Platon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Platon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Nisan 2016 Perşembe

Atlantis: Kritias Diyalogunda

Atlantis: Kritias Diyalogunda

Platon

Konuşanlar: Timaios, Kritias, Sokrates, Hermokrates

Hayali Atlantis Adasının çizimi. 
https://www.tes.com/lessons/tDoC1ZPIBUaNBQ/atlantis-island
[....]
Kritias - ...

Gerçekten vaktiyle rahiplerin anlattığı, Solon'un da buraya getirdiği şeyleri iyice hatırlayabilir, size de anlatabilirsem, beni dinleyenlerin vazifemi başardığıma karar vereceklerinden emin olabilirim. İşte ben de daha fazla gecikmeden böyle davranacağım.

Her şeyden önce şunu aklımıza getirelim ki, Herakales'in sütunlarının[1] iç tarafında yaşayan kavimlerle dışında yaşayanlar arasında ki savaşın üzerinden dokuz bin yıl geçtiği söyleniyor. 
İşte şimdi size uzun uzadıya bu savaşı anlatacağım. Bu yanda komutayı elinde tutan, savaşın ağırlığını başından sonuna kadar çeken, bizim şehirmiş. Öte yandan da savaşı idare edenler Atlantis adasının krallarıymış. O ada ki, söylendiğimiz gibi, Libya’dan Asya’dan daha büyük olduğu halde, yer depremleri sonunda suya gömülerek, buradan açık denize çıkmak isteyen gemilerin gelmesine engel bir balçık yığınından ibaret kalmış. O zamanlarda yaşayan birçok barbar kavimlere ve bütün Hellen soylarına gelince, onları da sırası geldikçe tanıtacağım; ama önce o zamanki Atinalıları, savaşmak zorunda kaldıkları düşmanları tanıtmak, bunların kuvvetlerini, idare şekillerini anlatmak gerek. Bu işe kendi ilimizi ele alarak başlayalım.

Vaktiyle tanrılar bütün dünyayı kavgasız ve gürültüsüz bir şekilde kendi aralarında paylaşmışlardı. ...

Bu adaletli paylaşımda her bir tanrı kendi hoşuna giden payı aldıktan sonra buraya yerleşmişlerdi. Yerleştikten sonra da kendi mallarını, kendi yetiştirmeleri olan bizleri, çoban nasıl sürülerini beslerse öyle beslediler. ...

Baba bir kardeş oldukları için, aynı babadan aynı tabiatı almış olan, aynı bilgi ve sanat sevgisini paylaşan Hephaistos ve Athena, ortak pay olarak bu yerleri aldılar. Burası erdemle, düşünce için yaratılmış bir yer olduğu için, ona öz mallarıymış gibi sahip oldular. Burada iyi insanlar yaratarak, onlara idare yöntemlerini öğrettiler. ...


[....] [Burada Eski Atina'yı anlatıyor. Bu bölüme yer verilmemiştir. s:13-18]


[Sonra aşağıda yer aldığı şekliyle Atlantis'i anlatıyor. Eksiksiz alınmıştır. s: 19-31]


Bakınız bu uzun hikaye aşağı yukarı nasıl başlıyordu.  Tanrıların kendi aralarındaki toprak seçiminden 'konuşurken, bütün dünyayı küçük büyük parçalara ayırdıklarını, kendi adlarına tapınaklar kurup kurbanlar kesilmesini  adet haline getirdiklerini daha önce söylemiştik. İşte Poseidon da böylece payına düşen Atlantis adasının şimdi size söyleyeceğim bir yerine, ölümlü bir kadından olan çocuklarını yerleştirdi. Denize bakan tarafta, adanın ortasında, boydan boya bir ova uzanıyordu, bu ova bütün ovaların en güzeli, en verimlisi olarak biliniyordu. Ortalarında aşağı yukarı elli stadion[9] uzaklıkta, her yanı orta yükseklikte bir dağ görülüyordu. Bu dağda o kökü topraktan gelme adamlardan biri oturuyordu. Adı Euenor'du, Leukippe adındaki karısıyla yaşıyordu. Bir tek kız çocukları oldu. Kleito gelinlik çağına varınca annesiyle babası öldüler. 


Poseidon bu kızı çok beğendiğinden onunla birleşti, kızın oturduğu tepenin etrafını bir sıra denizden, bir sıra karadan yapılmış ve en büyükleri en küçüklerini içine alan, halkalarla çevirerek ayırdı. Bu halkalardan ikisini denizden, üçünü de karadan vücuda getirdi ve onlara adanın ortasından başlayarak, her taraftan aynı uzaklıkta bir daire şekli verdi; böylece oralara insanların ayak basmasına imkan bırakmamış oluyordu, çünkü o zamanlarda gemiden de gemicilikten de kimsenin haberi yoktu. Ortadaki adayı kendi eliyle güzelleştirdi, bir tanrı olduğu için bunda hiç de zorluk çekmedi. Topraktan biri soğuk, biri sıcak, iki kaynak çıkardı, çeşit çeşit, bol bol yiyecekler yetiştirdi. Beş kere ikiz erkek çocukları oldu, onları büyüttü ve Atlantis adasını on parçaya ayırarak İkizlerden önce doğana anasının eviyle dolaylarındaki toprak parçasını verdi; bu en geniş, eniyi toprak parçasıydı; onu bütün kardeşlerinin üstüne kral olarak getirdi. Ötekilere de idare edecek birçok adam, geniş topraklar bağışlayarak, birer hükümdarlık verdi. Hepsine birer ad taktı. En yaşlıları, Kral Atlas adını aldı; bütün ada ile Atlantikon denilen deniz, adlarını bu ilk kraldan aldılar. 


Kendisinden sonra doğan kardeşinin payına adanın Herakles sütunları tarafından, bugün orada Gadeiros ülkesi denen yere doğru uzanan ucu düşmüştü. Bu hükümdarın adı Hellenlerce Eumelos, yerlilerin dilinde de Gadiros'tu; bu yere verilen ad da herhalde bundan gelmiş olmalı. Poseidon ikinci ikizlerden birine Ampheres, ötekine Evaimon adını verdi. Üçüncü ikizlerden ilk doğan Mneseus, arkasından gelen de Autokhthon adlarını aldılar. Dördüncü ikizlerden ilk dünyaya gelene Elasippos, ikinciye Mestor; beşinci ikizlerden birincisine Azaes, ikincisine de Diaprepes adları verildi. Poseidon'un bütün bu oğulları ve onların çocukarı birçok nesiller boyunca bu memlekette yaşadılar. Daha önce de söylediğim gibi onlar, okyanusun daha birçok adaları üzerinde de hüküm sürüyorlar, ayrıca egemenliklerini bu tarafa, boğazın içlerine, Aigyptos ile Tynhenia'ya kadar yürütüyorlardı.


Atlasların soyu git gide çoğaldı ve egemenliğin şerefini korudu, içlerinden hep en yaşlıları kral oluyordu. Krallık her zaman çocukların en büyüğüne kaldığından, krallıkları nesillerce sürdü. Kendilerinden önce hiçbir kral soyunda görülmeyen, kendilerinden sonra da kolay kolay görülemeyecek olan pek büyük zenginlikler topladılar. Kendi şehirlerinin bütün kaynaklarından faydalandıkları gibi, bütün adanın kaynaklarından da faydalanıyorlardı. Yayılmış olan kuvvetlerinden ötürü, birçok şeyleri dışarıdan alıyorlar, fakat yaşayışları için gerekli olan şeylerin çoğunu kendi adalarında elde ediyorlardı. En başta, ocaklardan çıkarılan, eritilebilen yahut eritilemeyen bütün madenler ve en çok, bugün ancak adı kalan, ama o zamanlar kendi de bilinen bir çeşit maden geliyordu. Adanın birçok yerlerinde çıkarılan oreikhalkon[10] adındaki bu maden, o zaman bilinen madenlerin, altından sonra en değerlisiydi. Bunun gibi ada, dülgerlerin işine yarayan ve ormandan çıkan her şeyi de bol bol yetiştiriyordu. Ada hem de ev ve yaban hayvanlarını yeterince besliyordu. Hatta fil cinsine bile orada bol bol rastlanıyordu; çünkü ada, yalnız bataklıkların, göllerin ve ırmakların kenarında, yahut dağlarda, ovalarda otlayan bütün öteki hayvanlara değil, yaratılışta hayvanların en büyüğü, en doymak bilmeyeni file de bol otlaklar sağlıyordu. Bundan başka, şimdi dünyanın her tarafında çıkan bütün kokulu şeyler, kökler, otlar, ağaçlar, çiçeklerden yahut meyvelerden çıkarılan özler de adada pek güzel yetişiyordu. Ayrıca meyve ağaçlarıyla yemek için kullandığımız, bazılarından un yaptığımız ve çeşitlerine zahire adım verdiğimiz bütün toprak ürünleri de yetiştiriliyordu. Bize içki, yiyecek maddeleri ve kokular veren ağaç türünden meyveleri, zevk ve eğlencemize yarayan o kabuklu, korunması güç meyveyi, akşam yemeklerinden sonra hazımsızlık çekenlerin mide ağrılarını hafifletmek, onlara rahatlık vermek için kullandığımız bütün bu sevilen yemişleri, o zamanlar güneş gören bu kutsal ada, görülmemiş güzellikte, sayısız denecek kadar bol yetiştiriyordu[11]. Ada halkı, topraktan elde ettiği bütün bu zenginliklerle tapınaklar, kral sarayları, limanlar, gemi tezgahları yaptılar. İlin başka yerlerini de aşağıda anlatacağım sırayı güderek güzelleştirdiler.



Eski merkezi[12] kuşatan deniz suları üzerinden köprüler kurarak hem içeriden dışarıya, hem dışarıdan kral sarayına bir yol açmakla işe başladılar. Bu sarayı, daha ilk kuruluşta, tanrılarla atalarının oturdukları yerde vücuda getirmişlerdi. Onu kendinden bir önce gelenden devralan her kral bir kat daha güzelleştirmeye, eski halini geride bıraktırmaya çalışıyordu. O kadar ki her gören, eserlerinin büyüklüğü, güzelliği karşısında şaşıp kalıyordu. 


Denizden dışarıdaki su halkasına kadar üç plethron[13] genişliğinde, yüz ayak derinliğinde ve elli stadion uzunluğunda bir su yolu kazdılar; limanlarda olduğu gibi, en büyük gemilerin bile içeriye girmesine yetecek kadar geniş bir ağız açtılar. Bundan başka, birbirinden denizle ayrılan toprak halkalar arasında,  köprülerin tam karşısına, üç sıra küreklilerin bile geçebileceği su yolları açtılar; toprak halkalar deniz yüzünden epeyce yüksek olduklarından, bu su yollarının üzerini, altından gemilerin geçebileceği yükseklikte örttüler. Su halkalarının en büyüğü, denize bağlı olanı, üç stadion genişliğindeydi, onun arkasındaki toprak halkanın genişliği de o kadardı. İkinci su ve toprak halkalarının genişlikleri ikişer stadion'du; yalnız merkez adasını çeviren su halkasının genişliği bir stadion'du. 


Kral saraylarının bulunduğu adaya gelince, burasının çapı beş stadion'du. Bu ada ile halkaları ve bir plethron genişliğindeki köprünün iki başını çepeçevre taştan bir duvarla çevirdiler. Köprü başlarına ve denizin geçtiği her yere kapılarla kuleler yaptılar. Kendilerine gerekli olan taşları merkez adasının kıyılarında, toprak halkaların iç ve dışının altından çıkarıyorlardı; bu taşların beyazları, karaları, kırmızıları vardı. Taştan çıkarırken toprağın altından, üstleri kendiliğinden kayalıkla örtülü kalan çift havuzlar oydular. Bu yapılardan bazıları tek renkliydi; ötekilerindeyse, çeşitli taşlardan kullanarak göze hoş gidecek çeşitli renkleri birbiriyle örüyor, böylece onlara doğal bir güzellik vermiş oluyorlardı. En dış toprak halkasını çeviren duvarı, sıva yerine, boydan boya tunçla kapladılar; iç toprak halkaların duvarını erimiş kalayla, asıl Akropolis'i çeviren duvarı da ateş parıltılı oreikhalkon'la örttüler. 


Akropolis'in içindeki kral sarayı, şöyle düzenlenmişti: Akropolis'in ortasında Kleito ile Poseidon'a ayrılmış bir tapınak vardı. Bu tapınağa girmek yasaklanmış etrafına altından bir duvar çekilmişti. Vaktiyle Kleito ile Poseidon'dan doğan on sülalenin ilk kralları burada dünyaya gelmişlerdi. 


Bunların her birine, paylarına düşen yerlerden her yıl, mevsim başlarında, buraya kurbanlar getiriliyordu. Poseidon tapınağının kendisi de bir stadion uzunluğunda, üç plethron genişliğinde ve bu boyuta uygun düşecek yükseklikteydi; ama görünüşünde barbar bir hal vardı. Tapınağın dışı, baştan başa gümüşle kaplanmıştı, yalnız akroterionlan'ları[14] altındandı; iç tarafına gelince, baştan başa fildişinden olan tavan altın, gümüş ve oreikhalkon'la süslenmişti; kalan taraflar, duvarlar, sütunlar ve döşemeler oreikhalkon'la örtülmüştü. 


Tapınağın içine altın heykeller dikilmişti. Hele bir savaş arabasının içinde, ayakta, altı kanatlı atı koştururken görülen tanrı heykeli o kadar büyüklü ki, başı tavana değiyordu; sonra, yunus balıkları üzerinde, onun etrafında halkalanan yüz Nereid[15] görülüyordu, çünkü o zaman onların yüz tane oldukları sanılıyordu. Bundan başka, öteki beriki tarafından armağan edilmiş birçok başka heykeller de vardı. Tapınağın etrafında, dışarıda, on kral karısının ve onların soyundan gelenlerin altından heykelleri yükseliyordu; ayrıca krallar tarafından veya şehir ahalisiyle kralların emri altındaki dış illerin ahalisi tarafından armağan edilmiş başka büyük heykeller de vardı. Bundan başka, büyüklüğü ve işçiliğiyle bütün bu düzene uygun düşen bir kurban yeri vardı[16]; bunun gibi  kral sarayı da krallığın büyüklüğüyle tapınağın süslerine uygundu. 


Kaynaklara gelince, soğuk su kaynağı da sıcak su kaynağı da bol bol fışkırıyor, sularının güzel içimiyle, yararlılığıyla halkın ihtiyaçlarını pek iyi karşılıyordu. Bu kaynakların etrafında yapılar yapmışlar, sulara uygun ağaçlar yetiştirmişlerdi. Yanı başlarına da bazısının üstü açık, bazısının, kışın sıcak suyla yıkanabilmek için, üstü kapalı havuzlar yapmışlardı. Krallarla halka ait ayrı ayrı hamamlar, ayrıca kadınlara, atlara ve başka yük hayvanlarına mahsus yıkanma yerleri vardı; bunların her biri kendine göre süslenmişti. Buralarda kullanılan suları Poseidon'un kutsal ormanına akıtıyorlardı. Bu ormanda toprağın iyiliği sayesinde, her cinsten güzel, ulu ağaçlar vardı. Sonra suları oradan, köprülerin yanından geçirdikleri su kemerleriyle dış halkalara kadar götürüyorlardı. Orada birçok tanrılar adına birçok tapınaklar yapılmış, bahçeler, erkekler için gymnasion'lar, atlar için idman alanları meydana getirilmişti. Bu idman alanları iki halka adanın her birinde, ayrı yerlerde yapılmıştı. Bundan başka en büyük adanın ortasında, at yarışları için, bir stadion genişliğinde ve atlara yarışırken bütün halkayı baştan başa dolaşmak imkanını verecek uzunlukta alanlar ayırmışlardı. 


At alanının etrafında, baştan başa, hükümdarın aşağı yukarı bütün muhafızlarını alan kışlalar vardı. En emniyetli muhafızlar, Akropolis'e en yakın, en küçük halkada oturuyorlardı. Bağlılıklarıyla kendilerini ayrıca göstermiş olanlar için, Akropolis'in içinde, kral sarayının çevresinde evler yapılmıştı. Tersaneler üç sıra küreklilerle, bu gemilere gerekli teçhizatla doluydu, hepsi de çok iyi hazırlanmıştı. İşte krallar sarayının çevresi çevresi böylece düzenlenmişti.  

Üç dış limanı geçtikten sonra, deniz kenarından başlayan ve en büyük halkalarla limana olan uzaklığı her dolayda elli stadion olan bir halka duvara rastlanıyordu. Bu duvar, su yolunun denize açılan ağzında kapanıyordu. Baştan başa, sık, birbirine bitişik evlerle örtülüydü. Su yoluyla en büyük liman dünyanın dört bucağından gelen gemilerle, tacirlerle doluydu. Bu kalabalıktan, gece gündüz, her çeşit sesler, uğultular, gürültüler yükseliyordu. 


Şehirle eski saray hakkında duyduklarımı, aşağı yukarı olduğu gibi size anlattım. Şimdi ilin geri kalan yerlerinin durumuyla, nasıl idare edildiklerini anlatmaya çalışmalıyım. Söylendiğine göre, bütün il yüksekti, kıyıları sarptı, yalnız şehrin etrafı çepeçevre düzlüktü. Bu ova denize kadar inen dağlarla çevrilmişti; yüzeyi düz ve düzgündü, bütünü uzunluğunaydı; bir yanı üç bin, merkezi de denizden iki bin stadion'du. Bu parça, adanın bütün uzunluğunca, güneye bakıyordu ve kuzey rüzgarlarından korunmuştu. Buralarını çevreleyen dağların, çokluk, büyüklük, güzellik bakımından, bugünküleri geride bıraktığını övüne övüne söylüyorlardı. Bu dağlarda, ahalisi kalabalık, zengin köyler, bütün evcil ve yaban hayvanlara bol bol ot yetiştiren çayırlar, ırmaklar, göller, her işte kullanılabilecek, her cinsten birçok ağaçlar vardı. 


İşte bu ova, tabiatın ve birçok kralların uzun zaman harcanan emekleri sayesinde şimdi anlatacağım şekli almıştı. Aşağı yukarı düzgün, uzunlama bir dörtgen biçimindeydi; düzgün olmayan yerler çepeçevre bir hendek kazılarak düzeltilmişti. Kazılan bu hendeğin derinliğine, genişliğine, uzunluğuna gelince, bu işin de insan elinden çıktığı düşünülürse, söylenen boyutlarda olabileceğine gerçekten inanmak güçtür. Bununla beraber ben gene duyduklarımı söyleyeyim: Bu hendek bir plethron derinliğinde kazılmıştı, genişliği her yandan bir stadion'du, uzunluğu da bütün ovayı kucakladığından, on bin stadion'a varıyordu. Dağlardan dökülen sular oraya akıyor, ovayı baştan başa dolaşıyor, iki uçtan şehre varıyor, oradan da denize akıtılıyordu, ilin yüksek yerlerinden ovayı düz bir çizgiyle kesen, deniz kenarındaki hendeğe dökülen, aşağı yukarı yüz ayak genişliğinde su yolları iniyordu; bu su yollarının arasındaki uzaklık yüz stadion'du. Bu su yolları, daha küçük ara yollarla birbirine ve şehre bağlanıyor, böylelikle dağlardaki odunların suya bırakılarak indirilmesi, mevsim ürünlerinin gemilerle taşınması mümkün oluyordu. Şunu da söyleyeyim ki her yıl iki ürün alınıyordu, çünkü kışın Zeus'un yağmurlarından, yazın da su yollarından getirilen sulardan faydalanılıyordu. 


Ovanın savaş için verebileceği asker sayısına gelince, her bölgenin bir asker başı vermesi kararlaştırılmıştı. Her bölge on stadion genişliğinde, on stadion uzunluğundaydı. Askerlerin hepsi de altmış bin kadardı. Dağlarla ilin başka yerlerinden toplanacak askerlere gelince, bunlar sayısız denecek kadar çokmuş; oturdukları yer ve köylere göre, bölgeler arasında, asker başlarının emri altına verilmişlermiş. Her altı asker başı savaş için bir savaş arabası getirmek zorundaydı; böylece bu savaş arabalarının hepsi on bini buluyordu. Bundan başka her asker başı, iki atla atlılarını, arabasız koşumlu iki hayvanla küçük kalkanlı bir savaşçıyı, savaşçının gerisinde iki hayvanı idare eden bir arabacıyı, ayrıca iki ağır silahlıyı, iki okçu ile iki sapancıyı, üç taş atıcısıyla üç mızrakçıyı, bin iki yüz geminin tayfasını sağlamak için de dört gemici getirmeyi üzerine almıştı. İşte krallık devletinin askerlik düzeni böyle kurulmuştu. Öteki dokuz ülkeye gelince, bunlardan her birinin kendine göre bir düzeni vardı; bunları burada anlatmak çok uzun sürer. 


Devlet makamlarıyla genel hizmetler, ilk zamanlardan beri şöyle düzenlenmişti: On kraldan her biri, kendi payına düşen topraklarda, kendi şehrinde halka hükmediyor, yasaların çoğunu kendisi koyuyor, dilediği kimseyi cezalandırıyor, dilediğini öldürüyordu. Ama kralların birbirleri üzerindeki nüfuzuyla aralarındaki karşılıklı bağlar, Poseidon'un emirlerine göre düzenleniyordu. Krallar, geleneğe uyarak, ilk kralların adanın ortasına, Poseidon tapınağına diktikleri oreikhalkon'dan sütun üzerine kazılmış yazılara uyarak, böyle davranıyorlardı. Tek ve çift ylllara sırayla aynı saygıyı göstererek, her beş veya altı yılda bir bu tapınakta toplanıyorlardı. Toplantıda hepsini ilgilendiren işleri görüşüyorlar, içlerinden yasaya aykırı davrananlar olursa onu muhakeme ediyorlardı. Karar verecekleri zaman, önce aralarında şöyle ant içiyorlardı: Poseidon tapınağının çevresindeki kutsal yerlerde başı boş boğalar vardı. On hükümdür, tek başlarına, tanrıdan diledikleri kurbanı kendilerine yakalattırmasını dua ediyorlar, sonra, ellerine hiç demirden silah almayarak sopalar, kementlerle boğaları yakalamaya çıkıyorlardı. Yakaladıkları boğayı sütunun yanıma getiriyorlar, hayvanı, üzerindeki yazıları kanıyla sulayacak gibi sütunun üzerinde kesiyorlardı. Sütunun üzeri yasalardan başka, yasalara karşı gelecekler için korkunç lanetlerle doluydu. 


Boğayı adetlerine uygun olarak kurban ettikten sonra,  bütün vücudunu kutsallaştırıyorlar, sonra, bir şarap çanağını doldurarak, bu çanağa birbirinin adına bir kan pıhtısı atıyorlar, kalanını da sütunun her yanını temizledikten sonra ateşe veriyorlardı[17]. Bundan sonra çanaktan altın taşları doldurarak ateşe serpiyorlar, sütunlarda yazılı yasalara göre hüküm vereceklerine, bugüne kadar onlara karşı gelmiş olanları cezalandıracaklarına bugünden sonra kendilerinin de bu yazılı yasalara bilerek karşı gelmeyeceklerine, babalarının yasalarına uygun olmayan emirler vermeyecekleri gibi onlara aykırı emirlere de boyun eğmeyeceklerine yemin ediyorlardı. Her biri hem kendisi, hem sülalesi için böyle ant içtikten sonra tasında kalanı içiyor, tası da tanrının tapınağına armağan ediyordu; bundan sonra yemekle ve başka lüzumlu işlerle uğraşıyorlardı. Karanlık basıp kurban ateşi sönünce her biri mavi renkte çok güzel birer elbise giyiyordu; sonra ant içtikleri yere, kurban ateşinin külleri üzerine oturuyorlar, geceleyin de tapınağın bütün ışıklarını söndürdükten sonra içlerinde yasalara karşı gelmekle suçlu buldukları varsa, hem hüküm giyiyorlar, hem hüküm veriyorlardı. Hüküm verdikten sonra, sabah olunca, hükümleri, altından bir levha üzerine kazıyorlar, elbiseleriyle beraber, hatıra olarak tapınağa armağan ediyorlardı. Bundan başka, her kralın haklarına, vazifelerine dair birçok özel yasalar daha vardı. En önemlileri, birbirlerine karşı silaha sarılmamak, içlerinde kendi devletinde kral soylarından birini yok etmeye kalkışan olursa birbirine yardım etmek için bir araya gelmek, savaş ve öteki işler üzerinde alınacak kararlar için, babaları gibi, bir arada toplanıp görüşmek, ama son sözü Atlas oğluna bırakmaktı. Hiçbir kral kendi soyundan gelen birini, on kralın yarısından çoğu razı olmadıkça, ölüm cezasına çarptıramazdı. 


İşte o zamanlar bu ilin kuvveti, iktidarı o kadar büyüktü; tanrı bu büyük iktidarı, anlattıklarına göre, şu nedenle bize karşı çevirmiş. Birçok nesiller boyunca, tanrıca yaratılışları üstün geldikçe, yasalara boyun eğdiler, kanlarına karışan tanrısal öze bağlı kaldılar. Her yönden doğru, büyük düşünceleri vardı, hayatın bütün olağanlıkları karşısında ve birbirlerine yumuşak, düşünceli davranıyorlardı. Erdemden başka her şeyi küçük gördükleri için de mallarına, mülklerine büyük bir değer vermiyorlar; altın külçelerini, başka zenginliklerini bir yük gibi taşıyorlardı. Zenginliğin zevklerine kapılmıyorlar, her zaman kendilerine hakim kalarak doğru yoldan ayrılmıyorlardı. Ölçülü adamlar oldukları için bütün bu zenginliklerin erdemle birleşik sevgiyle birlikte çoğaldığını, tersine olarak zenginliklere bağlanılıp değer verilince de onların erdemle beraber yok olduğunu açıkça görüyorlardı. Böyle düşündükçe, kendilerindeki tanrısal özü kaybetmedikçe, bütün bu anlattığım zenginliklerin çoğaldığını gördüler. Birçok ölümlülerle sık sık birleşmeleri yüzünden, kendilerindeki tanrısal öz git gide azalıp insanlık özü üstün gelmeye başlayınca, o zaman, içinde yaşadıkları refahı hazmedemeyerek, soysuzlaşmaya başladılar; görmesini bilenlere çirkin göründüler, çünkü en değerli şeylerinin en güzellerini kaybetmişlerdi. Gerçek bahtlılığın ne olduğunu bilmeyenlere de artık birer zorbadan, birer aç gözlüden başka bir şey olmadıkları zaman, büsbütün güzel, büsbütün bahtlı göründüler. Yasalara göre hükmeden, böyle şeyleri çok iyi görebilen tanrıların tanrısı Zeus, işte o zaman bir zamanlar erdemli olan bu soyun bahtsızlığını farkederek, onların aklını başına getirmek, onları uslandırmak için cezalandırmaya karar verdi. Bütün tanrıları, evrenin ortasında kurulu ve oradan durmadan değişen her şeyi gören en kutsal evinde bir araya topladı; onlara dedi ki: (Platon'un metni burada sona eriyor). 

[Kritias diyalogu burada aniden kesiliyor.] 


Dipnotlar

[1] Cebelizadut'la Cebelitarık'ın oluşturduğu geçide ilk çağlarda verilen ad.

[9] Aşağı yukarı altı yüz ayak tutan bir ölçü. 


[10] Ne olduğu pek belli olmayan, altınla karışık bakır yahut pirinç sanılan bir maden. 


[11] Buruda Plüton'un hangi meyveleri saydığını anlamak güçtür. Albert Rivaud bunların belki zeytin, nar, limon olabileceğini söylüyor. Bütün bu cümle A. Rivaud, E. Chambry ve B. Jowett metinlerinde aşağı yukan aynı şekilde tercüme edildiği halde yalnız O. Apelt'in Almanca metninde şöyle çevrilmiştir. 

"Buna beslenmek için muhtaç olduğumuz yumuşak meyveyle kuru meyve katılırdı. Bir de yemek için kullandığımız ve genel olarak sebze adı altında topladığımız bütün meyvelerle, ağaç biçiminde büyüyen yiyecek, içecek ve merhem yağı veren meyveler: sonra yemiş ağaçlarını eğlence ve neşemiz için yaratılmış meyveleriyle... (Yukarıdaki tercüme ile birleşiyor) gelirdi." (Kritias, 115 b, F. MeLeipzig 1922). 
O. Apelt'e göre yumuşak meyvenin üzüm; kuru meyvenin buğday, arpa ve benzeri taneler ağaç biçiminde büyüyen meyvenin Hindistan cevizi: yemiş ağaçları meyvelerinin de elma olması mümkündür. 

[12] Merkez kelimesini Metropolis karşılığı olarak kullandık.  


[13] Aşağı yukarı üç yüz ayak tutan bir ölçü. 


[14] Çatıda, iki yüzeyin birbirini kestiği yer, yahut bir tapınağın cephesine konan heykel kaidesi, yahut da saçak süsü. 

[15] Klasik geleneğe göre Nere'idler elli tanedir. 


[16] Yunanca aslı Bomos olup Fransızların autel dedikleri bu kelimeyi, şimdiye kadar olduğu gibi, mihrap veya mezbah'la tercüme etmektense, tam karşılığı vermemekle beraber kurban yeri şeklinde tercüme etmeyi daha doğru bulduk.


[17] Aslının da belirsiz olduğu anlaşılan bu cümleyi Albert Rivaud, -E. Chambry, Jowett ve Apelt'den ayrılarak şöyle çeviriyor: 
"Boğayı adetlerine göre kurban ettikten sonra, bütün gövdesini kutsallaştırıyorlar, sonra bir çanağı kanıyla doldurarark,  birbirinin üzerine bu kan pıhtısını sürüyorlar ve benzeri..."      (Critias 120, Societe d' Edition "Les Belles,-Lettres", Paris 1925)



Platon, Kritias. Sosyal Yayınlar, İstanbul: 2001
Çevirenler: Erol Güney, Lütfü Ay

19 Nisan 2016 Salı

Atlantis:Timaios Diyalogunda

Atlantis:Timaios Diyalogunda

Platon


"İmparatorluğun Yıkımı", Cole Thomas,1836
https://en.wikipedia.org/wiki/The_Course_of_Empire
KRİTİAS - Size yaşlı bir adamdan dinlemiş olduğum bu eski öyküyü anlatacağım. Kritias, o zamanlar, dediğine bakılırsa, doksanına basmak üzereydi; bense on yaşlarımda ya vardım ya yoktum. Apaturioslar (7) Bayramı'nın Kureotis günündeydik. Bu kez de tören, biz çocuklar için her zamanki gibi oldu. Babalarımız bize şiir okuma yarış­maları düzenlediler. Birçok şairin türlü şiirleri okundu; Solon'un şiirleri o zamanlar daha yeni sayıldığından çoğumuz onlardan okuduk. Arkadaşlarımdan biri ya gerçekten zevk aldığı için ya da Kritias'ın hoşuna gitsin diye, Solon'un, kendisine göre, yalnızca insanların en bilgesi olmakla kalmadığını, şiirdeki değeriyle de bütün şairlerin en soylusu olduğunu söyledi. 

Çok iyi anımsıyorum, yaşlı adam bundan pek hoşnut oldu ve gülümseyerek dedi ki: "Öyledir, Amymandros; Solon yalnızca zaman geçirmek için şiir yazmıştı. Bu işe ötekiler gibi sarılsaydı, Mısır'dan getirdiği öyküyü bitirseydi, buraya dönüşünde karşılaştı­ğı arabozuculuklar, daha başka yıkımlar yüzünden, şiiri bütün bütün savsaklamak zorunda kalmasaydı, bence ne Hesiodos, ne Homeros, ne de herhangi başka bir şair yetişemezdi. 

Amymandros, "Peki ama, ey Kritias, bu öykü neydi?" diye sordu. "Bu, devletin şimdiye dek başardığı en bü­yük, en ünlü olmaya değer işin öyküsüydü; ama zaman ve kahramanlarının ölümü, onun bize dek gelmesine engel oldu." Öteki, "Ne olur, baştan başlayıp bana anlatsana; Solon bu konuda neler diyordu ve bunu olmuş bir şey gibi kabul etmek için acaba kimden duymuştu?" dedi. 

Solon'un anlattığına göre, Mısır'da Deltada, Nil'in ikiye ayırdığı çıkıntıya doğru Saitikos adlı bir ülke vardı; bu ülkenin en büyük kenti de, Kral Amasis'in (8) ülkesi olan Sais'tir. Buranın halkına göre, kentlerini kuran bir Kadın-tanrıdır; ona kendi dillerinde Neith adını vermişler, ama bu Kadın-tanrının Hellence adı Athena'dır. Bu adamlar Atinalıları pek severler ve onlarla uzaktan akrabalıkları olduğunu söylerler. Solon, onların ülkesine varınca pek parlak karşılandığını, en bilgin rahiplere bir gün eski zamanlarla ilgili bir şeyler sorduğunda, ne kendisinin ne de başka bir Hellenin hemen hemen hiçbir şey bilmediğini gördüğünü anlattı.

Bir seferinde de, onları eski şeylerden söz açmaya sürüklerken, bizde bilinen en eski şeyleri anlatmaya koyulmuş. Onlara ilk insan olarak anılan Phoroneus'tan, Niobe'den, tufandan, kendilerini kurtaran Deukalion ve Pyrrhadan, onların doğuşu konusundaki söylencelerden ve torunlarının kuşağından söz etmiş. Olayların geçtiği tarihleri kestirerek de tarihlerini hesaplamaya çalışmış. 

O zaman pek yaşlı olan rahiplerden biri, ona, "Ah Solon, Solon," demiş, "Siz Hellenler, her zaman çocuksunuz, sizin ülkenizde hiç yaşlı insan yok." 
Bunun üzerine Solon, "Bununla ne demek istiyorsun?" diye sormuş. 
Rahip, "Sizin hepinizin ruhları çok genç," diye yanıt vermiş, "çünkü kafanızda ne eski bir geleneğe dayanan, öteden beri edinilmiş bir düşünce, ne de zamanla ağarmış bir bilginiz var. Bunun nedeni şudur: İnsanlar birçok yollarla yok edilmiş­ler, daha da edileceklerdir. En büyük yıkımlar ateşle sudan gelmişti, ama bin türlü başka nedenden doğan daha küçük yıkımlar da vardır. Sizin ülkenizde de, bir gün babasının koşu arabasını koşturup onu aynı yoldan süremeyince yeryüzündeki her şeyi yakan, kendisi de yıldırımla vurulup ölen Helios'un oğlu Phaeton'un öyküsü, gerçekten bir masal gibi anlatılır; ama gerçek şudur ki, gökte dünyanın çevresinde dönen gök cisimleri kimi zaman yollarından şaşarlar; uzun aralıklarla ortaya çıkan bir tutuşma yeryüzündeki her şeyi yakar. O zaman dağlarda, yüksek ve kuru yerlerde oturanlar, kentlerde, deniz kıyılarında oturanlardan daha çok yıkılırlar. Ama Nil, her zamanki kurtarıcımız olan Nil, taşarak bizi bu yıkımdan da kurtarıyor. 

Bunun tersine tanrılar, bir tufanla dünyayı yıkadıklarında, yalnızca dağlardaki sığırtmaçlarla çobanlar kurtuluyor, ama sizin kentlerinizin halkını ırmaklar alıp denize sürüklüyor. Oysa, bizde sular hiçbir zaman ovalara yükseklerden gelmiyor, her zaman doğal yolla toprağın altından çıkıyor. İşte burada en eski göreneklerin bundan dolayı korunmuş olduğu söyleniyor. Ama gerçek şudur ki, kendilerini kaçıracak denli yeğin bir soğuğu da, yakıcı bir sıcağı da olmayan her yerde, her zaman az ya da çok insan vardır. Hem sizde olsun, bizde olsun, ya da adını duyduğumuz herhangi bir başka ilde olsun, güzel, büyük ya da başka bir bakımdan ilgiye değer bir şey ortaya çıkmışsa, bütün bunlar en eski çağlardan beri burada, tapınaklarda duruyor, böylece de korunmuş oluyor. Sizde ve başka uluslarda tam tersi, daha yazmayı ve devletlere gereken her şeyi öğrenir öğrenmez, gökyüzünün suları belirli bir zamandan sonra, bir hastalık gibi sağanakla üstünüze yağıyor; içinizden okuyup yazması olmayanlarla bilgisizlerden başkasının bu yıkımdan kurtulmasına olanak bırakmıyor; öyle ki toy çocuklar gibi kendinizi yeniden, yolculuğa başladığınız yolun başında buluyor, eski zamanlarda, burada, kendi ülkenizde olup bitenlerden hiçbir şey bilmiyorsunuz; çünkü, Solon, yurttaşlarının biraz önce saydığın soy sopunun, sütnine masallarından pek ayrımı yok. 

Her şeyden önce, daha eskiden birçok tufan olduğu halde, siz bir tek kara tufanını anımsıyorsunuz; sonra insanlar arasında görülen en güzel ve en iyi soyun sizin ülkenizde doğduğunu ve kendinizin, senin de, bugünkü bütün devletinizin de yıkımdan kurtulabilmiş olan bir tohum sayesinde, o soydan geldiğinizi bilmiyorsunuz. Bilmiyorsunuz, çünkü yıkımdan kurtulabilenler, birçok kuşak boyunca, hiçbir yazı bırakmadan ölüp gittiler. 

Evet, Solon, bir zamanlar, suların neden olduğu en büyük yıkımdan önce, bugün Atina adı verilen devlet, savaştan yana en yiğit, her bakımdan ölçülemeyecek denli uygar bir devletti; göğün altında sözünü işittiğimiz en güzel şeyleri başaran en güzel siyasa kurallarını bulan odur, diyorlar." Anlattığına göre, Solon, bunları duyunca şaşakalmış, rahiplerden eski yurttaşlarıyla ilgili ne biliyorlarsa hepsini dosdoğru, hemen kendisine anlatmalarını rica etmiş. Bunun üzerine yaşlı rahip yanıt vermiş: "İsteğini yerine getirmememe hiçbir neden yok Solon, bunu senin hatırın için olduğu denli, yurdunun hatırı, hele sizinki kadar bizim ilimizi de koruyan, onları büyütüp yetiştirmiş olan Kadıntanrının hatırı için yapacağım. O Kadın-tanrı ki, sizin ili bizimkinden bin yıl önce, toprakla Hephaistos'tan (9) aldığı bir tohumdan yaratmıştı; kutsal kitaplara göre, bizim ilin kuruluşundan beri sekiz bin yıl geçmiştir. Demek oluyor ki, sana dokuz bin yıl önceki yurttaşlarının kurumlarını, onların en şanlı başarılarını kısaca anlatacağım. Başka zaman vaktimiz olunca bunların hepsini yeni baştan, sı­rayla teker teker ele alırız. 

Önce onların yasalarını bizimkilerle karşılaştır. Göreceksin ki şimdiki yasalarımızdan birçoğu sizin o zamanki yasalarınızdan alınmıştır. Böylece, önce, rahipler sınıfı ötekilerden ayrılmıştır; aynı biçimde el işleri yapanlar da başkalarıyla karışmadan, kendilerine özgü bir iş gördüklerinden; çobanların, avcıların, çift­çilerin sınıfı gibi birbirinden ayırt edilmemişlerdir. Savaş­çılar sınıfına gelince; bizde, onların da bütün öteki sınıflardan ayrılmış olduğunun, savaşçıların savaştan başka bir şeyle uğraşmalarının yasak edildiğinin, sanırım ayrımına varmışsındır. Buna, bütün Asya uluslarından önce kullandığımız silah türlerini, kalkanla kargıyı da kat. Bu silahları, önce size tanıttıktan sonra, bize tanıtan da yine o Kadın-tanrı olmuştur. 

Bilgeliğe gelince; yasanın ta başlangıcından beri burada, dünya düzeniyle olduğu gibi, bununla da nasıl uğraşmış olduğunu sanırım görmüşsündür. Yasa, insanların yaşayışına yararı olan bütün becerileri biliciliğe, sağlığımızı koruyan hekimliğe varıncaya dek oluş­turdu ve ona bağlı olan bütün bilgileri kazandı. "Kadın-tanrı'nın,-ilinizi kurunca, önce sizde oluşturduğu dirlik düzenlik işte bu oldu; sizin doğduğunuz yeri seçmiş olması da, mevsimler pek ılık geçtiği için, orasının üstün zekâlı adamlar yetiştireceğini önceden görmüş olmasındandı. Savaşı da, bilgiyi de sevdiği için, kendisine en çok benzeyecek insanları yetiştirecek toprağı seçti; önce orasını insanla doldurdu. İşte siz bu yasalarla, daha iyileriyle de, kendi kendinizi yönetiyor, tanrı oğullarına, tanrı çömezlerine yakışacak yolda herkesi, her çeşit yararlılıkta geçiyordunuz. 

Biz burada ilinizin hayranlık uyandıran büyük başarılarından birçoğunu yazılı olarak saklıyoruz. Ama bunların içinde bir öylesi var ki büyüklük, kahramanlık bakımından hepsini geride bırakıyor. Gerçekten eski yazılar, bir zamanlar ilinizin, büyük Atlas Denizi'nin ötelerinden gelip Avrupa ile Asya'ya küstahça saldıran koskoca bir devleti yok ettiğini söylüyor. O zamanlar bu koca denizden geçilebiliyordu; çünkü sizin Herakles sü­tunları dediğiniz o boğazın önünde bir ada vardı. Bu ada Libya ile Asya'nın ikisinden daha büyüktü. O zamanlar oradan başka adalara, onlardan da karşılarında uzanan ve gerçekten adını hak eden denizin kıyısındaki bütün kıtaya ulaşılabiliyordu. Çünkü sözünü ettiğimiz boğazın iç yanı, girişi dar bir limana benzer; dış yanıysa gerçekten büyük bir denizdir. Onu çevreleyen kara parçası da, gerçekten kı­ta denebilecek bir topraktır. İşte bu Atlantis adasında hü­kümdarlar, egemenliğini bütün adaya, öteki adalara, kıtanın kimi parçalarına dek uzatan büyük, hayranlığa değer bir devlet kurmuşlardı. 

Bundan başka, boğazın içinde, bizim yanda, Mısır'a dek Libya'nın, Tyrhenia'ya (10) dek de Avrupa'nın egemeniydiler. Bir gün bu devlet bütün güçlerini bir araya toplayarak sizin yurdunuzu, bizimkini, bo­ğazın içindeki bütün ulusları boyunduruğu altına almak istedi. İşte o zaman Solon, iliniz bütün değerini, bütün gü­cünü dünyanın gözü önüne serdi. Yiğitlikten, savaş bilgilerinden yana öteki illerin hepsinden üstün olduğu için, Hellenlerin başına geçti; ama ötekiler kendisini bırakıp çekilince bir başına kalan, böylece en tehlikeli duruma dü­şen iliniz istilacıları yendi, bir zafer anıtı dikti, şimdiye dek hiç kölelik etmeyenleri kölelikten kurtardı ve bizim gibi, Herakles sütunlarının (11) içlerinde oturanları iyi yüreklilikle özgürlüğe kavuşturdu. 

Ama bundan sonra korkunç yer sarsıntıları, tufanlar oldu. Bir gün, bir uğursuz gecenin içinde, tüm savaşçılarınızın hepsi birden bir vuruşta toprağa gömüldüler. Atlantis adası da, aynı yolla denize gö­mülerek yok oldu. İşte bunun içindir ki, adanın çökerken oluşturduğu sığ bataklıklar yüzünden o deniz bugün bile geçilmez, dolaşılmaz bir durumdadır." 

İşte Sokrates, yaşlı Kritias'ın Solon'dan duyup bana anlattıkları kısaca bunlardır. Dün, sen o devletini, onun yurttaşlarını anlatırken, ben şimdi sana söylediklerimi anımsayarak hayran oluyordum. Hangi güzel raslantıyla, birçok noktada Solon'un söyledikleriyle bu denli uygun düştüğünü kendi kendime soruyordum. Bunu size o zaman söylemek istemedim, çünkü aradan çok zaman geçtiği için her şeyi iyice anımsayamıyordum. Bunları kendi kafamda topladıktan sonra size açmak gerektiğini düşündüm. Dün bize yüklediğin görevi bunun için çabucak kabul ettim. Bana öyle geliyor ki, bu gibi araştırmalarda ilk iş amaçları­mıza uygun bir konu bulmaktır. İşte bu konu da bir dereceye kadar işimize yarayacaktır. Hermokrates'in de size söylediği gibi, dün buradan çıkar çıkmaz anımsayabildiklerimi arkadaşlarıma anlattım. Gerisi de bu gece düşüne düşüne aklıma geldi; çocuklukta öğrendiğimiz şeylerin şaşılacak denli aklımızda kaldığını söylerler. Gerçekten de çok doğruymuş. Bana gelince, dün duyduklarını anlat deseler, hepsini anımsayabilir miyim, bilmem. Ama, ta eskiden duyduklarımdan bir şey unutuversem doğrusu buna pek şaşarım. O zaman yaşlı adamı dinlemek çok hoşuma gider, bundan çocukça bir sevinç duyardım; o da ardı arası kesilmeyen soruları­ma öyle iyi yüreklilikle yanıt verirdi ki anlattığı şeyler, çıkmaz, silinmez bir yazı gibi kafama kazınıp kalmış. Ayrı­ca, dostlarımıza da, bu konuda konuşup söyleyecek şeyleri olsun diye, bu sabah bütün bunları anlattım. 

Şimdi de Sokrates, bu öyküyü kısaca değil, sözcüğü sözcüğüne, duyduğum gibi anlatmaya hazırım; aslında dediklerimin hepsi bir sonuca varmak içindi. Dün bize bir düşlem gibi anlattığın o yurttaşlarla o ili şimdi gerçeğe çı­karalım; diyelim ki o il burasıdır, Atinadır; senin düşlemlediğin insanlar da, gerçekten rahibin sözünü ettiği atalarımızdır. Aralarında tam bir uygunluk olacak, biz de onların gerçekten o çağlarda yaşamış insanlar olduklarını söylemekle yanlışlığa düşmüş olmayacağız. Bize verdiğin gö­revi iyice başarabilmek için, hepimiz elimizden geldiğince çalışacağız. Şimdi Sokrates, bu konu bize uygun düşer mi, yoksa yerine bir başkasını mı aramalı; iş buna kalıyor. 

SOKRATES - Bundan daha uygun bir konu seçebilir miyiz, Kritas? Bugün Kadın-tanrı'ya sunulan kurbanlara en yakışan odur. Burada uydurma bir masalı değil, gerçek bir öyküyü ele almamızın önemi de büyüktür. Bu konuyu bir yana bırakırsak, nerede, nasıl başka konular bulabiliriz; buna olanak yoktur. Onun için, haydi söze başlayın, sözleriniz açık olsun! Bana gelince, dünkü sözlerime kar­şılık, şimdi benim de sizi dinleyerek biraz dinlenmeye hakkım var. 

KRİTİAS - Şimdi bak Sokrates, sana vermek istedi­ğimiz şöleni nasıl düzenledik? İçimizde en iyi gökbilim bilen ve dünyanın özüne varmak için en çok uğraşmış olan Timaios'un ilk olarak söz alıp evrenin nasıl oluştuğundan başlayarak, insanın yaratılışıyla bitirmesine karar verdik. Sonra, onun elinden yarattığı insanları, senin elinden de dikkatle yetiştirdiğin kimilerini alıp, onları öyküye ve Solon'un yasasına uygun olarak, yargıçlar karşısına çıkarır gibi, karşımıza çıkaracağım. Onları, kutsal yazıların geleneğinden silindiğini öğrendiğimiz o eski Atinalıların yerine koyarak, ilimize yurttaş edeceğim; bundan sonra da onlardan gerçek Atinalılar gibi söz edeceğim. 

SOKRATES - Görüyorum ki, benim şölenime karşı­lık siz de pek güzel, parlak bir manevi şölen vereceksiniz. Öyleyse Timaios, geleneğe uyarak, tanrının yardımına sı­ğınıp söze başlama sırası sende. 

TİMAİOS - Öyle, Sokrates; biraz olsun bilge olanlar, tanrısal bir güce sığınmadan, küçük büyük herhangi bir işe girişmezler. Bize gelince, biz ki evren konusunda, onun nasıl olduğu ya da nasıl hiç doğmamış olduğu üzerine söz söyleyeceğiz; aklımızı tümüyle kaçırmamışsak, tanrılarla kadın-tanrıları yardımımıza çağırmalı, bütün diyeceklerimizin her şeyden önce onların hoşuna gitmesi, bizim için de mantıklı olması için onlara yalvarmalıyız. İş­te tanrılara duamız bu olsun; sizin beni daha kolayca anlamanız, benim de bu konudaki düşüncelerimi daha açık­ça anlatabilmem için, biz de onları yardıma çağıralım. 

Bana kalırsa, önce şu iki ayrı sorunu çözmek gerek: Hiç doğmadığı halde her zaman var olan nedir? Hep geliştiği halde hiç var olmayan nedir? 
....

[Diyalog doğa sorunlarıyla devam ediyor. 12]

Dipnotlar
(7) Ekim (Pyanepsion) ayında, üç dört gün süren bir 118 lonia bayramı. Bu bayramın üçüncü günü, delikanlıların Phratrialara kabulleri onuruna saçları kesiliyordu. Buna Kureotis günü denmesinin nedeni de, belki buydu. 
8) II. Amasis, 26. hükümdar sülalesinin krallarından. (î. Ö. 569'a doğru.) 
(9) Euripides'in anlattığına uygun olarak (lon, 267) Erichthonius'un doğumuna anıştırma. Atina'nın bu eski kahramanı, Hephaistos'un, Athena'nın ardından çılgınca koşarken toprağa dökülen tohumundan doğmuştur. 
(10) Batı italya. 
(11) Şimdiki Cebelitarık Boğazı. 
(12) Buradan sonra, Sokrates artık bir daha söze karışmayacaktır. Timaios'ta. lojik diyaloglarda olduğu gibi, Sokrates daha çok dinleyici konumunda kalmaktadır. Ama bu, Platon'un, Sokrates öğretilerinden tümüyle uzaklaşmadığını gösterir. Sokrates, ülküsel devleti betimlemiş­ti. Kritias'ın anlattıkları da, Sokrates'in sözlerini tarihsel bir biçimde doğrulamaktadır. Aslında, Timaios'un konusu tümüyle doğa sorunlarına değinmekte ve genel olarak Sokrates'in pek ilgilenmeyeceği konuları incelemektedir. 

PLATON, TIMAİOS
Çevirenler : Erol Güney - Lütfi Ay
Çağdaş Matbaacılık Yayıncılık Ltd. Şti. Şubat 2001
MEB Yunan Klasikleri dizisinde yayınlanan birinci baskısı temel alınmış ve çeviri dili günümüz Türkçesine uyarlanmıştır.
s: 19-27

16 Mart 2016 Çarşamba

Gyges'in Sihirli Yüzüğü

Gyges'in Sihirli Yüzüğü

Platon

16. yüzyıla ait bu tabloda Gyges'in sihirli yüzüğü bulması betimlenmiştir.
https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/8/8a/Der_Ring_des_Gyges_%28Ferrara_16_Jh%29.jpg
Adil olan ile olmayana tanıdığımız serbestçe davranma imkânı, efsanede olduğu gibi, insanların Lidyalı Gyges’in atasının sahip olduğu güce sahip olmaları halinde gayet güzel ortaya çıkar.

Anlatılageldiğine göre, bu adam, Lidya kralının hizmetindeki bir çobanmış. Bir gün sürüsünü otlattığı yerde bir fırtına çıkmış, bir deprem olmuş ve bulunduğu yerin hemen yakınlarında bir yerde bir yarık açılmış. Bu manzara karşısında afallayıp kalan çoban, bu yarığın içine girmiş ve bu hikâyede karşılaştığı diğer birçok efsanevi olaydan başka, bir de üzerinde küçük kapılar olan, tunçtan bir atla karşılaşmış orada. Kapılardan birini açınca içeride, normal bir insanın sahip olabileceğinden çok daha büyük bir bedene sahip bir cesetle karşılaşmış.


Cesedin parmağında bir yüzük varmış, başka bir şey de yokmuş. Çoban bu yüzüğü aldığı gibi hemen yukarı çıkıp gitmiş. O memlekette çobanlar, sürüler hakkında aylık bilgi vermek üzere toplanıp kralın huzuruna çıktıklarında o da parmağındaki yüzükle çıkagelmiş. Diğer çobanların arasında otururken, yüzüğün taşını, bilinçsizce avucunun içine doğru çevirmiş ve bunu yapar yapmaz da görünmez olmuş. Diğer insanlar kendi aralarında onun nereye gittiğini şaşkınlık içinde birbirlerine sormuşlar. Çoban yüzüğün taşını eski konumuna tekrar getirmiş ve bu kez de görünür hale gelmiş. O an anlamış ki, yüzüğün taşını aşağı doğru çevirince görünmez, yukarı doğru çevirince de görünür oluyor.

Yüzüğün böyle bir sihirli güce sahip olduğunu iyice anladıktan sonra, bir yolunu bulup krala gönderilen ulakların arasına karışarak, kraliçeyle görüşme fırsatı bulmuş; kraliçenin kanına girip onun da yardımını alarak, kralı kendi istekleri yönünde hareket eden bir adam haline getirmiş ve sonunda da onun tahtını ele geçirmiş.

Şimdi, bu yüzükten elimizde iki tane olduğunu ve birini adil, haksever insanın, diğerini de adaletsiz kişinin taktığını düşün. Bunu takan hiç kimse, adalete, hakkaniyete bağlı kalacak ve başkasının malına mülküne el sürmeyip bunlardan uzak duracak kadar çelik iradeli değildir; çünkü görünmez olmanın getirdiği gücü kullanarak pazara gidip istediğini yürütmek, evlere gidip canının çektiğiyle sevişmek, dilediği insanı öldürmek, dilediğini de hapisten kurtarmak, kısacası insanlar arasında bir tanrı gibi dolaşmak imkânına sahiptir. Böyle bir durumda her ikisi de aynı şeyleri yapmak eğilimi içine girerler. Bu da, denebilir ki, bir insanın isteyerek ya da adil davranmanın kendisi için bir zenginlik (erdem) olduğunu düşünerek değil de, mecburen adil davrandığının kanıtı olarak sunulabilir. İnsanlar, kendilerine (tepki olarak) hiçbir zararın gelmeyeceğini bildikleri durumlarda haksızlık etmekten geri durmazlar, çünkü hepsi de haksızlığın adillikten daha fazla yarar getirdiğini düşünürler ve bu konuda konuşan herkesin söyleyebileceği gibi, doğrudur da bu. Örneğin, böyle bir görünmez olma gücüne sahip olup da bunu kendi lehine, başkalarının malını çalmak veya onlara zarar vermek için kullanmaya yanaşmayan bir insanın, gördükleri en zavallı, en aptal insan olduğunu düşünürler içten içe. Her ne kadar kendi aralarında bu insanı övüp kendilerine yalan söyleseler de, sırf haksızlığa uğramaktan korktukları için yaparlar bunu. Bu konuda bu kadar açıklama yeter herhalde.

 “Şimdi, bu ikisinin yaşayışı hakkında tam bir yargıya varmak istiyorsak, en yalın haliyle adil insanla, en yalın haliyle adil olmayan insanı alıp karşılaştırmamız gerekiyor.
....

[Platon, "Devlet" adlı eserinde; adaleti, adil olan ve olmayan insanı yukarıdaki meseli vererek tartışmaya başlar. Devamı için ilgili kaynağa bkz.]

Platon, Devlet, Bordo-Siyah Yayınları

18 Şubat 2016 Perşembe

HAFTANIN KİTAPLARI 1

HAFTANIN KİTAPLARI 1


Haftanın okunan kitapları iki tane, görüldüğü üzere biri Platon biri de Thomas More kaleminden çıkmış durumda. Yaşadıkları dönemler arasında asırlar olsa da iki düşünür aynı konu hakkında yazmış ve istedikleri devlet modelini, o devletin insanlarının hayat şeklini ele almış durumdalar. 

Birbiriyle kıyaslama yapabilme adına peş peşe okumanın daha etkili ve faydalı olacağını düşündüğüm bu iki kitaptan ilki "Devlet"te Platon yine Sokrates'in ağzından fikirlerini aktarmakta ve bir devlet kuracak olsak nasıl bir devlet olurdu, nasıl olması gerekirdi fikrinden yola çıkarak bir sohbet etrafında "Devlet" oluşturulmakta. Bu, bütünlüğünü kaybetmeyecek şekilde genişlemesini ama birliğini boğacak kadar da genişlememesini istedikleri Devlet'i yönetecek olanalara "Koruyucu" diyen konuşmacıların oluşturdukları Devlet'in oldukça radikal nitelikte özelliklere sahip olduğunu kitabın ilerleyen aşamalarında görebilmekteyiz. Savaşlara çocukların da götürülmesi ve bu sayede büyüdüklerin de yapacakları işi yakından görüp öğrenmelerini amaç edinen fikirler, kimsenin kendi gerçek çocuğunun kim olduğunu bilmemesi gerektiğini öne süren fikirler gibi. 

Kitabın sonuna doğru yönetim biçimleri; Oligarşi, Demokrosi, Timokrasi ve Zorbalık yönetimleri ele alınıp bunların işleyişi, avantaj veya dezavantaj yönleri ile  halkı ele alınıyor. Thomas More'un "Ütopya"sında ise kitaba göre zaten var olan bir adaya gidip oradaki yaşama tanık olan Raphael durumu anlatmaktadır. Ütopya'nın kapsamı ve ayrıntısı Devlet'e nazaran daha az olsa da devlette değinilmeyen konulara da değinildiği için artı yönleri de bulunmakta. 54 şehirden meydana gelen Ütopya adasıda tarımın önemine ve halkın toprağın sahibi değil  işçisi olduğuna değiniliyor. Her yıl belirli sayıda insan şehirden kırsal alana giderek nöbetleşe şekilde toprağı işlemektedir. Ütopyada her on yılda bir evlerin oturanlarının  kura ile değiştirilmesinin sebebi ise mülkiyet kavramının oluşmaması gerektiği için olduğu söyleniyor. Ütopya adasında şehirler arasında seyahat için halkın izin alması gerekirken bunu yapmayanlar için nerdeyse ölüm cezasına kadar varan uygulamalar ise genel Ütopya  yönetimine uyanan hayranlığı gölgeler cinsten yaptırımlardan sadece biri bana kalırsa. Bu özelliği her iki kitapta ta görmekteyiz. Zamanlarındaki yönetimlere karşı eleştirel olarak yazılan kitapların daha iyi bir yönetim ve toplum sunması amacı bir yerden sonra elestiridikleri olgulardan farkı kalmaması tezatı çok çarpıcı bir özellik oluşturmakta. Fakat her iki kitapta irdelenmeye ve üzerinde durulmayı hakediyor. Okunulmasi tavsiye olunur.

Sevgiler
Historian