Eğitim-Pedagoji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eğitim-Pedagoji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Şubat 2020 Perşembe

19. Yüzyıl: Osmanlı Devletinde Sivillerin Eğitimi

19. Yüzyıl: Osmanlı Devletinde Sivillerin Eğitimi

Sina Akşin
1900'lü yılların başlarından kalma eski bir fotoğrafta Galatasaray Lisesi
1868'de Fransızların ısrarı ile Fransızca öğretim yapan Galatasaray Sultanîsi (lisesi) açılmıştır.
1874'de Galatasaray Sultanîsinin yüksek bölümü mahiyetinde Hukuk, Turuk ve Meabir* (mühendislik-fen) ve
Edebiyat fakülteleri açıldı. Bu fakültelerin kısa bir süre devam ettikten sonra
pek fazla bir İz bırakmadan kayboldukları anlaşılıyor.
[Abdülmecit Zamanı] Eğitimde sivil alanda önemli gelişme, 1845'de Meclis-i Maarif-i Muvakkatin kurulmasıdır. Bu Meclis, öğrenilmesi zaruri ilim ve fenlerin öğrenilebilmesi için zamanın ihtiyacına göre sıbyan ve rüştiye mekteplerinin düzenlenmesini, Darülfünun (Üniversite) açılmasını, bu işlere bakmak üzere bir meclis kurulmasını tavsiye etti. Böylece 1846'da Meclis-i Maarif-i Umumiye kuruldu. 1847 yılına kadar, II. Mahmut devrinde açılmış olan Mekteb-ı Ulum-u Edebiyye ve Mekteb-i Maarif-i Adliye adındaki iki rüştiyeden başka rüştiye açılmamıştı. Bunlar da, çok daha iddialı olmakla birlikte, sistem ve zihniyet bakımından mahalle mektebinden farksız şeylerdi. 1847'de Mekâtib-i Umumiye Nazırı olan Kemal Efendi bir rüştiye daha açtı. 1849'da buna dört rüştiye daha eklendi. 4 sınıflı olan rüştiyelerde Arapça ve Farsçadan önce Türkçe okuma yazma öğretilmesi, Arapça ve Farsçayı ezberden öte, gerçekten öğretmek İçin çaba harcanması, ihtimal matematikte daha ileri gidilmesi, coğrafya ve fen öğretilmeye çalışılması önemli ilerlemelerdi. Görüldüğü üzere, bu okullar bugünkü ilkokullar düzeyinde sayılabilir.

Ama 1852 salnamesine göre bütün ülkede ancak 3371 öğrencinin okuduğu 60 rüştiye vardı. Oysa yalnızca İstanbul medreselerinde 16.752 öğrenci olduğu gibi, İstanbul'daki gayrimüslim okullarda kızlı erkekli 19.348 öğrenci okumaktaydı. Yirmi yıl sonra (1872) İstanbul'da 18 rüştiye ve toplam 1859 öğrenci vardı. Görülüyor ki, ilerleme olsa bile, pek yavaştı. 1848'de rüştiyelere öğretmen yetiştirmek üzere Darülmuallimin kuruldu. Buraya bu sıralar rağbet gösteren medrese öğrencilerine Türkçe, Arapça, Farsça, biraz matematik ve coğrafya öğretildiği sanılıyor, önemli bir gelişme de 1858'de ilk kez bir kız rüştiyesinin İstanbul'da açılmasıydı. 16 yıl sonra İstanbul'daki kız rüştiyelerinin sayısı 9'u bulmuştu, öğrenci sayısı ise ancak 294 idi. 1859'da ülkeye idareci yetiştirmek üzere Mekteb-i Mülkiye kuruldu. Şunu da İşaret etmeli ki, eğitimdeki bu ıslahatın motoru, güdüsü, önemli ölçüde gayrimüslimlerin ya da Mehmet Ali Paşanın eğitimde kaydettikleri ilerlemelerdi. Ayrıca, göze çarpan bir husus, eğitim alanında sözünü ettiğimiz İlerlemelerin M. Reşit Paşanın tekrar 'göze girip' hariciye nâzırı ve sadrâzam oluşuna rastlamasıdır. (23/10/1845'de nazır, 28/9/1846'da sadrıâzam olmuştur.)


...

[Abdülaziz Zamanı] 1858'de 43 olan rüştiye sayısı 1867'de 108'di, öğrenci sayısı da 3371'den 7830'a çıkmıştı. 1869'da  Maarif-i Umumiye Nizamnamesi, öğretim düzeylerini söyle saptamıştı: sıbyan (bugünkü ilkokulların ilk yılları düzeyinde?), rüştiye (ilkokulun sonraki yılları), İdadî (ortaokul), sultanî (lise), darülfünun (üniversite). Her vilayet merkezinde açılması düşünülen sultanîler açılamadığı için, idadiler yüksek öğrenim öncesi düzey kabul edilmiştir. 1868'de Fransızların ısrarı ile Fransızca öğretim yapan Galatasaray Sultanîsi (lisesi) açılmıştır. 1872 yılında diğer bir lise, Darüşşafaka Lisesi, Müslüman yetimleri için öğretime başladı. Aynı yıl İstanbul'da İdadilerin açılmağa başladığını, 1874'de 4 tane olduklarını görüyoruz. 1875'de ilk askerî rüştiyeler açılmıştır. 1870'de Darülfünun (Üniversite) açıldı, fakat Cemalettüı Efganî'nin bir derste, aslında söylemediği, «peygamberlik bir sanattır» sözünü yobaz medresecîler parmaklarına dolayınca, ertesi yıl kapattırıldı. 1870'de kız okullarına öğretmen yetiştirecek olan bir darülmuallimat kuruldu.

....

Eğitim Alanında Yapılanlar: II. Abdülhamit döneminde eğitim alanında geçmişe göre büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. Okuttukları itibariyle bugün ancak ilkokul sayılabilecek, ama üç yıllık iptidaî mekteplerin üstüne geldiği İçin o günün şartlarına göre «ortaokul» sayılması mümkün rüştiyeler, 1858'de 3371 Öğrenci ile 43 tane iken, 1867'de 7830 öğrenci ile 108, 1895'de 33.469 Öğrenci ile 426 taneydi. Demek ki 23 yılda rüştiye ve buralarda okuyanların sayısı yaklaşık 4 kat artmıştı. 1884'ten itibaren aşar vergisine eklenen maarif hîsse-i ianesiyle İdadilerin yapımı da ciddî olarak ele alındı. Rüştiyeler Arabistan, Arnavutluk, Doğu Anadolu gibi bölgeler dışında hemen her ilçeye kurulduğu gibi, bu dönemde vilayet merkezlerine, 7, sancak merkezlerine 5 yıllık idadiler kuruldu (bu sınıfların üçü rüştiye, gerisi İdadi sınıflarıydı). Kurulan İdadiler 100 kadardı.

1895'de 5419 İdadi öğrencisi vardı. Bu rakamlar önemli bir hamle yapıldığını göstermektedir. Fakat azınlık okullarının durumuna bakınca sözü edilen başarının ne denli gölgelenmiş olduğu ortaya çıkar. 1895'de azınlık rüştiyeleri 687, öğrenci sayısı 76.359 idi. Rüştiye düzeyindeki 74 yabancı (misyoner) okulunda 6557 öğrenci okuduğu, bunların da hep gayrimüslim olduğu düşünülürse, fakat buna karşılık askerî rüştiye Öğrencileri (8247) önceki sayıya eklenirse, şöyle bir sonuç çıkar: Osmanlı rüştiyelerinde 41.716 öğrenci okurken, azınhk halklarının 82.916 rüştiye öğrencisi vardı. Yani, Müslüman olmayanların rüştiye öğrencisi sayısı Müslümanlarınkinin iki katıydı. İşi nüfusa göre ele alırsak, tablo daha da kararıyor. 1897 nüfus yazımına göre Osmanlı ülkesinde (Hicaz, Yemen, Bingazi, Trablusgarp hariç) 14.212.000 Müslümana karşılık 4.838.000 Müslüman olmayan vardı (Eldem, s. 54-5). Müslümanların Müslüman olmayanlara göre kabaca üç kat fazla olduklarını gözönünde tutarsak, rüştiye eğitimi bakımından (nitelik sorunları bir yana) Müslümanların 6 kat kötü durumda olduğu söylenebilir. Oysa 93 Harbi göstermişti ki işin şaka götürür yanı yoktu. Avrupa'nın sözde himayesine rağmen Osmanlı Devleti gidiciydi. Abdülhamit dönemindeki hamleyi de bir ölçüde bu bilincin bir ürünü sayabiliriz.

Abdülhamit döneminde bir hayli yüksek öğrenim kurumu ve meslek okulu açıldı. Bunlardan önemli olanları zikredelim. 1878'de Cevdet Paşanın Adliye Nazırlığı zamanında Hukuk Mektebi açıldı ki, sonradan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine dönüştü. Hukuk öğrenimine rağbetin çoğalması üzerine 1907'de Selanik, Konya ve Bağdat'ta da hukuk mektepleri açıldı. Aynı şekilde, 1904'ten itibaren Şam, Bağdat, Erzincan, Edirne, Manastır gibi ordu merkezlerinde harbiye mektepleri kuruldu.

1902'de Şam veya Halep, İzmir, Bursa veya Bağdat'ta tıbbiyeler açılması kararlaştırıldı. Başlıca amaçlardan birinin Beyrut'ta Fransızların ve Amerikalıların tıbbiyelerine 'cevap' vermek olduğu anlaşılıyor. Neticede Şam'da bir tıbbiye açıldı. Osman Nuri Ergin ki, Türk Maarif Tarihi'nde Abdülhamît dönemi için «Birinci Meşrutiyet yahut Yayılma ve İlerleme Seneleri» diye başlık koyarken, 1908 sonrası için «İkinci Meşrutiyet yahut Bocalama ve Duraklama Seneleri» diyecek kadar Abdülhamit'in hakkını vermeye (ve İT'yi batırmaya) çalışmaktadır, taşrada açılan yüksek Öğrenim için şöyle diyor: «Bu mekteplerin vilâyetlere dağıtılışı ilk bakışta Maarifin yurdun her köşesine yayılması arzusunu gösterirse de Abdülhamit II, rejiminin İstanbul'da çok miktarda yüksek tahsil talebesinin bulunmasından birçok vesilelerle ürkmüş olması daha doğru bir sebep olarak ileri sürülebilir.» (s. 877).

1883'de Sanayi-İ Nefise Mektebi (Mimar Sinan Üniversitesi - Güzel Sanatlar Akademisi), 1884'de Ticaret Mektebi (İstanbul İktisadi ve Ticarî İlimler Akademisi - Marmara Üniversitesi), 1884'de Hendese-i Mülkiye Mektebi (Mühendis Mektebi - İstanbul Teknik Üniversitesi) kuruldu. 1848'de Askeri Baytar (veteriner) Mektebi açıldıktan sonra, Avrupa'nın baytar muayenesinden geçmemiş hayvan ve hayvan ürünlerini kabul etmemeğe başlaması üzerine, 1888'de Mülkiye Baytar Mektebi de açıldı. 1900 tarihinde Darülfünun-u Şahane, yani üniversite (İstanbul Üniversitesi) açıldı.

1870'de Darülfünun açma girişiminin bir yıl sonra kapanmasıyla sonuçlandığını görmüştük. 1874'de Galatasaray Sultanîsinin yüksek bölümü mahiyetinde Hukuk, Turuk ve Meabir (mühendislik-fen), Edebiyat fakülteleri açıldı. Bu fakültelerin kısa bir süre devam ettikten sonra pek fazla bir İz bırakmadan kayboldukları anlaşılıyor. Mutlak idarenin meslek adamlarına ihtiyaç görmekle birlikte, Özgür ve bilimsel tartışma ortamında gelişen «fikri hür, irfanı hür» ruhları 'lüks' hattâ zararlı görmesi doğaldı. Onun için Osmanlı Devletinin yüksek meslek okullarına iyi kötü tahammül etmekle birlikte, üniversiteyi yaşatmaması normaldi. Bu kere yine bir Darülfünun açma işine girişilmesi, Osmanlı hükümetinin Beyrut'ta (Amerikan ve Fransız üniversiteleri), İstanbul'da (Robert Kolej) üniversite öğretimi yapılmasına engel olacak güçten yoksun oluşu, buna karşılık bir kısım ailelerin çocuklarım buralarda ya da Avrupa'da okutmak arzusunda olmaları yüzündendi. 1900'de Mülkiye binasının bir köşesinde öğretime başlayan Darülfünun'da Ulum-u Aliye-i Dinîye, Edebiyat, Ulum-u Riyaziye ve Tabiiye (matematik ve fen) şubeleri vardı.

Abdülhamİt döneminin gölgeli başarısının, yine de, öncesine göre bir başarı olduğunu gördük. Bununla birlikte, bu dönemin hak etmediği bir övgüye mazhar olmaması için, biraz da, sözü edilen kurumlardaki öğretimin içeriği üzerinde durmak gerekir. Öğrencinin muzır fikirlerden uzak olması için edebiyet ile ülkeler tarihi her düzeydeki okul programlarından çıkarıldı ya da İçerikten yoksun bırakıldı. Buna karşılık 'bol miktarda ahlâk ve çeşitli din dersleri programlara yüklendi, namaz kılma zorunluluğu getirildi. Rüştiye ve idadilerin ders programlarında en fazla yer işgal eden, her yıl üçer saatten okutulan «Maatecvit Kur'an-ı Kerim ve Ulum-u Diniye ve Ahlakiye» dersiydi. Osman Nuri Ergin Abdülhamİt döneminde okulların «ruhsuz bir cesete» dönüştüklerini söylüyor (s. 340). Zaten basında ve yayında hükümdarın ruhu gibi hastalıklı bir sansür bütün şiddetiyle hüküm sürmekteydi. Herhalde buna en iyi örnek, bir basım hatası yüzünden Devletin resmî gazetesi olan Takvim-i Vekayi'nin 16 yıl (1892-1908) kapatılması, Dahiliye Müsteşarı Reşit Mümtaz'ın (Paşa) da azledilerek 7 yıl açıkta bekletilmesiydİ. Mahalle çeşmesini yaptırtmak için mahallelinin isimlerini bir kâğıda yazıp, her birinden toplanan paralan bu kâğıtta gösteren hayırsever adam 3 gün Zaptiye Nezaretinde alıkonursa, düğün yapmak için karakoldan izin almak gerekirse okullardaki derslerin nasıl yapıldığı tasavvur edilebilir. Nitekim Darülfünun'da edebiyat ve tarih dersleri baştan sonra müfettiş huzurunda yapılmaktaydı. Resmî okulların niteliksizliği yüzünden bu dönemde bir bölümü kız okulu olmak üzere İstanbul gibi büyük kentlerde hükümetin denetimi altında ilk ve orta Öğretim düzeyinde pek çok özel okullar açılmıştır. Bunlardan bir bölümü kız okullarıydı ya da kız kısımları vardı. İstanbul'da açılan özel okullar 30 kadardı. Bu gelişme, öğrenime önem veren ve bu uğurda, para harcamaya hazır bir orta sınıfın, bir burjuvazinin gelişmeye başladığının İşaretiydi. Nitekim İstanbul'da özel mektepçiliğin Selanik'ten gelmiş olması, gelişmenin 'burjuvaca' bir olay olduğunu doğrulamaktadır. 1860-70'ten sonra Osmanlı yayıncılığının, gazeteciliğinin gelişmesi de bu şartlar sonucu olan bir gelişmeydi ki, Abdülhamit'in amansız ve akıl almaz sansürüne rağmen sürüp gitmiştir.

* Yol ve İnşaat

Kaynak: Sina Akşin, Türkiye Tarihi, cilt III, Cem Yayınevi, s. 126, 146, 179-181

4 Nisan 2019 Perşembe

Sağcı ve Solcu Sekterler Üzerine

Sağcı ve Solcu Sekterler Üzerine



Paul Freire
Fanatizmle beslenen sekterlik her zaman hadım edicidir. Eleştirel bir ruhla beslenen radikalleşme ise daima daha yaratıcıdır. Sekterlik gizemlileştirir ve böylece de yabancılaştırır; radikalleşme eleştirir ve böylece de özgürleştirir. Radikalleşme kişinin seçmiş olduğu tavra artan bir bağlılığı içinde barındırır ve böylelikle somut, nesnel gerçekliği dönüştürme çabasına daha sıkı angaje olmayı getirir. Buna karşılık gizemlileştirdiği ve irrasyonel olduğu için sekterlik gerçekliği sahte (ve bu nedenle de değiştirilemez) bir "gerçeklik"e dönüştürür.

Sekterlik hangi siyasi kampta olursa olsun, insanlığın kurtuluşuna bir engeldir. Sağcı versiyon ne yazık ki, her zaman doğal karşıtına yani devrimcinin radikalleşmesine yol açmaz. Devrimcilerin sağın sekterliğine karşılık verirken gericileşmesi hiç de ender değildir. Bununla birlikte bu olasılık radikalin, elitlerin uslu bir piyonu haline gelmesine yol açmamalıdır. Özgürleşme sürecine giren radikal, ezenin şiddeti karşısında radikal kalamaz.  

Öte yandan radikal, asla bir öznelci değildir. Onun için öznel olan, ancak nesnel olanla (analizinin nesnesini oluşturan somut gerçeklik) ilişkisi içinde varolur. Böylelikle öznellik ve nesnellik, eylemle bir dayanışma içinde bilgi üreten bir diyalektik birlik oluştururlar. Bunun tersi de doğrudur.


Sektere gelince, savları ne olursa olsun irrasyonelliğinin körleştirdiği sekter, gerçekliğin dinamiğini algılamaz (veya algılayamaz) veya gerçekliğin dinamiğini yanlış yorumlar. Diyalektik düşündüğünde de bu, “evcilleştirilmiş” bir diyalektik'tir. Sağcı sekter (ben onlara eskiden "doğuştan sekter" derdim) tarihsel süreci yavaşlatmayı, tarihi 'evcilleştirme'yi ve böylelikle insanları evcilleştirmeyi ister. Sekterleşmiş solcu, gerçekliği ve tarihi diyalektik olarak yorumlamaya kalkıştığı zaman tamamen yolunu şaşırır ve asli olarak kaderci görüşlere düşer.

Sağcı sekter, solcu sekterden şöyle ayrılır: Sağcı sekter bugünü evcilleştirmeye kalkar. Öyle ki yarın, bu evcilleştirilmiş bugünü yeniden üretecektir (umduğu budur).  Solcu sekter ise yarının önceden kurulmuş olduğunu düşünür –bir tür kaçınılmaz kader, kısmet veya akıbet.  Sağcı sekter için geçmişe bağlanan “bugün”, verili ve değişmezdir. Solcu sekter için 'yarın' önceden kararlaştırılıp ilan edilmiş, kaçınılmazcasına önceden hükmedilmiştir. Bu sağcı da bu solcu da gericidir çünkü ikisi de yanlış tarih görüşlerinden yola çıkarak özgürlüğü gözardı eden eylem biçimleri geliştirirler. Birinin 'terbiyeli' bir bugün ve ötekinin önceden belirlenmiş bir yarın tasarlaması olgusu, onların kollarını kavuşturdukları ve seyirci (sağcı sekter bugünün süreceğini umarken, solcu sekter zaten 'bilinen' yarının üstün gelmesini bekleyecektir) haline geldikleri anlamına gelmez. Tersine bu kişiler, kendilerini kaçamayacakları 'kesinlik döngüleri'ne kapatarak, kendi gerçeklerini 'yaparlar'. Bu, yarını kurma mücadelesi veren, bu edimde varolan risklere düşen insanların gerçeği değildir. Bu, yan yana savaşan ve bu yarının nasıl kurulacağını birlikte öğrenen insanların gerçeği de değildir -ki böylesi bir gerçek, yarının insanlara sunulması, onların da alması değildir, yarın onlar tarafından yaratılır. Her iki tip sekter de tarihiaynı ölçüde kendi tekeline alır, tarihi halk olmaksızın tamama erdirir – bu da halka karşı olmanın başka biçimidir.

Kendini 'kendi' gerçeğine kapatan sağcı sekter artık doğal rolünü yerine getirmekten başka bir şey yapamazken, sekter ve katı hale gelen solcu kendi doğasını yadsımış olur. Bununla birlikte her biri 'kendi' gerçeğini anlatırken bu gerçeğin sorgulanması halinde kendini tehdit edilmiş hisseder. Böylelikle her biri 'kendi' gerçeği olmayan şeyleri yalan sayar. Gazeteci Marcio Moreira Alves'in vaktiyle bana dediği gibi: 'Her ikisi de kuşku yokluğundan mustaripler.'

İnsanın özgürleşmesine bağlanan radikal, içinde gerçekliği de hapsettiği bir 'kesinlik döngüsü'nün mahkûmu haline gelmez. Tersine, ne kadar radikalse, gerçekliğe o kadar iyi nüfuz eder; öyle ki, gerçekliği daha iyi tanıyarak daha iyi dönüştürebilir. Yalın haldeki dünyayla karşılaşmaktan, onu işitmekten, o dünyayı görmekten korkmaz. Halkla karşılaşmaktan veya halkla diyaloğa girmekten korkmaz. Kendini, tarihi veya halkı tekeline almış olarak görmez veya ezilenlerin kurtarıcı olarak da görmez. Ama-kendini tarih içinde ezilenlerin safında dövüşmekle yükümlü tutar.


Paul Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, Ayrıntı Yayınları, 1991, İstanbul, s. 18-19

6 Aralık 2018 Perşembe

Beyaz Zambaklar Ülkesinde

Beyaz Zambaklar Ülkesinde

Bulgarca Çevirinin Önsözü
Dr. Bojkof



1909 ve 1910 yıllarında iki kez Finlandiya’yı ziyaret etme fırsatı buldum. Diğer ülkelerden çok farklı bir görünüme sahip olan Finlandiya’nın konumu çok dikkat çekicidir. İnsanlarının düşünceleri, ruhsal yapıları, dünya görüşleri bizimkinden çok farklıdır. Bu insanları inceleyecek olan biri, onların sanki dünyamıza değil de başka bir gezegene ait olduklarını zanneder. Finliler, insana İncil’de sözü edilen Beyaz Zambaklar’ı hatırlatıyor.

Beyaz Zambaklar Ülkesine dair anılarımı ve izlenimlerimi 1914 yılında Souremenna Misal (Çağdaş Düşünce) dergisinde yayınlamış ve o konuda şunları yazmıştım:
“... Avrupa’nın hiçbir ülkesinde Finlandiya’da olduğu gibi büyük bir kültürel ilerleme yaşanmamıştır. Finlandiya’nın Avrupa’nın en genç ülkelerinden biri olması da ayrıca kayda değerdir. Fin halkı, bir zamanlar Ural boylarından kalkmış, Volga sahillerinden geçmiş, bir süre Bulgarlara komşu olarak yaşamışlardır.

Barışçı bir yapıya sahip olan Finler, kimsenin kendilerine saldırmayacağı, kendilerinin de kimseyi tedirgin etmeyecekleri sakin bir yurt aramışlar ve bugünkü yaşadıkları yeri kendilerine yurt edinmişlerdir. O zamanlar uzak sayılan bu bölgede hiçbir ulus bulunmuyordu. Bugünkü Fin toprakları yüzlerce yıl Rusya ile İsveç arasında doğal bir kale hizmeti görmüştür. Bölgede geniş bataklıklar ve girilmesi zor ormanlar olduğundan ne Ruslar, ne de İsveçliler bu topraklardan ordularını ve ihtiyaç maddelerini geçirememişlerdir.


1808 yılından itibaren Finlandiya bir Rus eyaleti oldu. Bu durum I. Dünya Savaşı’na kadar sürdü. Bu süreçte Finlandiya, Çar I. Alexandr tarafından verilen imtiyazlar nedeniyle kendi içinde bağımsız oldu, yasalarını ve yönetimini kendisi belirleme hakkına kavuştu.

Petrograd ile Vyborg arasındaki uzaklık trenle iki saattir. Petrograd’ta bizzat Fin memurlarının görev yaptığı özel bir tren istasyonu vardır. Bu ilk Fin istasyonundaki özellik bile hemen dikkat çeker. Rusların tren istasyonları genellikle pislik içindedir. Bilet gişelerinde sürekli kargaşa yaşanır. Petrograd’daki Fin istasyonu ise pırıl pırıldır. Orada tam bir sessizlik ve düzen hâkimdir. Her iki ülkeye ait vagonlar arasında bile çok farklılıklar göze çarpmaktadır. Rus vagonları tıpkı bizim vagonlara benziyor. Her yeri tükürük içinde, duvarlar karalanmış ve kir içindedir. Yolcuların kendi aralarında veya kondüktörlerle tartışmaları ve gürültüleri hiç eksilmez. Fin vagonlarında ise Alman trenlerinde olduğu gibi yerler numaralıdır; her yolcu kendi yerinde oturur ve asla yer kavgası yaşanmaz. Kompartımanlarda hiç kimse yüksek sesle konuşmaz sigara ve pipo içmez ve kesinlikle yerlere tükürülmez. Tüm vagonlar örnek alınmaya layık bir temizlik içindedir. Gece seyahat etmek durumunda olan üçüncü mevki yolcuları için bile temiz çarşaf ve yorganların serili olduğu yataklar hazırlanmıştır. Bunlar için cüzi bir ücret ödenir. Kısacası tüm seyahatleriniz boyunca asla rahatsız olmazsınız. Eğer uyumuşsanız, kompartımanda bulunanlar asla yüksek sesle konuşmazlar. Zaten Finler yüksek sesle konuşmayı bilmezler.

Finler’in Helsinki dedikleri Helsingfors’ta, Vipuri dedikleri Vyborg’da ve diğer şehirlerde, cadde ve sokaklar insanlarla doludur. Gruplar halinde veya bir başına gezinen insanlar, tanıdıklarıyla selamlaşır, konuşur ama çevrelerine rahatsızlık vermezler. Caddelerde yüksek sese rastlamak zordur.
İşte yalnız bu durum bile Finlandiya’da Rus medeniyetinin(!) bulunmadığının ilk işaretidir. Polisler bağırmaz, faytoncular asla gürültü çıkarmaz, yolda rastlaşanlar boğazlarını yırtarcasına yüksek sesle düşünce ve duygu alışverişine kalkışmaz. Hiç kimse aklına estiği zaman, dilediği yerde çalgı çalmak ve şarkı söylemek hakkına sahip olduğunu aklından bile geçirmez. Hâlbuki Avrupa’nın birçok ülkesinde örneğin Fransa’da bile gece yaşanan sokak gürültülerinden uyumak zordur.

Beyaz Zambaklar Ülkesi’nin insanları, her şeyden önce başka insanların hak ve özgürlüklerini düşünürler. Orada özgürlüğün değeri büyüktür. Ama bu ülkede özgürlük demek, başkalarını rahatsız etmek demek değildir.

Finlandiya’da seyahat ederken bir yolcu olarak istasyonda iner ve büfeden gönül rahatlığıyla alışveriş yapabilirsiniz. Avrupa trenlerinin yolcuları büfenin ne demek olduğunu iyi bilirler. Oralarda herşey asıl fiyatının birkaç misli fazlasına satılır. Finlandiyada ise en azından benim gördüğüm tren istasyonlarında ve şehir lokantalarında satış yoktur. Büfenin veya lokantanın orta yerine mükemmel bir sofra kurulmuş ve etrafına yemekler dizilmiştir. Raflarda tabaklar, çatal, kaşık ve bıçaklar sıralanmıştır. Her şey masanın üzerinde açıktadır. Yemek servisi yapan, hesap gören garsonlar ve diğer hizmetliler yoktur. Acıkmış bir yolcu sofranın başına geçer, raftan aldığı tabağa beğendiği yemekten dilediği kadar alıp, içeceğini kendi doldurur. Afiyetle doyduktan sonra kasaya giderek yemeğin bedelini öder. Fiyatlar da oldukça ucuzdur. Yerine göre 1 veya 1,5 Mark’tır.

Vyborg’ta, Fince ravintol denilen bir otelde iki hafta kadar kaldım. Ayrılırken hesabı istedim. Otelci kaç gün kaldığımı ve kaç öğün yemek yediğimi hesap pusulasına benim yazmamı isteyince hayretler içinde kalarak istenileni yaptım ve sadece pusulada belirtilen miktarı ödedim.

Finlandiya’da bindiğiniz tramvaylarda biletçi veya kontrolör göremezsiniz. Yolcular ulaşım ücretini bir kutuya atar ve dilediği yere kadar seyahat eder. Bir Fin öğretmeni bana bunun nedenini şöyle izah etti: Eğer halka güvenmeyip de Rusya’da olduğu gibi biletçi veya kontrolcü kullanmak isterseniz, kontrolcuları da kontrol etmek gerekir. Biz kontrolcüye değil, halkımıza inanırız, insana inanırız.

Bir keresinde Grigory Petrov’la birlikte Helsinki’deki Millî Fin Tiyatrosu’na gitmiştik. Tiyatro binası granitten yapılmış görkemli bir binadır. O gece Kitab-ı Mukaddes’in Hâbil ve Kâbil hikâyesini konu edinen bir oyun sahneleniyordu. Ancak Kâbil ile Hâbil’in kişilikleri Kitab-ı Mukaddes’in bize öğrettiğinden çok farklı yorumlanmıştı.

Hâbil, zayıf ruhlu, âciz, miskin, uysal, ürkek, kısacası iradesiz bir kişilik olarak sunuluyordu. O her şeyden korkuyor, herkese boyun eğiyor ve bütün iyilikleri yukarıdan bekliyordu. Hâbil çok sağlam bir ahlâka sahip olmasına rağmen sevimsiz ve sıkıcı bir kişilik örneği sergiliyordu.

Kâbil ise sert yaradılışlı, düşünce ve davranışlarıyla tam bir zalim olarak çıkıyordu karşımıza. O, Hâbil gibi zayıf ve güçsüz bir kardeşin varlığına dayanamıyor, yüreğinin ve iradesinin zayıflığından dolayı kardeşini aşağılıyor. Sonunda dayanamayıp onu öldürüyor. Kâbil, Hâbil’lerle dolu bir cennette yaşamayı reddediyor. Oradan kaçıyor ve yeryüzüne iniyor. Ateşi keşfediyor. Yeni bir yaşam kültürünü oluşturuyor. O uzaklarda olan değil, yanıbaşında bir cennet yaratmak istiyor. Ama bu öyle bir cennet olsun ki, asla kendisine bahşedilmiş bir cennet olmasın. Kendi alınteriyle, kendi emeğiyle kazanılmış bir cennet olsun!..

Bu oyunla Fin ulusunun yeni özelliği ortaya konulmak istenmişti. Kitab-ı Mukaddes’in kendilerine cennet diye sunduğu Asya’dan göç ettikten sonra, bataklıklarla ve ormanlarla dolu bir yeri kendilerine yurt kabul etmişler ve orayı cennete dönüştürmüşler. Gerçekten de önceki dönemlerde bataklık ve ormanlıktan ibaret yaşamdışı bir yer olan “Suomi”[1] Finlerin üstün çabaları sonucunda adeta bir cennet olmuştur.

Bugün Suomlar, bataklık, kayalık ve ormanlıklardan ibaret bir bölgeyi imar edip cennet bahçesine dönüştürmeyi başarmışlardır. Onlar bu cennet bahçelerinde İncil’de sözü edilen Beyaz Zambaklar gibi lekesiz, saf ve masum bir hayat yaşamaktadırlar. Finler’in temiz ahlâklı oluşları yalnızca özel hayatlarında değil, toplumsal yaşantılarında da görülmektedir.
....
Finler, asırlar boyu kimi zaman İsveçlilerin, kimi zaman da Rusların egemenliğinde kalmışlardır. Bu süre zarfında savunma ve diplomasi alanında çaba içinde olmayıp, bütün güçleriyle milli bir Fin kültürü meydana getirmeye çalışmışlardır.

Özellikle okulların ve toplumun eğitiminin gelişme ve ilerlemesi yolunda gayret sarf etmişlerdir. Finlandiya’da ilk öğrenim zorunlu ve parasızdır. Kız ve erkek tüm Fin çocukları ana dillerinde okuma ve yazmayı bilirler.

Her evde mutlaka kütüphane veya kitaplar vardır. Ülke yasaları ve ilköğrenim ders kitapları başucu kitaplarıdır. Ev idaresi, ormancılık ve başlıca geçim kaynaklarıyla ilgili konulardaki kitaplarla birlikte başka yararlı kitapları da okur ve bulundururlar. Önemli yerleşim merkezlerinde inşa edilmiş kütüphaneler halka açıktır. Dileyen herkes hiçbir ücret ve teminat vermek zorunda kalmadan arzu ettiği kitabı kütüphaneden alma ve evinde okuma hakkına sahiptir.

Bunun yanısıra Finlandiya’da kitabevleri de en iyi iş yapan müesseselerdir. 15.000 nüfuslu bir kasaba olan Vyborg’da bile 12 büyük kitapçı vardır. Kitabevlerinin vitrinlerinde sergilenen çeşitli dillerdeki kitapların çokluğu, toplumun oldukça zengin bir kültürel altyapıya sahip oluşunun göstergesidir.
Finlandiya’da hiç kimse içki içmez. 1907 yılında çıkarılan bir yasayla insana sarhoşluk veren her türlü içkinin satılması yasaklanmıştır. Rus hükümeti kendi egemenliği döneminde Finlandiya’da votkanın tüketilmesi amacıyla meyhaneler açtırdı ama yapılmak isteneni anlayan Finler, kesinlikle o meyhanelere adım atmadılar ve bir süre sonra da bu meyhaneler kapanmak zorunda kaldı.
Yine Avrupa uygarlığının kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkan insanlık dışı sokak kadınlarına da bu ülkede rastlamak zordur. Finlandiya’da gerek aile, gerekse okul ve toplum hayatında çok temiz bir ahlâk yer etmiş bulunmaktadır.” [2]

Öyle sanıyorum ki, Beyaz Zambaklar Ülkesine dair bir zamanlar yayınladığım hatıraların bir kısmı Grigory Petrov’un kitabının çevirisine iyi bir sunuş yazısı olabilir. Kültürel alanda bir ulusun ne denli yüksek bir dereceye erişebildiğini hatıralarımda belirtmiştim.

Grigory Petrov ise Finlandiya’da uzun yıllar yaşadığından, Finler’in önceki hâlleriyle sonradan kurdukları yüksek uygarlığa nasıl eriştiklerini görmüş ve bu değişim ve ilerlemeyi kendine özgü sanatlı üslubuyla anlatmıştır.

Bir milletin; kamu kuruluşlarının, okullarının ve askeri kurumlarının birbiriyle işbirliği yaparak ülkeyi kalkındırmak ve yükseltmek için neler yaptıklarını açıkça göstermiştir.
Bu kitapta, özellikle Finlandiya’nın yükselmesi için bazı kişilerin gösterdikleri fedakârlık ve başarılardan söz edilmektedir. Bazı kahraman ruhluların, Fin milletini nasıl kahraman millet hâline getirdikleri çok güzel anlatılmıştır.
Grigory Petrov, bu eserini yazarken Bulgaristan’ın siyasi, toplumsal ve ekonomik yapısını da dikkate alarak kitabını Bulgar gençlerine ithaf etmiştir.
Bu eser, Grigory Petrov’un Rusça yazdığı müsveddelerin doğrudan doğruya tercüme edilmesi suretiyle meydana gelmiştir.

Kaynak: Grigory Petrov, Beyaz Zambaklar Ülkesinde, çev.  Prof. Dr. Ali Haydar Bey, Hayat Yayıncılık, 1998


Notlar
[1] Suomi, Finlandiya’nın Fince adıdır. “Suom” Fin demektir. Finlanda ismi Almanca’dır.

[2] Benim Notum: DK
Bu önsöz yazısında betimlenen dönemin 20. yüzyıl başı olduğunu hatırlatayım. Ayrıca yazar (Dr. Bojkof) salt kendi gözlemlerinden (subjektif) yola çıkarak genelleme yapmıştır. Yazılanları eleştirel süzgeçten geçirerek okumakta fayda var.
Kitabın kendisini (Beyaz Zambaklar Ülkesinde) okumanın yararlı olacağını düşünüyorum.  Kültürel devrim gerçekleştiren bir halkın deneyimini öğrenmek, bakış açımızı geliştirebilir, başka halklardan öğrenmeyi kışkırtabilir ve öğretir de... Yine de söz konusu kitabın 20. yüzyıl başında yazıldığını bu deneyimin günümüzden çok önce gerçekleştiğini şu anda görece başka bir dünyada yaşadığımızı unutmadan bu kitabı okumalıyız kanımca. 

12 Ağustos 2017 Cumartesi

Çocuklara Faşist Propagandanın Bir Yolu: Oyun

Çocuklara Faşist Propagandanın Bir Yolu: Oyun

Milano 1936-37
Faşist propagandanın bir yolu da çocuklara resimli kitaplar hazırlamaktı. 
Bu örnekte görüldüğü gibi,
Habeşistan'ın işgali, propaganda amacıyla; oyun/okuma/yarışma kitabı olarak tasarlanmış.


Sağ tarafı üstte, hikayeye buradan başlanıyor.

Aşağıda sol tarafı üstte

Resimler aşağıdaki öyküyle bağlantılı.

ayrıntılı bilgi için bkz.
http://www.cartesio-episteme.net/calcio/santagostino/santagostino.htm

19 Ağustos 2016 Cuma

Kabuk Adam

Kabuk Adam

Aslı Erdoğan

[Giriş]*


Bazen insana hiçbir şey hatırlamak kadar acı veremez, özellikle de mutluluğu hatırlamak kadar. Unutamamak. Belleğin kaçınılmaz
intikamı. Herhangi bir iz taşınıyorsa eğer, bu bir zamanlar bir yara açıldığındandır.

Yaşadığımız anları dondurup cümlelere dökme çabası, çiçekleri kurutup kitap yaprakları arasında ölümsüzleştirmeye benzer. Hepimizin çoktan öğrendiği gibi, bir öykü, gerçekten yaşanmış da olsa, gerçekliği yansıtmaktan çok uzaktır, onun birkaç resminden, simgesinden oluşmuştur. Az sonra başlayacağım, Karayipler'de geçen o korkunç öyküyü yaşamış kişi benim. Oysa biliyorum ki, son noktayı koyduğumda, elimde bulacağım, gerçeğin tortusundan ibaret olacak. Yaşadıklarım, o her biri elmas değerindeki anlar su damlaları gibi kayıp gitti avcumdan. Gerçekliğin sonsuz okyanusundan tek bir deniz kabuğu kaldı geriye. Ona kulağımı dayayarak sonsuz bir şarkıyı sözcüklere dökmeye çalışacağım. Anlayabildiğim, yorumlayabildiğim kadarını elbette.


Size Kabuk Adam'ın öyküsünü anlatacağım, tropik bir adayı, cinayet ve işkencenin, şiddetin bataklığında filizlenen bir aşkı, içinde yetiştiği toprak kadar acı dolu bir aşkı anlatacağım. Çıldırtıcı gücünü, sonuna dek yaşanmayan arzulardan, en gizli hayallerden alan bir tutkuyu, ölümle yaşamın sınırında kurulan mucizevi bir dostluğu ve bütün yıkımların nedeni olan korkuyu, insanın en temel özelliği olan korkusunu, alçaklığını, umutsuz yalnızlığını. ..

Tropiklerde, o gözden ırak adada öğrendim ki, cennetle cehennem iç içedir, ancak bir katil bir peygamber olabilir ve insan bir başkasına, aynı karabüyü ayinlerindeki gibi, dönüşebilir, çünkü insanın tam zıddı gene kendisidir.


Aradan bir yıla yakın bir zaman geçti. İstanbul'da, karlı bir mart akşamı, sobanın yanına oturmuş, tropiklerin bunaltıcı sıcağını, palmiyelerin durmak bilmeyen hüzünlü danslarını ve okyanusu düşlüyorum. Mercan kayalıklarını binlerce yıllık bir öfkeyle döven hırçın okyanus. Hayatımda ilk kez görüyordum onu, görkemliydi, ulaşılmazdı, bulabileceğim bütün imgelerden çok

daha büyüktü. Yaşamın olduğu kadar sonsuzluğun da kaynağıydı. Bir peygamberdi o, bir katil, bir karabüyücü. İşte, ancak o zaman, okyanusu hatırladığımda, Kabuk Adam Tony de gözlerimin önünde beliriyor. Kısacık boyu, derin yara izleri ve kapkara gözleriyle Kabuk Adam. Sonra hepsi, yavaşça geri geliyor; palmiyelerle kaplı kumsal; gettonun girişindeki tahta iskelesi, deniz kabukları, hindistancevizi ağaçlı buruna yolculuk, beni kendimden dışarı çıkarıp, yasak bir dünyaya, bir başka insana taşıyan
yolculuk. Ölüm, korku, dehşet, arzu, yağmurlar, dans, siyah sular, cinayet, gece bulutu, arzu. Ve aşk. Ve yitirmek. Bir gece yarısı, kamp ateşinin solgun ışığında parıldayan bıçak.

Bana okyanusun şarkısını öğreten Kabuk Adam, öylesine derin, yırtıcı ve gerçekdışı bir aşkla sevdiğim Kabuk Adam Tony.


Tony'yi tanıdığım yaz, hemen hemen bitmiş bir insandım. Yaklaşık iki yıldır, Avrupa'nın en büyük nükleer fizik laboratuvarında çalışıyordum. Meslektaşlarıma, akrabalarıma, Türkiye'deki dostlarıma göre (aslında tek bir dostum bile yoktu) övünülecek bir konumdaydım. En iyi okulların diplomalarım kağıt peçeteler gibi üst üste yığmış, böylesine genç bir yaşta, yirmi beş yaşındaydım, bu dev laboratuvarda tez olanağı elde eden ilk Türk öğrencilerden biri olmayı başarmıştım. Üstelik de bu alandaki kadın fizikçilerin oranı yüzde beşi bile zar zor buluyordu. Uzun yıllar baleyle uğraştığım, kısa ömürlü edebiyat dergilerinde öyküler yayımlatıp, ödüller kazandığım için "çok yönlü" diye tanımlanırdım.


Sonuçta, insanlara pazarlayabileceğim birkaç özelliği, birkaç kurumsal başarıyı, gene kağıt peçeteler gibi diyeceğim, üst üste koymuştum. Oysa gerçekte ben, bunalımdan bir türlü kurtulamayan,

hiçbir düşünceye, inanca ya da insana bağlanamayan, sürekli huzursuz, karamsar ve yapayalnız biriydim. Yaşama coşkumu çoktan kaybetmiş, belki de hiç kazanamamıştım. Bana kalırsa, kişisel tarihimin tek bir teması vardı; hayal kırıklığı. Ağır aile baskısı ve şiddetle dolu geçen çocukluk yıllarım, dünyayı, acı çekenler ve çektirenlerin bulunduğu bir savaş alanı gibi algılamama neden olmuştu ve sanırım haklıydım da. Emekleme çağımdan beri, sadece zeki ve başarılı olduğum sürece sevgi - ya da "sevgi" diye adlandırılan bir şeyi göreceğimi öğretmişlerdi bana, ama hiç kimse, sevmeyi nasıl başaracağımı öğretmemişti. Hayatıma girenler de, bir yandan beni pohpohlarken, bir yandan da burnumu alabildiğine sürtmeyi görev edinmişlerdi. (Sonraları bunun, erkeklerin kadınlara karşı genel bir tavrı olduğuna karar verdim.) Daha bu yaşta, sinirli insanların, ömürlerinin ortasında edindikleri
kolit, ülser, astım gibi hastalıkların tümüne sahiptim.

Hepsinden önemlisi, ölüme hazırlanan yaşlı bir kadın kadar umutsuz ve kırgındım.


Bu araştırma merkezi, beni çökerten son darbe olmuştu, içten içe çürümüş bir ağacı deviren fırtına gibi. Böyle bir yere kabul edilmenin boş gururu kısa zamanda aşınmış, kaskatı gerçeklikle yüzleşmek zorunda kalmıştım. Burası, fizikçi jargonunda denildiği gibi, bir gettoydu ya da bir manastır. Bizden

istenen üç şey vardı: Çalışmak, çalışmak, çalışmak. Hastalanmadan, üzülmeden, bunalıma girmeden, aşık olmadan, hiç teklemeyen bir jet motoru gibi çalışmak. Haftanın yedi günü, günde on dört, deneyler başladığında on altı, saat çalışmak; bir sonraki toplantıya, yetiştirilmesi ve kesinlikle hatasız olması gereken raporlar, yerin yüz metre altında, küçük, kapalı odalarda tutulan vardiya nöbetleri, bilgisayarın başında çabucak biten geceler. Aldığım eğitim sonucu çalışmaya, kendimi işime adamaya alışıktım, ama burada, en tembellerden ve kaytarıcılardan biri olup çıkmıştım. Ne kadar istesem de -istemiyordum da- o Çin'den, Japonya'dan, Hindistan'dan gelmiş, sürekli, hiç yorulmadan çalışan, bilgisayar ekranından yalnızca üç-beş saatlik bir uyku için ayrılan, hırslı, "süper-zeka" doktora
öğrencileri gibi olamazdım. Çünkü yaşamaya katlanabilmenin bazı koşulları vardı: Okumak, öykü yazmak, arada bir dans  etmek, sokaklarda başıboş dolaşmak gibi. Bunların bedeli de
çok pahalıydı, maaşım kesilmiş, kariyerim bitme noktasına yaklaşmıştı.

Böyle bir yerde yıllarca tutunabilmek için, insanın bir tutkusunun, işi dışında herhangi bir bağlılığının olmaması, kendi benliğini gözden çıkarmayı, bedenini dışlamayı, duygularının çoğunu bastırmayı öğrenmesi gerekir. Laboratuvardaki herkes, şu ya da bu biçimde korkunç bir yalnızlığı ve ruhsal çöküntüyü dışa vuruyordu; bir hapishanede olduğu gibi, görünmeyen, çok güçlü kurallar insan ilişkilerini yönlendiriyordu. Gözü dönmüş bir hırs, ispiyonculuk, paranoya, katı duygusuzluk, depresyon, cinsel doyumsuzluk, yaygın bir alkol alışkanlığı, hatta şizofreni; işte böylesine kokuşmuş bir ortam. İnsanlığın en üretken ama  aynı zamanda insana karşı en duyarsız kurumundaydım ve yanlış toprağa ekilmiş bir bitki gibi hızla kuruyordum.


Tek arkadaşım olan Maya, şöyle özetlerdi koşulları: "Burası, en yakın dostunuz kafasına bir silah dayadığında, başınızı çevirip bakacak zamanı, gücü, hatta isteği bile bulamayacağınız bir yerdir." Ben de şöyle eklerdim: "Zaten dostunuz da yoktur." Aslında biz, ikimiz, çok şanslıydık, çünkü o koşullar için olağanüstü bir dostluk kurmayı ve yaşatmayı başarmıştık. Maya bu çılgın, delidolu kız, Yunan'dı, gerçek bir Yunan hem de. Homeros, Yunan trajedileri; Kavafis ve o şarap renkli deniz vardı iri,

depderin gözlerinde. İlyada'dan, Macbeth'den, Ömer Hayyam'dan dizeler okurdu ezbere; üç dili su gibi konuşur ve bu üç dilde, inanılmaz güzellikte şiirler yazardı. Çok zeki ve duyarlıydı, bu iki özelliğin bir kadında birleşmesi, onu çoğu zaman felakete götürür. Maya da yıllardır "manik-depresif' olduğu gerekçesiyle tedavi görüyordu. Benim gibi eski bir balerin, yetenekli bir amatör ressamdı. Fiziği, şiiri, dansı, sevişmeyi, içkiyi, kedisini, birlikte olduğu erkekleri çılgıncasına, tutkuyla, ölesiye severdi.

Laboratuvardaki ilk yazımın sonlarına doğru, bir pazar akşamı, elimde Nabokov'un "YEİS"iyle ofisinin önünden geçiyordum. Aynı koridorda çalışıyorduk; gece gündüz bilgisayara bakan bu kapkara, hüzünlü gözler ve düşünceli yüz çoktan ilgimi çekmişti. Onu bir tanrıça heykeline benzetirdim o zamanlar; hep oturan ve düşünen, geniş kalçalı, doğurgan bir tanrıça. Sürekli çalışması, kendisine uyguladığı katı disiplin, keskin hatlı Grek yüzünün ödün vermeyen ciddiliği beni korkuturdu, kapısının

önünden sessizce geçmekle yetinirdim. O akşam, birkaç saniyeliğine gözünü ekrandan ayırmış, gülümseyerek beni içeri davet etmişti. "Aa, Nabokov mu okuyorsun?" Uzun uzun edebiyattan
söz etmiştik; Lolita, on dokuzuncu yüzyıl Rus romanı, kadın yazarlar ... Şimdiye dek, edebiyatla bu kadar ilgilenen bir başka fizikçi daha tanımamıştım, ama sanırım daha ilk günden, ondaki edebiyat sevgısının açığa çıkardığı çok önemli, temel özellikleri sezmiştim. Bir hafta sonra -artık her gün ofisine uğruyor ve günümün biricik mutlu dakikalarını orada geçiriyordum- bana üç yıl önce, iki bardak su ve altmış tane mor renkli uyku hapıyla kendini öldürmeyi denediğini anlattı. Hemen ardından da, yerinden fırlayıp dosyalarını toparladı ve bir toplantıya yetişmek üzere çabucak çıktı; beni sandalyeme mıhlanmış, gözlerim yaşlarla dolu bir halde bırakarak. Ertesi akşam, ben de ona benzer bir deneyimden geçtiğimi söyleyince, bir daha hiç ayrılmamacasına kenetlendiğimizi biliyorduk; trajik bir mucizenin birleştirdiği Siyam ikizleri gibi. Kısa zamanda, birbirimizin desteği olmadan, hayatımıza katlanamaz duruma geldik; depresyon kış yağmurları gibi bastırdığında, terk edildiğimizde,  aşağılandığımızda, bizi kobra yılanı gibi izleyen intihar düşüncesi kafasını kaldırdığında, hep birbirimizi kurtarıyorduk. Bir yandan cezaevi ya da askerlik arkadaşlıklarına benziyordu ilişkimiz, ancak bu tür dostluklarda görülebilecek fedakarlıkları içeriyordu, ama aynı zamanda ortak geçmişlerin, ortak acıların, ortak ruhların kesişmesiydi. Bazen birbirimizi yansıtan iki ayna oluyorduk, bazen birbirimizi bütünlüyor, bazen de kendi gücümüzün son kırıntılarını ötekine aktararak sağ kalmayı başarıyorduk. "İçtikleri su ayrı gitmeyen Türk ile Yunan"ın ünü laboratuvara yayılmıştı; eminim ki, o erkek-egemen bilim dünyasının maço fizikçileri, bizi lezbiyen sanıyorlardı.

Karayipler'de, St. Croix adındaki küçük adada -Amerika'ya ait Virgin (Bakire) Adaları'ndan biridir bu- yapılacak Yüksek Enerji Fiziği seminerlerine, Maya kabul edilmemiş olsaydı başvurmazdım herhalde. NATO'nun finanse ettiği bu yaz okulunda, fizik dünyasının önde gelenlerinin ders vermesi umurumda

bile değildi. Karayipler'e bedava uçak bileti ve bedava otele tav olmuştum daha çok; benim gibi yoksul bir Türk'ün eline,  böyle bir fırsat hayatta bir kez geçerdi. Bunun bir tatil olmadığı, yönetici profesörün işi çok sıkı tutup günde en azından sekiz saatlik bir çalışmayı şart koştuğu konusunda uyarılmıştım gerçi. Zaten fizikçileri yeterince tanıyor ve beni bekleyen ortamı kolayca tahmin edebiliyordum. Gölgede otuz beş derecede, okyanusun kıyısında fizik problemleri çözen, fizikten başka bir şey  görmeyen, düşünmeyen, konuşmayan, tatsız tuzsuz, renksiz insanlar. Gene de Karayipler beni büyülüyor, sayısız gizemi çağrıştırıyordu. İspanyolların, altınlarını yağmalamak için yok
ettikleri o soylu halkın, Karayip Kızılderililerinin adını (onlardan geriye yalnızca bu ad kaldı; bu da yok oluşlarının en trajik yönü) taşıyan binlerce, on binlerce ada. Takımadalar, mercanadaları, okyanusun ortasında noktacıklar. Kölelikten kaçıp dağlara sığınan, gizli mağaralarda kasava zehiriyle toplu halde intihar eden Arawak kabilesi, onların madenlerdeki, plantasyonlardaki yazgılarını tamamlamak için anayurtlarından koparılan Afrikalılar; okyanusun üzerine bir utanç bulutu gibi yayılan kamçı sesleri, çığlıklar, ağıtlar; ayaklanmalar, köle direnişleri, cinayetler, savaşlar, korsanlar, sömürge cezaevleri (Şeytan ve Cüzzamlılar Adası!); Küba Devrimi; karabüyü ayinleri, voodoo ve obeah; Jamaika, samba, kalipso ve siyah isyanın müziği reggae. Kızıl ve kara insan, ilk kez bu topraklarda, beyaz insanın acımasız açgözlülüğüyle karşılaşmış ve savaşmıştı. Yüzlerce yıllık bir kin ve acıdan, özgün, melez ve çok zengin bir kültür doğmuştu. Kızılderililerin onurunu ve cesaretini, Afrikalıların yaşama bağlılığını ve direncini, Avrupalıların hırsını harmanlayan bir kültür. St. Croix, bu, alanı birkaç yüz  ilometrekareyi ancak bulan ada, tarihin ilk Kızılderili-Beyaz savaşının olduğu yerdi. Kolomb'un hepsi de birer vahşi yağmacı olan yorgun "fatihleri", "Yeni Dünya"ya ilk kez burada, Oklar Körfezi'nde ayak basmıştı. St. Croix'nın hemen yanındaki St. Thomas ise, adı bile bilinmeyen bir zenci Spartaküs'ün komutasında, onlarca yıl Avrupalı köle sahiplerine direnmişti. İsimlerini İncil'deki on bin şehit bakireden alan bu adaların her biri, unutulmuş, dahası hiçbir yazılı metne geçmemiş kahramanlıklar ve trajedilerle 
doluydu. (Çünkü buralarda yazılı tarih Beyaz Adam'm tarihidir.) Atlanta' dan kalkan uçağa bindiğimde bunları düşünüyordum

işte; ellerinde fizik kitapları bulunan, gözlüklü, sakallı, o çok yakından tanıdığım insanlar yanıma oturduğunda, fizikçi olduğuma ilişkin hiçbir ipucu vermedim. Cabrera Infante'nin Küba üzerine bir kitabını okumaya çalışıyordum, ama tropiklere, öykülerin geçtiği topraklara o anda gidiyor olmanın coşkusuyla  içim kıpır kıpırdı. Porto Riko'dan aktarma yapan uçak, "normal" yolcularının çoğunu boşaltmış, hemen hemen tamamen fizikçilerle dolmuştu. Bu son gelen grupta hasır şapkalı,

güneş gözlüklü Maya da vardı. Bir şaşkınlık çığlığıyla karşılamıştı beni; o doğruca Avrupa'dan gelmişti, bense bir haftadır New York'ta serserilik etmekteydim. Bilet numaralarına aldırmadan yanına geçtim.
"Cennete gidiyoruz, cennete," dedi coşkuyla, uçak tam inmek üzereyken.
"Evet, ama bu simüle edilmiş bir cennet," diye yanıtladım, somurtarak.
Yüksek Enerji Fiziği bilmeyenlerin tam anlamayacağı, "profesyonel" bir espriydi bu. Bizim işimizin çoğu simülasyondur, yani henüz gerçekleşmemiş, belki de hiç gerçekleşmeyecek deneylerin koşullarım bilgisayara yükleyip var olan (ya da olmayan) parçacıkların, bu koşullarda nasıl davranacaklarını saptamaya çalışırız.
"Ne olursa olsun, ben serseriliği sürdürmeye kararlıyım," diye ekledim.
Dediğimi de yaptım aslında; bu yapay cennette, gecikmiş bir kaşif ruhuyla, pek de ciddiye almadığım bir serseriliği simüle edeyim derken, gerçeğin en dibine yuvarlandım.
***

*Giriş olarak düşündüğüm bölümü alıntıladım. Başlığı ben koydum. 


 Everest Yayınları, 2013/7, s. 1-8




ASLI ERDOĞAN
Kitapları İngilizceden Arapçaya pek çok dile çevrildi, tiyatroya, dans tiyatrosuna ve baleye uyarlandı, Serra Yılmaz tarafından Milan La Scala'da seslendirildi. "MAHPUS" adlı öyküsü Fransa'da filme dönüşmekte. Sait Faik, Yunus Nadi, Dünya Yılın Kitabı ödülü ("Hayatın Sessizliğinde"). Deutsche Welle gibi ödüllerin yanı sıra pek çok burs kazandı, 2012'de Zürih Şehir Yazarı seçildi, Norveç Lillehammer Edebiyat Festivali'nin ana konuşmasını yaptı (2011 ). 

Fransız Lire dergisi tarafından 'Geleceğe Kalacak 50 yazar' arasında gösterilen Aslı Erdoğan'ın yapıtları birer 'çağdaş klasik' olarak nitelendirildi.
Le Monde, Frankfurter Allgemeine Zeitung, Neue Zürcher Zeitung, die Welt, der Freitag, die Presse, der Tagesspiegel gibi gazetelerde ve Lire, die Berliner Literaturkritik gibi başlıca edebiyat dergilerinde Aslı Erdoğan'ın yapıtları üzerine yüzden fazla çalışma, makale ve söyleşi, Ingo Arend, Ruth Klüger, Barbara Frischmuth gibi önemli yazarların değerlendirmeleri yayımlandı. Mucizevi Mandarin İsveç'te yılın kitapları arasına seçildi, La Libre Belgique, yazarı Antonin Artaud ve Malcolm Löwry ile kıyaslarken, Norveç Aftenposten gazetesi şu cümleyle değerlendirdi. "Joyce ve Dublin, Kafka ile Prag nasıl birbirinden ayrılamazsa, bundan böyle Aslı Erdoğan ve Rio da birbirine aynı kopmaz bağlarla bağlanacak."

Yazarın Sait Faik ödüllü son kitabı Taş Bina ve Diğerleri önümüzdeki aylarda İsveç, Norveç ve Fransa'da yayımlanacak.

Everest Yayınlarındaki kitapları: Hayatın Sessizliğinde, Kabuk Adam, Mucizevi Mandarin, Bir Kez Daha, Kırmızı Pelerinli Kent, Bir Delinin Güncesi, Taş Bina ve Diğerleri

6 Haziran 2016 Pazartesi

Nihal Atsız’ın Eğitimle İlgili Önerileri

Nihal Atsız’ın Eğitimle İlgili Önerileri



Bence Türk gençliğinin kahraman yetiştirmek için maarifte bazı değişiklik yapmak lazımdır. Fikrimce bunların ana çizgileri şunlardır:

1- İlkokullardan başlayarak yüksek tahsil müstesna olmak üzere bütün okullardan muhtelif tedrisatı kaldırmalıyız küçük sınıflarda kız ekseriyeti arasında kalan bazı erkek çocukların erkeklik ruhlarını kaybettikleri ve kısmen avareleştikleri muhakkaktır.

2- İlkokulların programları bizim talebelik zamanımızda olduğu gibi olgunlaştırılmalı, ikinci sınıfta başlayarak her yıl biraz daha mufassal olmak üzere Türk tarihi ve grameri gösterilmelidir.

3- İlkokul talebesine verilen sınırsız hürriyet derhal kaldırılacak çocuk sıkı bir disiplin muhiti içine alınmalıve hayatta disiplin denilen bir şeyin varolduğunu daha pek küçükken idrak etmelidir.

4- Ceza bütün şiddetiyle okullara girmeli ve kötü aile muhitlerinde yetişen veya şahsen fenalığa istidatı olan çocuklar yaptıkları hareketlerin mukabelesiz kalmadığını görmeli ve iyi çocukların da bozulmasının önüne geçilmelidir.



5- İyilerin ahlakını bozacak kabiliyette olanlar derhal okullardan çıkartılmalı ve bir kişi kazanmak için 40 kişinin önünden fena örnek bulunmasının önüne geçilmelidir.

6- Bütün oyunlar, ders kitapları, vazifeler, kahramanlar, Türkçülük, fedakarlık aşılayacak şekilde olmalıdır.

7- Kadın öğretmenler erkek talebeye ders vermemelidir. Bütün öğretmenler sade kılıkları ile talebeye örnek olmalıdır. Boyalı veya bob-stilhocalar derhal meslekten uzaklaştırılmalıdır.

8- Ortaokullarda askerlik dersi nazari ve ameli olarak çoğaltılmalıve ciddi tutulmalıdır. Talebe askeri kanunlara ve cezalara tabi olmalıve mektep üniformasını giymeğe mecbur edilmelidir. Ortaokullara girerken kendisinden ortaokul usullerine tabi olacağına dair imza alınarak söz ve mesuliyet ne demek olduğu kendisine anlatmalı ve nizamata aykırı gidenler tahsilden men edilmelidir.

9- Gramer, Türk tarihi, Türk coğrafyası, yurt bilgisi dersleri ortaokulun her üç sınıfına biraz daha genişletilmek üzere gösterilmelidir. Tekrar edilen derslerin ne kadar iyi öğrenildiği malumdur.

10- Ortaokulda milli sporlar başlamalı, kılıç, güreş, cirit gibi ananevi sporlar, yüzücülük, kürekçilik vesaire gibi savaşa yardımcı sporlar birinci mevkii tutulmalıdır.

11- Askerlik dersler ile sporlar en mühim dersler haline gelip her birinden ayrı not verme usulü konulmalı, gösteriş izciliği, caka resmi geçitleri kaldırarak yerine hakiki ve sert askerlik konulmalıdır.

12- Ortaokullarda hiçbir faydası görülmeyen, boşuna zaman, emek ve para harcamaktan başka bir şeye yaramayan ecnebi dili dersleri tamamen kaldırılarak bunun yerine askerlik ve spor dersleri konulmalıdır.

13- Lisenin ilk sınıfından itibaren edebiyat ve fen kolları ayrılarak yalnız bir tarafa istidatı olan pek çok değerli talebemizin parlak istidatlarının körleşmesinin önüne geçilmelidir.

14- Gramer ve yurt bilgisi dersleri bilhassa liselerde devam ederek talebenin kendi dilini ve memleketin kanunlarını kavraması temin edilmelidir. Geçen yıl liselerde okutulan gramer derslerinden benim aldığım iyi netice gramerin muhakkak liselerde de okutulması lüzumunu bana ispat etti. Böylelikle ilkokuldan itibaren gramer okumuş talebe liseyi bitirirken kendi diline tamamen hakim olacak ve artık memlekette “kuyu sokak, nur apartmanı” diyecek edebiyat öğretmenleri ve dil mütehassısları kalmayacaktır.


15- Askerlik ve spor liselerde daha sıkı olarak devam etmeli ve talebeler silahla toplu bir halde talime, hakiki süngü ve kılıçlarla hakiki mübarezeler yapmağa alışmalıdır. Zarar yok, aralarında tehlikeli yara olanlar bulunsun... Bu yaralar sinemaların, baloların yaptığı tahribat kadar zararlı değil; talebeyi tehlikeli azımsamağa alıştırmak bakımından faydalıdır.

16- Ortaokul ve liselerden en ufak ahlaki ve zaaf tartla ceza görmeli ve bu talebeler başka hiçbir okula alınmamalıdır.

17- Talebenin başına daima otoriter, seciyeli ve Türk öğretmenler getirilmelidir. Bizim talebemiz hatta kız talebemiz, gayri Türk öğretmenlere tahammül edememektedir.

18- Okullar birer kışla haline gelmeli, hatta liselerin müdürleri yüksek rütbeli subaylardan olmalıdır.

19- Okullar birbiri ile futbol gibi manasız ve voleybol gibi kadınca müsabakalar değil, askeri ve milli müsabakalar yapmalı. Türk kılıcı, okçuluk gibi milli sporlarımız ihya olunarak liselere sokulmalıdır. Bir stadyumda iki okulu temsil eden 22 gencin lastik top ardında koşması ile iki okulu temsil eden 200 gencin başlarında tulgalar, göğüslerinde zırhlar olduğu halde, hakiki kılıçlar veya süngüler çarpışmaları arasındaki farkı düşünün.

20- Bütün okul kitapları mütehassıs ve fedakar öğretenlere, milli ve askeri ruh göz önüne alınmak şartı ile  yeniden yazdırılmalı ve öğretmenler bu işin şerefi ile kanarak maddi kazanç beklememelidir.

21- Liselilerin fen kollarında laboratuar çalışmaları arttırılmalı ve talebe yurt için yaratıcılık kabiliyeti daha bu sıralarda inkişaf ettirilmelidir.

22- Askerlik ve spor derslerinde liyakat gösterenler için eski ananelerimizde olduğu gibi alplık ve batırlık unvanları, bilgide başarı gösterenler için bilgelik ve danışmanlık unvanları ihdas olunarak hakkaniyet dairesinde talebelere verilmeli, sıkı mücazat olduğu gibi büyük mükafatlar da bulunmalıdır.

***

Böyle sıkı şartlarla okullarımızda yeni bir ruh yaratmazsak yüksek kabiliyetli gençlerden ve kahramanlardan ümidimizi kesmeliyiz. 

Yazının başı için bkz 
http://kaynaklarlatarih.blogspot.com.tr/2015/12/turk-gencligi-nasl-yetismelidir.html

Çınaraltı dergisi, 21 Mart 1942, sayı:35 (?)