idam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
idam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Mayıs 2017 Pazar

Cellat Çeşmesi

Cellat Çeşmesi

Reşat Ekrem Koçu

Topkapu Sarayında, Babıhümayun ile Babüsselam (Orta Kapu) arasında kalan birinci avluda Orta Kapuya doğru yaklaşırken, sağ taraftaki duvarda bir Çeşme görülür, adı «Cellat Çeşmesi» dir. Çeşmenin önünde sütunumsu bir taş vardır, onun da adı «İbret Taşı» dır. Her ikisinin de hatırası kanlıdır. Kafası cellat satırı ile uçurulan veya boynuna dolanan kemend ile boğulduktan sonra başı gövdesinden ayrılan bedbaht insanların kelleleri bu taşın üstünde teşhir edilirdi. Ve cellatlar satır, bıçak ve usturalarındaki insan kanını bu Çeşmede yıkayıp akıtırlardı.


Her devletin, tarihinde görülegelir, Osmanlı İmparatorluğunda da cellat pençesinde can vermiş masum veya suçlular sayılamaz. Kimi işlediği cinayetin veya devlete ilhanetinin cezasını görmüş, kimi bir entrikanın, iftiranın, bir kinin, bir aşkın kurbanı olmuş, kimi de kurunun yanısıra yanmıştır. Kimi bir kemend veya bir satırla bir anda öldürülmüş, kimi de işkenceler altında inim inim inletildikten sonra can vermiştir.

Cellat Çeşmesinin karşısı, Osmanlı İmparatorluğunun resmi cellat teşkilatı hakkında konuşulacak yerdir.

Bir cellatbaşının idaresinde, sayıları devir devir azalmış, çoğalmış olan cellatların hepsi, Tanzimat adını verdiğimiz uyanık mutlakiyet devrine kadar aslen Hırvat idi, Tanzimattan da sonra Hırvat cellatlar yerine kıbti cellatlar kullanıldı. Cellatbaşı ile beraber Bostancıbaşı Ağanın emrinde idiler.

Bostancıbaşı Ağayı bizzat Padişah tayin ederdi. Has vazifesi, .sarayın ve Padişahın nefsinin muhafazası
idi. Sarayuı Enderun ve Harem müstesna, bütün dış kısmının, dış hizmet ocaklarının ve muhafız kıt'alarının en büyük zabiti idi ve İstanbul şehrinin de en büyük zabıta amirlerinden biriydi. Bostancı Ocağı ve Bostancılardan ve Bostancıbaşıdan ileride tafsilatiyle konuşacağım.

İdam fermanları, emirleri Bostancıbaşı Ağaya verilir, o da hükmü yerine getirirdi. Mahkum mühim bir şahıs ise, hükmün infazında bizzat bulunurdu, hükmü de bir veya iki yamağı ile cellatbaşı infaz ederdi.

Siyasi mahkumlar yağlı kemendle boğulurdu. Bazan idamdan sonra mahkumun başı «şifre» denilen gayet keskin hususi cellat usturası ile gövdesinden ayrılır ve bir ibret taşının üstünde teşhir edilir, yahut Babıhümayun önüne bırakılır, atılırdı. Sabıkalı hırsızlar, bilhassa gece hırsızları, şehrin münasip görülen bir yerinde, umumiyetle suçun işlendiği semtte, hatta bazan hırsızlık için girdiği evin, dükkanın, hanın kapusu önünde asılırdı. Tanzimattan evvelki devirde kaatil için esbabı muhaffefe tanınmaz, yaş küçüklüğü nazarı dikkate alınmaz, maktulün tarafı kısasda ısrar ederse idam olunurdu, kısasdan vazgeçilirse, maktulün kanı kaatile bağışlanırsa diyete mahkum olur, diyet  borcu için zindana atılırdı. Şekavette yakalananlar ve azılı kaatiller işkence ile idam olunurdu.

İdama mahkum olan askerlerin, bu arada yeniçerilerin başı kesilir, tabiri mahsusla boynu vurulurdu ve cesedleri ayaklarına taş bağlanarak denize atılırdı. Bazı siyasi mahkümlara da, kemendle idamlarından evvel, gizli servetlerini söyletmek için işkence yapılırdı. Bu soğuk yerde fazla durmayalım.

Osmanlı tarihinde en namlı cellatlar, onyedinci asır ortalarında cellat Kara Ali ile yamağı hammal Ali'dir. Bu iki müthiş adamın son boğdukları insan Sultan İbrahim olmuş, bu idam hükmünün infazını müteakip kendileri de gizlice boğdurulmuşlardı. Kara Ali'den sonra Süleyman isminde bir cellat da hayli nam kazanmıştır.

Hükmi Sultan olmaz ise gelmez hata celladdan ...
https://groups.google.com/forum/#!topic/merakediyorum/lvCIBSEs5Ww


Topkapu Sarayı, Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi Kütüphanesi, s: 20-21

24 Şubat 2017 Cuma

Kanlı Yasalar: İngiltere'de İdam Cezası

Kanlı Yasalar: İngiltere'de İdam Cezası

Arthur Koestler


https://en.wikipedia.org/wiki/File:William_Hogarth_-_Industry_and_Idleness,_Plate_11;_The_Idle_'Prentice_Executed_at_Tyburn.png
Bu geziyi iki devrede yürüteceğiz: Önce 1800 yılları civarında suçla mücadele metodunu anlatacağız,
sonra da bu duruma nasıl gelindiğini görmek için daha öncelere gideceğiz. Ondokuzuncu yüzyılın başında, ülkemizin [İngiltere] ceza mevzuatı kanlı yasalar adıyla anılırdı. Bu yasalar iki yüz yirmi veya iki yüz otuz suçu ölümle cezalandırmak gibi bir özelliğe sahipti ki, dünyada başka hiç bir yasa aynı niteliği taşımıyordu.


Kanlı yasanın ölüm cezasına çarptırdığı suçlar arasında yankesicilik, çingenelerle işbirliği yapmak, göl balıklarına zarar vermek, tehdit mektubu göndermek, bir ormanda silâhlı veya yüzünü maskeyle gizlemiş şekilde dolaşmak gibi fiiller de vardı. Hukuk otoriteleri dahi, ölümle cezalandırılan suçların tam sayısını hatırlamıyorlardı.

Unutmayınız ki, orta çağın karanlıklarından değil, Kraliçe Victoria’nın saltanat sürdüğü, dünyanın bütün uygar ülkelerinin mülkiyete karşı işlenen suçlarda ölüm cezasını 'kaldırdıkları ondokuzuncu yüzyıldan söz ediyoruz.

Bu dönemde, ondokuzuncu yüzyılın en büyük İngiliz hukukçusu Sir James Stephens, ceza kanunlarından söz ederken bunların «En beceriksiz, en umursamaz, bir uygar ülkenin şerefini alçaltmış yasaların en gaddarları» olduğunu söylemişti. Bu durum, hele İngiltere’nin birçok bakımdan
dünyanın geri kalan kısmına göre ilerde olduğu düşünülünce, daha da şaşırtıcı bir hal alıyor. Yabancı
ziyaretçiler, İngiliz mahkemelerinin dürüstlüğü karşısında son derece etkileniyor, ancak verilen cezalar karşısında düştükleri dehşet de olumlu etkiden aşağı kalmıyordu. Darağacı ile işkence sehpası, köylerde ve kırlarda öylesine olağan şeyler halini almıştı ki, gezginler için basılan ilk rehberde bunlardan sık sık söz edilmekte ve bazıları merkez noktalar olarak işaretlenmekteydi.

Yalnız Londra ile Doğu Grinstead arasında üç darağacı ile, cesetlerin çürüyene kadar zincirlerle bağlı kaldıkları birkaç ölüm sehpası kurulmuştu. Bazen, suçlu canlı olarak buraya bağlanıyor ve ölümü birkaç gün sürüyordu. Bazen de, iskelet, etler döküldükten uzun süre sonra da, asılı kalıyordu.
Ölüm sehpasının son kullanılışı 1832’de Leicester yakınındaki Saffron Lane’de olmuştur. Ciltçi James
Cook otuz üç ayak yüksekliğe, saçları traş edilip başına katran sürülmüş olarak asılmış ve cesedi onbeş gün sonra kaldırılmıştır. Bu süre içinde pazar gezmesine çıkmış olanlar sehpanın etrafını bir gezi ve eğlence yeri haline getirmişlerdi.

«Asılma günleri» bütün onsekizinci yüzyıl ve ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısı süresince bugünkü
bayram günlerimizin birer benzeri olmuşlardır. Birincilerin sonunculardan tek farkı çok daha sık olmalarıydı. Mallarını belirli bir zamanda teslim etmek zorunda olan zanaatkarlar dahi, «Teslim tarihinden önce bir asılma günü olursa o gün çalışmayacaklarını» belirtmeyi unutmuyorlardı.

https://en.wikipedia.org/wiki/Tyburn

Asılmanın simgesi Tyburn ağacıydı. İnfazlar sırasında meydana gelen olaylar ise, ulusal utancın da ötesinde duygulara yol açacak nitelikteydi. Bunlar tam bir kollektif çılgınlık ateşine yol açıyordu. Bugün aynı duygu ve gösterinin yankılarını herhangi bir hapishanenin kapısına infaz kararları asıldığında görmek mümkündür.


Bununla birlikte, ondokuzuncu yüzyıl ilerlemekteydi. Bazı ülkeler ölüm cezasını kaldırmış, diğer bir kısmı ise bunu kaldırmamakla birlikte, uygulamaz olmuşlardı. Oysa İngiltere'de açıkça yapılan infazlar, her ne kadar hapishane kapıları önlerine alınmışsa da, gene de, resmen düzenlenmiş büyücü âyinlerini andırmaktaydı. Bu idamlar sırasında beklenmedik şiddet ve heyecan gösterileri meydana gelmekteydi. Meydanda bulunanlar aralarında dövüşürlerdi. Nitekim, 1807’de Holloway ile Haggerty’nin asılmalarını izlemeye gelmiş olan 40.000 kişilik bir kalabalık birden öylesine bir çılgınlığa kapıldı ki, gösteri bittiğinde meydanda yüze yakın ölü yatıyordu.

Bu ahlâk düşüklüğüne yakalanmış olanlar, yalnız aşağı tabakadan kimseler değildi. Seçkin seyirciler
için, bugün futbol maçlarında olduğu gibi, tribünler hazırlanıyor, alana bakan evlerin pencereleri akıl almaz fiyatlara kiralanıyor, siyah tilkiden kürkler giymiş aristokrat kadınlar, mahkûmu ziyaret edebilmek için kuyruk oluyorlardı. Şık gençler ile bu işin gerçek amatörleri, güzel bir asılma olayı görebilmek için ülkeyi baştan başa geziyorlardı. Ve bütün bunlar, romantizmin en hassas döneminde, kadınların en ufak heyecandan bayılıp, sakallı adamların birbirlerinin kollarında sıcak gözyaşları döktükleri bir çağda geçmekteydi.

Kurbanlar tek başlarına ya da on iki, on altı, yirmi kişilik gruplar halinde asılıyorlardı. Çoğu zaman
mahkûmlar sarhoş olurlardı, cellatlar da onlardan aşağı kalmazdı. Ama ister sarhoş olsun, isterayık, toplumun çılgınlığı karşısında cellat çoğu zaman soğukkanlılığını kaybeder ve işini berbat ederdi.
İki veya üç kere yeni baştan asılan kişiler çoktu. Bazan kurbanın topuğundan kan alınmak suretiyle
kendine gelmesi sağlanır, ondan sonra yeniden asılırdı. Diğer bazı hallerde, cellat ile yardımcıları, mahkûmun ağırlığına kendilerininkini de katmak amacıyla darağacında sallanan adamın ayaklarına asılırlar. Vücudun yırtıldığı, kafanın koptuğu olurdu. Birçok kereler, mahkûm ipin ucunda sallanırken af fermanının geldiği görülmüştür. O zaman ip kesilirdi, «Yarı yarıya asılmış» adı verilen Smith isimli birinin başına da böyle bir olay gelmişti. Adam bir çeyrek saattir ipte sallanmaktaydı... Yakındaki evlerden birine götürüldüğünde kan alma ve diğer tedavilerle derhal kendine geldi.

Bu dehşet sahneleri bütün ondokuzuncu yüzyıl boyunca sürüp gitti. Herşey öylesine barbarca, eksik
yapılıyor ve tesadüfe bırakılıyordu ki, yalnızca idamdan onbeş dakika sonra mahkûmların hayatta kalması değil, büyük bir kesinlikle belirtildiğine göre, bazılarının teşhir masasında kendilerine geldikleri bile görülüyordu. Daha başkaları da ipten indirildikten sonra sıcak banyolar, kan almalar ve belkemiği masajlarıyla dostları tarafından yeniden hayata iade ediliyorlardı.

Ölüm cezasını tartışmaya başladığımız andan itibaren bu iğrenç teknik ayrıntılara girmemek imkânsızlaşır: Neden söz edildiğinin iyice bilinmesi gerekir. Zira söz konusu olan yalnız uzak geçmişi ilgilendiren sorunlar değildir. Resmi ikiyüzlülük, infazların açık olmasından yararlanarak, modern asma tekniğinin son derece geliştirildiğini ve herşeyin her zaman «süratle, hiçi bir olaya yol açmaksızın olup bittiğini» ileri sürer, hapishane müdürleri de gerçeğe aykırı olarak, bu yönde konuşmaya zorlanırlar.

Ancak, Nurenberg savaş suçlularının asılmalarında korkunç olaylar olmuştur ve Mrs. Thompson’un 1923 yılında asılması da, gazetelerin geçen yüzyılın sözünü ettikleri korkunç insan kasaplıkları kadar isyan ettirici şekilde geçmiştir. Bu kadını idam eden cellat, kısa bir süre sonra intihar etmeye kalkışmıştı, hapishanenin papazı ise, «kadıncağızı icabında kuvvet kullanarak kurtarmak arzusu hemen hemen dayanılmaz bir hale gelmişti» diyordu. Buna rağmen, hükümet sözcüsü bize herşeyin mükemmel geçtiğini söylemektedir; hükümet sözcüleri son derece saygı değer kişilerdir.

Hele infazı takip eden sahneler, infazın kendisinden de alçaltıcıdır, tabii bundan daha alçaltıcı bir
şey olması mümkünse. Anneler çocuklarını darağacına yaklaştırarak, ölünün eline dokunmalarını sağlamaya çalışırlardı. Asılan adamın elinde şifa verici bir hassa olduğuna inanılırdı. îdam sehpasından, diş ağrılarına karşı deva olması için, parçalar kopardırdı. Daha sonra da, operatörlerin uşakları ceset için kavgaya tutuşurlardı. Çünkü o devirde teşrih için ceset bulmanın en alışılmış yolu buydu.


Ölüm Cezası Üstüne Düşünceler, Alan Yayınları
s: 83-87

23 Şubat 2017 Perşembe

Arthur Koestler: "Yarı yarıya asılmış Smith"

Arthur Koestler: "Yarı yarıya asılmış Smith"

Arthur Koestler


İspanyol iç savaşı sırasında, 1937 yılında, casusluk suçlamasıyla ölüm cezası yemiş olarak hapishane arkadaşlarımın idamlarına tanık olup, kendiminkine hazırlandığım bir üç ay geçirdim. Bu üç ay dolayısıyla ölüm cezasına tıpkı, infazdan onbeş dakika sonra boynundaki ip kopup da, bu süre içinde ölmemiş olan, « Yarı yarıya asılmış Smith»in besleyeceği cinsten özel bir ilgi besledim. Böylece bu sakin ülkede, ne zaman bir erkek veya kadının boynu yağlı ilmikte kırılsa, anılarım kapanmamış bir yara gibi yeniden irinlenmeye başlar. Ölüm cezası sürdükçe gerçekte hiç bir zaman iç huzura kavuşamayacağım.

İşte beni harekete iten eğilim budur. Durumumun, kitabın içindeki kanıtlara ayrı bir renk kattığını kabul ederim. Ama bu olayları değiştirmez ve bu kitap da çoğu zaman olaylardan sözetmektedir.

 
Aslında son derece soğuk ve duygusuz bir şekilde yazmak niyetindeydim, ama bunu yapamadım, acıma ve iğrenme duygusu bu isteğimden daha kuvvetli çıktı. Uzun sözün kısası belki de böylesi daha iyidir, zira ölüm cezası yalnızca bir rakam, istatistik veya ortalama sorunu değil, aynı zamanda, ahlâk ve duygu problemidir de. Savunmanın namuslu olması için, aktarılan metinlerin değiştirilmemesi ve kısaltılıp kesilmemesi gerekir. Ancak bu insanın bir kalbi olmasını ve acı çekmesini engelleyemez.


Ölü Cezası Üstüne Düşünceler içinde, s: 75-76
Alan Yayıncılıkede
Albert Camus: «Saat beşte adalet yerine getirildi."

Albert Camus: «Saat beşte adalet yerine getirildi."

Albert Camus

1914 savaşından az önce, suçu fazlasıyla öfke uyandıran bir katil (bir çiftçi, ailesini çocuklarıyla birlikte öldürmüştü) Cezayir’de idama mahkûm edildi. Sözkonusu kişi, kan çılgınlığı içinde cinayet işleyen, üstelik kurbanlarının öteberisini çalarak durumunu ağırlaştıran bir tarım işçisiydi. Olay büyük yankılar uyandırdı. Genellikle, kafasının kesilmesinin böyle bir canavar için pek yumuşak bir ceza olacağı düşünülmekteydi. Çocukların da öldürülmüş olmasını büyük bir tiksintiyle karşılayan babamın da aynı şekilde düşündüğünü söylediler.

Bu konuda bildiğim pek az şeyden biri, kendisinin infazda hazır bulunmak istemiş olmasıdır. Büyük bir kalabalıkla birlikte, şehrin öbür ucundaki infaz yerine gitmek için geceyarısı kalkmıştı. O sabah gördüklerinden bir daha kimseye tek kelime söz etmedi.
Yalnız annem onun eve yüzü allak bullak, hışım gibi girdiğini, kimseyle konuşmadığını, bir süre yatağına uzandıktan sonra birden kusmaya başladığını anlattı. Babam, büyük formüller ardında gizlenen gerçeği kavramıştı. İnfaz anında, öldürülen çocukları düşüneceği yerde, kafası kesilmek için giyotinin altına atılan ve ölümden sonra bile ihtilaçlar içinde kıvranan vücudu düşünmüştü.

Bu ayinsel hareketin basit ve doğru bir adamın öfkesini yenmek için pek fazla korkunç olduğunu ve
yüz kere hakedilmiş olarak gördüğü bir cezanın sonuç olarak onda büyük üzüntüden başka duygu yaratmadığını kabul etmek gerek. En büyük adalet, korumak durumunda olduğu namuslu adama yalnız kusma duygusu veriyorsa, onun olması gerektiği gibi, siteye daha fazla barış ve düzen getirdiğini savunmak imkânsızlaşıyor. Tam tersine en büyük ceza bize, en aşağı cinayetin kendisi kadar isyan uyandırıcı şekilde çarpmakta ve bu yeni cinayet toplumsal bünyeye karşı girişilmiş saldırıyı onarmak şöyle dursun, eski lekenin yanına bir yenisini eklemektedir.

Bu öylesine gerçektir ki, kimse sözü geçen törenden açıkça sözetmeye cesaret edememektedir.
Bundan söz etmekle yükümlü olan memur ve gazeteciler, törenin utanç verici ve kışkırtıcı yanının iyice bilincine varmışçasına, kalıplaşmış formüllerden meydana gelen ayinsel bir dil kullanırlar. Böylece kahvaltı saatinde gazetenin bir köşesinde, mahkûmun «topluma olan borcunu ödediğini», veya «Suçunun cezasını çektiğini», ya da «Saat beşte adaletin yerine getirildiğini» okuruz. Memurlar, mahkûmdan «ilgili» veya «müşteri» diye söz eder ya da, onu İdam Mahkûmu kelimesinin baş harfleriyle belirtirler.

Ölüm cezası hakkında eğer deyim uygunsa yalnızca alçak sesle konuşulur ve yazılır. Son derece
uygarlaşmış olan toplumumuzda bir hastalığın çok tehlikeli olduğunu ondan doğrudan söz edemememizden anlarız. Uzun süre burjuva ailelerinde, büyük kızın ciğerlerinin zayıf olduğundan veya babanın «urdan » şikayet ettiğinden söz edilmiştir; çünkü verem ve kanser biraz utanç verici hastalıklar olarak kabul edilmekteydi. Bu kural kuşkusuz ölüm cezaları için de geçerlidir, çünkü herkes ondan yalnızca örtülü sözcüklerle söz etmeye çabalamaktadır. Kişinin bünyesi için kanser ne ise, toplumun bünyesi için ölüm cezası da. odur, şu farkla ki, kimse şimdiye kadar  kanserin gerekliliğini ileri sürmüş değildir. Aksine ölüm cezasını topluma, pek üzüntü verici bir gerek olarak sunmaktan geri durulmamıştır; böylece kaçınılmaz bir gereklilik olduğu için öldürme meşruiyet kazanıyor, ama bu üzüntü verici bir hareket olduğu için de üzerinde konuşulmuyordu.

Benim niyetim ise, tam tersine nobranca konunun üzerine gitmektir. Bunu ne skandal zevki, ne de sanırım doğal ahlak bozukluğu dolayısıyla yapacağım. Yazar olarak bazı nezaket davranışlarından
dehşete düşmüş, insan olarak insanlık koşullarımızın iğrendirici yönleri kaçınılmaz ise onları sessizce
karşılamak gerektiğini düşünmüşümdür. Ama eğer sessizlik veya dilin kurnazlıkları, değiştirilmesi
gereken bir suistimalin veya giderilmesi olası bir felaketin sürmesine katkıda bulunuyorlarsa, o zaman açık konuşmaktan ve kelimelerin örtüsü altında gizlenen müstehcenliği gözler önüne sermekten başka çare yoktur. Demirperdenin bu yanındaki ülkeler içinde Fransa, ceza dağarcığında idama hâlâ yer veren bir diyâr olmanın parlak şerefini İspanya ve İngiltere* ile paylaşmaktadır. Bu ilkel âyin, yalnızca kendisine belletilen, tantanalı sözlere göre hareket eden kamuoyunun umursamazlığı ve bilgisizliği yüzünden günümüze kadar yaşayabilmiştir.. Muhayyile (imgelem) uyuduğu zaman sözcükler anlamlarını kaybederler: Sağır bir halk bir adamın mahkûmiyetini dalgınlık içinde dinler. Ama onlara makina gösterilsin, tahtaya ve demire dokunmaları, düşen başın sesini duymaları sağlansın, o zaman birden uyanan toplum imgelemi aynı anda hem kullanılan dili hem de cezayı reddedecektir.

Bu yazı; Ölüm Cezası Üstüne Düşünceler, içindedir, s: 13-16
A. Camus/A. Koestler, Türkçesi : Ali Sirmen, Alan Yayıncılık 1986

[Başlığı ben koydum]