Literatür bölümü, Tablo 1.1'den elde elde edilmiştir.
Çoğu görseli de bu kaynaktan tarayarak aldım.  

https://pubs.rsc.org/no/content/chapterhtml/2018/bk9781788011389-00001?isbn=978-1-78801-138-9&sercode=bk
https://www.rbth.com/science_and_tech/2017/04/20/russian-scholars-unlock-the-secret-of-the-mysterious-voynich-manuscript_746881
http://ciphermysteries.com/the-voynich-manuscript/voynich-codicology
https://tr.wikipedia.org/wiki/Voynich_el_yazmas%C4%B1
https://tr.wikipedia.org/wiki/Codex_Seraphinianus

18 Mart 2020 Çarşamba

Romalı  Generalin Yenik Galyalılara Söylevi

Romalı Generalin Yenik Galyalılara Söylevi



MS 70'te Romalı general Petilius Cerialis, Galya'da kısa süren bir ayaklanmayı bastırdı. Sonra da, Tacitus'a göre, teslim olan yerel halka dönüp şunları söyledi:



Siz bizim yönetimimize boyun eğinceye kadar Galya'da her zaman despotluk ve savaş yaşandı. Ve bizler, çoğu kez kışkır­tılmamıza karşın, fetihten kaynaklanan haklarımızla sizden tek bir şey istiyoruz: Sağlanan barışın bedelini ödemenizi. Zira ordu olmadan farklı halklar arasında barış sağlanamaz, ordu ücret ödemeden oluşturulamaz ve vergi alınmadan da ücretler öde­nemez. Bunun dışında hepimiz eşitiz. Çoğunlukla sizler bizim ordularımızın başına geçecek ve şu ya da bu eyaleti yöneteceksi­niz. Hiçbir şekilde devre dışı bırakılmayacak, dışlanmayacaksı­nız. Roma'dan çok uzakta yaşamanıza karşın siz de bizler kadar hayırsever imparatorlarımızın bağışlarından yararlanacaksınız. Öte yandan zalim imparatorlar en yakınlarında bulunanlar için bir tehdit oluştururlar. Efendilerinizin müsrifliğine ve açgözlü­lüğüne alışmak zorundasınızdır, tıpkı kurak yıllara, aşırı yağış­lara ya da buna benzer doğal felaketlere alıştığınız gibi. İnsanlar var oldukça kötülükler de var olacaktır. Ama bunlar sonsuza dek sürmez ve zaman zaman başarılı bir yönetim ile dengele­nirler.... 

Oysa eğer Romalılar buradan sürülecek olursa -tanrılar korusun!- yaşanacak tek şey çeşitli ırklar arasında yapılan savaşlar olur. İmparatorluğumuzun yapısı 800 yıllık güzel rastlantılara ve sağlam bir örgütlenmeye dayanmaktadır ve bizi yıkmak isteyenleri yok etmeden parçalanamaz. Özellikle en fazla riske giren sizler olursunuz, çünkü siz altın ve doğal kaynaklara sa­hipsiniz ki en fazla savaşa yol açan bunlardır. Bu yüzden, siz ile bizi, yenilen ile yeneni eşit kılan barışı ve Roma kentini sevin ve bağrınıza basın. Bu iyi ve kötü kader örneklerinden ders alın ki ayaklanmayı ve mahvolmayı teslimiyete ve güvenceye tercih etmeyin.

Kaynak: Eric H. Cline, Mark W. Graham, Antikçağ İmparatorlukları, Say Yayınları, s. 348


180 - 284 Arası Görev Yapan Roma İmparatorları Nasıl Öldü?

180 - 284 Arası Görev Yapan Roma İmparatorları Nasıl Öldü?

Commodus
Hercules olarak betimlenmiş.
Capitoline Müzesi


Süre          İmparator                 Ölüm Nedeni

180-192    Commodus               Maiyeti tarafından boğuldu.

193            Pertinax                     Muhafızlar tarafından öldürüldü.

193            Oidius Julianus         Askerler tarafından öldürüldü.

193-194    Pescennius Niger     Savaşta öldürüldü.

193-197    Clodius Albinus        Savaşta öldürüldü.

193-211     Septimus Severus   Eceliyle öldü.

211-217     Caracalla                  Bir asker tarafından öldürüldü.


211             Geta                          Caracalla tarafından öldürüldü.

217-218     Macrinus                  Ordu tarafından öldürüldü.

218            Diadumenianus        Ordu tarafından öldürüldü

218-222     Elagabalus                Muhafızlar tarafından öldürüldü.

222-235     Severus Alexander  Ordu tarafından öldürüldü.

235-238     Maximinus Thrax    Ordu tarafından öldürüldü.

238            I. Gordian                  İntihar etti.

238            II. Gordian                 Savaşta öldürüldü.

238            Pupienus                   Muhafızlar tarafından öldürüldü.

238            Balbinus                    Muhafızlar tarafından öldürüldü.

238-244     III. Gordian              Savaşta öldürüldü.

244-249     Philip Arabus          Savaşta öldürüldü.

249-251     Decius                      Savaşta öldürüldü.

251-253     Trebonianus Gallus  Ordu tarafından öldürüldü.

253            Aemillanus                Ordu tarafından öldürüldü.

253-260    Valerian                     Savaşta Perslere esir düştü ve esirken öldü.

253-268    Gallienus                   Ordu tarafından öldürüldü.

268-270     il. Claudius               Salgında öldü.

270-275     Aurelian                    Muhafızlar tarafından öldürüldü.

275-276     Tacitus                      Ordu tarafından öldürüldü.

276            Florianus                   Ordu tarafından öldürüldü.

276-282     Probus                      Ordu tarafından öldürüldü.

282-283     Carus                        Yıldırım çarptı (ya da evi kundaklandı?)

283-284     Numerian                 Bir yargıç tarafından öldürüldü.(?)

282-285     Carinus                     İç savaş sırasında öldürüldü.

Tablo 12.1. MS 180-284 arasında Roma imparatorları.
Derleyen: Elizabeth Mubarek.

Şu yazıma da bkz. https://tarihegitimi.blogspot.com/2016/01/roma-cokerken.html


Kaynak: Eric H. Cline, Mark W. Graham, Antikçağ İmparatorlukları, Say Yayınları, 

15 Mart 2020 Pazar

Arkeolojik Verilerin Oluşma Sürecine Grafiksel Bir Örnek

Arkeolojik Verilerin Oluşma Sürecine Grafiksel Bir Örnek

Dilara Kahyaoğlu

Eski insan davranışlarının somut ürünleri hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmaz. Ama bazıları diğerlerinden daha iyi durumda günümüze ulaşır. Ancak bu arkeolojik kayıtlar insan davranışlarının mükemmel bir yansıması değildir, dönüşümsel süreçlerin etkisiyle değişime uğramışlardır ve onları doğru değerlendirmek, yorumlamak gerekir.

Aşağıdaki açıklamalı örnekleri inceleyiniz.

1.
2000 yıl önce bir Avcı Kampı
 İnsanların satın alma, 
üretim, kullanım ve biriktirme davranışı sonucu
ortaya çıkan somut ürünleri görüyoruz. Bunlar; barınak (çadır), ateş ve çöp.
2.
1800 yıl önce
Kamp yeri sel altında kalıyor, alüvyonlu topraklar tarafından üstü kapatılıyor.
Böylece dönüşüm süreci başlıyor.  Çadırın dikmeleri, ocak, çöp yığını
kumun altında kalıyor.


3.
1500 yıl önce
Kumların üzerine bir çiftçi köyü inşa ediliyor. Satın alma, üretme, kullanma ve biriktirme
davranışlarının somut örneklerine yeni veriler ekleniyor. Bunlar; ahşap bir ev, tahıl deposu
ve çöp çukuru...
4.
1000 yıl önce
Yeni bir sel  tarım köyünü yok ediyor. İkinci bir alüvyonlu kumlar köyün üstünü
örtüyor. yüzlerce yıl sonra oraya taşlarla yerden yükseltilmiş bir platform üzerine
taş bloklardan bir tapınak inşa ediliyor. 
5.
500 yıl önce
Terkedilen tapınak yıkılıyor. Höyük oluşum süreci başlıyor. Tapınaktan fazla
kalıntı kaldığı için yerden yüksekte ve görünür durumda bulunuyor.
6.
Bugün
Tapınak kalıntısının da üzeri toprak ve bitkilerle kaplanıyor. Alttaki katmanlar
bunun altında saklı, kazılmazsa hiç bir zaman ortaya çıkmayacak.


Kaynak: Discovering Our Past A Brief Introduction To Archaeology, Fifth Edition, Wendy Ashmore University Of California, Riverside Robert J. Sharer University Of Pennsylvania, McGraw-Hill, 2010, 

27 Şubat 2020 Perşembe

Gezi: Beyazıt Meydanı Mayıs 2019

Gezi: Beyazıt Meydanı Mayıs 2019

Dilara Kahyaoğlu
Mayıs 2019

Yağmurlu ve bulutlu mayıs ayında bir gün burayı gezerken durup bu meydana baktığımda soluğum kesildi bir an. Burası neresiydi? Uzun zamandır buralara gelmemiş ve işin doğrusu meydanla ilgili haberleri de takip etmemiştim. İstanbul Üniversitesinde okuduğum için iyi bildiğimi iddia ettiğim bu yeri artık tanımıyordum.

Üniversitenin önündeki merdivenlerin önü 2019 Mayısı'nda bu haldeydi
Karşıda görülen mavilik Marmara Denizi
Maviliğe doğru dümdüz yürüdüğümüzde Kumkapı'ya ineriz
Bu meydanı hiç bir zaman bu kadar kötü durumda görmemiştim
Mimar Turgut Cansever’in 1958 yılında tasarladığı, İstanbul Üniversitesi’nin ana giriş kapısı
önündeki merdivenler de yıkılmış

Bu bölge Bizans İmparatorluğu zamanında yerleşime açılmış. 4. yüzyıla kadar Forum Tauri (Boğa heykelinden dolayı Boğa Meydanı olarak anılıyormuş) adıyla bilinen meydan, Theodosius'tan itibaren onun adıyla anılır olmuş.  Bugün bu meydandan kalanlar Veznecilerde bulunuyor.

Theodosius Forumu'nun kalıntıları
Arkada görülen binalar Fen ve Edebiyat Fakülteleri (yeşil damlı pembe boyalı)
Sütunların üzerileri ağaç gövdelerinden esinlenerek süslenmiş

Bu dağınıklığın, kötü görünümün sebebi sadece etraftaki tarihi binalarda
görülen restorasyon olabilir mi? Değil. Şu habere bkz. 
Burada görülen Tarihi Beyazıt Camii bir restorasyon aşamasından geçiyor.



İstanbul Üniversitesi'nin giriş kapısı meydanın en yüksek noktasında
yer alıyor. Merdivenler de kötü durumda. Burada restorasyon faaliyeti başlatılmış
daha sonra da her şey olduğu gibi bırakılıp çalışmalar durdurulmuş.
Şu kaynakta bu konuda bir haber var

Meydanın Veznecilere doğru görünümü
Soldaki uzun beyaz bina Eczacılık Fakültesi, onun önündeki tarihi yapıda
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü faaliyet gösteriyor

Üniversite kapısının sağ tarafı
Buradan sağa doğru dönersek Sahaflar Çarşısı'na,
dosdoğru gidersek Mahmutpaşa'ya doğru gidiliyor.


Beyazıt Devlet Kütüphanesi
Dışarıdan metruk bir görünüme sahip bu yapı 2015-17 arasında restorasyon geçirmiş.
İnanılmaz. Resmi büyüterek pencerelere ve camlara bkz.

Beyazıt Devlet Kütüphanesinin yanındaki sokakta satıcılar var.
Yıllar önce de vardı. 

Sahaflar Çarşısı'na bu aradan giriliyor
Beyazıt Meydanı'nın genel görünümü
Meydanın eski görünümleri için yazının en altında yer alan fotoğraflara bkz. 

Beyazıt Meydanı'nın genel görünümü

Tarihi Çınaraltı 


Kütüphanenin önü


Tarihi Çınaraltı'nın görünümü içler acısı
Eskiden bu çınarın altında salaş bir kır kahvesi vardı,
şimdi etrafı çitlerle çevrilerek kapatılmış.

Sahafların girişi


Sahafların Girişi

Fotoğraflar: Birce Simay Kahyaoğlu
Birce'nin çekmediği fotoğrafların kaynaklarını resim altı yazısında belirttim. 


Eski Fotoğraflarda Beyazıt Meydanı


Bu fotoğraf 1958'den önceki bir tarihe ait olmalı,
çünkü, Mimar Turgut Cansever’in 1958 yılında tasarladığı, İstanbul Üniversitesi’nin
ana giriş kapısı 
önündeki merdivenler resimde görünmüyor.


Kaynak


Kaynak
Beyazıt Meydanı'nda Cumhuriyet Bayramı kutlaması, 1933
Beyazıt Meydanı, 1960'lar
Serasker Kapısı ve Beyazıt Meydanı (1920'ler)
Beyazıt Meydanı'nı yenileme çalışmaları, 1958
Beyazıt Meydanı, 1957
Bir yıl sonra burada meydanı düzenleme çalışmaları başlayacak (üstte)
Beyazıt Meydanı
Beyazıt Meydanı, projesinin büyütülmesini beklemekte,
Cumhuriyet Gazetesi haberi, 18 Eylül 1963
Beyazıt Kulesi’nden Beyazıt Meydanı Yönü

Kaynaklar: 
http://www.doganhasol.net/beyazit-meydaninin-oykusu-beyazit-meydani-bugunku-haline-nasil-geldi.html

http://www.byzantium1200.com/forum-t.html

http://www.byzantium1200.com/beyazit.html

http://www.byzantium1200.com/tauri.html

https://tr.wikipedia.org/wiki/Theodosius_Forumu

https://kentselmorfolojisempozyumu2018.files.wordpress.com/2019/04/m-28.pdf

https://docplayer.biz.tr/47866054-Hodri-meydan-ii-beyazit-meydani-ii-kulluk-kahvesi.html


24 Şubat 2020 Pazartesi

Türkiye'de Üniversitenin Kısa Tarihi 1900-1982

Türkiye'de Üniversitenin Kısa Tarihi 1900-1982


Murat Katoğlu

İstanbul Üniversitesi Merkez Binası, Beyazıt
Harbiye Nezaretine ait olan bu yapı Abdülaziz döneminde (1864) inşa edilmiştir.
Mimarı, Sarkis Balyan'dır.
Fotoğraf. Birce Simay Kahyaoğlu
Yükseköğretim ve özellikle üniversite konusu 19. yüzyılın ortalarından itibaren aydınların ve yöneticilerin başlıca eğitim davalarından biri olmuştur. Yirminci yüzyıla girerken, 1900 yılına kadar Osmanlı İmparatorluğunda tam üç Darülfünun kurma girişiminin her biri kısa ömürlü ve başarısız olmuştur. 1900'de Abdülhamit II' nin cülusunun 25. yılında kurulan 4. Darülfünun kalıcı olabilmiştir. İstanbul'daki bu Darülfünun II. Meşrutiyet yıllarına kadar adeta bir «nekahat» yaşamı sürmüş ve idealist Osmanlı yöneticilerinin bin bir çabasıyla ayakta kalabilmişti. Her ne olursa olsun, bugünkü İstanbul Üniversitesinin kaynağını 1900'de kurulan «Darülfünun-u Şahane»ye dayandırmak yanlış değildir. Darülfünun, Avrupa'ya ayak uydurma, imparatorluğu yeniden dinamizme kavuşturma ve yaşatma çabasındaki Osmanlı devlet adamlarının, bunu sağlamak için zorunlu koşul olan insan kaynağını yetiştirmek amacıyla özlemini çektikleri bir düştü. «Olmazsa olmaz» bir kuruluştu. Düşü gerçeğe dönüştürmek için sultan üzerinde her türlü etkiyi yıllarca denediler ve yılmadılar. Sonunda, ciddi gerekçelerin yanına, Abdülhamit II'yi ikna edecek vesileler de ekleyerek Darülfünunu şeklen olsa da kurdurdular.


Bu gerekçeler arasında: İstanbul'da Darülfünuna gitmek isteyen çok sayıda gencin birikmesi; bu gençlerin İstanbul'da öğrenim göremezlerse bazılarının yurtdışına gidip kontrol dışı eğitimden (!) geçmeleri ihtimali; Sultanın cülusunun 25. yılı onuruna bu önemli kuruluşun imparatorluk hayatına kazandırılması gibileri, herhalde asıl nedenler değildi. Yeni sivil hayatın gereksinimlerini cevaplayacak nitelikli insan tipinin yetiştirilmesi; Avrupa bilimine ve dolayısıyla gelişmeye olanak sağlama; İstanbul’daki öğrenci potansiyeli; aydın devlet adamlarının bu konudaki kararlı tutum ve «fikri takip»leri Darülfünun-u Şahane'nin «Mekteb-i Mülkiye» binasında 1900'de açılmasını sağlamıştır.
Ancak bu kuruluş, mutlakıyet yönetiminin çeşitli kısıtlamaları yüzünden bir varlık gösterememiştir. Son derece sınırlı öğrenci alınmıştır; siyasal, sosyal, felsefi hatta dünya tarihini içeren disiplinler yoktur. Dersleri denetleyen maarif müfettişleri bir üniversite düzeyini engellemiştir. Bu durum, 1908 meşrutiyet devrine kadar sürmüştür. Darülfünun da II. Meşrutiyetin özgürlük koşullarından payını almıştır. Meşrutiyet ve I. Dünya Savaşı yıllarında ve hatta mütarekede Darülfünun canlanma göstermiş ve atılımlar yapılmıştır. Toplum içinde itibar kazanmıştır. Ders programı ile hoca kadrosunun zenginleştirilmesi ve Batılı bir içeriğe kavuşturulmasıyla, mevzuatı ile bir üniversite kimliğine yönelme bu dönemde başlamıştır.

Bu gelişmede kuşkusuz devrin siyasal ortamının ve bu ortamda etkili siyasi örgüt olan İttihat ve Terakki Partisinin rolü olmuştur. Bunun da nedeni, Partinin ileri gelenlerinden Maarif Nazırı Emrullah Efendi ile onu izleyen Ziya Gökalp'in varlıkları ve etkileridir. Gerçekten, 1908'den itibaren Darülfünun'un artık devam edip etmeyeceği değil, gelişimi ile ilgili sorunlar ön plana çıkmıştır. Darülfünun'un kalıcılığı perçinlenmiştir. Bugünkü üniversite yaşamındaki tartışmalar ilk kez o devirde ortaya çıkmıştır. Darülfünun'un bölümleri, öğretim kadroları, programlar, ders malzemesi, kütüphane, sömestr, seminer, yönetim organları ve üniversite varlığının gedikli tartışma konusu «özerklik» meşrutiyet yıllarında eğitim dünyasının gündemine girmiştir. Üniversite mevzuatının ilk esasları yine Meşrutiyet, I. Dünya Savaşı ve Mütareke yıllarında belirlenmiştir.

Elbet meşrutiyetin ilanından sonra bir anda önemli değişiklikler yapılamamıştır. Darülfünun'un gelişmeden payını alabilmesi için 1912'1eri beklemek gerekmiştir. Darülfünunla ilgili ilk nizamname (tüzük) o yıl, Emrullah Efendi'nin maarif nazırlığında yayınlanmıştır. Eğitim, öğretim, yönetim konularını düzenleyen bu tüzüğe göre, Darülfünun şeriye, hukuk, tıbbiye, fen ve edebiyat olmak üzere beş birimden oluşuyordu. Öğrencilerin kabulü çeşitli kurallara bağlanıyor ve belli bir düzey aranıyordu.

Burada, Darülfünun üzerinde ayrıntılarıyla durulacak değildir. Ancak Cumhuriyetteki gelişim çizgisiyle ilişkisi açısından bazı nitelikleri hatırlamak uygun olacaktır.

Dönemin bir önemli özelliği ilk defa kız öğrencilere yükseköğrenim görme olanağı verilmesi ise, ikinci bir niteliği de yabancı ve çoğunlukla Alman öğretim kadrosunun getirilmesidir. Kız öğrencilerin öğrenimi bazı bölümlerde ve özel sınıflarda yürütülmek istenmiştir. Hatta tepkiler dolayısıyla daha sonra ayrı bir binada sürdürülmüştür. Bizim için önemli yanı, bu düşünce ve uygulamanın da dönemin eseri olmasıdır. Alman hocaların tercih nedeni ise elbet birinci savaş yılları ve Alman ittifakıdır. Bu hoca kadrosu mütareke yıllarına kadar özellikle tıp ve fen bölümlerinde görevlerini sürdürmüşlerdir. Demek ki, yabancı öğretim kadrosundan yararlanmak yöntemi de yine Meşrutiyet devrinin ürünüdür.

Yine Meşrutiyet ve Mütareke yıllarının üniversite ve eğitim hayatına bir önemli armağanı da «muhtariyet yani özerklik kavramının gündeme alınmasıdır. Siyasal çevrelerin ve hatta Emrullah Efendi ve Gökalp'in partisi İttihat ve Terakki'nin aksi eğilimlerine karşın Darülfünun'un «serbest»liği, «hocaların ilim yapma hakkı», kısacası «özerklik» başta Ziya Gökalp olmak üzere devrin birçok aydınları tarafından savunulmuştur. Ziya Gökalp Darülfünuna adeta bir misyoner olarak gelmiştir. İttihatçılar kendisini buraya hem bir atılım, hem de eğitim alanındaki görüşlerini uygulaması amacıyla tayin etmişlerdir.

Gökalp, üniversite kavramına gerçekten büyük değer veriyordu. Ona göre üniversite bir ülkenin gelişmesinin başta gelen itici güçlerindendi. Ayrıca, eğitim hayatının güçlenmesi için de yine üniversite, yani üstün nitelikli insan gücü yetiştirmek birinci gereksinmeydi. Darülfünun'da yapılması gereken ilk iş, bir bilimsel çevre yaratmak, «Ruhunda ilimlerin metotlarını canlı olarak yaşatacak ve araştırmalarım buna göre yapacak» bilim adamlarını bir araya getirmekti. Bunun için son derece hoşgörülü olmak, «hükumetin üniversite işlerine karışmamayı prensip kabul etmesi» gerekirdi. Gökalp, gerçekten de zaman zaman «İttihat Terakki» ya da çevresinin baskılarına karşın, bilinçli bir direnmeyle üniversiteyi siyasal etkilere karşı savunmuştur.

Gökalp'in Darülfünun Edebiyat şubesindeki hocalığı altı yıl boyunca, 1919 Malta sürgününe kadar devam etmiştir. Onun üniversite ile ilgili tanımları ve kavrayışı şöyle özetlenebilir: Birincisi ve en önemlisi «özerklik» ilkesini benimsemesi ve fiilen uygulamasıdır


Karşıtlarına karşı elinde imkân bulunduğu halde, siyasi-idari eylemle değil daima kalemle cevap vermiştir. İkincisi, üniversite eğitiminin bir sistem içinde yürümesini savunmuş, bilimsel araştırmanın gerçekleri aramada tek yöntem olduğunu benimsetmeye çabalamış, öğretim kadar araştırma işlevinin de üniversitenin vazgeçilmez görevi sayılmasını savunmuştur. Üçüncüsü edebiyat şubesini yani fakültesini, «milli kültür» kavramının belkemiği olarak tanımlaması ve kurumlaştırmasıdır. Sosyal bilim metotlarıyla Türk araştırmacısının tanışmasına ve edebiyat fakültesi bünyesinde bunun kökleşmesine çalışmıştır. Tarihten, edebiyattan, mimarlıktan folklora kadar çeşitli alanlardaki etkileri günümüz üniversitelerinde ve düşünce dünyasında hala tartışılmaktadır. Dördüncü katkısı üniversitede bilimsel yayınları başlatması, ders kitapları, konferansların basımını sağlamasıdır. Beşinci önemli uygulaması, çok sayıda gencin yurt dışında öğrenime gitmesini gerçekleştirmesidir.
Gökalp'in üniversite hakkındaki görüşlerini uzun uzun anlatmak yerine şu manzumesini buraya almak onun düşüncelerini yansıtacak basit ama kestirme yoldur:

Diyorsunuz ki hükumetin idari
Velayeti fenlere de şamildir.
Ben derim ki, idare her hüneri
Bilmez, çünkü mütehassıs değildir.

Salahiyet, mansıp gibi yukardan
Verilmez, hep ihtisasla alınır.
Hiçbir âlim nüfuzunu hünkârdan
Almaz, gerçi ondan alır her nazır.

Bir müderris, ya ilmiyle taayün
Eylemiştir, sizden tayin istemez.
Yahut etmemişken taayün,
Ederseniz tayin, kalır bir çömez!

Bırakınız bunlar kendi kendine
Seçsinler, siz seyirci kalınız.
İlmi verin alimlere, siz yine,
Ele mülkün dizginini alınız.

Üniversite emirlerle düzelmez
Onu yapar ancak serbest bir ilim.
Bir mesleğe haricinden fer gelmez,
Bırakınız ilmi yapsın muallim.



Bununla birlikte özerkliğin Türkiye'nin üniversite mevzuatında ilkin yerini alması İttihat ve Terakki yıllarında olmamış, ancak 12 Ekim 1919 tarihli Darülfünun tüzüğünde, yani mütareke yıllarında gerçekleşmiştir. Tüzükte, özerkliğin doğal gereği olarak «Darülfünun Emini»nin yani rektörün müderrisler (profesörler) arasından seçilmesi esası da yer almıştır. «Darülfünun Divanı>ı yani üniversite senatosunun kurulması da 1919'daki bu tüzükle üniversite hayatına resmen girmiştir. Sömestr sistemi de aynı tüzükte yer almıştır. Böylece, bilimsel özerklik ve cumhuriyet üniversitelerinde de sürecek yönetim biçiminin, uzun yıllar tartışıldıktan sonra 1919'da gerçekleştiğini görmekteyiz.

1924 yılında cumhuriyet hükumeti, Darülfünun adını «İstanbul Darülfünunu» olarak kabul etmiş ve bu kuruluşa tüzel kişilik vermiştir. Özerklik devam etmiştir. Ancak, cumhuriyetin ilk yıllarında hükümet ve ona yakın çevrelerde, Darülfünunun kendisinden beklenen görevleri yerine getiremediği görüşü giderek kuvvetlenmiştir. Bu kuruma başlıca iki eleştiri yöneltilmeye başlanmıştır. Birincisi; Darülfünunda orijinal, ciddi, toplumun gereksinmelerini yanıtlayacak yararlı bilimsel çalışmalar yapılmamaktadır. İkincisi, Darülfünunun inkılaplara kayıtsız kaldığı ve olumsuz bir tutum takındığı ileri sürülüyordu.

1932'lere kadar Darülfünun konusu daima güncelliğini korudu ve ilgi uyandırdı. Ama cumhuriyet yöneticilerinin beklediği gelişme bir türlü sağlanamadı. Bu yaklaşım elbet cumhuriyetçilerin ve yeni­ rejim taraftarlarının değerlendirmesi idi. Ne var ki, toplumda bilinen yenilikleri peş peşe gerçekleştiren, beklentileri açık seçik belli olan genç cumhuriyetin yöneticileri Darülfünun konusunda da ciddi ihtiyaçlar içindeydiler ve bu konuya da kayıtsız kalamazlardı. Ardı ardına gelen kültür devrimlerinden Darülfünun da ister istemez payını alacaktı. Ya İstanbul Darülfünunu Ankara'ya belli bir uyum sağlayacak; ya Ankara Darülfünuna müdahale edecekti. Bilinen, ikincisinin gerçekleştiğidir.
1933 yılı, Fakülteler birliği anlamında «üniversite» sözünün Türkiye'de resmi mevzuata ilk defa girdiği yıldır. 2252 sayılı «İstanbul Darülfünununun İlgasına ve Maarif Vekâletince yeni bir üniversite kurulmasına dair kanun» 1933 Temmuzunun sonunda yayınlandı ve «üniversite» sözü burada ilk olarak kullanıldı.

Hükümet, üniversite reformu için incelemeler yaptırmak ihtiyacını duymuş, doyurucu ve bilimsel gerekçeler aramıştır. Bu amaçla, İsviçre'den danışman ve uzman olarak Profesör Albert Malch'ı getirmiş adı geçen profesöre Darülfünunu ve bazı yükseköğretim kurumlarını inceletmiştir. Profesör Malche'ın hazırladığı rapor, hükümetin 1933 reformunda dayandığı önemli bir belge olarak o zamandan beri anılagelmiştir. A. Malche raporu uzun bir çalışmadır ve Darülfünunla ilgili ayrıntılı saptamaları içermektedir. Çok çeşitli eleştiriler getirmektedir. Biz bu raporun içeriğine değil, etkisine kısaca değindikten sonra, 1933 reformunun temel özelliklerini şöylece özetlemeye çalışalım:
2252 sayılı 1933 kanunu ile özerklik kaldırılmış, İstanbul Üniversitesi Milli Eğitim Bakanlığına bağlanmış, Rektör de Ankara tarafından atanmıştır.

Darülfünun öğretim kadrosu geniş ölçüde elenmiş; 151 öğretim elemanından yalnız 59'u üniversiteye alınmıştır. Kadrosunun ikinci grubu, Batıda öğrenimini tamamlayıp başarıyla dönen Darülfünun dışı genç öğretim elemanlarıdır. Bunlar doktora şartı aranmaksızın doçent adayı olarak atanmışlar; daha sonra doçent unvanını kazanmışlardır. Üçüncü grubu ise yabancı profesörler oluşturmuştur. Bunların çoğunluğu da, Alman üniversitelerinde Nazi rejiminin etkisiyle barınmak olanağını yitiren bilim adamlarıydı. Cumhuriyet yönetimi tam bir bilinç ve hoşgörü anlayışıyla bu fırsatı değerlendirmiş ve geniş bir Alman profesör kadrosunu çeşitli fakültelerde yetkilendirmiştir.

1933 üniversite reformunun ifade edilen amacı, Türkiye'de Avrupa üniversitelerine benzer içerikte bilim kurumu meydana getirmekti. Üniversite “…hakikatleri araştırmak ve derinleştirmek, bilgiyi derlemek, yükseltmek ve yazmak gayelerini güdecek”ti. Üniversitenin «asıl mihveri ilimdir. Öğretim ve öğrenim ise, bu mihverden kaynaklanan semerelerdir». Cumhuriyetçilerin amacı, üniversiteleri bir «fikir yaratma santralı olarak çalışan derin düşünme ve inceleme» merkezleri halinde geliştirmekti. Olumlu ve olumsuz yönleriyle, 1933 reformu, ne olursa olsun üniversitenin gelişiminde önemli bir evredir. İzleyen yıllarda Batılı anlamda bir yapının, çok daha düzeyli bir eğitim standardının sağlandığı yadsınamaz.

Türkiye'de üniversitenin gelişiminde ikinci büyük aşama ve düzenleme 1946 yılındaki 4936 sayılı “Üniversiteler Kanunu” dur. Artık bu kanun yalnız İstanbul Üniversitesi, yani tek bir kurum için değil, genel bir kanundur. Aynı zamanda Ankara Üniversitesi de kurulmuştur. Kanunun 1. maddesinde; «üniversiteler, fakültelerden, enstitü, okul ve bilimsel kurumlardan oluşmuş, özerkliği ve tüzel kişiliği olan yüksek bilim, araştırma ve öğretim birlikleridir» ifadesi yer alır. Kısacası, özerklik, bu defa kanunla ve ağırlıkla üniversite kavramının bir parçası kılınmıştır. 4936 sayılı bu yasanın gerekçesinde de üniversitenin belkemiğini bilimin oluşturduğu görüşüne yer verilmiştir. Üstelik «üniversitelerin yüksek bilimleri öğretmek ve bilim kollarında uzmanlar yetiştirmek görevlerinin yanı sıra ve daha üstün bir önemle bilimsel çalışma ve araştırmalar yapmak, milletlerarası bilimin genel gelişmesine ve evrimine yardım etmek görevinin bulunduğu» da gerekçede belirtiliyordu. Üniversite öğretim üyelerinin “kendilerini tamamıyla bu mesleğe bağlamak” yükümlülüğünde bulundukları da yine gerekçede vurgulanıyordu. Kısacası 1946 yasası çağdaş ve evrensel anlamdaki bir üniversite anlayışının ürünüdür.

1946 yasası en uzun süre yürürlükte kalan üniversite kanunudur. Esasları itibariyle 1973'de çıkarılan 1750 sayılı yasaya kadar yürürlükte kalmıştır. Ancak, gelişim zincirinin önemli bir halkası da 1961 Anayasasıdır. İlk defadır ki üniversiteler bu anayasanın 120. maddesinde «özerk kuruluşlar» başlığı altında, bilimsel ve idari özerkliğe sahip kamu tüzel- kişilikleri olarak tanımlanarak yer almışlardır. Bu arada 1960'a gelindiğinde, 1955'de Trabzon'da Karadeniz Teknik Üniversitesi ve İzmir'de Ege Üniversitesi, 1957'de Ankara'da Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve 1958'de de Erzurum Atatürk Üniversitesi kurulmuş bulunuyordu. 1973'de çıkarılan 1750 sayılı yasa da eski kanundaki esasları korumuş, ufak tefek değişiklikler getirmiştir. Zaten bu kanun kısa bir süre önce 12 Mart 1971 askeri müdahale döneminin siyasal koşulları altında yapılan Anayasanın 120. maddesindeki değişiklik nedeniyle düzenlenmiştir. Siyasal baskılar sebebiyle yer alan bazı maddeler ise kısa süre sonra Anayasa Mahkemesince iptal edildi. İlerde bu konuya tekrar değinilecektir.

Zincirin şimdilik son halkası ise, 1982'de çıkartılan 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunudur. Bu kanunun başlıca özellikleri şunlardır: Üniversiteler ve 1982'ye kadar Üniversiteler Kanununun kapsamı dışında kalan bütün yükseköğretim kuruluşları, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı enstitü ve meslek okulları tek kanun çerçevesine alınmış ve tek bir merkezi üst yönetim olan Yükseköğretim Kurumuna bağlanmıştır. İkinci özellik, özerkliğin kaldırılmasıdır. Buna bağlı olarak önceki yasalarda seçimle gelen üniversite yönetim organları, rektör, dekan ve yüksekokul müdürleri, bölüm başkanları gibi bütün akademik yöneticiler atama ile görevlendirilmektedir. Dördüncü bir özellik de akademik unvan ve görevlerin yeni esaslara bağlanması, hatta Yükseköğretim Kurulu tarafından bu unvanların verilebilmesi ilkesinin getirilmesidir. Beşinci bir değişiklik, özel vakıf üniversitelerinin kurulabilmesinin mümkün kılınmasıdır. Altıncı özellik ise, yükseköğretimin paralı hale dönüştürülmesidir.



Türkiye Tarihi, Cilt 4, Cem Yayınevi, s. 397-403

20 Şubat 2020 Perşembe

19. Yüzyıl: Osmanlı Devletinde Sivillerin Eğitimi

19. Yüzyıl: Osmanlı Devletinde Sivillerin Eğitimi

Sina Akşin
1900'lü yılların başlarından kalma eski bir fotoğrafta Galatasaray Lisesi
1868'de Fransızların ısrarı ile Fransızca öğretim yapan Galatasaray Sultanîsi (lisesi) açılmıştır.
1874'de Galatasaray Sultanîsinin yüksek bölümü mahiyetinde Hukuk, Turuk ve Meabir* (mühendislik-fen) ve
Edebiyat fakülteleri açıldı. Bu fakültelerin kısa bir süre devam ettikten sonra
pek fazla bir İz bırakmadan kayboldukları anlaşılıyor.
[Abdülmecit Zamanı] Eğitimde sivil alanda önemli gelişme, 1845'de Meclis-i Maarif-i Muvakkatin kurulmasıdır. Bu Meclis, öğrenilmesi zaruri ilim ve fenlerin öğrenilebilmesi için zamanın ihtiyacına göre sıbyan ve rüştiye mekteplerinin düzenlenmesini, Darülfünun (Üniversite) açılmasını, bu işlere bakmak üzere bir meclis kurulmasını tavsiye etti. Böylece 1846'da Meclis-i Maarif-i Umumiye kuruldu. 1847 yılına kadar, II. Mahmut devrinde açılmış olan Mekteb-ı Ulum-u Edebiyye ve Mekteb-i Maarif-i Adliye adındaki iki rüştiyeden başka rüştiye açılmamıştı. Bunlar da, çok daha iddialı olmakla birlikte, sistem ve zihniyet bakımından mahalle mektebinden farksız şeylerdi. 1847'de Mekâtib-i Umumiye Nazırı olan Kemal Efendi bir rüştiye daha açtı. 1849'da buna dört rüştiye daha eklendi. 4 sınıflı olan rüştiyelerde Arapça ve Farsçadan önce Türkçe okuma yazma öğretilmesi, Arapça ve Farsçayı ezberden öte, gerçekten öğretmek İçin çaba harcanması, ihtimal matematikte daha ileri gidilmesi, coğrafya ve fen öğretilmeye çalışılması önemli ilerlemelerdi. Görüldüğü üzere, bu okullar bugünkü ilkokullar düzeyinde sayılabilir.

Ama 1852 salnamesine göre bütün ülkede ancak 3371 öğrencinin okuduğu 60 rüştiye vardı. Oysa yalnızca İstanbul medreselerinde 16.752 öğrenci olduğu gibi, İstanbul'daki gayrimüslim okullarda kızlı erkekli 19.348 öğrenci okumaktaydı. Yirmi yıl sonra (1872) İstanbul'da 18 rüştiye ve toplam 1859 öğrenci vardı. Görülüyor ki, ilerleme olsa bile, pek yavaştı. 1848'de rüştiyelere öğretmen yetiştirmek üzere Darülmuallimin kuruldu. Buraya bu sıralar rağbet gösteren medrese öğrencilerine Türkçe, Arapça, Farsça, biraz matematik ve coğrafya öğretildiği sanılıyor, önemli bir gelişme de 1858'de ilk kez bir kız rüştiyesinin İstanbul'da açılmasıydı. 16 yıl sonra İstanbul'daki kız rüştiyelerinin sayısı 9'u bulmuştu, öğrenci sayısı ise ancak 294 idi. 1859'da ülkeye idareci yetiştirmek üzere Mekteb-i Mülkiye kuruldu. Şunu da İşaret etmeli ki, eğitimdeki bu ıslahatın motoru, güdüsü, önemli ölçüde gayrimüslimlerin ya da Mehmet Ali Paşanın eğitimde kaydettikleri ilerlemelerdi. Ayrıca, göze çarpan bir husus, eğitim alanında sözünü ettiğimiz İlerlemelerin M. Reşit Paşanın tekrar 'göze girip' hariciye nâzırı ve sadrâzam oluşuna rastlamasıdır. (23/10/1845'de nazır, 28/9/1846'da sadrıâzam olmuştur.)


...

[Abdülaziz Zamanı] 1858'de 43 olan rüştiye sayısı 1867'de 108'di, öğrenci sayısı da 3371'den 7830'a çıkmıştı. 1869'da  Maarif-i Umumiye Nizamnamesi, öğretim düzeylerini söyle saptamıştı: sıbyan (bugünkü ilkokulların ilk yılları düzeyinde?), rüştiye (ilkokulun sonraki yılları), İdadî (ortaokul), sultanî (lise), darülfünun (üniversite). Her vilayet merkezinde açılması düşünülen sultanîler açılamadığı için, idadiler yüksek öğrenim öncesi düzey kabul edilmiştir. 1868'de Fransızların ısrarı ile Fransızca öğretim yapan Galatasaray Sultanîsi (lisesi) açılmıştır. 1872 yılında diğer bir lise, Darüşşafaka Lisesi, Müslüman yetimleri için öğretime başladı. Aynı yıl İstanbul'da İdadilerin açılmağa başladığını, 1874'de 4 tane olduklarını görüyoruz. 1875'de ilk askerî rüştiyeler açılmıştır. 1870'de Darülfünun (Üniversite) açıldı, fakat Cemalettüı Efganî'nin bir derste, aslında söylemediği, «peygamberlik bir sanattır» sözünü yobaz medresecîler parmaklarına dolayınca, ertesi yıl kapattırıldı. 1870'de kız okullarına öğretmen yetiştirecek olan bir darülmuallimat kuruldu.

....

Eğitim Alanında Yapılanlar: II. Abdülhamit döneminde eğitim alanında geçmişe göre büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. Okuttukları itibariyle bugün ancak ilkokul sayılabilecek, ama üç yıllık iptidaî mekteplerin üstüne geldiği İçin o günün şartlarına göre «ortaokul» sayılması mümkün rüştiyeler, 1858'de 3371 Öğrenci ile 43 tane iken, 1867'de 7830 öğrenci ile 108, 1895'de 33.469 Öğrenci ile 426 taneydi. Demek ki 23 yılda rüştiye ve buralarda okuyanların sayısı yaklaşık 4 kat artmıştı. 1884'ten itibaren aşar vergisine eklenen maarif hîsse-i ianesiyle İdadilerin yapımı da ciddî olarak ele alındı. Rüştiyeler Arabistan, Arnavutluk, Doğu Anadolu gibi bölgeler dışında hemen her ilçeye kurulduğu gibi, bu dönemde vilayet merkezlerine, 7, sancak merkezlerine 5 yıllık idadiler kuruldu (bu sınıfların üçü rüştiye, gerisi İdadi sınıflarıydı). Kurulan İdadiler 100 kadardı.

1895'de 5419 İdadi öğrencisi vardı. Bu rakamlar önemli bir hamle yapıldığını göstermektedir. Fakat azınlık okullarının durumuna bakınca sözü edilen başarının ne denli gölgelenmiş olduğu ortaya çıkar. 1895'de azınlık rüştiyeleri 687, öğrenci sayısı 76.359 idi. Rüştiye düzeyindeki 74 yabancı (misyoner) okulunda 6557 öğrenci okuduğu, bunların da hep gayrimüslim olduğu düşünülürse, fakat buna karşılık askerî rüştiye Öğrencileri (8247) önceki sayıya eklenirse, şöyle bir sonuç çıkar: Osmanlı rüştiyelerinde 41.716 öğrenci okurken, azınhk halklarının 82.916 rüştiye öğrencisi vardı. Yani, Müslüman olmayanların rüştiye öğrencisi sayısı Müslümanlarınkinin iki katıydı. İşi nüfusa göre ele alırsak, tablo daha da kararıyor. 1897 nüfus yazımına göre Osmanlı ülkesinde (Hicaz, Yemen, Bingazi, Trablusgarp hariç) 14.212.000 Müslümana karşılık 4.838.000 Müslüman olmayan vardı (Eldem, s. 54-5). Müslümanların Müslüman olmayanlara göre kabaca üç kat fazla olduklarını gözönünde tutarsak, rüştiye eğitimi bakımından (nitelik sorunları bir yana) Müslümanların 6 kat kötü durumda olduğu söylenebilir. Oysa 93 Harbi göstermişti ki işin şaka götürür yanı yoktu. Avrupa'nın sözde himayesine rağmen Osmanlı Devleti gidiciydi. Abdülhamit dönemindeki hamleyi de bir ölçüde bu bilincin bir ürünü sayabiliriz.

Abdülhamit döneminde bir hayli yüksek öğrenim kurumu ve meslek okulu açıldı. Bunlardan önemli olanları zikredelim. 1878'de Cevdet Paşanın Adliye Nazırlığı zamanında Hukuk Mektebi açıldı ki, sonradan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine dönüştü. Hukuk öğrenimine rağbetin çoğalması üzerine 1907'de Selanik, Konya ve Bağdat'ta da hukuk mektepleri açıldı. Aynı şekilde, 1904'ten itibaren Şam, Bağdat, Erzincan, Edirne, Manastır gibi ordu merkezlerinde harbiye mektepleri kuruldu.

1902'de Şam veya Halep, İzmir, Bursa veya Bağdat'ta tıbbiyeler açılması kararlaştırıldı. Başlıca amaçlardan birinin Beyrut'ta Fransızların ve Amerikalıların tıbbiyelerine 'cevap' vermek olduğu anlaşılıyor. Neticede Şam'da bir tıbbiye açıldı. Osman Nuri Ergin ki, Türk Maarif Tarihi'nde Abdülhamît dönemi için «Birinci Meşrutiyet yahut Yayılma ve İlerleme Seneleri» diye başlık koyarken, 1908 sonrası için «İkinci Meşrutiyet yahut Bocalama ve Duraklama Seneleri» diyecek kadar Abdülhamit'in hakkını vermeye (ve İT'yi batırmaya) çalışmaktadır, taşrada açılan yüksek Öğrenim için şöyle diyor: «Bu mekteplerin vilâyetlere dağıtılışı ilk bakışta Maarifin yurdun her köşesine yayılması arzusunu gösterirse de Abdülhamit II, rejiminin İstanbul'da çok miktarda yüksek tahsil talebesinin bulunmasından birçok vesilelerle ürkmüş olması daha doğru bir sebep olarak ileri sürülebilir.» (s. 877).

1883'de Sanayi-İ Nefise Mektebi (Mimar Sinan Üniversitesi - Güzel Sanatlar Akademisi), 1884'de Ticaret Mektebi (İstanbul İktisadi ve Ticarî İlimler Akademisi - Marmara Üniversitesi), 1884'de Hendese-i Mülkiye Mektebi (Mühendis Mektebi - İstanbul Teknik Üniversitesi) kuruldu. 1848'de Askeri Baytar (veteriner) Mektebi açıldıktan sonra, Avrupa'nın baytar muayenesinden geçmemiş hayvan ve hayvan ürünlerini kabul etmemeğe başlaması üzerine, 1888'de Mülkiye Baytar Mektebi de açıldı. 1900 tarihinde Darülfünun-u Şahane, yani üniversite (İstanbul Üniversitesi) açıldı.

1870'de Darülfünun açma girişiminin bir yıl sonra kapanmasıyla sonuçlandığını görmüştük. 1874'de Galatasaray Sultanîsinin yüksek bölümü mahiyetinde Hukuk, Turuk ve Meabir (mühendislik-fen), Edebiyat fakülteleri açıldı. Bu fakültelerin kısa bir süre devam ettikten sonra pek fazla bir İz bırakmadan kayboldukları anlaşılıyor. Mutlak idarenin meslek adamlarına ihtiyaç görmekle birlikte, Özgür ve bilimsel tartışma ortamında gelişen «fikri hür, irfanı hür» ruhları 'lüks' hattâ zararlı görmesi doğaldı. Onun için Osmanlı Devletinin yüksek meslek okullarına iyi kötü tahammül etmekle birlikte, üniversiteyi yaşatmaması normaldi. Bu kere yine bir Darülfünun açma işine girişilmesi, Osmanlı hükümetinin Beyrut'ta (Amerikan ve Fransız üniversiteleri), İstanbul'da (Robert Kolej) üniversite öğretimi yapılmasına engel olacak güçten yoksun oluşu, buna karşılık bir kısım ailelerin çocuklarım buralarda ya da Avrupa'da okutmak arzusunda olmaları yüzündendi. 1900'de Mülkiye binasının bir köşesinde öğretime başlayan Darülfünun'da Ulum-u Aliye-i Dinîye, Edebiyat, Ulum-u Riyaziye ve Tabiiye (matematik ve fen) şubeleri vardı.

Abdülhamİt döneminin gölgeli başarısının, yine de, öncesine göre bir başarı olduğunu gördük. Bununla birlikte, bu dönemin hak etmediği bir övgüye mazhar olmaması için, biraz da, sözü edilen kurumlardaki öğretimin içeriği üzerinde durmak gerekir. Öğrencinin muzır fikirlerden uzak olması için edebiyet ile ülkeler tarihi her düzeydeki okul programlarından çıkarıldı ya da İçerikten yoksun bırakıldı. Buna karşılık 'bol miktarda ahlâk ve çeşitli din dersleri programlara yüklendi, namaz kılma zorunluluğu getirildi. Rüştiye ve idadilerin ders programlarında en fazla yer işgal eden, her yıl üçer saatten okutulan «Maatecvit Kur'an-ı Kerim ve Ulum-u Diniye ve Ahlakiye» dersiydi. Osman Nuri Ergin Abdülhamİt döneminde okulların «ruhsuz bir cesete» dönüştüklerini söylüyor (s. 340). Zaten basında ve yayında hükümdarın ruhu gibi hastalıklı bir sansür bütün şiddetiyle hüküm sürmekteydi. Herhalde buna en iyi örnek, bir basım hatası yüzünden Devletin resmî gazetesi olan Takvim-i Vekayi'nin 16 yıl (1892-1908) kapatılması, Dahiliye Müsteşarı Reşit Mümtaz'ın (Paşa) da azledilerek 7 yıl açıkta bekletilmesiydİ. Mahalle çeşmesini yaptırtmak için mahallelinin isimlerini bir kâğıda yazıp, her birinden toplanan paralan bu kâğıtta gösteren hayırsever adam 3 gün Zaptiye Nezaretinde alıkonursa, düğün yapmak için karakoldan izin almak gerekirse okullardaki derslerin nasıl yapıldığı tasavvur edilebilir. Nitekim Darülfünun'da edebiyat ve tarih dersleri baştan sonra müfettiş huzurunda yapılmaktaydı. Resmî okulların niteliksizliği yüzünden bu dönemde bir bölümü kız okulu olmak üzere İstanbul gibi büyük kentlerde hükümetin denetimi altında ilk ve orta Öğretim düzeyinde pek çok özel okullar açılmıştır. Bunlardan bir bölümü kız okullarıydı ya da kız kısımları vardı. İstanbul'da açılan özel okullar 30 kadardı. Bu gelişme, öğrenime önem veren ve bu uğurda, para harcamaya hazır bir orta sınıfın, bir burjuvazinin gelişmeye başladığının İşaretiydi. Nitekim İstanbul'da özel mektepçiliğin Selanik'ten gelmiş olması, gelişmenin 'burjuvaca' bir olay olduğunu doğrulamaktadır. 1860-70'ten sonra Osmanlı yayıncılığının, gazeteciliğinin gelişmesi de bu şartlar sonucu olan bir gelişmeydi ki, Abdülhamit'in amansız ve akıl almaz sansürüne rağmen sürüp gitmiştir.

* Yol ve İnşaat

Kaynak: Sina Akşin, Türkiye Tarihi, cilt III, Cem Yayınevi, s. 126, 146, 179-181