İngiltere etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İngiltere etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Eylül 2022 Pazartesi

Uluslararası gün çizgisi ya da tarih değiştirme çizgisi, Nedir? Neden Var? Özellikleri Nelerdir?

Uluslararası gün çizgisi ya da tarih değiştirme çizgisi, Nedir? Neden Var? Özellikleri Nelerdir?



 Uluslararası gün çizgisi ya da tarih değiştirme çizgisi, başlangıç meridyeninin 180° doğusunda ya da batısında bulunan meridyen dairesine verilen addır.

 

Büyük Londra Yangını Hakkında Herşey, Neden Çıktı Neler Oldu? Bilanço Ne Oldu?

Büyük Londra Yangını Hakkında Herşey, Neden Çıktı Neler Oldu? Bilanço Ne Oldu?



Büyük Londra Yangını, 2 Eylül 1666 Pazar günü Londra'nın orta kesimlerinde başlayarak 5 Eylül Çarşamba gününe kadar kenti etkisi altına alan, kentin tarihindeki en büyük yangın felaketidir.

bayramcigerli.blogspot.com, Bayram Cigerli,

12 Kasım 2021 Cuma

Mondros ateşkes antlaşması hangi devletler arasında imzalandi

Mondros ateşkes antlaşması hangi devletler arasında imzalandi



Devletler: Osmanlı Devleti X İngiltere

Tarih, bayramcigerli.blogspot.com,Bilmeniz Gerekenler, Bayram Cigerli, İnkılâp Tarihi,Mondros Ateşkes Antlaşması,

21 Nisan 2021 Çarşamba

Domesday Book: "Kıyamet Kitabı"

Domesday Book: "Kıyamet Kitabı"

 

Bayeux işlemesi üzerinde Hastings Muharebesi sırasında Harold'ın ölümünün resmedilmesi

İngiltere’de 11. Yüzyılın ortalarına kadar hükümranlık süren Kral Edward'in hiç çocuğu olmamıştı. Bu yüzden ülkenin çeşitli yörelerinde yaşayan pek çok soylu taht üzerinde hak iddia etmeye başlamıştı. Normandiya Dükü William bunlardan sadece biriydi.

Dar bir geçit olan Manş geçidi ile İngiltere'den ayrılmış olan Normandiya bir zamanlar Şarlaman tarafından yönetiliyordu. Ölümünden hemen sonra Avrupalıların İskandinav dediği kuzeyden gelen denizciler Normandiya'yı işgal edip, burada bir dukalık kurmuşlardı.

Aslına bakılırsa İskandinav kökenli William'ın taç için hiç umudu yoktu. Bu yüzden bereketli toprakları ve otlakları olan İngiltere'ye bir sefer düzenlemeye karar verdi. Gemiler yaptırdı, silah ve yiyecek toplattı, iyi şövalye ve okçulardan oluşan donanımlı bir ordu kurdu. Hazırlıklarını tamamlayan William, Manş'ı geçip, 1066 Eylülünde İngiltere'ye ulaştı. İki hafta sonra Hastings Limanı'nda İngilizlere karşı bir zafer kazandı. Böylelikle İngiltere'yi fetheden William, Fatih William şanıyla anılmaya başlandı.[1] Artık Fatih William adıyla İngiltere kralıydı. William başa geçer geçmez yerli halka toprak dağıttı. Kendisini kabul etmeyen tüm köylüleri de öldürttü. Ülkenin en verimli arazilerine el koydu. Ülkenin soylularını etrafına topladı. Böylece iktidarını sağlamlaştırmış oldu.

Krallıkta yaşayan herkes düzenli olarak vergi ödemekle yükümlü olacaktı. İnsanlar, ne kadar çok araziye sahipseler o kadar çok vergi ödemekle mükelleftiler. Ödenecek vergileri düzenleyebilmek için derhal işe başladılar. Öncelikle el koyduğu hazinenin ne kadar olduğunu ve kimlerden ne kadar vergi alacağını bilmek istiyordu.


Tarihçilerin yazdığına göre William bu isteğini gerçekleştirebilmek için 1085 yılında soylular meclisini toplayıp, danışmanlarıyla birlikte meclisteki insanlarla bir görüşme yaptı. Bu görüşme sonucunda Kral; baronlarını ve yardımcılarını görevlendirerek, ülkede yaşayan herkesin mal varlığını saydırttı. Bu yapılana benzer mal mülk sayımlarına daha ö n c e Avrupa’da da rastlıyoruz. Bu sayımın asıl amacı Kral William'in ne kadar vergi toplayacağını bulmaktı.

Tam bir hesap çıkartılabilmesi için, baronlar var güçleriyle çalışmaya başladılar. Tarlaları, otlakları ve ormanları tek tek ölçüp kaydettiler. Sonra kimlerden ve hangi ürünlerden ne kadar vergi toplatılacağına karar verdiler. Bu iş için krallıktaki her kasabada, her köy ve malikanede tek tek incelemeler yaptılar.

Arazinin ne kadar olduğuna, arazi sahiplerinin kimler olduğuna ve bu insanların emirlerinde kaç köylü çalıştırdıklarına baktılar.

Değirmenler, otlaklar, nehirler, ormanlar tek tek tespit edildi.

Tüm bunlardan mevcut kanunlara g öre ne kadar kira alındığını öğrendiler. Kralın adamları işlerini bitirdiğinde koca İngiltre'de sayılmayan hiçbir şey kalmamıştı. Tüm kayıtlar her yörede toparlanarak, krala gönderildi. Sıra kâtiplerin işlerine gelmişti. Ülkenin dört bir yanından gelen kayıtlar, uzman kâtipler tarafından incelenerek bir kitap haline getirildi. Böylece tarihte o zamana kadar görülmemiş büyüklükte, son derece detaylı bir sayım yapılmış oldu. 19. yüzyıl tarihçileri tarafından incelemeye alınan bu kitaplar sayesinde, 11. Yüzyılın insanlık için, gelişen yaşam stilleri için ne kadar değerli bir süreç olduğu anlaşıldı. Kitaplar dönemlerine ait pek çok bilgiyi inanılmaz bir açıklıkla anlatıyordu. Köylülerin hangi ürünleri nerelerde, nasıl yetiştirdiklerini, demir veya tuz yataklarında kimlerin çalıştığını ve bu işi hangi yöntemlerle yaptıklarını, kimlerin balıkçılıkla geçim sağladığını tüm çıplaklığıyla öğrenmiş oldular.

Tüm Ortaçağ boyunca köylü halkın pek çoğu köleydi Bu sayımdan anlaşıldığına göre krallıkta yaşayan herkesin bir statüsü vardı. Eğer bir derebeyine ait olan toprakları eken köylülerdenseniz, siz de toprakla birlikte kiralanabiliyor hatta satılabiliyordunuz.

Bu mükemmel sayıma rağmen, belgelerin çözümlenmesine birtakım sorunlar yaşandı. Geçen sekiz yüzyıl içinde şehirlerin, kasabaların, köylerin isimleri çok fazla değişmişti. Ayrıca William'ın adamları belgeleri kaleme alırken, her şeyi farklı bir üslupla yazdıkları için, bu günkü araştırmacılar belgeleri gereğince açıklamakta zorlanıyorlar. 1 0 8 6 yılında gerçekleştirilen bu büyük sayımla, D o m e s d a y yasaları da oluşturulmuş oldu. Kral, yapacağı sayımdan insanların kaçmasını engelleyebilmek için kanunlar koydu. Bu kanunları içine alan yasa kitabının adı, her sorunun doğru olarak cevaplandırılacağı "hüküm gününden" alınmıştır.[2]

Yapılan sayım krallıktaki herkesi çok korkutmuştu. Buna rağmen hiç kimse sayıma karşı çıkma cesaretini gösterememişti.

Tüm bunların sonunda İngiliz halkı ağır vergilerle boğuşmak zorunda kalmıştı. Sayımdan sonra çıkartılan kitaplarda feodal lordların, vasalların (tebaa) ve köylülerin nasıl yaşayacakları da birtakım kurallarla açıklandı. Bu kurallara karşı çıkan bir tek insan bile olmadı

[1] Edward Ocak 1066'da öldükten sonra İngiltere'nin en güçlü ailesinden olan Harold Godwinson tahtta hakkı olduğunu iddia etti. Davası için yanına bir takım müttefikler aldı. Bazı kaynaklar der ki: Edward aslında tahtı kuzeni I. William'a verecekti fakat ölüm döşeğindeyken Harold'a verdi. William İngiltere üzerinde 15 senedir siyaset tayin ediyordu. Harold'ın kral olmasıyla İngiltere'ye savaş açtı. İngiltere tahtına geçmeyi planlıyordu. https://tr.wikipedia.org/wiki/Hastings_Muharebesi

[2] İngilizce Domesday Book (Kıyamet Günü Kitabı) İngiltere'de Kral I. William'ın emriyle arazi sahipleri ile bu kişilerin elindeki mülkler konusunda yapılan sayıma ilişkin özgün kayıtlara ve sayım sonuçları özetine verilen ad. Zamanında "İngiltere'nin özelliklerini belirleme" adı altında yürütülen araştırmaya, halk arasında kurtuluşu olmayan hükümle karşı karşıya gelme anlamında Domesday [dumsdey] (kıyamet günü) adı takıldı. Zamanla yaygınlaşan bu ad 12. yüzyıl ortalarında genel bir geçerlik kazandı. Araştırma, geniş ayrıntılar içermesi ve Ortaçağda gerçekleştirilmiş en çarpıcı idari uygulama olarak kabul edilir

26 Mayıs 2017 Cuma

Köle Ticaretiyle İlgili Mağrip Hükumetiyle Mektuplaşmalar

Köle Ticaretiyle İlgili Mağrip Hükumetiyle Mektuplaşmalar

Belge
Yayımlayan Bernard Lewis


Başkonsolos Drummond Hay ve Fas Sultanı Arasında Kölelikle İlgili Mektuplaşmalar (1842)

Başkonsolos Drummond Hay
Köle Ticareti No. 2
Dört Ek Yazı
30 Mart’ta alındı
Cebelitarık Deniz Yoluyla
Köle ticaretiyle ilgili Mağrip Hükumetiyle mektuplaşmalar
Tanca 12 Mart 1842

Lordum [Aberdeen Kontu],
Sayın Lordum 27 Aralık, Köle Ticareti No. 4 yazısıyla ve bizim 29 Ocak tarihli ve Köle Ticareti No. 1 yazımızla ilgili olarak Fas Sultanı'na yazdığımız mektuba cevap aldık ve bunun İngilizce versiyonunu size takdim etmekten şeref duyuyorum. [Ek 1 ].


Sultan’ın cevabı bizi tatmin etmedi, Majesteleri benim muhaberatımla ilgili bilgi istediğinden -kendi ülkesi dışındaki olaylardan bilgisi yok- şu anda Meknas’ta bulunan Sultan’a dün (Hasta olan Arapça tercümanımız iyileşir iyileşmez) ikinci bir mektup gönderdik ve onun İngilizce orijinalini de ekliyoruz. [Ek 2].

Sayın Lordum bilgi talebinin üzerinden çok zaman geçmemiş olsaydı Sultan’ın ikinci mektubuma vereceği cevabı beklerdim ama bunun uzunca bir süre alacağını bildiğim için size bu ülkedeki köle ticaretiyle ilgili bazı bilgileri hemen göndermeyi yerinde buldum. Majestelerinin Fas’ta konsolosluklarıyla bu konuda yaptığım yazışmalardan da yeterince yararlı bilgiler sağlayamadım, başka bir kanaldan sağladığım bilgiler bu ülkede kölelikle ilgili yasalar ve kurallar ve köle ticareti hakkında oldukça aydınlatıcı ve bunların Arapça orijinaliyle birlikte çevirilerini de bu mektuba ekliyoruz, (Ekler 3 ve 4).

Ek 3’teki bilgi ve belgeleri bana veren Thaleb, ondan aldığım bu bilgileri bu ülkede birine söylersem başının tehlikeye gireceğini söyledi (korkusu biraz abartılı olabilir) ve bu da Fas’ta her konuda gerçek bilgi almanın ne kadar güç olduğunu açıkça gösteriyor, bilgi toplamak isteyen bir kişi bu ülkenin bağnaz halkının dinsel önyargılarını kurcalamayla suçlanabilir.

Sayın Lordum bilmeli ki bu ülkede köle sayısı pek fazla değil ve aldığım haberlere göre efendileri onlara iyi davranıyor ve efendinin ölümü halinde köleler genelde azat ediliyorlar. Fas’ta yaşadığım on üç yıl içinde bu ülkeden kölelerin başka yerlere gönderildiğini görmedim, böyle bir olay son kez yirmi dört yıl önce yaşanmış, bu olayda Cezayir Konsolosu Hacı Abdülkerim Ben Thaleb, Cezayir Beyi için beş yüz erkek köle satın almış ve muhafız olarak Bey’e göndermiş.
Saygılarımla,
Sayın Lorduma en derin sevgi ve saygılarla
E. W. A. Drummond Hay
....

Fas Sultanı’na yazılan ve ondan gelen mektuplar.
[Başkonsolos Drummond Hay’in Aberdeen Kontuna yazdığı 12 Mart 1842 tarih ve Köle Ticareti No. 2 mektup eki No. 1]


Fas Sultanı Majesteleri Mulai Abd Errachman Ben Heesham’a(1). Britanya Majestelerinin Temsilcisi ve Başkonsolosu’ndan saygılarla.
Haşmetmeab Kraliçe Hazretlerinin Dışişleri Bakanı’ndan aldığımız talimat gereği, Majesteleriniz, Majestelerinizin Hanedan Selefleri, Bölge Valileri ya da Devlet Yöneticileri tarafından kölelerle ilgili
yönlendirici, önleyici veya benzeri herhangi bir yasa çıkarılmadığını öğrenmek isterdik; eğer böyle bir yasa varsa, geçici ya da daimi, nasıl olursa olsun, buna dair bilgi ve belgelerin tarafımıza gönderilmesi
için saygıdeğer Majestelerinin emir vermelerini diliyoruz.

Burada Saygıdeğer Majestelerine ayrıca belirtmek isterim ki, Majestelerinin ülkesinde böyle yasalar çıkarıldıysa ve uygulanıyorsa, köle ticareti tamamen kesilmiş olmasa bile bunu duymak bizi son derece mutlu edecektir efendimiz. Örneğin köle tacirlerinin, rengi ne olursa olsun köle alıp satmaları konusunda kısıtlamalar getirildi mi ve bunlar Saygıdeğer Majestelerinin topraklarından kara ya da
deniz yoluyla çıkartabiliyorlar mı?
Hz. İsa Mesih yılı 1842’de 22 Ocak’ta Tanca’da yazıldı ve E. W. A. Drummond Hay tarafından imzalandı.
.....

Giden mektuba Sultan’nın cevabının tercümesi.
Not. Aceleyle yazıldığı belli olan bu mektup Fransa Konsolosuna hitap etmektedir ama zarfın üzerinde İngiltere Konsoslosu adresi vardır.


Yüce ve Merhametli Allah adına!
Yüce Allah’tan başka Tanrı ve güç yoktur.

Fransız Ulusunun Tanca’daki temsilcisi olan Saygıdeğer Konsolosu Drummond Hay’e yazıldı.

Belirtelim ki:
Allah’ın izniyle tarafımıza gönderdiğiniz mektubu aldık ve kabul ettik ve orada bize ulusunuzun Kraliçesi’ne bağlı Dışişleri Bakanı’nınızın köle ticaretiyle ilgili bilgi istediğini belirtiyorsunuz, yasalarımıza göre bunun caiz olup olmadığını soruyorsunuz.

Bilmenizi isteriz ki köle ticareti, Adem’in oğullarından beri tüm mezhep ve ulusların fikir birliği içinde olduğu bir konudur, Tanrı’nın izni vardır bu konuda; bunun herhangi bir din tarafından yasaklandığına
dair bilgimiz yoktur, hiç kimse de bunu sormamıştır, kimse tartışmaz bunu ve bu konu gün gibi açıktır. Ama yaşanmış ve bildiğiniz olağandışı bir mesele varsa bize bildirin ki cevabımız da soruya uygun olabilsin.
23 Doolhadja 1257 (4 Şubat 1842)
Gerçek kopyalar
Henry John Murray
Viskonsül

Müslüman geleneğine göre kölelerin cezalandırılması, gravür, Olfert Dapper (ca 1635-1689), 1686. Afrika, 17. yüzyıl. De Agostini Resim Kitaplığı.
https://www.thoughtco.com/the-role-of-islam-in-african-slavery-44532
....

[Ek No. 2]

Soylu Prens Yüce Lort Fas Sultanı Mulai Abd Errachman Ben Heesham’a vb. Britanya Kraliçesi’nin Temsilcisi ve Başkonsolos E. W. A. Drummond Hay, 
saygılarımızla.
Majestelerine köle ticaretiyle ilgili olarak yazdığım mektuba Majestelerinin verdiği 23 Doolhedja tarihli cevabi mektubunuzu aldım ve şeref duydum efendimiz; fakat Majestelerinin mektubundaki
bazı satırlardan anladığım kadarıyla, Majeste Kraliçemizin orada belirtilen endişeleri çok net olarak anlaşılmamış gibi görünüyor.

Bu konuda bilgisi olan hükümetimiz köle ticaretinin İslam yasası tarafından yasaklanmamış olduğunu müdriktir, bunu eski İsrail kabile yasaları kadar iyi bilir, bunun yakın zamanlara kadar herhangi bir Hıristiyan devleti tarafından da yasaklanmadığını iyi biliyoruz.

Majesteleri bana olağandışı bir olay yaşandığı takdirde bildirmemi ve cevabı ona göre vereceklerini söylemişlerdi. Şimdi ben de Majestelerine bu konudaki gelişmeleri mümkün olduğu kadar kısa ve özlü olarak nakletmeye çalışacağım, son otuz dört yıldan beri kölelik ve köle ticareti insanlığın acı çektiği bir ayıbıdır, artık pek çok din, mezhep ve ulus bunu reddetmektedir ve bazı devletler köle ticaretini kesin olarak yasaklamıştır.

İngiltere Hükümeti bu konuda ilk adımlarını atan ve İngiliz vatandaşlarının köle ticareti yapmasını yasaklayan ülke olmaktan gurur duymaktadır; tahminlere göre yılda yaklaşık 300.000 köle Afrika kıyılarında satılmaktadır, bunlar korkunç koşullarda denizden getirilmekte ve çeşitli ülkelerdeki köle pazarlarına gönderilmektedir.

Hükümetimiz altı, yedi yıl önce imparatorluğun en uzak köşelerinde bile köle sahiplerine tazminat olarak yaklaşık yirmi milyon 'Sterlin ya da yaklaşık 100.000 dolar ödemiş, köle alışverişini yasaklamış,
yedi yüz elli binden fazla İngiliz vatandaşını kölelikten kurtarmıştır. Sanırım Majesteleri İngiltere hükumetinin bu konudaki çabalarını ve insanlık uğruna harcanan bu büyük paraları takdir edecektir, bundan eminim. Kölelerin ve onların sahip olduğu toprakların korunması için gösterilen çabalar çok büyüktür.

İngiltere hükumetinin çıkarıp uygulamaya başladığı bu yasadan sonra, İngiltere Tacı’na bağlı tüm topraklarda yaşayan vatandaşlar yasaklandığı halde köle ticaretine karıştıkları takdirde korsanlık suçuyla yargılanacak, idam cezası bile alabileceklerdir. Köle ticaretine kendisi karışmadığı halde para yatıran ya da başka yollardan yardım edenler de suç ortağı olarak kabul edilecek ve ağır cezalar alacaklardır.

İngiltere'nin yirmi altı yıldan fazla bir zaman önce başlattığı bu çalışmalar, müttefiklerinin de desteğiyle Avrupa’nın en büyük sekiz devletinin temsilcilerini Viyana Kongresi’nde bir araya getirmiş, köle ticaretinin insanlık dışı bir iş olduğuna karar verilmiş ve insanlığa uzun süreden beri büyük zararlar veren bu uygulamanın kesin olarak yasaklanması kabul edilmiştir.

Daha sonra Avrupa’nın hemen tüm ülkeleri bu insani gayretlere destek vermiş anlaşmaya imza koymuş ve bu konuda yasalar çıkarmışlardır. Ayrıca Kuzey ve Güney Amerika devletlerinin çoğu da
katılmıştır buna.

Resmi olmamasına karşın gerçek olduğu bildirilen ve Majestelerine bildirmekten gurur duyacağım bir başka habere göre de, Muskat, Mısır ve Tunus’un da içlerinde bulunduğu birçok Müslüman ülke hükümetleri aynı konuda Hıristiyan yönetimlerin izinden gideceklerini açıklamışlardır. Bugün için Mehmet Ali Paşa bu konudaki taahhüdünü biraz geciktirebilecektir, bir süre önce İngiliz hükümeti
temsilcilerine bildirildiği ve Majestelerinin de hiç kuşkusuz haberdar olduğu gibi, Muskat hükümdarı Afrika’nın doğu kıyılarında ve güney Arabistan’da çok geniş topraklara sahiptir ve bu bölgelerde köle ticaretini yasaklamıştır; Tunus Bey’i de ülkesinde aynı şeyi birkaç ay içinde yapmak için çalışma başlatmıştır. Köle olarak acı çeken insanların özgür olmaları konusunda başka Müslüman ülke yöneticileri da çalışmalar yapmaktadırlar. Majestelerinin Dünya olaylarından haberdar olduğuna eminiz, örneğin Sudan’ın güneyindeki bölgelerden biri olan Bonny Kralı’nın İngiliz hükümetiyle yaklaşık altı ay önce imzaladığı bir anlaşmaya göre, Kral sadece ülkesinde köle ticaretini yasaklamakla kalmamış, denizden getirilen kölelerin topraklarından geçirilmemesi için gerekli tüm önlemleri de almıştır. Son zamanlara kadar sadece bu topraklardan yılda yaklaşık 20.000 köle geçirildiği dikkate alınırsa, bunun ne kadar büyük bir başarı olduğu anlaşılır.

Aynı konuda aynı zamanda İngiliz hükümeti yetkilileriyle Eboe ve Iddah -bunlar da aynı bölge ülkeleridir- Kralları arasında anlaşmalar imzalanmıştır ve bu iki ülke de uzun zamandan beri Köle Ticaretinin yapıldığı ve yollarının geçtiği bölgeler olarak bilinmektedir.

Bu konudaki gelişmeleri bu şekilde Majestelerine aktardıktan sonra şunu söylemek isterim ki, eski yasalar ve ülke yönetimleri köle ticaretini caiz görmelerine karşın, kölelerle ilgili iyileştirici yasalar
çıkarma konusunda çalışmalar da yapmışlardır. Bununla beraber daha önce hiçbir zaman ve hiçbir ülkede bu konuda bu kadar kesin adımlar atılmamıştır; köleliğin bazı sert kural ve adetlerden dolayı meydana çıktığı bellidir.

Sonuç olarak şunu belirtmek isterim ki Majesteleri, belki tekrar söylemem gerekiyor ama, burada Kraliçemizin temsilcisi olarak (İslam yasası köle alım satımını yasaklamadığı halde), Majesteleri, daha önceki yöneticiler ya da hükumet yetkilileri tarafından bu konuda bir yasa tasarısı ya da yasa hazırlanıp hazırlanmadığını, uygulamada olup olmadığını öğrenmek istiyoruz ve bu konu bilgi ve belgeler varsa bunların tarafımıza gönderilmesi için Majestelerinin emirlerini bekliyoruz.

Büyük imparatorluğumuz adına siz Majestelerine Kraliçemizin saygı ve sevgilerini ulaştırmaktan büyük gurur duyuyorum efendim, bu mektubu ve taleplerimizi dikkate alarak dostane cevaplarınızı
geciktirmeyeceğini umuyorum.

Burada bir kez daha belirtmeyi bir görev biliyorum ki, Kraliçe’nin hükumeti köle ticaretinin dünyanın her yerinde yasaklanmasını  büyük bir heyecanla bekliyor ve bu kötülüğün herhangi bir ülkede
kalıp devam etmemesi için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır; şimdi durum bu çalışmaların devam edeceğini ve olumlu sonuçların çok geçmeden alınabileceğini gösteriyor; kölelik kısa zamanda
yer yüzünden kalkacaktır. Siz aydınlanmış bir hükümdar ve size minnettar halkınızın hassas ve iyiliksever babası olarak bize destek verirseniz çok mutlu olacağız.

Hz. İsa Mesih Yılı 1842’de 26 Şubat günü Tanca’da yazıldı.
(1258 yılı ilk ayı Muharrem’in 16’sı).
Drummond Hay
Majesteleri İngiltere Kraliçesi Temsilcisi ve Fas Başkonsolosu

....
[Kölelik ve Fas’ta köle ticaretiyle ilgili Thaleb Hamed Ben Yahia’dan alınmış Arapça belgeler. Başkonsolos Drummond Hay’den Aberdeen Kontu’na 12 Mart 1842 tarihli ve Köle Ticareti No. 2 işaretli mektup içeriğindeki Ek No. 3. ]

[Başkonsolos Drummond Hay’den Aberdeen Kontu’na gönderilen 12 Mart 1842 tarih ve Köle Ticareti No. 3 işaretli mektup içeriği, Fas’ta Köle Ticaretiyle ilgili Thaleb Hamed Ben Yahia’dan alman Ek 4 konusu Arapça belgelerin İngilizce çevirileri]

Tanca Başkonsolosu Drummond Hay’in 2 Mart 1842 ’de Thaleb Hamed Ben Yahia’dan aldığı Arapça belgelerin çevirisi.

(No. 1)
Allah’a Şükürler Olsun!
Tanca’da İngiltere Başkonsolosu olarak kölelikle ilgili yasalar olup olmadığını ve onların durumlarının iyileştirilmesi için neler yapıldığını sordu: Ona en büyük bilgin Şeyh, imam, en büyük bilgin
Abu Abdullah Seyit Muhammet Ben İsmail el-Buhari’nin sözleriyle cevap verdim, Jamea E’Sahih(2) adlı eserinde o şöyle dedi:
Yüce Allah’ın Resulü dedi ki, kardeşlerinizin bir kısmı size hizmet için verildi, Allah onları sizin altınızda kişiler olarak gönderdi. Allah’ın sizin altınıza gönderdiği o insanlara kendi yemeğinizden yedirin, kendi giysilerinizden verin, efendisi Allah korkusuyla ona iyi davransın, yapabileceğinden fazla iş vermesin. Huzur.

(No. 2)
Allah’a Şükürler Olsun!
Bilmenizi isterim ki hiçbir Sultan ya da yetkili, kölelerle ilgili bir yasa çıkarmadı, sadece Allah’ın Resulü’nün ki 1258 yıl önce yaşadı, emirleri var; Şeyh, Imah, en büyük bilgin Abu Abdullah Seyit
Muhammet Ben İsmail el-Buhari Cami'u’s-Sahih adlı eserinde şöyle dedi:
Yüce Allah’ın huzuru üzerine olsun, Allah’ın Resulü dedi ki,
“Her kim ki bir köleyi azat eder, Allah onun ruhunu cehennem ateşinden koruyacaktır.”

(No. 3)
(Şeyh Halil Wuld İsaac’ın çalışmasından seçmeler, Moktassar Khalid ya da Hali'in özeti) (3)

Allah’ın lütfü üzerine olsun, Şeyh Halil satışlar bölümünde aşağıdaki özeti verir.
Bir Müslümanın, kutsal Kuran’ın ve genç bir insanın bir imansıza satılması yasaktır, yani Müslüman olmayana, Hıristiyana, Yahudi ya da bir Mecusiye satılamaz(4), hediye edilemez ve sadaka olarak verilemez.

Tanrıya Şükürler Olsun!
Said Şeyh Halil daha önce adı geçen özetinde, Azatla ilgili bir bölümde şöyle der:
Köleye kötü davranılırsa yasa gereği azat edilir; yani efendisi kölesine kötü davranırsa ya da buna niyet ederse. Kölenin giderken mallarını yanına alması konusunda hukukçular karar verir!

Bana söylendiğine göre, Said Arapça belgelerden gerçek çeviri.
E. W. A. Drummond Hay
Majestelerinin Temsilcisi
ve Fas Başkonsolosu
* * *
[Başkonsolos Drummond Hay
Köle Ticareti No. 3
Bir Ek
11 Nis. Cebelitarık yoluyla denizden geldi
Fas Sultanı’ndan Gelen Mektup Çevirisi]

Köle Ticaret No. 3
Tanca, 27 Mart 1842

Lordum,
Ayın 11'inde Kölelik ve Köle Ticareti hakkında Fas Sultanı’na yazdığımız mektuba verilen cevabın tercümesini size göndermek beni mutlu etti; 12 tarihli ve Köle Ticareti No. 2 sayılı bu mektubu
da size göndermiştim.
Tekrar saygılarımı sunuyorum Saygıdeğer Lordum.
E. W. A. Drummond Hay
....

[Drummond Hay'in Kölelik ve Köle Ticaretiyle ilgili olarak  Fas Sultanı'na yazdığı mektuba cevap olarak gelen 23 Mart 1842 tarihli mektubun çevirisi.]

Yüce ve Merhametli Allah adına! Büyük Allah’ın gücünden başka büyük güç yoktur!
Korunmuş Tanca’da İngiliz ulusunun konsolosu olarak görev yapmakta olan Sayın Drummond Hay’e belirtiriz ki:
Bakanınızın kölelerle ilgili bilgi istediğini belirten mektubunuzu aldık. Bu meseleyle ilgili olarak gerekli bilgileri istedik, topraklarınızdaki kölelerin kurtarılması için harcanan paraları dikkatle okuduk; ayrıca Sudan’da ve başka bölgelerde de böyle çalışmalar yapıldığını öğrendik.

Bilmenizi isteriz ki İslam dini sağlam temellere dayanır, köşe taşları çok sağlamdır ve dinin mükemmelliği Allah tarafından bize eksilmeyen ve ilavesi yapılmayan Forkan'la(5) bildirilmiştir.

Köleler ve Köle Ticareti konusuna gelince, bu konu Kitabımız ve aynı zamanda Peygamber’imizin sünnetiyle bize doğrulanmıştır, bu konuda Olamma(6) arasında anlaşmazlık yoktur, kimse yasağa
izin veremez, yasal olanı da engelleyemez.

Yasaya aykırı olan yenilik kim tarafından gelirse gelsin reddedilir, bizim kutsal dinimiz insanlar tarafından düzenlenemez, çünkü yapılması gerekenlerin hepsi Allah tarafından ve Sevgili Peygamber’imizin ağzından vahiylerle bize bildirildi, Allah ondan razı olsun!

5 Safer’de yazıldı (18 Mart 1842)
Bana söylendiğine göre gerçek çeviri.
E. W. A Drummond Hay

Notlar
1 Mawlay Abd al-Rahman lbn Hisham (saltanatı 1822-59). Bak EI2, s. v. (Ph. De Cosse Brissac).
2 Al-Jali al-Sahih, al-Bukhari’den standart hadisler koleksiyonu.
3 Mukhtasar, “Kısaltma,” Halil lbn Ishak tarafından standart yasal çalışma.
4 Majusi, “Magian” (Mecusiler). Önce Zerdüştler, daha sonra da Vikingler ve diğer putperestler için kullanıldı.
5 Furqan= Kuran.
6 Ulema.


Kaynak: Bernard Lewis, Ortadoğu'da Irk ve Kölelik, Truva Yayınları, 2006, İstanbul, s: 235-246



24 Şubat 2017 Cuma

Kanlı Yasalar: İngiltere'de İdam Cezası

Kanlı Yasalar: İngiltere'de İdam Cezası

Arthur Koestler


https://en.wikipedia.org/wiki/File:William_Hogarth_-_Industry_and_Idleness,_Plate_11;_The_Idle_'Prentice_Executed_at_Tyburn.png
Bu geziyi iki devrede yürüteceğiz: Önce 1800 yılları civarında suçla mücadele metodunu anlatacağız,
sonra da bu duruma nasıl gelindiğini görmek için daha öncelere gideceğiz. Ondokuzuncu yüzyılın başında, ülkemizin [İngiltere] ceza mevzuatı kanlı yasalar adıyla anılırdı. Bu yasalar iki yüz yirmi veya iki yüz otuz suçu ölümle cezalandırmak gibi bir özelliğe sahipti ki, dünyada başka hiç bir yasa aynı niteliği taşımıyordu.


Kanlı yasanın ölüm cezasına çarptırdığı suçlar arasında yankesicilik, çingenelerle işbirliği yapmak, göl balıklarına zarar vermek, tehdit mektubu göndermek, bir ormanda silâhlı veya yüzünü maskeyle gizlemiş şekilde dolaşmak gibi fiiller de vardı. Hukuk otoriteleri dahi, ölümle cezalandırılan suçların tam sayısını hatırlamıyorlardı.

Unutmayınız ki, orta çağın karanlıklarından değil, Kraliçe Victoria’nın saltanat sürdüğü, dünyanın bütün uygar ülkelerinin mülkiyete karşı işlenen suçlarda ölüm cezasını 'kaldırdıkları ondokuzuncu yüzyıldan söz ediyoruz.

Bu dönemde, ondokuzuncu yüzyılın en büyük İngiliz hukukçusu Sir James Stephens, ceza kanunlarından söz ederken bunların «En beceriksiz, en umursamaz, bir uygar ülkenin şerefini alçaltmış yasaların en gaddarları» olduğunu söylemişti. Bu durum, hele İngiltere’nin birçok bakımdan
dünyanın geri kalan kısmına göre ilerde olduğu düşünülünce, daha da şaşırtıcı bir hal alıyor. Yabancı
ziyaretçiler, İngiliz mahkemelerinin dürüstlüğü karşısında son derece etkileniyor, ancak verilen cezalar karşısında düştükleri dehşet de olumlu etkiden aşağı kalmıyordu. Darağacı ile işkence sehpası, köylerde ve kırlarda öylesine olağan şeyler halini almıştı ki, gezginler için basılan ilk rehberde bunlardan sık sık söz edilmekte ve bazıları merkez noktalar olarak işaretlenmekteydi.

Yalnız Londra ile Doğu Grinstead arasında üç darağacı ile, cesetlerin çürüyene kadar zincirlerle bağlı kaldıkları birkaç ölüm sehpası kurulmuştu. Bazen, suçlu canlı olarak buraya bağlanıyor ve ölümü birkaç gün sürüyordu. Bazen de, iskelet, etler döküldükten uzun süre sonra da, asılı kalıyordu.
Ölüm sehpasının son kullanılışı 1832’de Leicester yakınındaki Saffron Lane’de olmuştur. Ciltçi James
Cook otuz üç ayak yüksekliğe, saçları traş edilip başına katran sürülmüş olarak asılmış ve cesedi onbeş gün sonra kaldırılmıştır. Bu süre içinde pazar gezmesine çıkmış olanlar sehpanın etrafını bir gezi ve eğlence yeri haline getirmişlerdi.

«Asılma günleri» bütün onsekizinci yüzyıl ve ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısı süresince bugünkü
bayram günlerimizin birer benzeri olmuşlardır. Birincilerin sonunculardan tek farkı çok daha sık olmalarıydı. Mallarını belirli bir zamanda teslim etmek zorunda olan zanaatkarlar dahi, «Teslim tarihinden önce bir asılma günü olursa o gün çalışmayacaklarını» belirtmeyi unutmuyorlardı.

https://en.wikipedia.org/wiki/Tyburn

Asılmanın simgesi Tyburn ağacıydı. İnfazlar sırasında meydana gelen olaylar ise, ulusal utancın da ötesinde duygulara yol açacak nitelikteydi. Bunlar tam bir kollektif çılgınlık ateşine yol açıyordu. Bugün aynı duygu ve gösterinin yankılarını herhangi bir hapishanenin kapısına infaz kararları asıldığında görmek mümkündür.


Bununla birlikte, ondokuzuncu yüzyıl ilerlemekteydi. Bazı ülkeler ölüm cezasını kaldırmış, diğer bir kısmı ise bunu kaldırmamakla birlikte, uygulamaz olmuşlardı. Oysa İngiltere'de açıkça yapılan infazlar, her ne kadar hapishane kapıları önlerine alınmışsa da, gene de, resmen düzenlenmiş büyücü âyinlerini andırmaktaydı. Bu idamlar sırasında beklenmedik şiddet ve heyecan gösterileri meydana gelmekteydi. Meydanda bulunanlar aralarında dövüşürlerdi. Nitekim, 1807’de Holloway ile Haggerty’nin asılmalarını izlemeye gelmiş olan 40.000 kişilik bir kalabalık birden öylesine bir çılgınlığa kapıldı ki, gösteri bittiğinde meydanda yüze yakın ölü yatıyordu.

Bu ahlâk düşüklüğüne yakalanmış olanlar, yalnız aşağı tabakadan kimseler değildi. Seçkin seyirciler
için, bugün futbol maçlarında olduğu gibi, tribünler hazırlanıyor, alana bakan evlerin pencereleri akıl almaz fiyatlara kiralanıyor, siyah tilkiden kürkler giymiş aristokrat kadınlar, mahkûmu ziyaret edebilmek için kuyruk oluyorlardı. Şık gençler ile bu işin gerçek amatörleri, güzel bir asılma olayı görebilmek için ülkeyi baştan başa geziyorlardı. Ve bütün bunlar, romantizmin en hassas döneminde, kadınların en ufak heyecandan bayılıp, sakallı adamların birbirlerinin kollarında sıcak gözyaşları döktükleri bir çağda geçmekteydi.

Kurbanlar tek başlarına ya da on iki, on altı, yirmi kişilik gruplar halinde asılıyorlardı. Çoğu zaman
mahkûmlar sarhoş olurlardı, cellatlar da onlardan aşağı kalmazdı. Ama ister sarhoş olsun, isterayık, toplumun çılgınlığı karşısında cellat çoğu zaman soğukkanlılığını kaybeder ve işini berbat ederdi.
İki veya üç kere yeni baştan asılan kişiler çoktu. Bazan kurbanın topuğundan kan alınmak suretiyle
kendine gelmesi sağlanır, ondan sonra yeniden asılırdı. Diğer bazı hallerde, cellat ile yardımcıları, mahkûmun ağırlığına kendilerininkini de katmak amacıyla darağacında sallanan adamın ayaklarına asılırlar. Vücudun yırtıldığı, kafanın koptuğu olurdu. Birçok kereler, mahkûm ipin ucunda sallanırken af fermanının geldiği görülmüştür. O zaman ip kesilirdi, «Yarı yarıya asılmış» adı verilen Smith isimli birinin başına da böyle bir olay gelmişti. Adam bir çeyrek saattir ipte sallanmaktaydı... Yakındaki evlerden birine götürüldüğünde kan alma ve diğer tedavilerle derhal kendine geldi.

Bu dehşet sahneleri bütün ondokuzuncu yüzyıl boyunca sürüp gitti. Herşey öylesine barbarca, eksik
yapılıyor ve tesadüfe bırakılıyordu ki, yalnızca idamdan onbeş dakika sonra mahkûmların hayatta kalması değil, büyük bir kesinlikle belirtildiğine göre, bazılarının teşhir masasında kendilerine geldikleri bile görülüyordu. Daha başkaları da ipten indirildikten sonra sıcak banyolar, kan almalar ve belkemiği masajlarıyla dostları tarafından yeniden hayata iade ediliyorlardı.

Ölüm cezasını tartışmaya başladığımız andan itibaren bu iğrenç teknik ayrıntılara girmemek imkânsızlaşır: Neden söz edildiğinin iyice bilinmesi gerekir. Zira söz konusu olan yalnız uzak geçmişi ilgilendiren sorunlar değildir. Resmi ikiyüzlülük, infazların açık olmasından yararlanarak, modern asma tekniğinin son derece geliştirildiğini ve herşeyin her zaman «süratle, hiçi bir olaya yol açmaksızın olup bittiğini» ileri sürer, hapishane müdürleri de gerçeğe aykırı olarak, bu yönde konuşmaya zorlanırlar.

Ancak, Nurenberg savaş suçlularının asılmalarında korkunç olaylar olmuştur ve Mrs. Thompson’un 1923 yılında asılması da, gazetelerin geçen yüzyılın sözünü ettikleri korkunç insan kasaplıkları kadar isyan ettirici şekilde geçmiştir. Bu kadını idam eden cellat, kısa bir süre sonra intihar etmeye kalkışmıştı, hapishanenin papazı ise, «kadıncağızı icabında kuvvet kullanarak kurtarmak arzusu hemen hemen dayanılmaz bir hale gelmişti» diyordu. Buna rağmen, hükümet sözcüsü bize herşeyin mükemmel geçtiğini söylemektedir; hükümet sözcüleri son derece saygı değer kişilerdir.

Hele infazı takip eden sahneler, infazın kendisinden de alçaltıcıdır, tabii bundan daha alçaltıcı bir
şey olması mümkünse. Anneler çocuklarını darağacına yaklaştırarak, ölünün eline dokunmalarını sağlamaya çalışırlardı. Asılan adamın elinde şifa verici bir hassa olduğuna inanılırdı. îdam sehpasından, diş ağrılarına karşı deva olması için, parçalar kopardırdı. Daha sonra da, operatörlerin uşakları ceset için kavgaya tutuşurlardı. Çünkü o devirde teşrih için ceset bulmanın en alışılmış yolu buydu.


Ölüm Cezası Üstüne Düşünceler, Alan Yayınları
s: 83-87

26 Şubat 2016 Cuma

Stonehenge'i Kim Dikti?

Stonehenge'i Kim Dikti?

 Paul Aron



Mısır'ın piramitleri, Yunanistan'ın Parthenon'u, Roma'nın Colleseum'u hep büyük uygarlıkların, firavun ve filozofların, imparator ve kahramanlarının imgelerini akla getirirler.
Stonehenge insanda böyle bir izlenim uyandırmaz.

Salisbury Ovası'ndaki büyük taş blokların kalıntılarının çevresinde, tarihsel şehirler değil, doğu yönünde Londra'ya giden modern otoyollar bulunur. Burada çözülecek hiyeroglifler, yorumlanacak Sokratik diyaloglar yoktur. Stonehenge'i diken Taş Devri ve Tunç Devri insanları daha küçük taş anıtlar da dikmişlerdi.




Salisbury şehri
Bunların kalıntılarını şehir dışında dağınık halde bulabilirsiniz. Oysa, bu insanlar geride Stonehenge gibi bir mühendislik harikasını neden ve nasıl hayata geçirebildiklerini açıklayacak hiçbir şey bırakmamışlardır. Başka açılardan bakıldığında, Salisbury Ovası'nın antik halkının günlük geçimlerini zar zor yürütebildikleri bir kültür düzeyinde yaşadıkları anlaşıldığından, tarihçiler bu insanları "barbar"diye damgalamakta bir sakınca görmemişlerdi.

Öyleyse Ortaçağdan beri bu eski taş çemberi araştıranların, yapının mimarlarını Salisbury Ovası'nın dışında aramalarına şaşmamalı. On ikinci yüzyılda Galli rahip Monmouth'lu Geoffrey, Stonehenge'in Kral Arthur'un büyücüsü Merlin'in işi olduğunu düşünmüştü. Geoffrey'in 'History of the Kings of Britain'ine (Britanya Kralları Tarihi) göre, anıt Arthur'un amcası olan Aurelius Ambrosius adında biri tarafından sipariş edilmişti. Ambrosius, Anglo-Saxon istilacılara karşı kazandıkları büyük zaferin anısını ölümsüzleştirebileceği bir anıt dikmek istemişti. Merlin, İrlanda'da Killarus adlı bir yerden taş çemberleri alıp, bunları Britanya'ya deniz yoluyla getirmeyi ve hazır bir anıta dönüştürmeyi düşünmüştü.

On yedinci yüzyılda Kral I. James, Stonehenge'e kafasını o kadar çok takmıştı ki, saray mimarı Inigo Jones'u anıtı araştırmakla görevlendirmişti. Anıt üzerinde çalıştıktan sonra, Jones'un Monmouth'lu Geoffrey ile uzlaştığı tek nokta, bölgede yaşamış olan Taş Devri ya da Tunç Devri halkının bu anıtı yapamayacağıydı.


Jones, "Eğer giysi yapmayı bile biliniyorlarsa, görkemli yapılar ya da Stoneheng gibi göz alıcı eserler yapmayı nereden bileceklerdi?" diye düşünmüştü. Jones, "böyle mükemmel bir yapı"nın sadece Romalıların eseri olabileceği ve bunun bilinmeyen bir Roma tanrısına adanan bir tapınak olduğu sonucuna varmıştı.

Sonraki yıllarda, Stonehenge'i Britanya'nın yanı sıra değişik yerlerden neredeyse her yerden gelen mimarlara bağlama çabalan sürdü. Druidler olarak tanınan eski Kelt papazları gibi, Vikingler, antik Kuzey Galya halkı ve Anglo-Saxonlar tarafından yapıldığını savunanlar vardı.


Tüm bu teorilerin sorunu aynıydı. Radyokarbon tarihleme yöntemi yirminci yüzyılda bulunmasına rağmen, ilk arkeologların kaba tarihleme yöntemleri, Stonehenge'in İÖ 1500'den daha eski tarihlerde yapılmış olabileceğini göstermişti. Bilim insanlarının çoğunluğu bu bölgeye Druidlerin en erken İÖ 500'de, Romalıların ise bu tarihten sonra geldiklerini anlamıştı. Bu, Stonehenge'in her iki grubun da İngiltere'ye ulaşmasından en az bin yıl önce yapılmış olduğu anlamına geliyordu.





Dolayısıyla, soru yirminci yüzyılın büyük bölümünde yanıtsız kaldı? Stonehenge'i kim dikti?
1953'te bir arkeologun rastlantı eseri yaptığı bir keşif, bir çözüme işaret etti. 10 
Temmuz'da, Richard Atkinson alan araştırmasının parçası olarak, Büyük Trilithon adlı taşın yanındaki bir taşın üzerindeki on yedinci yüzyıla ait olduğu sanılan duvar yazılarını fotoğraflamaya hazırlanıyordu. Daha iyi bir ışık kontrastı ve gölge umuduyla, öğleden sonra geç vakitlere kadar bekledi. Kameradan baktığında, on yedinci yüzyıl yazıtlarının altında başka yontmaların olduğu Atkinson'ın dikkatini çekti. Bunlardan biri toprağa saplı bir kamaydı. Yanında ise yaklaşık olarak Stonehenge'in dikildiği devirde İngiltere'de bulunan tipten dört balta vardı.

Atkinson'ı en çok heyecanlandıran baltalar değil, tek hançerdi. İngiltere ya da kuzey Avrupa'da buna benzer bir şey bulunmamıştı. Buna en çok benzeyen parçalar, Yunanistan'da bulunan Miken kalesindeki kral mezarlarından çıkarılmıştı.

En sonunda, Stonehenge gibi bir anıtı inşa edebileceğini rahat rahat ileri sürebileceğimiz en gelişmiş uygarlığa götüren bir halka bulunmuştu. Daha iyisi, Miken'de bulunan hançerlerin yaklaşık olarak İÖ 1500'e tarihlendirilmiş olmasıydı; bu, 1950'lerde çoğu uzmana göre Stonehenge'in yaklaşık yapım tarihiydi. Romalılar ya da Druidlerin tersine, Miken bağlantısının kronolojik bir anlamı vardı.

Atkinson, Stonehenge'in daha uygar Akdeniz'den gelerek, Britanya'yı ziyaret eden bir mimar tarafından tasarlandığını öne süren sağlam bir teori geliştirdi.

Salisbury Ovasında bir Miken prensinin gömülü olabileceğini tahmin ediyordu.


Stonehenge sorununa en sonunda bir çözüm bulunmasıyla rahatlayan arkeoloji dünyası, bu teoriyi benimsedi. Ama Miken teorisi benimsendiği hızla çöktü. 1960'larda yeni bir radyokarbon tarihleme yöntemi bulundu ve arkeologlar, karşılarında aniden Stonehenge'in önceden düşünüldüğünden ve Miken uygarlığından çok daha eski olduğunu gösteren sağlam kanıtlarla karşılaştılar. Yeni radyokorbon tarihlemeleri, Miken kalesinin İÖ 1600 ve 1500 yılları arasında yapıldığını doğrulamakla birlikte, Stonehenge'in yapım tarihini çok gerilere, herhangi bir Akdeniz etkisinin görülemeyeceği kadar gerilere itti.
Bu son hesaplamaya göre, Stonehenge çemberinin kenarları ve dış hendekleri, yaklaşık İÖ 2950 yıllarında başladı. İÖ 2900 ve 2400 yılları arasında, bazı ahşap yapılar çemberin içine eklendikten kısa süre sonra, bunlar yerlerini bilinen taş yapıya bıraktılar.

Yeni tarihlemeler sadece Miken teorisini değil, onun temelindeki bütün "yayılmacı" akıl yürütme sistemini de yıktı. Açıkçası, Stonehenge, büyük Avrupa uygarlıklarından biri tarafından dikilemeyecek kadar eskiydi ve Avrupadışı uygarlıklar da çok uzaktı. İlk kez, birçok bilimci Stonehenge'i inşa edenlerin Stonehenge yakınlarında yaşamış olan insanlar olduğunu ve taş blokları dış yardım almadan diktiklerini kabul etmek zorunda kaldı. 


Görünürde ilkel olan bir halk her nasılsa dünyanın en sağlam anıtlarından birini dikmişti!

Sanki bu yeterince şaşırtıcı değilmiş gibi, Stonehenge'i inşa eden insanlar bir de 225 kilometre öteden, güneybatı Galler'deki Preseli Dağları'ndan taşıdıkları taşlan kullanarak,
işlerini iyice zahmetli bir hale getirmişlerdi.

"Koyu bazalt" (gerçekte daha çok gri tonlarında bulunan bir kaya türü) 1932'de jeolog H. H. Thomas tarafından kaynağında bulundu. Üç tip koyu bazalt kaya, Stonehenge yakınlarında bulunan diğer kayalara benzemiyordu ama Thomas birbirinin aynısı olan üç tipin Galler'deki Carnmenyn ve Foel Trgarn Dağlarının dorukları arasındaki doğal kaya yataklarından toplanabileceğini anladı.



Salisbury Ovası halkı, bazıları beş ton çeken bu taşları Galler'den İngiltere'ye kadar nasıl taşımıştı?

Thomas'in keşfi, bazılarını Monmouth'lu Geoffrey'in Merlin'in büyüsüyle ilgili masalını gözden geçirmeye yöneltti. Arkeolog Stuart Piggort, folklorda bazı özgün sözel geleneklerin gizli olabileceğini düşünmüştü. Geoffrey'in Merlin'den söz ederken taşların batıdan (aslında İrlanda'dan, Galler'den değil) getirilmiş olduğunu yazması ilginçti. Ayrıca, Geoffrey'in taşların Stonehenge'e yüzdürülerek getirildiğini de yazmış olması, halkın belleğinde bunların İrlanda Denizi'nden taşındığının bir kalıntı olarak yer etmiş olmasından kaynaklanabilirdi. Geoffrey, Stonehenge'i inşa eden halkın, Salisbury Ovası çevresinde yığınla başka türden kayalar olmasına rağmen, neden taşları bu kadar uzaktan getirdiğinin ipuçlarını da vermişti: Belki Stonehenge'i inşa edenler, Geoffrey'in Merlin'i gibi, bu kayaların sihirli güçleri olduğuna inanıyorlardı.


Çoğu tarihçi, özellikle Geoffrey'in genelde sistemsiz tarih yorumunun ışığında, Piggott'un varsayımlarının bir parça zorlama olduğunu düşündü. Buna rağmen, en az seksen beş ya da daha fazla taşın Preseli Dağları'ndan Salisbury Ovası'na nasıl getirildiği sorusu yanıtsız kaldı.



Bazıları, en başta jeolog G. A. Kellaway, bazalt kayaların insanlar tarafından değil, buzullar tarafından taşındığını öne sürdü. Ama en son buzul çağının Preselis ya da Salisbury Ovası kadar güneye inmediğine inandıklarından, çoğu uzman Kelleway'a karşı çıktı. Bu doğru olsaydı bile, buzulların bazalt taşlarını Galler'deki küçük bir alandan toplayıp, her yere dağıtmak yerine, İngiltere'de küçük bir alana yığması büyük ölçüde olanaksızdı. Bristol Kanalı'nın güney ya da doğusunda başka bazalt taşlarının bulunmaması (şimdi Salisbury Müzesi'nde bulunan ama tarihçilerin kuşkuyla yaklaştığı olası tek istisna dışında) buzul teorisine karşı güçlü bir kanıt oluşturdu.

Dolayısıyla, bir zamanlar göründüğü gibi olanaksız da olsa, en yaygın açıklama, Salisbury Ovası bölgesinde yaşayan insanların salları birleştirerek, bazalt taşların; İrlanda Denizi'nden taşıdıklarıydı. Yolculuk bile Salisbury Ovası'nda yaşayan halkın şaşırtıcı ve olağanüstü bir teknolojik uzmanlığa sahip olduğunun bir başka kanıtıydı.


Yayılımcılık teorisini savunanların çelişkiye düşmesiyle birlikte, 1960'larda Salisbury Ovası'nda yaşayan halkın lehine daha çarpıcı iddialar öne sürüldü.

İddiaları öne sürenler bu kez astronomlardı, arkeologlar ya da jeologlar değil.

Astronominin öne fırlamasına ilk kez 60'lı yıllarda tanık olmadık. Daha on sekizinci yüzyılda, William Stukely Stonehenge' in temel çizgisinin "günlerin en uzun olduğu zamanlarda, güneşin nereden doğduğunu" gösterdiğini belirtmişti.

Anıtı inceleyen diğer birçok kişi de taşların değişik şekillerde güneş, ay ya da yıldızları gösterdiğini bulmuşlardı. Oysa, bu incelemelerin hiçbiri Boston Üniversitesi astronomu Gerald Hawkins'inki kadar gürültü koparmamıştı.


Hawkins'in aceleci davranarak 'Stonehenge Decoded' (Sırrı Çözülen Stonehenge) diye başlık attığı kitabı 1965'te yayınlandı ve tüm dünyada çok satan listelerine girdi.
Hawkins, anıttaki 165 temel noktanın dizilişiyle, güneş ve ayın doğduğu ve battığı konumların sağlam bir ilişki içinde olduğunu buldu. Hatta Stonehenge'deki çukurların oluşturduğu 'Aubrey Delikleri' adı verilen bir çemberin, ay tutulmalarını tahmin etmek için kullanılmış olduğunu ileri sürmesi daha büyük bir tartışma yarattı, Hawkins Stonehenge'i bir "Neolitik bilgisayar'a benzetiyordu.

"Miken" yontmalarını bulduğu için Stonehenge konusunda hala baş otorite olarak kalan Atkinson, "Stonehenge'de Ayışığı" adlı çarpıcı bir başlık attığı makalesiyle yeniden gündeme oturdu. Atkinson, göksel dizilişlerin rastlantı eseri olma ihtimalinin epey yüksek olduğunu ileri sürdü. Aubrey Delikleri'nin ay tutulmalarını tahmin etmek üzere kullanıldığına gelince, Atkinson deliklerin mezar çukurları olduğuna ve kazıldıktan hemen sonra doldurulduğuna ilişkin kanıtları gösterdi.


Bir ölçüde, bunu izleyen tartışma astronom ve arkeologları karşı karşıya getirdiği gibi, her iki disiplinin uzmanları da karşı tarafın teknik tezlerini sık sık yanlış anlamışlardı. Astronomlar, Stonehenge'in bir astronomik gözlemevi olarak kullanıldığına dair birçok farklı görüş ortaya attılar; ancak bunların bazıları Hawkins'inkinden çok daha kolaylıkla göz ardı edilebilecek özellikteydi. Gene de astronomlar, sanki dizilmiş gibi görünen bu noktaların birbirlerinden yüzlerce ya da hatta binlerce yıl sonra yapılmış olabileceği olgusunu görmezlikten gelirken, 

farklı noktaların nasıl güneş ya da aya göre dizildiğini vurgulama eğilimindeydiler. Arkeologlar ise bu teorilerin çoğunun açıklarını yakalamakta hızlı davranıyorlardı.


İkinci bin yılın sonunda, tartışma sürse de, bazı uzlaşma işaretleri görüldü.
Astronomlar arasında bile, Hawkins'inki gibi en aşırı teoriler gözden düşerken, hemen hemen tüm arkeologlar (Atkinson dahil), en azından birkaç göksel dizilişin, özellikle de güneşle ilgili dizilişlerin, bir rastlantı olamayacağını kabul ettiler. Bilimcilerin çoğu, en büyük olasılıkla, anıtın en azından modern anlamda bir gözlemevi olarak hiç kullanılmadığında ama Stonehenge halkının belki tarih öncesi bir törenin parçası olarak, oradan güneşi gözlemlemiş olabileceğinde anlaştı.


Gene de bu ilkel türdeki astronomileri bile, Salisbury Ovası halkının gökyüzünü incelediğini ve kendi buluşlarını kaydettiği bir çeşit sisteme sahip olduğunu göstermişti. Açıkçası,ne denli ilkel olurlarsa olsunlar, Stonehenge'i yapanlar bazı yönlerden hayli gelişmişlerdi. Bu anlamda, en son keşifler, bir yandan Stonehenge'i daha derinden kavramamıza yol açarken, aynı zamanda anıtı yapan insanların üzerindeki sis perdesini de kalınlaştırmıştı.

Kaynak

Paul Aron, Tarihin Büyük Sırları, "Unsolved Msyteries of History", Aykırı Yayınları, 2004

Not 1: ["Tarihin çözülemeyen -çözümsüz- gizemleri" demiş yazar. Türkçe başlık bu anlamı karşılamıyor ve ortada; mistik, gizemli bir kitap varmış etkisi yaratıyor. Tam aksine; olguları/bilinen araştırmaları ve iddiaları ortaya koyan ve sorular sorup, sorularla bırakan bir kitaptır bu. Ve burada sözü edilen konuların durumu da tam olarak böyledir, hala tartışmalıdır.] DK


Not 2: Alıntı ve dipnotunda gösterildiği gibi bir yazar, henge'in anlamının geçit olduğunu söylüyor. Bu durumda Stone-henge, "taş geçit" anlamına geliyor. Bununla ilgili bir bilgiye başka yerde rastlamadım. Keza henge'in geçit anlamına geldiği de sözlüklerde yoktu. 
“Bir Zaman Geçidi,”[1] diye hayranlıkla mırıldandı Doktor. Bu kadim geçitleri Dünya dahil yüzlerce gezegende görmüştü. Binlerce yıl önce, Zaman Lordları bu geçitlerin bir işe yaramadığına karar vermişlerdi ama bir zamanlar insanları ve eşyaları zaman ve mekân üzerinde belirli noktalara götürmek için kullanılıyorlardı." [1] Dipnotu: Geçit anlamına gelen “Henge” kelimesi burada İngiltere’deki taş yapıt Stonehenge’e gönderme olarak kullanılmıştır. Kaynak: DOCTOR WHO, 11 Doktor 11 Öykü içinde, II. Doktor, "Adsız Kent", yazan: Michael Scott, İthaki Yayınları. [DK]

Görseller için kaynak
http://clasmerdin.blogspot.com.tr/2013_05_01_archive.html
http://www.twistedtree.org.uk/The%20Stonehenge%20Project.htm
https://weoccupyearth.wordpress.com/2014/04/15/stonehenge-under-construction-1954-very-real/   (STONEHENGE UNDER CONSTRUCTION 1954)
https://www.fulltable.com/vts/s/st/st.htm
http://www.english-heritage.org.uk/visit/places/stonehenge/history/
http://citeseerx.ist.psu.edu/viewdoc/download?doi=10.1.1.568.1697&rep=rep1&type=pdf
http://martinharman.blogspot.com.tr/2012/04/rebuilding-stonehenge.html
http://gizmodo.com/tag/stonehenge

(bu sitelere erişim tarihi 26 Şubat 2016)


ayrıca  etkinlik için bkz. http://tarihegitimi.blogspot.com.tr/2015/11/gobekli-tepe.html



DİĞER bloglarıma da bkz. 


"MAYA MOR RASTGELE KARŞILAŞMALAR" TEFRİKA ROMAN

https://tefrika-mayamor.blogspot.com/

TARİH EĞİTİMİ

https://tarihegitimi.blogspot.com/

ANLATI, ÖYKÜ, OYUN

https://babillkulesi.blogspot.com/


7 Şubat 2016 Pazar

Sykes-Picot ve Orta Doğu'ya İlişkin Diğer Gizli Antlaşmalar

Sykes-Picot ve Orta Doğu'ya İlişkin Diğer Gizli Antlaşmalar


Melek Fırat
2001





Birinci Dünya Savaşında Orta Doğu'ya ilişkin Müttefikler arasında imzalanan çeşitli gizli antlaşmalar 1917 Bolşevik Devrimi sonrasında Moskova'daki sosyalist hükümet tarafından dünya kamuoyuna açıklanınca, sadece gizli toprak paylaşımı dolayısıyla değil, İngiltere'nin aynı bölgeye ilişkin olarak hem Araplara hem de Siyonistlere vermiş olduğu sözler dolayısıyla da büyük tepkiyle karşılandı.


1. Müttefikler Arasında İmzalanan Antlaşmalar

a) 18 Mart 1915 İstanbul Antlaşması: İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan belgede Boğazların Müttefikler için serbest liman olacağı kabul ediliyor, buna karşılık Rusya, Türkiye'nin Asya topraklarında İngiltere ve Fransa'nın özel hakları bulunduğunu onaylıyordu. Ayrıca Müslümanlarca kutsal kabul edilen yerler Türkiye'den ayrılacak ve Arabistanla birlikte Müslüman yönetimine konulacaktı. 

b) 26 Nisan 1915 Londra Anlaşması: İtalya'nın Müttefikler yanında savaşa girme kararı İstanbul Anlaşmasının yeniden ele alınmasını gerekli kılınca, İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya arasında imzalandı. Bu anlaşmayla 1912'den beri işgali altında bulunan Onikiada'nın egemenliği ve Libya'nın yönetimi İtalya'ya bırakıldığı gibi, Akdeniz'de çıkarları bulunduğu kabul edilerek, Antalya bölgesinden kendisine pay veriliyordu. 

c) 16 Mayıs 1916 Sykes-Picot Anlaşması: Osmanlı devletinin Orta Doğu'daki topraklarının paylaşımı için masaya oturan İngiltere ve Fransa dışişleri bakanlarının adıyla anılan antlaşma, 26 Nisanda Rusya'ya da kabul ettirilmekle birlikte, İtalyanlar ve Araplardan gizli tutulmuştu. 
Buna göre: 
   i. Erzurum, Trabzon, Van, Bitlis, Muş, Siirt Rusya'ya bırakılacaktı; 

   ii. Fransa, Suriye'nin kıyı bölgesini ve Kilikya olarak bilinen yöredeki Adana vilayetini,         Antep-Mardin, Aladağ-Kayseri ve Eğin-Harput bölgesini ele geçiriyordu; 

   iii. İngiltere, Bağdat'la birlikte Güney Irak ile Filistin'deki Hayfa ve Akra limanlarını alıyordu; 

   iv. İngiltere ve Fransa'nın egemenliğinde kalacak bölgeler arasında bir Arap Devletleri Konfederasyonu ya da tek bağımsız Arap Devleti kurulacaktı. Ancak, bu bölge de İngiltere ve Fransa arasında etki alanlarına ayrılmıştı: Suriye hinterlandı ve Musul vilayeti Fransa'nın, Filistin ve İran sınırı arasındaki bölge de İngiltere'nin etki alanı olarak belirleniyordu; 

   v. İskenderun serbest liman olacaktı; 

   vi. Filistin uluslararası bir yönetime bırakılacaktı. 



1916 tarihli haritada Sykes ve Picot'nun imzaları.
http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/05/160516_sykes_picot_100_yil

ç) 17 Nisan 1917 St. Jean de Maurienne Anlaşması: İtalya'nın Sykes-Picot Anlaşmasından haberdar olması üzerine gösterdiği hoşnutsuzluğu gidermek üzere Roma'ya, Konya'yı da içerecek biçimde Antalya'yla İzmir arasındaki bölge ve İzmir'in kuzeyinde bir etki atanı bırakıldı. 

2) İngiltere ile Arap Milliyetçileri Arasındaki Görüşmeler: 

Osmanlı devletine karşı silahlı ayaklanma başlatmak için başvuran Şerif Hüseyin'e İngiltere'nin para ve silah desteği verilmesi kararlaştırıldı ve savaştan sonra kurulacak bağımsız Arap Krallığının sınırları belirlendi, ilke düzeyinde anlaşmaya varıldıktan sonra Haziran 1916'da Arap ayaklanması başladı. 2 Kasım 1916'da Şerif Hüseyin kendisini "Arap Ülkeleri Kralı" ilan etti. 

Kaynak
Melek Fırat, "Orta Doğu'yla İlişkiler", Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, cilt I, İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, s: 198-199
Sevres Antlaşması'nda Kürdistan Meselesi

Sevres Antlaşması'nda Kürdistan Meselesi

Baskın Oran

2001
Sevres sonrası Osmanlı İmparatorluğundan ayrılması tasarlanmış bölgeler
Harita: Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, cilt I,  s: 127

Kürdistan ile iIgili Üç Madde 

Birinci Dünya Savaşından sonra kuzey Irak Kürtlerinin de yaşadığı Irak toprakları İngiltere'nin mandasına verildi. Sevresle saptanan Osmanlı sınırları içindeki Kürtlere ise, Sevres Antlaşmasının üç maddesi (md. 62-64) yerel (teritoryal özerklik getirmekte, bu özerkliğin bağımsızlığa dönüşmesini de ilk bakışta mümkün kılan bir ifade kullanmaktaydı. 

Md.62: "Fırat'ın doğusunda, ileride saptanacak Ermenistan'ın güney sınırının güneyinde ve (...) Suriye ve Irak ile Türkiye sınırının kuzeyinde, Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğini, işbu Antlaşmanın yürürlüğe konulmasından başlayarak altı ay içinde (...) üç üyeden [İngiliz, Fransız, İtalyan] oluşan bir Komisyon hazırlayacaktır. (...) 


Md.63: klasiktir: "Osmanlı Hükümeti, 62. maddede öngörülen [hükümlerle ilgili kararları] üç ay içinde kabul etmeyi ve yürürlüğe koymayı şimdiden yükümlenir." 

Md.64: "işbu Antlaşmanın yürürlüğe konuşundan bir yıl sonra, 62. maddede belirtilen bölgelerdeki Kürtler, bu bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye'den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyetine başvururlarsa ve Konsey de bu nüfusun bu bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varırsa ve bu bağımsızlığı tanımayı Türkiye'ye salık verirse, Türkiye, bu tavsiyeye uymayı ve bu bölge üzerindeki bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçmeyi, şimdiden yükümlenir. (...) 
"Bu vazgeçme gerçekleşirse ve gerçekleşeceği zaman, Kürdistan'ın şimdiye dek Musul İlinde kalmış kesiminde [İngiliz mandası altında] oturan Kürtlerin, bu bağımsız Kürt Devletine kendi istekleriyle katılmalarına, Başlıca Müttefik Devletlerce [İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya] hiçbir karşı çıkışta bulunulmayacaktır."

Kürdistan'ın Bağımsızlığı Konusu 
Görüldüğü gibi md.62'ye göre Osmanlı sınırları içindeki Kürtler teritoryal özerkliğe kavuşmaktaydı. Yalnız, bu "özerk toprak"ın güney sınırı belli olmakla birlikte, kuzey sınırı belirsizdi. Çünkü bu sınır, aynı zamanda, kurulması kararlaştırılmış olan Büyük Ermenistan'ın güney sınırıydı ve sınırlar konusunu incelerken görmüş olduğumuz gibi, saptanması Sevres md.89 hükmü sonucu ABD Başkanı W.Wilson'a bırakılmıştı. (Wilson, daha ileride göreceğimiz gibi, Ermenistan'a Karadeniz'e açılma olanağı verecek bu saptamayı 22 Kasım 1920 tarihli bir belgeyle Müttefiklere ulaştıracaktır.) 

İşte, bu belirsizliktir ki, Sevres'in md.62 ile teritoryal özerklik  verdiği ve md.64'le bağımsızlık kapısını "açık" bıraktığı Kürtler, yine Sevres'in md.89'la getirdiği bu Ermeni tehdidi yüzünden, Ankara'nın yönettiği kurtuluş savaşına güçlü bir destek vereceklerdir.

En ilginç olan, md.64 idi, çünkü  Osmanlı Kürtlerine ilk bakışta büyük olanaklar getiriyor biçiminde yorumlanabilecek bu madde pek o kadar net değildi. Maddede, Osmanlı sınırları içindeki Kürtlerin bağımsız devlet kurabilmeleri için 2 koşul ileri sürmekteydi.

1) Osmanlı'dan bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak MC'ye başvurmak. 
Bu "kanıtlama"nın nasıl olacağı belli değildi. Bu bölgede pek bilinmeyen bir usul olan plebisit yapmanın zorluğu bir yana, böyle bir oylamanın sonucunun kimin tarafından "kanıtlama" olarak kabul edileceği de açık değildi. (Üstelik, aynı yönde bir oylama Lausanne'daki Musul görüşmeleri sırasında Ankara tarafından kuzey Irak için istendiğinde, Lord Curzon "Kürtler bir oy sandığını gördüklerinde bomba sanabilirler" diyecektir). Bununla birlikte, kesin olan bir husus varsa, o da bu konudaki saptamanın tamamen İngiliz etkisinde yapılacağıydı.

2) MC Konseyinin bu nüfusun bu bağımsızlığa yetenekli olduğuna karar vermesi ve Osmanlı devletini bu yönde bir kararı tanımaya çağırması. 
Bir kere, böyle bir kararın hangi ölçütlere dayanacağı tamamen belirsizdi. Bununla birlikte, ABD'nin MC'ye girmeyi kabul etmediği göz önüne alındığında ve Konsey'e tamamen İngiltere'nin egemen olduğu anımsandığında bu konuda da esas olarak İngiltere'nin etkili olacağı söylenebilirdi ve dolayısıyla Kürtlerin kaderi tamamen bu devletin eline verilmişti. İkincisi, bu durumda, böyle bir bağımsızlığın İngiltere'nin o sıradaki ulusal çıkarlarına uyup uymayacağı hususu önemli oluyordu. İngiltere gibi, "sürekli dostları veya düşmanları olmayan, yalnızca sürekli çıkarları olan" bir devletin ittifakları ise her an değişebilirdi. Nitekim, Kürtlere, güneydeki Suriye'ye egemen bir Fransa'nın etkisinde kalabilecek bir bağımsızlık vermektense, veya güneyde kendi mandası Irak'ta yaşayan Kürtlerle birleşerek güçlenebilecek bir Kürdistan yaratmaktansa, Sevres'le iyice zayıflamış bir Osmanlı'yı İngiltere tercih edebilirdi. 

işte, md.64'ün son fıkrasında yer alan ve ne anlam ifade ettiği açık olmayan hükmün (... hiçbir karşı çıkışta bulunulmayacaktır) işlevinin burada devreye girdiği söylenebilecektir: 

İngiltere için esas olan, güneydeki (Musul'daki) Kürtlerin yaşadığı petrol bölgeleriydi. Kuzeyin dağlar, kanyonlar ve yaylalarla parçalanmış arazisinde petrol olmadığı tahmin ediliyordu. Üstelik, buradaki Kürt aşiretlerini denetim altına almak, bu topoğrafya yüzünden çok zordu. İngiltere bu yüzdendir ki, önceleri istediği bilinirken, sonraları bu bölgeyi kendi mandası altına almaktan vazgeçmişti. ileride, kuzey Kürtlerinin yaşadığı bölgede petrol çıkarsa, İngiltere'nin buraya sahip çıkabilmesi, herhalde, kuzeydeki bağımsız Kürdistan'ın güneydeki İngiliz mandasına katılmasıyla olamazdı. Ancak bunun tersi mümkün olabilirdi. işte son fıkrayla İngiltere, herhalde, rakibi Fransa'nın böyle bir olasılığı engellemesini şimdiden önlemek amacını gütmüştü. 

Nitekim, San Remo hazırlık konferansının 19 Nisan 1920 tarihli oturumunda bu maddeyi ileri süren ve savunan bizzat Lord Curzon olacak, buna karşılık Fransız Başbakanı Millerand "konunun çekinceli olduğunun kaydedilmesini istediğini" belirtecektir (Olcay, s. 465-467). Zaten, Kürdistan'a doğrudan bağımsızlık vermek isteyen İngiltere'ye, Musul'da fazlasıyla ödün vermiş bir Fransa'nın karşı çıkmasıdır ki, özerklik formülüyle dahi olsa bu bölgenin Osmanlı toprakları içinde kalmasına yol açmıştır (Helmreich, s.22). 

Bu durumda Kürdistan'ın bağımsız olması, tamamen, İngiltere'nin uydusu olmasına  ve öyle kalacağı izlenimini vermesine bağlı gözüküyordu. Kürtlerin bağımsız devlet kurabilmelerinin bir büyük devlete tam anlamıyla bağlı olması durumu, Yüzyılın başında da, İngiltere'nin yerine ABD'nin geçmesiyle aynen sürecektir. 

Kaynak

Baskın Oran, "Sevres Barış Antlşaması"", Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, cilt I, İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, s: 130-131