kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Şubat 2022 Pazartesi

Osmanlı Tarihi, Dergah Kültürü

Osmanlı Tarihi, Dergah Kültürü



DERGAH KÜLTÜ RÜ Ertuğrul Gazi, oğlu Osman'ın en iyi şekilde yetişmesi için gayret sarf etmekte, bütün imkanlarını seferber etmekteydi. Osman'ın ilim, ahlak, edep, kuvvet ve cesaret bakımından en yüksek seviyeye ulaşması Ertuğrul Bey' in biricik arzusuydu. Bu

8 Aralık 2019 Pazar

Domuz Sevenler ve Domuzdan Tiksinenler

Domuz Sevenler ve Domuzdan Tiksinenler

Marvin Harris

[Harris, ilgili kişilerin çok yakından tanıdığı bir antropolog. Bu yazısında Ortadoğu kökenli domuz yeme/besleme tabusunun nedenlerini açıklıyor. Oldukça ikna edici bir tez olduğunu söyleyebilirim. Bu yazının içinde yer aldığı kitap ise antropoloji ile ilgilenen herkesin okuduğu, klasik bir kitap. İnekler, Domuzlar, Savaşlar ve Cadılar: Kültürün Bilmeceleri
Yazının sonunda benim de bu konuda yazdığım bir not var. Doğrusu bunu bu açıklıkla başka bir yerde okumadım, kendi düşüncem oluğunu sanıyorum.]


https://library.ucsd.edu/dc/object/bb07864341
Yazıda sözü geçen araştırmanın fotoğraf koleksiyonundan

Roy Rappaport'un Fotoğrafları


Açıkça usdışı olan besin alışkanlıklarının örneklerini herkes bilir. Çinliler köpek etini severler ama inek sütünden hiç hoşlanmazlar; biz inek sütünü severiz ama köpekleri yemeyiz; Brezilya'daki bazı kabileler karıncaları lezzetli bulurlar ama geyik etinden hoşlanmazlar. Ve dünyanın her yerinde bu böyle sürüp gider.

Domuz bilmecesi kanımca inek anadan sonra izlenecek uygun bir konudur. Bu bilmece aynı hayvanı bazı insanlar severlerken, bazılarının ondan neden nefret ettiklerinin açıklanması için çağrıda bulunur.

Bilmecenin yarısını yani domuzdan tiksinenler bölümünü Yahudiler, Müslümanlar ve Hıristiyanlar iyi bilirler. Eski İbraniler'in tanrısı domuzu, tadılır ya da dokunulursa kirleten pis bir hayvan olarak lanetlemek üzere anlattığı konudan ayrıldı (bir kez Tekvin Kitabında* ve yine Levililer'de* anılır). Aşağı yukarı 1500 yıl sonra, Allah Kendi peygamberi Muhammed'e İslam'ın yandaşları için domuzun aynı durumda kalacağını söyledi. Milyonlarca Yahudi ve yüz milyonlarca Müslüman domuzu iğrenç bir nesne olarak görür, oysa domuz başka herhangi bir hayvandan daha verimli biçimde tahıl tanelerini ve kök yumruları üstün kaliteli yağ ve proteinlere dönüştürür.

Fanatik domuzseverlerin gelenekleri daha az bilinir. Dünyanın domuzsevenler merkezi Yeni Gine'de ve Güney Pasifik Melanezya* adalarında bulunur. Bu bölgenin, köyde yaşayan bahçıvan kabilelerine göre, domuzlar, evlenme ve cenaze törenleri gibi önemli bütün olaylarda, atalara kurban edilerek yenmesi gereken kutsal hayvanlardır. Bir çok kabilelerde, savaş açmak ve barış yapmak için domuz kurban edilmelidir. Kabile üyelerinin inancına göre onların ölmüş ataları şiddetle domuz eti isterler. Gerek yaşayanların gerekse ölmüşlerin domuz etine duydukları açlık öyle dayanılmaz bir yoğunluktadır ki zaman zaman çok büyük şölenler düzenlenir ve bir kabilenin hemen hemen bütün domuzları derhal yenir. Üst üste günler boyunca, köylüler ve konukları tıka basa büyük miktarlarda domuz eti yerler, midelerinde daha fazla yer açmak için de hazmedemediklerini çıkarırlar. Her şey sona erince, domuz sürüsünün boyutu öylesine küçülür ki sürüyü yeniden oluşturmak için yıllarca canla başla çalışmak gerekir. Bu gerçekleştirilince de bir başka oburluk cümbüşü için hemen hazırlıklar yapılır. Ve görünen kötü yönetimin yinelenen tuhaf olaylar dizisi böylece sürüp gider.

Domuzdan tiksinen Yahudi ve Müslümanların sorunuyla başlayacağım. Acaba neden Yehova ve Allah gibi yüce tanrılar insanlığın büyük bölümünce lezzetle yenen zararsız ve hatta gülünç görünüşlü bir hayvanı lanetleme zahmetine girmektedirler? İncil'in ve Kuran'ın domuzları mahkum etmelerini benimseyen bilginler bir takım açıklamalarda bulunmaktadırlar. Rönesans'tan öncekilerinin en yaygın olanına göre domuz tam anlamıyla pis bir hayvandır - ötekilerden daha pistir çünkü kendi idrarı içinde debelenir ve dışkı yer. Ama fiziksel kirliliğin dinsel tiksintiye bağlanması tutarsızlıklara yol açar. Kapalı bir yerde tutulan inekler de kendi idrar ve dışkıları içinde çevreye pislik sıçratarak dolanırlar. Ayrıca aç inekler insan dışkısını hoşlanarak yerler. Köpekler ve piliçler aynı şeyi yaparlar ama hiç kimsenin midesi bulanmaz, ve eskilerinde bilmesi gerektiği gibi temiz ahırlarda yetiştirilmiş olan domuzlar temizlikte titiz evlerde bile sevilerek beslenirler. Nihayet, eğer biz "temizlik"in bütünüyle estetik standartlarına başvurursak şu korkunç tutarsızlığı, İncil'in çekirgeleri "temiz" olarak sınıflandırdığını görürüz. Estetik yönden böceklerin domuzlardan daha yararlı oldukları savı, inananların davasını güçlendirmeyecektir.

Yahudi hahamlar Rönesans'ın başlangıcında bu tutarsızlıkları doğrulamışlardır. Biz Yahudilerin ve Müslümanların domuz etini reddetmeleri konusunda yapılan ilk doğalcı açıklamayı, on ikinci yüzyılda Mısır'da, Kahire'de, Salahaddini Eyyubi'nin saray hekimliğini yapan Moses Maimuni'ye borçluyuz. Maimuni'nin dediğine göre Tanrı domuz eti üzerindeki yasağı bir halk sağlığı önlemi olarak düşünmüştü. Haham domuz eti "vücut üzerinde kötü ve zararlı bir etki yapar" diye yazdı. Maimuni bu düşüncesinin sağınsal nedenleri konusunda pek öyle açıklayıcı değildi, ama o imparatorun hekimiydi, ve onun verdiği yargı büyük saygıyla karşılanırdı.

Ondokuzuncu yüzyılın ortalarında, trişinozun az pişirilmiş domuz eti yemekten kaynaklandığının bulgulanması, Maimuni'nin bilgeliğinin kesin bir kanıtı olarak yorumlandı. Reform yanlısı Yahudiler İncil kurallarının akılcı nedenlere dayanmasına sevindiler ve domuz eti üzerindeki tabuyu hemen reddettiler. Eğer iyi pişirilirse, domuz eti halk sağlığı için bir tehdit değildir, ve bundan dolayı da onun tüketimi Tanrı'ya başkaldırma sayılamaz. Bu durum daha köktendinci hahamları bütün doğalcı geleneğe yönelik bir karşı saldırıya geçmek için kışkırttı. Eğer Yehova yalnızca Kendi halkının sağlığını korumayı istemiş olsaydı, halkına hiç domuz eti yememelerini değil sadece iyi pişirilmiş domuz eti yemelerini buyururdu. İrdelemeye göre, açıkçası Yehova'nın aklında başka bir şey vardı - sırf fiziksel gönençten daha önemli bir şey.

Maimuni'nin açıklaması bu tanrıbilimsel tutarsızlığın yanında bir de içerdiği sağınsal (tıbbi) ve salgınbilimsel çelişkilerle de değerini yitirir. Domuz insana hastalık bulaştıran bir taşıyıcıdır, doğru ama Müslümanlar ve Yahudilerce bol bol tüketilen öteki evcil hayvanlar da öyledir. Örneğin, az pişirilmiş sığır eti parazitlerin, özellikle de şeritlerin bir kaynağıdır, öyle ki bunlar insanın bağırsakları içinde beş-altı metrelik bir uzunluğa erişebilirler, ciddi kansızlıklara yol açar, ve öteki bulaşıcı hastalıklara karşı direnci azaltırlar. Sığırlar, keçiler, ve koyunlar da azgelişmiş ülkelerde ateş, titreme, terleme, halsizlik, acı, ve ağrılarla seyreden bakteri kökenli yaygın bir hastalık olan malta hummasını (brucellosis) bulaştıran hayvanlardır. Hastalığın en tehlikeli biçimi, keçiler ve koyunlardan geçen Brucellosis melitensis'dir. Onun belirtileri uyuşukluk, sinirlilik, ve yanlışlıkla psikonevroza benzetilen zihinsel bunalımdır. Nihayet, domuzlardan değil, ama sığırlar, koyunlar, keçiler, atlar, ve katırlardan geçen bir şarbon hastalığı vardır. Öldürücü sonuçları seyrek olan, ve mikrop almış bireylerde hastalık belirtileri bile göstermeyen trişinozdan farklı olarak, şarbon çoğu kez vücut çıbanlarıyla başlayıp hızla ilerler ve kan zehirlenmesi nedeniyle ölümle sonuçlanır. Geçmişte Avrupa ve Asya'yı kasıp kavurmuş olan büyük şarbon salgınları 1881'de Louis Pasteur tarafından şarbon aşısı geliştirilinceye değin kontrol altına alınmış değildi.

Yehova'nın şarbon taşıyıcı evcil hayvanlarla ilişkiye girilmesini yasaklamakta başarısız kalması Maimuni'nin açıklamasına darbe vurmuştur, çünkü hayvanlardaki bu hastalık ile insan arasındaki ilişki boyunca biliniyordu. Çıkış Kitabı'nda* betimlendiği üzere, Mısırlılara karşı gönderilen belalardan biri, hayvan şarbonunun belirtileriyle bir insan hastalığı arasındaki bağlantıyı açıkça ortaya koyar:

.. ve insanda ve hayvanda irin çıkaran çıbanlar oluştu. Ve sihirbazlar çıbanlar nedeniyle Musa'nın önünde tutunamadılar, çünkü sihirbazlarda ve bütün Mısırlılarda çıbanlar vardı.

Bu çelişkiler karşısında, Yahudi ve Müslüman tanrıbilimcilerin büyük bölümü domuzdan tiksinmenin doğalcı bir temelini aramaktan vazgeçtiler. Son zamanlarda yandaş kazanan açıkça gizemci bir tutuma göre, beslenme tabularına uymakla sağlanan kayra (inayet) Yehova'nın tam olarak neyi düşündüğünün bilinmemesine ve bilinmek istenmesine dayanır.

Modern antropoloji bilginleri de benzer bir çıkmazın içindedir. Örneğin, bütün yanılgılarına karşın, Moses Maimuni, The Golden Bough'ın (Altın Dal) ünlü yazarı Sir James Frazer'den daha açıklayıcı olmuştur. Frazer'in açıkça bildirdiğine göre domuzlar, "başlangıçta, pis denen bütün o hayvanlar" gibi "kutsaldılar; onların yenmemesinin nedeni başlangıçta tanrısal olmalarıydı." Bu düşüncenin hiç bir yardımı olmaz, çünkü koyunlar, keçiler, ve inekler de bir zamanlar Orta Doğu'da tapılan hayvanlardı, ama gene de bunların etleri bölgedeki tüm etnik ve dinsel gruplarca çok beğeniliyordu. Özellikle de inek, ki onun altın buzağısına Sina Dağı'nın eteklerinde tapılırdı, Frazer'in mantığına göre İbraniler için domuzdan daha pis olmalıydı.

Başka bilginlerce ileri sürüldüğüne göre domuzlar, bir zamanlar, İncil'de ve Kuran'da tabu konusu yapılan öteki hayvanlarla birlikte, değişik kabilelerin totem simgeleriydiler. Tarihin uzak bir geçmişinde bu böyle olmuş olabilir, ama biz eğer bu olasılığı kabul edersek, o zaman bizim sığırlar, koyunlar, ve keçiler gibi "temiz" hayvanların da totem olarak hizmet etmiş olabileceklerini de kabul etmemiz gerekir. Totem konusunda yazılan bir çok yazıda belirtilenin tersine, totemler genellikle bir besin kaynağı olarak değerlendirilen hayvanlar değildirler. Avustralya ve Afrika'da bulunan ilkel klanlar arasındaki en ünlü totemler kara kargalar ve ispinozlar gibi görece yararsız kuşlar, ya da tatarcıklar, karıncalar, ve sivrisinekler gibi böcekler, ya da hatta bulutlar ve kayalar gibi cansız nesnelerdir. Üstelik, totem değerli bir hayvan olduğu zaman bile, onunla ilgisi bulunan insanların onu yemelerini engelleyen değişmez bir kural da yoktur. Yeğlenebilecek bunca yol varken, domuzun bir totem olduğunu söylemek hiç bir şeyi açıklamaz. İnsan pekala şunu da söyleyebilir: "Domuz tabulaştırıldı çünkü tabulaştırıldı."

Ben Maimuni'nin yaklaşımını yeğlerim. Hiç olmazsa bu haham tabuyu açıkça dünyasal ve kılgısal (pratik) güçlerin işleyişini içeren doğal bir sağlık ve hastalık bağlamı içine yerleştirerek anlamaya çalışmıştır. Buradaki tek güçlük onun domuzdan tiksinmenin geçerli koşullarına ilişkin görüşünün bir hekimin vücut patolojisine olan ilgisinin tipik darlığına dayanmasıdır.

Domuz bilmecesinin çözümü bizden kamu sağlığıyla ilgili çok daha geniş bir tanımı, hayvanların, bitkilerin, ve insanların elverişli doğal ve kültürel topluluklar içinde birlikte yaşamalarını sağlayacak temel süreçleri içeren bir tanımlamayı kabul etmemizi ister. İncil'in ve Kuran'ın domuzu mahkum etmesinin nedeni sanırım domuz çiftliklerinin Orta Doğu'da ki temel kültürel ve doğal ekosistemlerin bütünlüğüne yönelik bir tehdit oluşturmasıdır.

Önce, tarihin ilk İbranilerinin - İ. Ö. iki bin yılının başlarında, Hz. İbrahim'in çocuklarının - Mezopotamya ve Mısır'ın ırmak vadileri arasındaki engebeli, seyrek nüfuslu çorak topraklardaki yaşama kültürel yönden uyarlanmış olduklarını göz önünde tutalım. İ. Ö. onüçüncü yüzyılda Filistin'de Ürdün Vadisi'ni fethe başlamalarına değin, İbraniler, yaşamları hemen tamamiyle koyun, keçi, ve sığır sürülerine bağlı göçebe çobanlardı. Bütün çoban toplulukları gibi onlar da vahaları ve büyük ırmakları ellerinde tutan yerleşik çiftçilerle yakın ilişkilerini sürdürüyorlardı. Zaman zaman bu ilişkiler daha yerleşik ve tarımsal bir yaşam biçimine doğru olgunlaşıyordu. İbrahim'in Mezopotamya'daki torunlarının, Yusuf'un Mısır'daki yandaşlarının, ve İshak'ın Batı Necef'deki yandaşlarının anılan durumda oldukları anlaşılıyor. Ama Kral Davud'un ve Kral Süleyman'ın yönetimleri altında kent ve köy yaşamının doruklarda olduğu sırada bile, koyun, keçi, ve sığır sürülerinin güdülmesi çok önemli bir ekonomik etkinlik olarak sürüp gidiyordu.

Çiftçiliğin ve çobanlığın bu tam anlamıyla karma modeli içinde, domuz etine karşı konan tanrısal yasak sağlam bir ekolojik strateji getirmiştir. Göçebe İsrailliler kendi çorak yurtlarında domuz yetiştiremezlerdi, öte yandan yarı yerleşik ve köylü çiftçi toplulukları için, domuz bir katkı olmaktan çok bir tehlike oluşturuyordu.

Bunun temel nedeni şudur: Yeryüzünün çobansal göçebeliğe uygun düşen alanları çok çoraklıktan dolayı sulu tarıma hiç elverişli olmayan ve kolaylıkla da sulanamayan ormansız kırlıklar ve tepelerdir. Bu tür yerlere en iyi uyarlanan evcil hayvanlar geviş getirenler - sığırlar, koyunlar, ve keçilerdir. Geviş getirenlerin midelerinden önce gelen bölümde yer alan torbaları vardır ki bunlar o hayvanların başlıca selülozdan oluşan otları, (yaprakları, ve öbür besinleri bütün öteki hayvanlardan daha kolayca hazmetmelerini sağlarlar.

Ama, domuz aslında ormanları ve gölgeli ırmak kıyılarını arayan bir yaratıktır. Her ne kadar o her şeyi yerse de, onun en sevdiği besin selülozu az olan besinler - kabuklu yemişler, meyveler, yumru kökler, ve özellikle de tahıl taneleridir ki bu onu insanın doğrudan doğruya rakibi haline getirir. O yalnızca çayır otuyla yaşayamaz, ve dünyanın hiç bir yerinde tam anlamıyla göçebe olan çobanlar önemli sayıda domuz yetiştirmezler. Domuzun başka bir sakıncası da uygun bir süt kaynağı olmaması ve uzun mesafeler boyunca güdülmesinin herkesçe bilinen güçlüğüdür.

Hepsinden önemlisi, termodinamik açıdan domuz, Necef'in, Ürdün Vadisi'nin, ve İncil'in ve Kuran'ın yayıldığı öteki toprakların sıcak, kuru iklimine uyarlanamaz. Sığırlar, keçiler, ve koyunlarla karşılaştırıldığında, domuzun vücut ısısını düzenleme dizgesi yetersizdir. "Domuz gibi terlemek" deyimine karşın, son zamanlarda ispatlanmış bulunmaktadır ki domuzlar hiç terleyemezler. Bütün memelilerin en çok terleyeni olan insanlar, vücut yüzeyinin her metre karesinden bir saat içinde vücut sıvısının 1000 gram kadarını buharlaştırarak kendilerini serinletirler. Domuzun metrekare başına buharlaştırabileceği sıvı miktarı en çok 30 gramdır. Koyunların bile derilerinden buharlaştırdıkları vücut sıvısı miktarı domuzlarınkinden iki kat fazladır. Ayrıca, koyunların avantajı sahip oldukları kalın beyaz yünün hem güneş ışınlarını yansıtması, hem de havanın ısısı vücut ısısının üzerine çıktığında yalıtımı sağlamasıdır. İngiltere'de, Cambridge'de Tarımsal Araştırma Konseyi Hayvan Fizyolojisi Enstitüsü'nden L. E. Mount'a göre yetişkin domuzlar eğer havanın ısısı 32°C'nin üzerinde iken doğrudan doğruya güneş ışığına maruz kalırlarsa ölürler. Ürdün Vadisinde, hava ısıları hemen hemen her yaz 35°C'yi bulur, ve bütün yıl boyunca güneş ışığı yoğundur.

Koruyucu kıllarının eksikliğini ve terleme yeteneksizliğini telafi etmek üzere, domuz derisini dışarıdaki nemle serinletmelidir. Bunun için taze, temiz çamur içinde yuvarlanmayı yeğler, ama eğer hiç bir şey bulamazsa kendi derisini kendi idrar ve dışkılarıyla ıslatır. Ahırlara kapatılan domuzlar, 29°C'nin altında, dışkılarını uyuyup beslendikleri yerlerin uzağına çıkarırlar, oysa 29°C'nin üzerinde ahırın her yanına dışkılarını gelişigüzel bırakırlar. Isı ne denli yükselirse onlar da o denli "pis"leşirler. O halde domuzun dinsel kirliliğini gerçek fiziksel kirliliğe dayandıran kuramda bir doğruluk payı vardır. Ancak her yerde kirli olmak domuzun doğasında var olan bir şey değildir; tersine domuzun kendi dışkısının serinletici etkisine en yüksek düzeyde bağımlı kalmasına yol açan etken Orta Doğu'nun doğal yaşam ortamının sıcak ve çorak olmasıdır.

Koyunlar ve keçiler Orta Doğu'da, belki İ.Ö. 9000 yıllarında evcilleştirilen ilk hayvanlardır. Domuzlar aynı bölgede aşağı yukarı 2000 yıl kadar sonra evcilleştirilmişlerdir. Tarih öncesi ilk köy çiftliklerinde arkeologlarca yürütülen kemik sayımlarından anlaşıldığına göre evcilleştirilmiş domuz hemen daima köy direyinin (faunasının) görece küçük bir parçasını oluşturmuştur ve bu da besin hayvanı kalıntılarının ancak yüzde 5'i dolayındadır. Kendisine gölgelik yer ve çamur yatağı bulunması gereken, sütü sağılamayan, ve insanla aynı besini yiyen bir yaratığın kalıntı payının böyle olması beklenir.

Sığır eti üzerindeki Hindu yasağı örneğinde belirttiğim gibi, sanayi öncesi koşullarda, başlıca eti için yetiştirilen her hayvan bir lükstür. Bu genelleme aslında et için sürülerinden seyrek olarak yararlanan sanayi öncesi çobanları için de geçerlidir.

Orta Doğunun eski karma çiftçi ve çoban toplulukları, evcil hayvanlarını aslında süt, peynir, deri, gübre kaynağı olarak ve toprak sürmekte değerlendirirlerdi. Keçiler, koyunlar, ve sığırlar anılan hizmetleri bol bol verirler ve ayrıca zaman zaman da biraz yağsız et sağlarlardı. Bu yüzden, ta başlangıcından beri, özlü, yumuşak, ve yağlı olma nitelikleri nedeniyle beğenilen domuz eti lüks bir besin sayılmış olmalıdır.

İ. Ö. 7000 ile 2000 yılları arasında domuz eti daha da lüks bir nesne haline geldi. Bu dönem boyunca Orta Doğu'nun insan nüfusunda altmış kat bir artış oldu. Özellikle geniş koyun ve keçi sürülerinin verdiği sürekli zararların bir sonucu olarak ortaya çıkan orman azalması nüfus artışlarına eşlik etti. Domuz yetiştirmenin doğal koşulları olan, gölge ve su, gittikçe daha da azaldı, ve hatta domuz eti ekolojik ve ekonomik bakımdan gitgide daha lüks bir nesne haline geldi.

Sığır eti yeme tabusu örneğinde olduğu gibi, dayanılmaz istek ne denli büyük olursa, tanrısal müdahale gereği de o denli büyük olur. Aradaki bu ilişki tanrıların yakın akrabalar arası cinsel ilişki ve zina gibi ayartıcı cinsel eğilimlerle savaşmaya her zaman böylesine ilgi göstermelerinin nedenini açıklamakta genellikle uygun bir araç olarak kabul edilmiştir. Burada ben bu bağlantıyı yalnızca baştan çıkaran bir besine uyguluyorum. Orta Doğu domuz yetiştirmek için yanlış bir yerdir, ama domuz eti de hep zevk veren özlü bir besindir. İnsanlar bu tür günah çağrılarına karşı kendi başlarına direnmekte hep güçlük çekerler. İşte bu nedenle Yehova'nın domuzların besin olarak pis olmakla kalmayıp onlara dokunmanın bile pislik olduğunu söylediği bilinir. Allah'ın da aynı nedenle aynı mesajı yinelediği biliniyor: Büyük sayılarda domuz yetiştirmeye çalışmak ekolojik uyarlanmaya aykırıdır. Küçük çaplı üretim ise yalnızca günaha çağrının etkisini arttıracaktır. O halde, domuz eti tüketimini hepten yasaklamak, ve keçi, koyun, ve sığır yetiştirmekte yoğunlaşmak daha uygundur. Domuzlar lezzetlidir ama onları yetiştirmek ve onları serin tutmak çok pahalıdır.

Geriye kalan bir çok soru var, özellikle örneğin İncil'de yasaklanan öteki yaratıklardan her biri - akbabalar, yırtıcı kuşlar, yılanlar, salyangozlar, kabuklu deniz hayvanları, pulsuz balıklar, ve benzerleri - acaba neden aynı tanrısal tabunun kapsamına girdiler. Ve Yahudiler ve Müslümanlar, artık Orta Doğu'da yaşıyor olmasalar bile - değişen ölçülerdeki kesinlik ve çabalarla - eski besin yasalarına uymayı neden sürdürüyorlar? Bana öyle geliyor ki yasaklanan kuş ve hayvanların büyük bölümü genel olarak açıkça iki kategoriden birine giriyor. Bazıları, örneğin balık kartalları, akbabalar, ve yırtıcı kuşlar, potansiyel anlamda bile önemli besin kaynakları değildirler. Ötekilerin, örneğin kabuklu deniz hayvanlarının karma çoban-çiftçi toplulukları için geçerli olmadıkları apaçıktır. Bu tabulaştırılmış yaratıklar kategorilerinin hiç biri benim yanıtlamaya koyulduğum türden bir sorunun - yani besbelli garip ve israfçı bir tabunun açıklanmasına yönelik bir sorunun sorulmasına yol açmaz. Bir insanın akşam yemeği için akbabaları avlamaya zaman harcamamasının, ya da yarım kabuklu bir tabak midye için çöllerde elli mil yürümemesinin her halde us dışı hiç bir yanı yoktur.

Dinsel yaptırımlara bağlanmış bütün beslenme biçimlerinin ekolojik açıklamalarının bulunduğu savını reddetmenin şimdi tam sırasıdır. Tabuların toplumsal işlevleri de vardır, örneğin bunlar insanların kendilerini özel bir topluluk olarak görmelerine yardım eder. Bu işlev kendi anayurtları Orta Doğu'nun dışında yaşayan Müslümanlar ve Yahudiler tarafından beslenme kurallarına gösterilen çağcıl uyumla iyi bir biçimde yerine getirilmektedir. Bu tutuma yöneltilecek soru, yerleri kolayca doldurulamayan kimi besinlerden yoksun bırakılarak Yahudilerin ve Müslümanların günlük ve dünyasal gönençlerinin böylece önemli ölçüde azalıp azalmayacağı sorusudur. Sanırım sorunun yanıtı hemen daima olumsuzdur. Ama ayartıcı çağrının bir başka çeşidine, her şeyi açıklama çağrısına, direnmem için bana izin verin. Sanırım bilmecenin öteki yarısına, domuz sevenlere dönersek domuzdan tiksinenler hakkında edineceğimiz bilgi daha çok olacaktır.

Domuz sevgisi Müslümanların ve Yahudilerin domuzlara yükledikleri tanrısal hakaretin anlamlı bir karşıtıdır. Bu duruma yalnızca domuz eti yemeğine yönelik tat alma coşkusuyla varılmış değildir. Avrupa-Amerika ve Çin geleneklerini de içeren mutfak geleneklerinde domuz eti ve yağı saygı görür. Domuz sevgisi başka bir şeydir. O insanla domuz arasındaki tam bir yakınlık halidir. Domuzların varlığı Müslümanların ve Yahudilerin insansal durumlarını tehdit eder, buna karşılık, domuz sevgisi bulunan çevrede insan, domuzların eşliği olmadan gerçekten insan olamaz.

Domuz sevgisi domuzları ailenin birer üyesi gibi yetiştirmeyi içerir, onların yanında uykuya yatılır, onlarla konuşulur, onlar sıvazlanır ve sevgiyle okşanır, isimleriyle çağrılır, boyunlarına tasma takılarak tarlalara götürülür, onlar hastalanınca ya da yaralandıklarında gözyaşı dökülür, ve aile sofrasından seçilen yiyeceklerle beslenirler. Ama Hinduların inek sevgisinden farklı olarak, domuz sevgisi zorunlu durumda domuz kurban etmeyi ve özel günlerde domuz eti yenmesini de içerir. Hayvanın törensel amaçla kesilmesi ve yapılan kutsal şölen nedeniyle, domuz sevgisinin insanla hayvan arasında sağladığı dostluk olanağı Hindu çiftçi ile ineği arasındakine göre daha geniştir. Domuz sevgisinin vardığı doruk noktası domuzun kendisini yiyen insanın vücuduna et olarak ve ataların ruhuna da ruh olarak katılmasıdır.

Domuz sevgisi ölmüş babanızın mezar yerinde sevilen dişi bir domuzun öldürülünceye değin dövülmesiyle ve hemen orada kazılıp yapılan bir toprak fırında kızartılması yoluyla babanızı onurlandırıyor. Domuz sevgisi kayınbiraderinizin ağzını onu vefalı ve mutlu kılmak amacıyla avuçlar dolusu soğuk, yumuşak etli tuzlanmış yağ ile tıkabasa dolduruyor. Hepsinden önemlisi, domuz sevgisi bir kuşak boyunca bir ya da iki kez düzenlenen büyük domuz şölenidir; ataların domuz eti özlemini gidermek, toplu sağlığı korumak, ve gelecek savaşlardaki utkuyu güven altına almak amacıyla yetişkin domuzların büyük çoğunluğu kesilir ve oburca yenip yutulur.

Michigan Üniversitesi'nden Profesör Rappaport Yeni Gine'nin Bismarck Dağlarının ıssız bölgelerinde yaşayan bir kabileler grubu olan ve domuz seven Maring'lerle domuzlar arasındaki ilişki hakkında ayrıntılı bir inceleme yapmıştır. Rappaport Pigs for the Ancestors: Ritual in the Ecolgy of a Nem Guinea People (Atalar için Domuzlar: Bir Yeni Gine Halkının Ekolojisinde Dinsel Tören) adlı yapıtında domuz sevgisinin bazı temel insan sorunlarının çözümüne nasıl katkıda bulunduğunu betimler.

Her yöresel Maring altgrubu ya da klanı ortalama her on iki yılda bir domuz şöleni düzenler. Çeşitli hazırlıkları, küçük çaplı kurban etmeleri, ve son kitlesel öldürmeyi kapsayan bütün şölen aşağı yukarı bir yıl sürer ve Maring dilinde kaiko olarak bilinir. Kendi kaiko'sunun sona ermesinin hemen ardından iki ya da üç ay içinde, klan düşman klanlarla silahlı çatışmaya girişir, bu da bir çok zayiata ve olasılıkla toprak yitimine ya da kazanımına yol açar. Savaş sırasında yeniden domuzlar kurban edilir, ve gerek utku elde edenler gerekse yenilenler kısa zamanda görürler ki kendi atalarına yaranmalarını sağlayacak yetişkin domuzların hepsinden yoksun kalmışlardır. Çatışma birden kesilir, ve savaşçılar rumbim olarak bilinen küçük ağaçlar dikmek üzere kutsal yerlere topluca giderler. Klan üyesi her yetişkin erkek, toprağa dikildiği sırada rumbim fidanını elleriyle tutarak bu dinsel törene katılır.

Savaş büyücüsü atalara seslenir, onlara ellerinde domuz kalmadığını ve yaşıyor olmaktan dolayı minnettar olduklarını açıklar. O artık savaşın sona erdiği ve toprak üzerinde rumbim fidanları var oldukça düşmanlıkların yeniden başlatılmayacağı konusunda atalara söz verir. Artık bundan böyle yaşayanların düşünce ve çabaları domuz yetiştirmeye yönelir; savaşçıların rumbim fidanlarını sökmeyi ve savaş alanına dönmeyi düşünmeleri ancak atalara gereğince teşekkür etmeyi sağlayacak güçlü bir kaiko için yeterli sayıda bir, domuz sürüsü yetiştirilince gerçekleşir.

Tsembaga adlı bir klanı ayrıntılı bir biçimde inceleyerek, Rappaport şunu göstermeyi başarmıştır ki bütünüyle bir çevrim - birbiri ardından gelen kaiko, savaş, rumbim fidanlarının dikilmesi, ateşkes, yeni bir domuz sürüsünün yetiştirilmesi, rumbim fidanlarının sökülmesi, ve yeni bir kaiko'dan oluşan çevrim- çılgına dönmüş bulunan domuz çiftçilerinin sergiledikleri bir psikodramadan ibaret değildir. Bu çevrimin her parçası, kendi kendini düzenleyen bir ekosistem olan bir kompleksle bütünleşmiştir. Bu kompleks Tsembaga'nın insan ve hayvan nüfusunun oylum ve dağılımını eldeki kaynaklara ve üretim olanaklarına göre etkili bir biçimde ayarlar.

Maring'lerin domuz sevgisinin açıklanmasını sağlayacak en önemli soru şudur: Atalara gereğince teşekkür etmeleri için yeterli sayıda domuza ne zaman sahip olduklarına nasıl karar verirler? Maring'lerin kendileri uygun bir kaiko düzenlemek için aradan kaç yıl geçmesi gerektiğini ya da kaç domuza gerek duyulduğunu söyleyebilecek durumda değildiler. Belli bir insan ve hayvan sayısı üzerinde karar kılmaları hemen hemen olanaksızdır çünkü Maring'lerde takvim yoktur ve dilleri üçten büyük rakamları anlatacak sözcüklerden yoksundur.

Rappaport tarafından gözlemlenen 1963 tarihli kaiko başladığında Tsembaga'nın 169 domuzu ve aşağı yukarı 200 üyesi vardı. Bu rakamların günlük çalışma düzeni ve yerleşim modelleri açısından anlamı çevrimin uzunluğunu verecek anahtarı sağlamasıdır.

Yerelması, kulkas, ve tatlı patates üretilmesi gibi domuz yetiştirilmesi görevi de aslında Maring kadınlarının işgücüne dayanır. Domuz yavruları insan yavrularının yanı sıra bahçelere götürülürler. Memeden kesildikten sonra, sahibeleri onlara köpekler gibi arkadan koşmalarını öğretir. Domuzlar dört ya da beş aylıkken sahibeleri onları artık ya da düşük nitelikli tatlı patates ya da yerelmalarından oluşan günlük yiyeceklerini yemek üzere geceleyin geri getirtinceye değin ormanda beslenmeleri için serbest bırakılırlar. Her bir kadın kendi domuzları büyüyüp sayıları arttıkça onların akşam yiyeceklerini sağlamak için daha çok çalışmak zorunda kalır.

Rappaport'un gözlemlerine göre rumbim fidanları toprakta kaldığı sürece Tsembaga kadınları daha sonraki kaiko'yu düşmandan daha önce düzenlemek üzere "yeter" sayıda domuza sahip olmak amacıyla bahçelerinin boyutuna büyütmek, daha çok tatlı patates ve yerelması ekmek, ve daha çok domuzu olabildiği kadar çabuk yetiştirmek bir hayli baskı altında kalıp zorlanırlar. Aşağı yukarı 61 kilo ağırlığında olan yetişkin domuz ortalama yetişkin bir daha ağır çeker ve, günlük yiyeceğini kendi bulmasına karşın bir domuzun, bir kadına yüklediği çaba aşağı yukarı yetişkin bir insanı beslemek için gerektirdiği çaba kadardır. 1963'te rumbim fidanlarının sökülmesi sırasında, Tsembaga'nın daha hırslı kadınları, kendileri ve aileleri için yaptıkları bahçıvanlık işlerine, yemek pişirmeye, çocuk bakımına, çocukları taşımaya, ve torba, önlük ve peştamal gibi ev eşyası yapımına ek olmak üzere ayrıca altı tane 61 kiloluk hayvanın bakımını da üstleniyorlardı. Rappaport'un yaptığı hesaba göre yalnızca altı domuzun bakımı bile sağlıklı, iyi beslenmiş bir Maring kadınının harcayabileceği toplam günlük enerjinin yarısından fazlasını alıp götürür.

Domuz nüfusundaki artışa normal olarak insan nüfusundaki artış da eşlik etmekte ve bu durum özellikle önceki savaştan utkuyla çıkmış olan gruplarda görülmektedir. Domuzlar ve insanlar Bismarck Dağları'nın yamaçlarını kaplayan tropikal ormandan ağaçların kesilmesi ve yangınlarla açılan bahçelerden beslenmek zorundadırlar. Öteki tropikal bölgelerdeki benzer bahçıvanlık dizgelerinde olduğu gibi, Maring bahçelerinin verimliliği ağaçların yanmasından arta kalan küllerden toprağa geçen azota dayanır. Bu bahçelerde iki ya da üç yıldan fazla art arda ekim yapılamaz, çünkü ağaçlar bir kez yok olunca, yeğin yağmurlar azotu ve öteki toprak ürünlerini hızla silip süpürür. Tek çare başka bir alan seçerek oradaki orman parçasını yakmaktır. Bir on yıl kadar sonra, eski bahçeler yeter miktarda ikincil ürünlerle kaplanır; yeniden yakılabilen bu bahçelerde yeniden ekim yapılabilir. Bu eski bahçe alanları yeğlenir çünkü el değmemiş ormanlara göre buraları açıp temizlemek daha kolaydır. Ama rumbim ateşkesi boyunca domuz ve insan nüfuslarının artışı birden hızlandığı için, eski bahçe alanlarının olgunlaşması gecikir ve el değmemiş topraklarda yeni bahçeler yapılması gerekir. Bir çok bakir orman alanı hazır bulunmakla birlikte, yeni bahçe alanları herkesin üzerine fazladan bir yük yükler ve Maring'lerin kendilerini ve domuzlarını beslemekte harcadıkları işgücünün olağan verimlilik oranını düşürür.

Görevleri yeni bahçeler açıp onları yakmak olan adamlar bakir ağaçların daha kalın ve daha yüksek olmaları nedeniyle daha çok çalışmak zorunda kalırlar. Ama en çok acı çekenler kadınlar olur, çünkü yeni bahçeler köyün merkezinden ister istemez daha uzak mesafede kurulurlar. Kadınlar domuzlarını ve ailelerini beslemek için yalnızca daha büyük bahçeleri işlemek zorunda kalmazlar, ama aynı zamanda çalışmaya giderlerken zamanlarının gittikçe daha çoğunu sırf yürüyüşte harcamak, ve yavru domuzları ve bebekleri bahçeden eve, evden bahçeye, ayrıca, hasat edilmiş yerelmaları ve patateslerden oluşan ağır yükleri bahçeden evlerine taşırlarken enerjilerinin gittikçe daha çoğunu da tüketmek zorunda kalırlar.

Bir başka baskı kaynağı da kendi kendilerine beslenmeleri için başı boş bırakılan yetişkin domuzların yiyip bitirmelerine karşı bahçeleri korumanın gerektirdiği artan çabalardan doğmaktadır. Her bahçe domuzları dışarıda tutmak üzere dayanıklı bir çitle çevrilmelidir. Ne var ki, 68 kiloluk aç bir dişi domuz korkunç bir düşmandır. Domuz sürüsü büyüdükçe çitlerin kırılması ve bahçelerin saldırıya uğraması daha sık görülür. Eğer öfkeli bir bahçıvan tarafından yakalanırsa, suç işleyen domuz öldürülebilir. Bu tatsız olaylar komşuları karşı karşıya getirir ve genel hoşnutsuzluk duygusunu arttırır. Rappaport' un gösterdiği gibi, domuzlardan doğan olaylar ister istemez domuzların kendilerinden daha hızlı artarlar.

Bu tür olaylardan kaçınmak ve bahçelerine daha yakın olmak için, Maring'ler evlerini birbirinden uzak olmak üzere daha geniş bir alana taşırlar. Bu dağılma düşmanlıkların yinelenmesi halinde grubun güvenliğini azaltır. Bundan dolayı herkes daha sinirli olur. Kadınlar çok çalışmaktan yakınmaya başlarlar. Önemsiz konularda kocalarıyla çekişirler ve çocuklarını azarlarlar. Çok geçmeden erkekler acaba "yeterli domuz" var mı diye düşünmeye başlarlar. Gidip rumbim fidanlarının ne kadar büyüdüklerini kontrol ederler. Kadınlar daha yüksek sesle yakınırlar, ve sonunda erkekler, neredeyse oybirliğiyle ve domuzları saymaksızın, kaiko'ya başlama zamanının gelmiş olduğu konusunda anlaşırlar.

Tsembaga'lar, kaiko yılı olan 1963 boyunca, domuzlarının sayıca dörtte üçünü ve ağırlıkça sekizde yedisini öldürmüşlerdir. Bu etlerin çoğu akrabalara ve yıl boyu süren şenliklere katılmaya çağrılmış bulunan askersel bağlaşıklara dağıtılmıştır. 7 ve 8 Kasım 1963'de yapılan doruksal ayinlerde, 96 domuz kesilmiş ve bunların etleri ve yağları doğrudan ya da dolaylı olarak yaklaşık iki ya da üç bin kişiye dağıtılmıştır. Tsembaga'lar domuz etleri ve yağların aşağı yukarı 1135 kilosunu ya da her bir erkek, kadın, ve çocuk başına 5.5 kilosunu kendilerine ayırmışlar ve bunları art arda beş gün içinde kontrolsüz bir oburlukla tüketmişlerdir.

Maring'ler bağlaşıklarını daha önceki yardımlarından dolayı ödüllendirmek ve gelecek çatışmalarda da onların bağlılıklarını korumaya çalışmak üzere kaiko'yu bilinçli biçimde bir fırsat olarak kullanırlar. Bağlaşıklara gelince onlar da kaiko'ya katılma çağrısını kabul ederler çünkü bu onlara çağrı sahiplerinin sürekli bir desteği hak etmek için yeterince gönençli ve güçlü olup olmadıklarını görme olanağı verir; kuşkusuz, bağlaşıklar da domuz eti açlığı içindedirler.

Konuklar en güzelinden giyinip kuşanırlar. Boncuk ve deniz kabuğundan yapılmış kolyeler, baldırlarının çevresine deniz kabuğundan çorap bağlan, orkide liflerinden kuşaklar, kenarı keseli hayvan kürküyle kaplı mor çizgili peştemaller, kalçalarında yastıkla üstleri örtülmüş yığın yığın akordiyon biçimli yapraklar takınırlar. Kartal ve papağan tüylerinden yapılmış taçlar başlarını çevreler, bunlar orkide sapları, yeşil böcekler ve deniz kabuklarıyla süslenir, ve tepelerinde içi doldurulmuş bir cennet kuşu bulunur. Herkes özgün bir tasarımla yüzünü boyamaya saatler harcar, ve herkes en güzel cennet kuşu tüyünü burnundan geçirilmiş biçimde ve sevilen bir diskle ya da altın kenarlı ayça biçimli bir deniz kabuğuyla birlikte takınır. Ziyaretçiler ve ev sahipleri özel olarak yapılmış dans alanında uzun bir süre dans ederek birbirlerine gösteriş yaparlar, böylece bir yandan kadın seyircilerle aşk bağlantıları ve erkek savaşçılarla da askersel bağlantılar kurmak için ortam hazırlarlar.

1963'de Rappaport'un tanık olduğu büyük toplu domuz kesimini izleyen ayinlere katılmak üzere sayısı bini aşkın insan Tsembaga dans alanına doluştu. Dans alanlarına bitişik üç cepheli bir tören binasının penceresinin arkasına tuzlanmış domuz yağı içeren özel ödül paketleri tepeleme yığıldı.

Rappaport'un sözcükleriyle:

"Birkaç adam yapının tepesine tırmandılar ve oradan onurlandırılmış kimselerin isimlerini ve klanlarını büyük topluluğa birer birer açıkladılar. İsmi söylendiğinde, onurlandırılmış olan her adam baltasını sallayıp bağırarak . . . pencereye doğru saldırıya geçti. Onu destekleyenler, savaş naraları atarak, davullar çalarak, silahlarını sallayarak onu yakından izlediler. Pencerede onurlandırılmış adamın ağzı Tsembaga'lar tarafından tuzlanmış yağlı yumuşak etle tıka basa dolduruldu. Sonra Tsembaga'lar son savaşta kendilerine yardıma gelmiş ve onurlandırılmış adama kendi yandaşları için tuzlanmış yumuşak etleri içeren bir paketi pencereden verdiler. Ağzından sarkan yağlı yumuşak etiyle batur adam şimdi geri çekildi, hemen ardındaki destekçileri bağırarak, şarkı söyleyerek, davullarını çalarak, dans ederek onu izlediler. Onurlanmış bir ismi hemen bir başka onurlanmış isim izledi, ve pencereye doğru saldırıya geçen gruplar zaman zaman oradan çekilenlerle karman çorman oldular".

Maring'lerin temel teknolojik ve çevresel koşullarıyla belirlenen sınırlar içinde, bütün bunların kılgısal bir açıklaması vardır. Her şeyden önce, beslenmelerinde genel olarak etin pek az yer alması nedeniyle domuz etine olan büyük özlem Maring yaşamının tamamıyla ussal bir özelliğidir. Onlar başlıca ürünleri olan sebzeleri ara sıra kurbağalar, fareler, ve avladıkları üç beş keseli hayvanla destekleyebilirlerse de, evcilleştirilmiş domuz yüksek kaliteli hayvansal yağ ve protein gereğini karşılayabilecek en iyi kaynaktır. Bu durum Maring'lerin ağır bir protein yetersizliği çektikleri anlamına gelmez. Tersine, yerelmaları, tatlı patatesler, kulkas, ve öteki bitkisel ürünlerle beslenmeleri doyum veren bol çeşitli proteinler sağlar ama bunlar en az beslenme standartlarını fazla aşan değerde değildirler. Ama, proteinlerin domuzlardan alınması başka bir şeydir. Genellikle hayvansal protein bitkisel proteinden çok daha güçlüdür ve metabolizma yönünden daha etkilidir, bundan ötürü beslenmeleri bitkisel ürünlerle sınırlanmış (peynir, süt, yumurta, ya da balıktan yoksun) insan toplulukları için et her zaman dayanılmaz bir özlem olmuştur.

Üstelik, Maring'lerin domuz yetiştirmeleri, bir noktaya kadar ekolojik açıdan yerindedir. Isı ve nem idealdir. Domuzlar dağ yamaçlarının nemli, gölgeli çevresinde iyi gelişirler ve besinlerinin büyük bölümünü orman toprağı üzerinde serbestçe dolaşarak elde ederler. Bu koşullar altında domuz etinin tamamıyla yasaklanması - Orta Doğunun çözüm yolu - usa ve ekonomiye en aykırı bir uygulama olur.

Öte yandan, domuz nüfusunun sınırsız artışı insanla domuz arasında ancak yarışmaya yol açabilir. Eğer bu artış aşırıya varırsa, domuz çiftçiliği kadınların yükünü taşınmaz hale getirir ve Maring'lere yaşayabimeleri için dayanak olan bahçelerin varlığını tehlikeye sokar. Domuz nüfusu arttıkça, Maring kadınları gittikçe daha çok çalışmak zorunda kalırlar. Sonunda bir de bakarlar ki insanları değil domuzları beslemek için çalışmaktadırlar. Bakir topraklar kullanıma açıldıkça, bütün tarımsal dizgenin verimliliği düşer. İşte kaiko bu sırada ortaya çıkar, burada ataların rolü domuz yetiştirmede gösterilecek çabayı en güçlü biçimde desteklemek, aynı zamanda domuzların kadınları ve bahçeleri mahvetmelerini önlemektir. İtiraf etmeli ki onların görevi Yehova'nın ya da Allah'ınkinden daha güçtür, çünkü bütünsel bir tabuyu uygulamak kısmi olanı uygulamaktan her zaman daha kolaydır. Bununla birlikte, ataların mutluluğunu sürdürmek için, bir kaiko'nun bir an önce yapılmasının gerekli olduğuna ilişkin inanç Maring'leri artık asalaklaşan hayvanlardan büyük ölçüde kurtarır ve domuz nüfusunun "fazlasının zararlı olmasının" önlenmesine yardım eder.

Eğer atalar böylesine akıllıysalar, onlar neden sadece her bir Maring kadınının yetiştirebileceği domuzların sayısına bir sınır koymuyorlar? Domuz nüfusunun kıtlık ve bolluk unları arasında gidip gelmesine izin vermektense domuzları değişmez bir sayıda tutmak daha uygun değil midir?

Eğer her bir Maring klanının nüfus artışı sıfır olsa, düşmanları olmasa, tamamıyla değişik bir tarım yapısına, güçlü yöneticilere, ve yazılı yasalara sahip olsa - kısacası, Maring'ler Maring olmasalardı, sözü edilen seçenek yeğlenebilirdi. Hiç kimse, hatta atalar bile, hangi sayıdaki domuz için "fazlasının zararlı olacağını" önceden göremez. Domuz nüfusunun artık yük olmaya başladığı sayı her hangi bir değişmezler takımına değil, ama tersine yıldan yıla değişiklik gösteren bir değişkenler takımına bağlıdır. Bu sayı bütün bölgede ve her bir klanda ne kadar insan bulunduğuna, bunların fiziksel ve tinsel güçlerine, topraklarının büyüklüğüne, ellerindeki yedek orman alanı miktarına, komşu topraklardaki düşman grupların durumuna ve niyetlerine bağlıdır. Tsembaga'nın ataları sadece "senin dört domuzun olacak, daha fazlası değil" diyemezler, çünkü şu klanların, yani, Kundugai, Dimbagai, Yimgagai, Tuğuma, Aundagai, Kauwasi, Monambant'ın ve bütün ötekilerin atalarının bu sayıya rıza göstermelerini güvence altına almanın bir yolu yoktur. Bütün bu gruplar yeryüzü kaynaklarındaki bir paya yönelik olan kendi savlarını geçerli kılmak için bir savaşıma girerler. Bu savlar savaşla ve savaş tehdidiyle yoklanır ve mihenge vurulur. Ataların domuzlara yönelik o doymak bilmez iştahı Maring'ler tarafından yapılan bu silahlı yoklama ve mihenge vurmanın bir sonucudur.

Ataları memnun etmek üzere, yalnızca elden geldiği kadar çok besin üretmek için değil, ama bu besini bir domuz sürüsü biçiminde arttırmak için en büyük çaba harcanmalıdır. Bu çaba, çevrimsel domuz fazlalıklarıyla sonuçlansa bile, grubun yaşayabilme ve toprağını savunma yeteneğini yükseltir.

Bunu değişik yollardan başarır. Öncelikle, ataların büyük domuz iştahından kaynaklanan ek çaba rumbim ateşkesi boyunca bütün grubun protein alım düzeyini yükseltir, bu da nüfusun daha uzun boylu, daha sağlıklı, ve daha güçlü olmasına yol. açar. Ayrıca, atalar kaiko'yu ateşkesin sonuna getirmek suretiyle, toplumsal gerilimin en yoğun olduğu dönemde - gruplar- arası çatışmanın başlamasının hemen öncesindeki aylar içinde - kitlesel dozlarda yüksek nitelikli yağ ve proteinlerin tüketilmesini güvence altına alırlar. Sonunda, Maring klanları. besin fazlasını beslensel yönden değerli domuz eti halinde büyük miktarlarda saklayarak, savaşın gene çıkmasının hemen öncesinde, bağlaşıkları (müttefikleri) kendilerine çekip ödüllendirmeyi başarırlar.

Tsembaga'lar ve komşuları domuz yetiştirmekteki başarıyla askersel güç arasındaki ilişkinin bilincindedirler. Kaiko sırasında kesilen domuzların sayısı konuklara şölen düzenleyenlerin sağlığını, enerjisini, ve kararlılığını değerlendirme konusunda tam bir dayanak sağlar. Domuzlan çoğaltmayı beceremeyen bir grup kendi toprağını iyi savunamayacak, ve güçlü bağlaşıkları kendine çekemeyecektir. Kaiko sırasında atalara yeterince domuz eti verilmemesi halinde savaş alanı üzerinde asılı durup korku salan yenilgi önsezisi hiç de usdışı bir sezi değildir. Rappaport - bence, haklı olarak - vurgular ki bir grubun elindeki domuz fazlasının boyutu, derin ekolojik anlamıyla, o grubun üretsel ve askersel gücünü gerçekten ortaya koyar ve toprağa yönelik savlarını ya geçerli ya da geçersiz kılar. Başka deyişle, konuya insan ekolojisi açısından bakınca, bütün dizge bitkilerin, hayvanların, ve insanların bölgede verimli bir biçimde dağılmasına yol açar. Kuşkum yoktur ki şimdi bir çok okuyucu domuz sevgisinin uyarlanmaya elverişsiz ve fazlasıyla verimsiz olduğunu vurgulamak isteyecektir çünkü o sevgi savaşların dönemsel olarak ortaya çıkışlarına göre ayarlanmıştır. Eğer savaş usdışıysa, o zaman kaiko da öyledir. Gene, her şeyi bir çırpıda açıklamanın dayanılmaz çekiciliğine direnmeme izin veriniz. Gelecek bölümde Maring savaşının dünyasal nedenlerini tartışacağım. Ama şimdilik, şunu belirtmek isterim ki savaşın nedeni domuz sevgisi değildir. Asla bir domuz bile görmemiş olan milyonlarca insan düşmana savaş açarlar; sonra domuzdan tiksinmenin (eskiden ve çağımızda) Orta Doğu'da gruplararası ilişkilerde barışseverliği ayrımsanabilir ölçüde arttırdığı da görülmüş değildir. İnsanlık tarihinde ve tarih öncesinde savaşın yaygınlığı gözönüne alındığında, geniş ateşkes dönemlerini sürdürmek için Yeni Gine "yabanılları" tarafından bulunan o akıl dolu dizgeyi biz ancak şaşkınlıkla karşılayabiliriz. Sonuç olarak, komşusunun toprağında rumbim fidanları bulunduğu sürece, Tsembaga'lar kendilerine saldırılmasından kaygı duymak zorunda kalmazlar. Daha fazlası değil, ama belki bu kadarı, topraklarına rumbim fidanları yerine füzeler yerleştirmiş bulunan uluslar hakkında da söylenebilir.

Kaynak; İnekler, Domuzlar, Savaşlar ve Cadılar, Kültür Bilmeceleri, İmge Yayınları, 1995

-------------
Benim Notum DK
Bu konuda benim de ekleyebileceğim bir bilgi veya gözlem var. Ne kadar önemlidir bilmiyorum ama tam da yeri geldiğinde bunu yazmak istedim.

Bir zamanlar okuduğum bir kitapta[1] Rusya'da işlenen seri cinayetlerin anlatıldığı bir bölüm vardı. Kıtlık zamanı ve insanların et almakta güçlük çektiği bir dönemde geçer olay. Seri katil, tam bu ortamda öldürmeye başlar, insan etlerini domuz eti diye satar, fiyatı gayet uygun olduğu için insanlar kapış kapış bu etleri satın alıp, yerler ve hiç bir zaman da şüphelenmezler. Rus halkı domuz etinin tadını bilir. Peki nasıl oldu da o etin domuz eti değil de insan eti olduğunu anlamadılar? Bunun tek bir cevabı var. Çünkü domuz etinin tadı, rengi, kokusu aşağı yukarı insan etine benzemektedir. Ve bu Rusya'daki vak'ada bize net olarak bunu göstermiştir. Benzer başka örnekler de vardır. Nitekim filmlerde de katiller insan eti sundukları kişilere onun domuz eti olduğunu söylerler ve insanlar baharatların da etkisiyle bunu anlamaz.

Merak edip bu konuda biraz okuduysanız, erişkin domuzun, erişkin bir insan bedenine neredeyse eş değer büyüklükte organlar taşıdığını ve bir çok araştırmada bu benzerliklerden dolayı domuzların deney hayvanı olarak kullanıldığını bilirsiniz. Başka benzer yönler de vardır.

Acaba ilk tek tanrılı dinlerin doğduğu Ortadoğu'da bir zamanlar bazı bilge kişiler bunu keşfedip esas olarak bu nedenden dolayı domuzun yenmesine karşı çıkmış olabilirler  mi diye aklımda kalan bir düşünce vardır yıllardır. O "ilk insanlar" domuz etinin insan etine benzediğini biliyorlardı çünkü insan eti yiyorlardı, yamyamlardı. Aslında protein yerine geçecek her şeyi yiyorlardı. Öyle bir an geldi ki insan eti yemenin yanlış olduğunu düşündüler ve bu konuda bir tabu yarattılar. Bu çok eski bir dönemde gerçekleşti, muhtemelen Paleolitik dönem sonlarında.. Belki de tam o noktada -veya daha sonra- tadı aşağı yukarı insan etiyle aynı  olan domuza da aynı tabuyu koyma gereğini hissettiler.

Yine okuduğum bir romanda yazar, Afrika Rift vadisinde insan türünün ortaya çıkışında domuzla yapılan çiftleşmesinden, doğan insan çocuklarından bahsediyordu  elbette bu bir roman, bir fantezi ama yazar neden başka bir hayvanı değil de domuzu seçti?[2]

[1] Bahsettiğim kitap şu: Seri Katiller, Fikret Topallı, İthaki Yayınları

[2]  
"Domuzlar biyolojik olarak insanlara benzer ve bu nedenle insanı ilgilendiren tıbbi araştırmalarda sıklıkla kullanılırlar ."
"İnsan derisi domuz derisine çok benzer, bu nedenle domuz derisi birçok preklinik çalışmalarda kullanılmıştır. Biyomedikal araştırmalarda ilaç testi için kullanımın yanı sıra genetik gelişmeler, evcil domuzların insanlar için ksenotransplantasyon [canlı hücrelerin, dokuların nakli] adayı olma yolunu açtı ."
https://www.wikizeroo.org/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvUGln


7 Aralık 2019 Cumartesi

Antropoloji Nedir?

Antropoloji Nedir?

Suavi AYDIN
Yılmaz Selim ERDAL

Antropoloji en kısa tanımıyla insan çeşitliliğinin bilimidir. İnsanı kültürel, toplumsal ve biyolojik çeşitliliği içinde anlamaya; insanların başlangıcından beri çeşitli koşullara nasıl uyarlandığını, bu uyarlanma biçimlerinin nasıl gelişip değiştiğini, çeşitli küresel olayların bu uyarlanmaları nasıl dönüştürdüğünü görmeye ve göstermeye çalışır. 

1422 yılında Floransalı bir haritacı olan Cristoforo Buondelmonte 
tarafından  yapılan İstanbul Haritası
 İstanbul'un ilk haritası olduğu belirtiliyor

Bu nedenle yerküreyi bir bütün olarak ele alır ve insanlığı bütünlüğü içinde görmeye çalışır. Bu yönüyle antropoloji hem bütüncül hem de farklılıkları vurgulayıcı bir doğaya sahiptir. Bu açıdan bakıldığında, antropoloji için insan hem yerküreyi düzenleyen, tasarlayan hem de yerkürenin koşulları tarafından düzenlenen, biçimlendirilen bir varlıktır. Yerkürenin koşulları onu hem kültürel, toplumsal ve biyolojik bakımdan çeşitlendirmiş; hem de yerküre kültürel, toplumsal ve biyolojik olarak çeşitlenmiş, insanın müdahaleleriyle bu uzun süreçte dönüşmüştür. Belki de bu dönüşümün en yakın ve yakıcı sonucu bugünkü küresel ısınma sorunu olmuştur. Bu geniş ele alış biçimi antropolojiyi farklı bir yaklaşıma sahip kılmıştır. Bu yaklaşım yine insana eğilen diğer bilimlerle antropoloji arasındaki farkı da açıklar.

Antropolojinin Yaklaşımı ve İlkeleri

Yukarıdaki tanımlama denemesine dayanarak antropolojinin yaklaşımını oluşturan altı temel ilkeyi çıkarabiliriz.

Bütüncülük:[1] Antropoloji bütün insanî olguları bütünlüğü içinde görmeye çalışır. Diğer insan bilimler ve biyolojik bilimler ise insanın bir yönü üzerine yoğunlaşır. Siyaset bilimciler toplumsal düzeni kuran iktidar, otorite, çıkar grupları ve onların siyasal organları ve bunların karşı karşıya geldikleri çatışmacı ortamlar üzerinde durur. İktisatçılar, toplumsal düzenler içindeki üretim ve tüketim kurumlarıyla, dağıtım sorunlarıyla uğraşır. İnsan biyologları, insanın biyolojik varlığına yönelir.

Oysa antropologlar, inceledikleri toplumun iktisadî kurumlarıyla siyasal örgütlenmeleri, dinleriyle kimlik sorunları, statü sistemleriyle dilleri, teknolojileriyle sanatları, çocuk yetiştirme uygulamalarıyla fiziksel çevreleri, evrimiyle biyolojik farklılıkları arasındaki bütün varoluş biçimlerini, bir öncelik sonralık ilişkisi kurmadan bir bütün içinde görmeye çalışır. Bu bütünlük içinde kapsayıcı bir insanlık tarihi kurmaya uğraşır ve bütün bu olguların birbiriyle ilişkilerini anlamaya çalışarak bütüncü bir kültür kuramına yönelmeyi amaçlar.

Evrensellik: Antropoloji insanın evrenselliğini savunur. Bu bakış açısına göre bütün toplumlar ve kültürler tümüyle ve eşit biçimde insanîdir. Buna göre hiçbir insan grubu maymuna daha yakın sayılamaz ya da hiçbir halk geri bir kültüre sahip ya da kültürsüz değildir. Böylelikle Kalahari çölünde avcı-toplayıcı bir yaşam süren Kung! halkıyla sanayi toplumu eşiğinde yaşayan Kuzey Amerikalılar arasında insanî yaratım ve değerler bakımından tam bir eşitliği ve incelemeye değer olmayı öngörür. 

Antropolog için hiçbir insan topluluğu çok küçük, çok uzak, çok büyük, çok gelişmiş, çok geri, çok eski değildir. Bütün toplumlar, insan çeşitliliğinin farklı yönlerini ve görünümlerini sunarlar. Bu bakımdan bütün toplumlar insanlık mirasının değerli örnekleridir ve bu çeşitliliği yansıtan her yaşam biçiminden öğrenecek çok şey vardır. Çok şey öğrenirken, bir taraftan da insan türünün olanaklarını, yeteneklerini, neleri yapıp-yapamayacağını ve sınırlılıklarını da öğreniriz. Hatta canlılar dünyasındaki yakın akrabalarımız olan iri maymunlardan bile kendimiz hakkında hâlâ öğreneceğimiz çok şey vardır.

Uyarlanma: İnsan tıpkı diğer hayvanlar gibi içinde bulundukları çevrenin baskısı altındadır. İklim, yağış miktarı, toprak gibi fiziksel çevre[2] etkenleri ile yaşadıkları yere özgü bitki ve hayvan varlığı gibi yaşamsal çevre[3] etkenleri onların yaşam biçimlerini belirler. Bu etkenlere bir de kendi yarattıkları mekânsal çevrenin[4] etkisi eklenir. Dolayısıyla belirli bir yaşam biçiminin oluşmasında bu çevresel etkenlerin baskısı birincil derecede rol oynar. Belirli bir insan topluluğunun devamlılığı ve istikrarı, bu çevresel etkenlere uyarlanabilme yeteneğine bağlıdır. Bu açıdan başarılı olanlar, yani çevresel etkenlere başarıyla uyarlanabilenler kararlı, sürekli ve güvenli bir yaşam biçimi oluştururlar. Bu yüzden insan topluluklarının özgül kültürleri, büyük ölçüde bu uyarlanmanın sonucu olarak görülür.

Bütünleşme: Belirli bir kültürün ögelerinin birbiriyle bütünleşmesi, o kültürün ayakta kalmasında, istikrarında ve sürekliliğinde belirleyici bir rol oynar. Din, akrabalık, iktisadî yaşam, siyasal örgütlenme gibi ögelerin birbirlerini destekleyici bir bütün oluşturması, kültürlere bu açıdan yarar sağlar. Öte yandan bu bütünlüklü kültür anlayışı, belirli bir topluluğu inceleyen antropoloğa o topluluğu anlamasında yardımcı olur. Ayrıca antropolog, bir topluluk için bu bütünlüğü varsaydığında kültürel ögeler arasındaki uyumsuzlukları, değişme karşısındaki uyum güçlüklerini ve yine değişme sırasında ortaya çıkan çatışmaları daha kolay gözlemleyebilir.
Ancak bu bütünlük varsayımı görece küçük ölçekli topluluklar için geçerli bir varsayımdır. Toplumun ölçeği büyüdükçe ve toplum karmaşıklaştıkça çatışmalı ögeler artar, toplumun katmanları arasında çıkar ayrılıkları ortaya çıkar, bu katmanlar toplumu kendi istekleri doğrultusunda dönüştürmeye çalışırlar. Dolayısıyla büyük ölçekli toplumlarda antropolog için o toplumu bütünlüğü içinde görmek zorlaşır. Antropolog bu durumu da göz önünde tutarak çalışır ve çalışma alanlarını, sorun ve sorularını bu duruma göre tasarlar.

Kültürel Görecilik: Antropolog toplumların kültürel bakımdan farklı olduğunu bilir. Antropoloğun inceleyeceği topluluk, yaşam biçimi bakımından antropoloğun yaşadığı toplumdan farklı olduğu kadar, farklı bir değerler dünyasına da sahip olacaktır. Dolayısıyla antropolog, sağlıklı bir araştırma yapabilmek için, inceleyeceği topluma kendi değer sisteminin içinden bakmaktan kaçınmak durumundadır. Biz, kişinin kendi toplumunun değerlerini ve geleneğini yüceltmesini, onu benzersiz ve diğerlerinin üzerinde bir toplum olarak düşünmesini ve başka toplumları bu açıdan değerlendirmesini etnikmerkezcilik kavramıyla karşılıyoruz.

İşte antropoloğun ve antropolojinin araştırmaya ve incelemeye başlamadan önce yapması gereken ilk iş etnikmerkezcilikten kurtulmak olmalıdır. Zira etnikmerkezcilik, anlamaya değil yargılamaya yol açacaktır. Ötekileri gerçek anlamda anlamak ancak kültürel görecilik yaklaşımıyla mümkündür. Kültürel görecilik, kısaca, başkaları nın inanç ve davranışlarını onların kendi gelenek ve deneyimleri içinde değerlendirmek ve yorumlamaktır. Doğal olarak bir toplum için doğru olan bir başkası için de doğru olmak zorunda değildir. O nedenle antropoloğun kendi deneyimlerinden ve içinden geldiği toplumdan kaynaklanan doğruları bir kenara bırakarak araştırma yapması gerekecektir. Böylelikle bu düzeyde kültürler arasında öncelik-sonralık, üstünlük-gerilik, acayiplik-normallik gibi sıralamalar anlamsızlaşır ve her kültür, kendi öznel varoluşuyla, en az diğerleri kadar değerli, sorun çözücü ve benzersiz hale gelir.

Karşılaştırmacılık: Antropoloji tek bir toplumu ya da kültürü ele almakla yetinmez, genel bir kültür kuramına yönelir. Bu nedenle belirli olgular bakımından farklı toplum ve kültürleri karşılaştırmaya eğilimlidir. Genel bir kültür kuramına yönelmeyen antropolojiler bile, böyle bir genel kuramın olamayacağını göstermek için, kültürleri karşılaştırmaya ve bu karşılaştırma çabası içinde onların özgüllüklerini göstermeye girişmişlerdir. Örneğin antropolog namus adına işlenen cinayetleri belli bir bölgenin ya da topluluğun sorunu olarak görmekten kaçınacak ve bu tür olayların yaşandığı bütün coğrafyalarda ve tarihsel süreklilik içinde bu eylemi doğuran etkenleri anlama çabasına girerek, incelediği alanı çözümlemeye çalışacaktır. Böylelikle tek bir yere bakacak ama çok geniş bir bağlantılar ağı kurmaya uğraşacaktır. Böyle bir yöntemsel çabanın bilimsel adı karşılaştırmacılıktır.
Bütün bu ilkeler göz önünde tutulduğunda antropolojinin sorduğu temel sorulara çık-seçik hale gelmektedir. 

Bu çerçevede antropolojinin üç temel sorusu vardır:
1. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden farklıdırlar, nasıl farklılaşırlar?
2. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden ve nasıl benzeşirler?
3. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden ve nasıl değişirler?
.........................

[1] Bütüncü kültür kuramı: Bir topluluğu bütün biyolojik, toplumsal ve kültürel yönleriyle bir bütün olarak anlamaya ve buradan yola çıkarak, kültürlerin farklılıkları kadar bütün kültürleri içine alacak
evrensel bir kültür bilgisine ulaşmaya çalışan kuramsal yönelimdir.

[2] Fiziksel çevre: İnsanı ve diğer canlıları kuşatan, onların yaşamının temeli olan iklimsel,  meteorolojik, atmosferik ve yersel çevre koşulları bütünüdür.

[3] Yaşamsal çevre: İnsanın birlikte yaşadığı, zaman zaman sembiyotik ilişki içine girdiği, zaman zaman evcilleştirerek ya da yabanî olarak doğrudan yararlandığı ya da yaşamını tehdit altında tutan bitki ve hayvan varlığıdır.
[4] Mekânsal çevre: İnsan eliyle doğanın sunduğu olanaklar değerlendirilerek ya da teknolojik olanaklarla yaratılan kültürel-yapay çevredir

Kaynak: Suavi AYDIN, Yılmaz Selim ERDAL, Antropoloji, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2013, s. 3-5


12 Kasım 2019 Salı

Okurken Uyanık Kalmak

Okurken Uyanık Kalmak

Ursula K. le Guin
Şu kaynağa bkz. 
Kitaplar, aman dikkat! Yine dodo[1] oldunuz! Ya da en azından hindi…[2] 1003 yetişkin arasında yürütülmüş ve azami %3’lük artı/eksi hata payı iddiasındaki (ciddi ve katı istatistiğin amacı, hangi 1003 yetişkin ve hata payınızın hata payı ne kadar türü soruları susturmak elbette) bir AP-Ipsos araştırmasına dayanan Associated Press, Amerikalıların %27’sinin yılda bir kitap dahi okumadıklarını duyurdu. Kalanların üçte ikisiyse İncil ve diğer dinsel kitapları okuduklarını belirtirken ancak yarısı edebiyattan sayılabilecek herhangi bir eser okuduğunu söylemişti.


Makale, bu feci haberleri iyice körüklemek adına 2004 tarihli ve katılanlarının %43’ünün bütün bir yılı kitapsız geçirdiklerini belirttikleri NEA araştırmasına da atıfta bulunmuş. NEA okuma oranlarındaki düşüşün kabahatini televizyon, sinema ve internette bulmuştu. Anlaşılır bir durum. Ortalama Yetişkin Amerikalının günde on altı ila yirmi sekiz saatini (benim hata payım biraz büyük kaçabilir) TV karşısında geçirdiğini ve kalan vaktini eBay’den bir şeyler ısmarlayıp blog yazmaya harcadığını hepimizi biliyoruz.

Bunca az okumamız haber değeri taşır hatta şok eder görünüyor ama makalenin tonlaması neredeyse kutlayıcı. Makalede Dallas’taki bir telekomünikasyon şirketinin proje yöneticisinin sözlerine yer verilmiş. “Okumaya başlayınca uykum geliyor,” diyor adam, “kuşkusuz milyonlarca Amerikalı bu alışkanlığa aşinadır.” Basılı malzemeyle yüz yüze gelindiğinde bilinçli kalmayı becerememekten hoşnutluk fikri makaleye yanlışlıkla sızmış sanki. Ama bana kalırsa okumanın kaybolmaya yüz tuttuğu görüşüne yönelik varsayım da —ister kasvetli, ister hafiften kutlamacı söylensin— yanlış.

İşin doğrusu, tarihte zaten hiçbir zaman çok fazla sayıda insan kitap okumamıştır. E, ne demeye şimdi okuduklarını veya okumak zorunda olduklarını düşünelim?

Kapitalizmde yaşıyoruz, onun iktidarı içinden çıkılamaz gibi görünüyor - kralların kutsal hakları da öyle görünüyordu. İnsana ait her iktidar, yine insanlar tarafından direnişle karşılaşabilir ve değişebilir” 
Bir kere, çok, çok uzun dönemler boyunca insanların çoğu okumayı hiç bilmedi. Okuryazarlık alt sınıflarda, sıradan insanlar ya da kadınlar arasında teşvik edilmezdi. Okumak sadece güç sahibiyle güçten yoksun arasındaki ayrımın bir işareti değil, gücün ta kendisiydi. Okuma zevkiyse söz konusu bile değildi. Ticari kayıt tutabilme ve anlayabilme, uzak mesafelerle kodlu iletişim kurabilme, Tanrı’nın kelamını kendine saklayıp sadece kendi iradenle, kendi seçtiğin zamanda yayabilme… Bunlar kitleler üzerinde müthiş birer kontrol ve kendini ululaştırma araçlarıdır. Okuryazar tüm toplumların başlangıcında okuryazarlığın egemen sınıfın anayasal ayrıcalığı olması yatar.

Okumak ve yazmak geldiyse ancak zaman içinde peyderpey süzülerek daha az kutsal ve daha az gizemli hale gelmiş, kudreti yaygınlaştıkça azalmıştır. Çin İmparatorluğu bürokratik hiyerarşide yükselmeyi bir dizi okuryazarlık sınavına dayandırmak suretiyle okuryazarlığı etkin bir hükümet kontrol aracı olarak kullanırdı. Sistematiklikte çok daha geri Romalılar sonunda kölelerin, kadınların ve benzeri ayaktakımının okuyup yazmasına izin verdiler ve cezasını yerlerini alan din-temelli toplumla ödediler. Karanlık Çağlarda Hıristiyan papazı olmak bir parça okuyabilmek, sıradan kimselik muhtemelen hiç okuyamamak, herhangi bir sınıftan hemen her türde kadınlıksa hiç okuyamamak demekti. Kadınlar bu çağlarda okumayı bilmemekle kalmaz, üstüne bir de öğrenemezlerdi çünkü bugünün kimi Müslüman toplumlarındaki gibi, izin verilmezdi.[a]

Batı’da Orta Çağ’ı Rönesans’ta parlaklaşan ve Gutenberg’le ışıldayan yazılı kelam ışığının yavaşça yayılması olarak görebiliriz. Derken daha ne oldum diyemeden kadınlar ve köleler okuyup yazmaya şu veya bu Deklarasyonları adı verilen kâğıt parçalarıyla devrimler yapılmaya, öğretmen hanımlar Vahşi Batı’da silahşorların yerlerini almaya, insanlar New York’ta yayınlanan yeni romanı, “Küçük Nell öldü mü? Öldü mü?” diye bağırarak tanıtan çığırtkanın etrafını sarmaya başladılar.

Şimdi söyleyeceğimi destekleyecek istatistikler yok elimde (olsaydı da hata paylarına güvenmezdim) ama bana öyle geliyor ki ABD’de okumanın tavana vurduğu dönem, doruğunun yirminci yüzyıl başlarında yaşandığı, on dokuzuncu yüzyıl ortasından başlayıp yirmincinin ortasına dek süren dönemdir. Bu dönemi kitap yüzyılı görüyorum. 1850’lerden itibaren, kamuya açık okulların demokrasiye temel sayılması ve yerel işadamlarıyla milyonerlerin desteğinde kütüphanelerin halka açılıp çoğalmalarıyla birlikte okumak ortak payda sayılmaya başlandı. Ve İngilizce, müfredatın temeline, göçmenler çocukları akıcı konuşsun diye değil, edebiyat —roman, bilimsel yazın, tarih, şiir— toplumsal geçer akçelerin en önemli biçimlerinden biri olduğu için yerleşiverdi.

Ben çocukken evlerde hâlâ yıpranmış birkaç nüshası bulunabilen 1890’ların, 1900’lerin ve 1910’ların ders kitaplarına veya kardeşlerimle birlikte 1930’larda Batı uygarlığına dair halen bildiklerimizin çoğunu öğrendiğimiz Fifty Famous Stories’e (ve Fifty More Famous Stories) bakmak ilginç hatta biraz ürkütücüdür. On yaşındaki çocuklardan beklenen okuryazarlık ve genel kültür seviyesi şaşırtıcıdır ki çocukken bile biraz şaşırdığımı hatırlıyorum bu kitaplar karşısında.[b]

Bu metinlere ve müfredata —mesela 1960’lara kadar liselerde çocuklardan okumaları beklenen romanlara— baktığımızda insanların çocuklarının sadece okuyabilmelerini değil, okumalarını ve okurken uyuyakalmamalarını cidden beklediklerini düşünebiliriz. Niye peki?

E, elbette okuryazarlık herhangi türden bireysel ekonomik ve sınıfsal ilerlemeye açılan kapıdır; orası açık. Ama bana kalırsa bir başka neden de okumanın önemli bir toplumsal faaliyet olmasıydı. Paylaşılan kitap deneyimi sahici bir bağ yaratıyordu. Tabii okuyan kişi, arabasıyla arabanıza toslarken cep telefonunda bir sürü zırvadan bahseden kişi kadar çevresinden kopar, doğru. Bu, okumadaki şahsi, mahrem öğedir. Ama bir de daha büyük, daha kamusal öğe vardır: okuduklarınız ve başkalarının okudukları…

İnsanlar bugün nasıl tehditten, yüklerden uzak sohbetlerinde bir önceki gecenin müthiş polisiye veya mafya dizisinde kimin kimi öldürdüğünden bahsediyorsa, 1840’larda tren yolcuları veya herhangi bir işte çalışan meslektaşlar birbirlerine Dickens’in Antikacı Dükkânı’ndan ve Küçük Nell’den bahsediyordu.[c] Kitaplar paylaşılan bir eğlence alanı ve sohbeti kolaylaştıran bir zevk sağlıyordu. Söz konusu dönem boyunca iyice standartlaşan ve yaygınlaşan okul müfredatında şiire ve klasiklere ağırlık verildiğinden eserleri ortak mülke, paylaşım alanlarına dönüşen Tennyson’dan, Scott’tan ya da Shakspeare’den yapılan alıntıları hemen kavrayabiliyordu. O dönemlerde insanlar bir Dickens romanını görür görmez uyuklamakla övünmekten ziyade, okumayıp konuların dışında kalmaktan çekiniyordu.

Edebiyat bugün bile kimileri için aynı niteliği taşıyor. “İyi kitap okudun mu yakınlarda?” diye soranlara rastlıyoruz. Ve bu tavır, okuma grupları ve çoksatarlarda mutedil ölçüde kurumlaşmış durumda. Yayıncılar boş, şişirme ve aptal çalışmaları reklâm sayesinde çoksatarlara çevirerek işin içinden sıyrılıyorlar. Çünkü halk çoksatar istiyor ki bu, edebi bir ihtiyaç değil, toplumsal bir ihtiyaçtır. Haklarından konuşabilmek için herkesin okuduğu (ve hiç kimsenin bitirmediği) kitapları istiyoruz. Filmler ve televizyon, özellikle kadınlar için aynı yeri tutmuyor.

Ara sıra çıkan istisnalar, ilk Harry Potter kitabı gibi gerçek taşra çoksatarları bahsettiğim kuralı kanıtlıyorlar. Söz konusu kitap reklâmcıların varlığını dahi bilmedikleri bir kesimi, on yaşında okumayı bıraktıkları çocuk fantezilerine aç yetişkinleri vurmuştu. Bu kitle, kalıcı çoksatarlığına (reklâmcıların tanımadığı, bambaşka bir meseledir) rağmen Tolkien’in tatmin edemeyeceği bir kitleydi. Çünkü Tolkien’in üçlemesi yetişkinler içindi ve Harry Potter’ın vurduğu yetişkinler, yetişkinlere yönelik fantezi değil, dışta kalanlara tepeden bakabilecekleri (hepsi aşağılık Muggle’lardı çünkü) bir okul öyküsü istiyordu. Ve birbirlerine bundan bahsetmek istiyorlardı. Çocuklar da kaptırınca Potter kitapları sıra dışı fenomene dönüştü. Yayıncıları ne öngörebildikleri ne de idare edebildikleri yayınlanan her yeni kitabın coşkusuyla kanıtlanan bu fenomeni tarafından sapına dek sömürdüler. Bugünlerde kitaplar İngiltere’den gemiyle getirilseydi insanlar son kitabı karşılamak üzere, “Öldürdü mü nihayet? Öldü mü?” diye bağıra çağıra New York rıhtımına doluşurdu. Tıpkı ergen/genç yetişkinlere hem özel bir grup aidiyeti hem paylaşılan toplumsal deneyim sunan rock yıldızlarına tapınma ve popüler müzik alt-kültürü gibi gerçek bir toplumsal fenomen söz konusuydu. Ve bu fenomen, kitaplarla ilgiliydi.

Bence insanlar kitaplardan toplumsal taşıyıcılar olarak yeterince bahsetmiyorlar ve yayıncılar, bu taşıyıcıların nasıl işlediğini en azından anlamaya çalışmayarak aptallık ediyorlar. Oprah övene dek kitap kulüplerini fark etmemişlerdi bile…

Ama çağdaş, sermaye şirketi finansmanlı yayıncılığın aptallığını anlamak sahiden mümkün değil. Kitaplara satılacak mal gözüyle bakıyorlar.

İç kaldırıcı ölçüde zengin yöneticilerle isimsiz muhasebecileri tarafından kontrol edilen ve yakın dönemde sanat eserleri ve bilgi satarak çarçabuk para yapma amacıyla birçok bağımsız yayıncıyı satın alan sermaye şirketleri para amaçlı yapılardır.

Bu tür insanların “okurken uykularının geldiğini” öğrenmek beni şaşırtmaz. Ama bu kurumsal balinaların içlerinde yayınevleriyle birlikte canlı yuttukları, okurken gayet uyanık kalan bir sürü Hazreti Yunus —editör ve benzerleri— mevcuttur. Bunlardan bazıları öyle uyanıktır ki gelecek vaat eden genç yazarların kokularını alırlar. Bazılarının gözleri öyle açıktır ki taslak okuması bile yapabilirler. Editörler yıllardır zamanlarının büyük kısmını eşitsiz şartlar altında Satış ve Muhasebe departmanlarıyla boğuşarak geçiriyorlar. CEO’ların pek sevdiği bu departmanlarda “iyi kitap” sıkı ciro, iyi yazarsa bir sonraki kitabının bir öncekinden daha fazla satması garanti yazar demektir. Üstünden geçindikleri romanı anlamaktan bile aciz şirketçi tayfası için böyle bir yazarın var olmaması dert değildir. Kitaba ilgileri kişisel çıkar ilgisine, kitaplardan edilecek kâra dayalıdır. Ya da Murdoch ve Merdles türü kimi en tepe şahsiyet için olay kitaplar sayesinde elde edilecek politik güçten ibarettir ki bu da yine kişisel çıkar, kişisel kâr demektir.

Sırf kâr da değil. Bir de büyüme var. Bildiğimiz Haliyle Kapitalizm, bildiğimiz üzere, büyümeye dayanır. Hisse senedi sahiplerinin hisseleri yıldan yıla, aydan aya, günden güne artmak zorundadır. Kapitalizm, sağlığını göbeğinin büyümesiyle ölçen bir varlıktır.

Sonsuz büyüme, biteviye büyüme… Obezlik mi yani? Yoksa deride ve memede bir yumrunun büyümesinden, kanserden mi bahsetmeliyiz? Sağlığımızı büyüme hızıyla ölçmek tuhaf açıkçası…
AP makalesinde kitap satışları için “Düz” terimi kullanılıyor, geçen yıllarda kitap satışlarının “düz” gittiği söyleniyor. Yani başka bir deyişle, mesela ten gibi pürüzsüz ya da şişmeyen bir göbek gibi mi düz yani? Ama hayır, şişko iyi, dümdüz kötüdür…

McDonald’s’a sorun, söylesin.

Analistler ilgisizliği İnternet ve diğer medyanın rekabetine, istikrarsız ekonomiye ve yayıncılığın sınırlı genişleme fırsatı tanıyan kurumlaşmış bir sanayi oluşuna bağlıyorlar.

Püf noktası bu işte: genişleme. Eskiden yayıncılar arz-talepleri paralel gider, kitaplar istikrarlı, “dümdüz” satılırsa hoşnut kalırlardı. Ama bugünün yayıncısı kutsal hissedarın beklediği %10-20’lik kâr büyümesine nasıl yetişebilir? Kitap satışları, Amerikan göbeği misali nasıl biteviye genişletilebilir?

Michael Pollan, büyüleyici çalışması Etobur-Otobur İkilemi’nde bu işin mısırla nasıl yapılabileceğini anlatıyor. Makul tüm talepleri karşılamaya yetecek mısır yetiştirildiğinde makul olmayan talepler, yapay gereksinimler yaratılıyor. Böylece hükümete besicilikte mısır standardı ilan ettiriliyor, sığırlara sindirim sistemleri uygun olmadığından sindiremedikleri mısır yediriliyor ve hayvanlar işkence çekip zehirleniyorlar. Sonra mısır yan ürünlerin yağ ve şekerleri alınıp daha da akla ziyan bir dizi içecek ve fast food ürününde kullanarak insanları şişmanlatıcı ama yetersiz hatta zararlı bir beslenme tarzına bağımlılaştırıyorlar. Ve süreç durdurulamıyor çünkü durdurulursa kârlar “uyuşuklaşıyor” veya “düzleşiyor.”

Bu sistem mısırda ve tüm Amerikan tarımıyla üretiminde öyle işe yaradı ki bugün gittikçe daha fazla ıvır zıvır yiyip ıvır zıvır çıkarmamızın ve Avrupa’da domateslerin tatlarının neden domatese benzediğini, yabancı menşeli arabaların mühendislikte neden daha iyi olduğunu merak etmemizin nedeni budur.

Hollywood da sisteme balıklama dalmaktan geri kalmadı elbette. “Ciro” veya “Hâsılat” üzerine öyle vurgu yapıldı ki —genellikle bir film hakkında sadece ilk gün veya hafta hâsılatını duyuyoruz— film yapmak, eski filmleri yeniden çevirmekten ibaret noktasına kadar geriledi. Yeniden çevrimler güvenli hesapta: geçmişte hâsılat yapmış madem, şimdi de yapar deniyor.[d] Bu, bir sanat biçimini içeren bir işi yürütmenin gayet öngörülür salaklıkta bir yoludur. Hollywood’un büyüme meraklısı kapalı gişe hevesini tek aşabilense eserin tüm değerinin fiyatıyla biçildiği ve en değerli sanatçının moda çalışmasının kopyalarını biteviye üretmeye hazır sanatçı sayıldığı modern güzel sanatlar piyasasıdır.

Iowa eyaletini bir ucundan diğerine mısırla veya Andy Warhol eserleriyle kaplamak mümkün ama iş kitaba gelince sorun çıkıyor. Ürün ile üretiminin standartlaştırılması bir noktaya kadar götürülebiliyor. En boş kitaplarda bile bir miktar entelektüel içerik bulunmasının nedeni belki budur. Sonuçta okumada devreye beyin girer. İnsanlar çoksatarları, formül polisiyeleri, aşk romanlarını, popüler biyografileri, günün konusuna yönelik kitapları bir noktaya kadar satın alacaktır. Ama okurlardaki ürün sadakati defoludur. Okur, sıkılır. Tek renge boyanıp Mavi#72[e] adı verilmiş tabloyu satın alan insan sıkılmaz çünkü baktığında temelde gördüğü şey binlere dolarlık maliyettir ve tablonun estetik duygu üzerinde hatta bilinç üzerinde dahi herhangi bir talebi yoktur. Ama kitap denen şeyin okunması gerekir. Zaman ister. Çaba ister. Uyanık kalınmasını ister. Okur da karşılığında ödül ister. Saat Birde Ölüm ile Saat İkide Ölüm’ü ve diğerlerini satın almış hayran kitlesi birdenbire, öncekileriyle tamamen aynı formüle dayanmasına rağmen Saat On Birde Ölüm’ü almayıverir. Neden? Sıkılmışlardır çünkü.

E, ne yapsın şimdi büyümeci kapitalist? Nerede bulabilir güveni?

Güvenin birazını edebiyatın toplumsal işlevini sömürerek bulmak mümkün. Bu dediğim elbette eğitsel —okul ve üniversite kitapları şirketlerin gözde avlarıdır— kitaplarla çoksatarları ve kitap kulüpleriyle işyerlerinde ortak sohbet konusu ve bağ sağlayan popüler roman ve roman-dışı kitaplarını kapsıyor. Şirketler kitap yayıncılığında bunların ötesinde güvence aramaya kalkıyorlarsa bence salaklık ediyorlar.

Pek çok insanın okumasının ve okumaktan haz duymasının doğal, normal karşılandığı şu benim “kitap yüzyılında” bile kaç kişi okullarını bitirdikten sonra okumaya onca zaman ayırmış veya ayırabilmiştir? O yıllarda Amerikalıların çoğu çok fazla çalışıyordu ve mesai bugünkünden çok daha uzundu. Kısacası ta en baştan beri pek çok insan hiç kitap okumadı ve çok kitap okuyan insan sayısı hep azdı. E, madem hiçbir zaman çok kitap okuyan insan sayısı fazla değildiyse ne demeye bugün öyle olması gerektiğini veya gelecekte öyle olacağını düşünelim? Okuyan sayısında %10 ilâ 20’lik yıllık artışların görülmeyeceği neredeyse kesindir.

Bir insan kitap okumaya zaman ayırmışsa veya ayırıyorsa ya işleri gerektirdiği ya da başka kanallara erişemediğindendir. Ya da okumayı seviyordur ki bunca ah-vahlar ve yüzde hesapları arasında sadece okumayı sevenleri unutuvermek zor değildir.

Sert bir Wyoming kovboyunun eyer heybesinde otuz sene bir adet Ivanhoe nüshası taşıdığını ya da New England’daki atölyelerde çalışan kızların Browning[3] kulüpleri kurduğunu düşünmek duygulandırıyor beni doğrusu.

Zevk için okumaya ayrılan zamanın boş vakitlerin radyo ve sinema, daha sonra televizyon ve sonunda internetle dolmasıyla azaldığı kesindir. Kitaplar artık eğlence araçlarından sadece biridir. Gerçi iş sahici eğlence, sahici haz vermeye geldiğinde önemsiz, küçük araçlardan değillerdir. Yaşanan rekabetse pek neşeli sayılmaz. Hükümetin düşmanlığı kamusal radyoları güçlendirirken kongre kararları birkaç şirketin özel istasyonları satın alıp yoldan çıkarmasına olanak sağlamıştır. Televizyon dek eğlence ve sanat standartlarını, çoğu programların doğrudan aptallaştırıcı veya çirkin seviyeye gelmelerine dek durmadan düşürmektedir. Hollywood yapılmış filmlerin yeniden çevrimlerini bir kez daha çevirip gişe yapmaya çalışırken ara sıra parıldayan bir eser dışında sinemanın sanat olduğunu hatırlatacak bir şey bulmak gittikçe güçleşiyor. Ve internet herkese her şeyi sunuyor ama ilginçtir, belki bu her şey dâhil tavrı yüzünden internetten alınabilecek estetik doyum fazlasıyla az. Ha, sanatın verdiği hazzın peşindeyseniz bilgisayarınızdan elbette resimlere bakabilir, müzik dinleyebilir ya da bir şiir ya da kitap okuyabilirsiniz. Ama tüm bunlara erişimi sağlayan İnternet, tüm bu malzemenin ne yaratıcısıdır ne de özünde mevcuttur. Belki blog yazmayı ağ şebekesine yaratıcılık getirmek türünden görebiliriz ama blogların çoğu kişisel ağırlıklı ve rastladıklarımın en iyileri sadece iyi birer gazetecilik örneği işlevi görüyorlar. Belki günün birinde estetik biçem geliştirirler ama bugün o noktada değiller. Medya kapsamında kitabın verdiği hazzı verecek hiçbir şey yok. Tabii okumayı seviyorsanız.

Okumayı seven insan az değil. Çoğunluk değil ama tutarlı, sağlam bir azınlık.

Ve okurlar aldıkları hazzın sadece eğlendirilmekten farkını biliyorlar. İzlemek genelde tümüyle edilgenken okumak daima bir eylemdir. Açma düğmesine bastınız mı Televizyon başlar ve devam eder, eder, eder… Oturup bakmaktan başka bir şey yapmanız gerekmez. Oysa kitaba dikkat vermek gerekir. Kitabı hayata okur getirir. Diğer tümünün aksine, kitap sessizdir. Kitap kişiyi fon müziğiyle uyutmaz, banda alınmış kahkaha sesleriyle kulak zorlamaz ya da odanızı silah sesleriyle doldurmaz. Hepsini sadece kafanızın içinde duyabilirsiniz kitap okurken. Kitap, televizyon veya film gibi gözlerinizi, bakışlarınızı bir yerden bir başka yere götürmez. Aklınızı vermezseniz aklınızı, yüreğinizi vermezseniz yüreğinizi etkilemez kitap. Kitap, sizin yerinize bir şeyler yapmaz. İyi bir romanı okumak, romanı izlemek, romanı yaşamak, romanı duyumsamak, romanı yaşamak, romanın kendisi olmak, kısacası romanı yazmak dışında ne varsa yapmaktır. Okumak bir iş birliği, bir katılımdır. Herkesin becerememesine şaşmamak lazım yani.

Zevk için okuyanların pek çoğu, kendilerinden bir şeyler kattıkları için içlerinde kitaplara karşı derin, ihtiraslı bir bağ hissederler. Kitap, teknolojik açıdan havalı olmayan ama karmaşık yapılı ve has safhada etkin bir şey, bir eser, sahiden gayet net, bakması ve tutması zevkli, onlarca hatta yüzlerce yıl kalabilecek küçük bir aygıttır. Video veya CD’nin aksine bir makine tarafından çalıştırılması gerekmez; tek gereken ışık, göz ve akıldır. Eşsiz ya da kısa ömürlü değildir. Kalıcıdır. “Oradadır.” Güvenilirdir. Bir kitap size on beş yaşınızdayken söylediği şeyi elli yaşınızdayken de söyler ama söylediği o zaman öyle farklı gelir ki yepyeni bir kitap okuyormuşsunuz gibi gelir.

Kitabın bir şey, somut, kalıcı, defalarca tekrar kullanılabilen bir şey, bir değer olduğu gerçeği önemlidir.

Kitabın kalıcılığında, uzun ömürlülüğünde uygarlık dediğimiz şeyin büyük kısmı yatar. Tarih okuryazarlıkla başlar. Yazılı sözden öncesi sadece arkeolojidir. Kendimize, geçmişimize ve dünyamıza dair bildiklerimizin çoğu uzun zamandan beri kitaplardadır. Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam inançları birer kitabı merkezlerine almışlardır. Kitabın uzun ömürlülüğü zeki tür olarak devamlılığımızın çok önemli bir parçasıdır. Kitapların imha edilmesinin barbarlığın son noktası addedilmesi bu yüzdendir. İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılması iki bin yıldan beri unutulmamıştır ki muhtemelen Bağdat’taki büyük kütüphanenin yıkılışı da aynı şekilde hatırlanacaktır.

Özü, şirket kaynaklı yayıncılıkta en çok kitaplara değersiz muamelesi yapılmasından tiksiniyorum. İyi satması beklenen bir kitap piyasaya çıkışını izleyen birkaç hafta boyunca “performans” gösteremezse kapakları yırtılıp hamura dönüştürülüyor, yok ediliyor. Şirket zihniyeti anında gelmeyen başarıyı başarıdan saymıyor. Şirket zihniyetine göre her hafta yeni bir çoksatar çıkmalı ve sanki piyasada birden fazla kitaba yer yokmuş gibi bu haftanın çoksatarı, önceki haftanınkini gölgede bırakmalıdır. Şirket finansmanlı yayıncıların geçmiş kataloglarını kullanmadaki dangalaklıkları da bundan kaynaklanmaktadır.

Baskısı yapılan, sürekli piyasa gören kitaplar yıllar boyunca yayıncı ve yazarlarına binlerce dolar kazandırmıştır. İstikrarlı satan birkaç kitap, yıllık kazanç listesinde “orta sınıf” sayılsalar bile yayıncıları yıllarca götürebilir hatta bir-iki yeni yazara şans verip riske girmelerini bile sağlayabilir. Yayıncı olsaydım Rowling yerine fazlasıyla Tolkien’in elimde olmasını yeğlerdim.

Ama “yıllar boyunca” kutsal hissedarların dönemlik kâr paylarını ödemez ve Büyüme’yle ilgili değildir. Büyük çaplı yayıncı, çabuk ve büyük para için çoksatar olması beklenen bir yazara birkaç milyon dolarlık avans ödeme riskini göze almak durumundadır. Bu birkaç milyon —sıklıkla havaya savrulan paradır— eskiden “orta sınıf” yazarlara ödenen makul avansları ve tekrar basılan, satılmaya devam eden kitaplara ödenen telif ücretlerinin karşılandığı sermayeden gelir. Orta sınıf yazarlardan artık vazgeçilmiştir ve istikrarlı satan eski kitaplar Moloklara[4] yem edilmektedir.
Böyle iş yürütülür mü?

Şirketlerin günün birinde yayıncılığın aslında kapitalizmle sağlıklı ilişkisi bulunan, akla ziyan veya normal bir iş olmadığını fark etmelerini umuyorum. Edebiyat yayınevlerini yaptığı, normal iş standartlarına ve neredeyse her türlü normal biçime göre elverişsiz, egzotik, anormal, akla ziyan bir şeydir.

Yayıncılığın kimi kısmı kapitalisttir veya olmaya zorlanabilir. Ders kitabı sanayisi bunun açık örneğidir. Ayrıca ‘Nasıl Yapılır’ ve benzeri türde kitapların piyasa öngörülebilirliği mevcuttur. Ama yayıncıların yayınladıklarının tümü ya da bir kısmının sanat olması kaçınılmazdır. Ve sanatın kapitalizmle arası, en hafif deyişle, limonidir. Bu ikilinin izdivacında mutluluğa ender rastlanır. Neşeli kızgınlık, bu iki eş arasındaki duyguların en hoşudur. İnsana neyin yarar sağladığına dair kavrayışları birbirlerinden çok farklıdır.

E, madem öyle, neden şirketler edebiyat yayınlayan yayınevlerini ya da kâr getirmiyor deyip satın aldıkları yayıncıların en azından edebiyat bölümlerini bırakmıyorlar? Neden yine editörlerin maaşlarını, mütevazı avansları ve uyduruk telifleri ödeyecek kadar para kazanmaya ve kazandıklarını yeni yazarlarla riske atmaya dönmelerine izin vermiyorlar? Okullardan gelen ve zaten zevk için okumaları öğretilmemiş, elektronların dikkatlerini dağıttığı çocuklardan öte yeni okur yaratma umudu yok; okur sayısının işe yarar artış göstermesi bir yana azalmaya devam etmesi muhtemel. E, bu kasvetli sahnede işinize yaracak ne var Sayın Şirket Yöneticisi? Niye çıkıp gitmiyorsunuz bu sahneden? Neden bu ufak nankör kalleş topluluğu terk edip gerçek işinizi, dünyayı yönetmeyi sürdürmüyorsunuz?

Yayıncılığı elinizde tutarsanız basılanı, yazılanı, okunanı kontrol edebileceğinizi düşündüğünüz için mi? Eh, size iyi şanslar, beyefendi. Tiranların ortak yanılgısıdır bu. Yazanlar ve okuyanlar, okuryazarlıktan çekseler bile okuryazarlığa neşeli kızgınlıkla bakarlar çünkü.

 ...................
1. [1] Mauritius adasında yaşamış ve soyu 17. yüzyılda tükenmiş, güvercin ailesinden, uçamayan bir kuş. Tümüyle insan eliyle soyu tüketildiğinden soy tükenmesine örnek babında sıklıkla dodolara atıfta bulunulur. (ç.n.)

[2] Hindi tüketimi geleneksel bayramlarda (Şükran günü, Noel) yoğunlaşır. Bu dönemler dışında hâkimiyet tavuktadır. (ç.n.)

[3] Robert Browning (1812–1889) Victoria döneminin en ünlü şairi.

[4] Fenikelilerde bir tanrı ve bu tanrıyla özdeşleşmiş çocuk kurban etme törenleri.


Yaban Kızları, Versus Yayınları, Özgün Adı: The Wild Girls, Çeviri: Algan Sezgintüredi, 2011


Benim Notlarım DK
[a] Bu konuyu bir çok romanında işlemiştir. En çok beğendiğim romanı "sesler'dir. Burada okuma yazmayı, kitapları küfür gören bir sistemde yaşayan genç bir kadının direnişi ve tüm halkın direnişi anlatılır. Kitapta geçen şu cümle her daim geçerli olan bir korkumuzu dile getiriyor:
"Bir nesil, bilginin cezalandırıldığı ve cehaletin saadet olduğunu öğrenerek yetişiyor..Bir sonraki nesil cahil olduklarını bile bilmeyecek çünkü bilginin ne olduğunu bilmeyecekler."

[b] Bizde de öyledir. Binbir Temel Eserleri hatırlayalım. Bizzat devlet tarafında yürütülen bir kültürel hamleydi. Klasiklerin neredeyse hepsi çevrilmişti ve kitaplar gayet uygun fiyata  satılıyordu. Ben küçükken aşağımızdaki yüzbaşı komşumuzda bunları keşfetmiştim. Ona çuvalla verilmiş. Onlar okumazdı ama ben onların evini kütüphane gibi kullandım uzun bir müddet.

[c] Ursula'nın burada Charles Dickens'ın Antikacı Dükkanı'ndan bahsettiği anlaşılıyor.  Ama bu konuyu biraz daha açmak isterim. Antikacı Dükkanı (İngilizce özgün adıyla The Old Curiosity Shop), İngiliz yazar Charles Dickens'ın bir romanıAntikacı Dükkanı (Barnaby Rudge ile birlikte) Charles Dickens tarafından çıkartılan, kısa ömürlü haftalık "Master Humphrey's Clock" isimli dergide 1840-1841 yılları arasında yayımlanmış ancak 1841 yılında kitap olarak da basılmıştı. Kitapta, küçük Nell ve büyükbabasının borç yüzünden Londra'dan kaçıp taşrada bir yerden bir yere sürüklenmelerini anlatılır. Charles Dickens, diğer tüm romanlarında anlattığı insanlık trajedisine burada da değinmiş ve sanayileşme dönemi Birleşik Krallık'ının sefaletini Nell'in gözünden dile getirmiştir. 

ABD'ye göç etmiş ama İngiltere ile de kültürel ilişkilerini koparmamış olan okuyucular; Nell'in ölmek üzere olduğunu bildikleri o sayıdan sonra derginin yeni sayısı ellerine daha ulaşmadığı için İngiltere'den gelen gemi yolcularına işin aslını öğrenene kadar sürekli şu soruyu sorarlar: "Küçük Nell öldü mü?". Binlerce okuyucunun Nell'in ölümüne ağladıklarını da belirtir kaynaklar.  O dönemin ruhunu yansıtan, çok bilinen, gerçek bir öyküdür bu.
[d] Eski filmleri yeniden yeniden çektikleri doğrudur, bunu hepimiz biliriz. Neyse ki yeni çekilen o filmlerin çoğu gişede çuvallıyor. Bu da o  açgözlü yapımcılardan alınan bir intikam, bir cevap olsa gerek.

[e] İnternet/bilgisayar teknolojisinde, (HTML) programlarda kullanılan bir renk kodu. Mavi#72.. Her rengin ve tonlarının sayısal değeri vardır.

18 Haziran 2019 Salı

Kafkas Halkları

Kafkas Halkları

Georges Dumiezil
Aşağıdaki lejanta bakarak inceleyiniz
age


Hazar Denizi ile Karadeniz arasında uzanan ve Kafkas­ya'yı oluşturan dağlık dar kara parçasında çok sayıda de­ğişik halk grupları yaşamaktadır. Kimileri burada eski­den beri yaşarken, kimileri de değişik zamanlarda çıktık­ları seferler sırasında ya da kuzeyde ve güneyde uzanan ovaları işgal edenlerin önünden kaçarken buralara gel­mişlerdir. Ne var ki sıradağların iki yamacı; ırklar ve kültürler açısından belirgin bir farka sahiptir. Bunlar, dağla­rın Karadeniz'e bakan tarafında ve merkeze yakın bazı bölgelerde, 19. yüzyılda Vladikavkaz ve Tifüs arasında ulaşımı sağlayan meşhur Gürcü askeri yolunun geçtiği bölgelerde az çok birbiriyle karışmaktadır.

Kafkasya'nın kuzeyi 19. yüzyılın ikinci yarısında Rusya tarafından ilhak edilinceye kadar, ilk başta kapsamlı bir Çerkez halkları birliğinin yurdu olmuştu. Bu birliğin üye­si  olanlar, batıdan doğuya doğu Abhazlar (Abxaz), Abazalar, Karadeniz kıyısındaki Ubıhlar (Ubix) ve bir de iç bölgede Dağıstan'ın kuzeyine kadar uzanan bölgede ya­şayan gerçek Çerkezlerdir) (ya da Adiğeler). Çerkezler, çok sayıda kavmin (Abaza, Şapsuğ, Natuhay, K'emirgoy, Bjeduh vs.) oluşturduğu Batı Çerkezleri ve Doğu Çerkezleri (Besleney, Kaberdey) olmak üzere kendi içinde iki büyük gruba ayrılmaktadır. 1864 yılından sorıra Batı Çer­kezlerinin büyük çoğunluğunu oluşturan Ubıhlar ile Besleneylerin neredeyse tamamı, pek çok Abhaz ve Kaber­dey Hıristiyan fatihin saldırılarından korunmak için Tür­kiye'ye, özellikle Anadolu'ya göç etmişlerdir. Çerkezler, yeni yurtlarında henüz tam olarak asimile olmamışlardır. Abhazca, Ubıhça ve Çerkezce birbirinden çok farklı, fa­kat yine de birbiriyle yakın akraba dillerdir. Bunlar, belli ölçüde Çeçence ve Dağıstan dilleriyle uzaktan akraba da sayılırlar. Bu dillerin yapısı ile Bask dilinin yapısı arasın­da garip bir benzerlik vardır ve üstelik aralarında akrabalık olduğuna dair bir kanıt da yoktur.
age
Bu dil grubu en es­ki coğrafyacıların zamanlarında da yerleşik düzene geçmişti. Kısaca bu grup, bugünkü Rusya'nın güneyinde bulunan geniş bir bölgeye yayılmıştır. Diğer bir etnografik grubu ise 
Çeçenler ve (Gürcistan'ın - dağlık bölgesindeki özerk Bac da dahil olmak üzere) İnguşlar oluşturmakta­dır. İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra neredeyse hepsi Sibirya'ya sürülmüştür. Ancak daha sonra, hayatta kalanların geri dönmesine izin verilmiştir.

Türkiye'de, Anadolu'da da Çeçen göçmenlerin yaşadığı birkaç köy bulunmaktadır. İnguşların ülkesinin
güneyinde, (Digorlar ve İronlar olmak üzere ikiye ayrılan) çok ilginç bir kavme, Osetlere rastlamaktayız. Osetler, ortaçağdaki Alanların son temsilcisidirler. Bunlar da yine, İskit-Sarmat halkları birliğine mensupturlar. Osetler İran dillerinden birini konuşurlar ve pek çok eski sözlü geleneği koru­muşlardır. İşte bu gelenekler sayesinde bugün, Hint-İran­lıların İskit kolu hakkında geniş bir bilgiye sahibiz. İskit­ler, büyük istila sırasında Afganistan'dan Orta Avrupa'ya kadar yayılmış, ancak daha sonra tarih sahnesinden silinmişlerdir.
Günümüzdeki etnik ve dil dağılımını gösteren harita

Dağıstan'ın sarp dağları arasında uzanan erişilmesi zor vadilerin soyutlanmışlığı içinde, çok renkli bir halklar mozaiği yaşamını sürdürmektedir. Bu halkların dilleri (Avarca, Andice, Diçlovs; Lakça; Tabasaranca; Kürice; Rut'ulca vs.) birbirleriyle ve belli ölçüde Çeçence-İnguşça ile akrabadır, ancak birçoğu henüz pek incelenmemiş­tir. Türkiye'de, Anadolu'da birkaç Oset ve Dağıstan köyü (özellikle Küri) bulunmaktadır. Son Tatar saldırıları neti­cesinde Kafkasya'da Kumuk, Karaçay, Balkar gibi bazı özerk bölgeler oluşmuştur. 1944 yılından sonra, aynı şekilde bu bölgelerde yaşayan nüfusun da bir kısmı sürül­müştür.

Bölgeye dışarıdan en son gelen bu [Tatar kökenli toplulukları] bir kenara bırakacak olursak, bütün bu halklar uzun bir süre boyunca pagan kalmışlardır. Bizans İmpa­ratorluğu döneminde Çerkezler ve aynı şekilde Osetlerin mutlaka Hıristiyanlık alemi ile temasları olmuş olmalı. Üstelik bunlar, sürekli olarak Hıristiyan Gürcistan'ın nüfuzu altında yaşamaktaydılar.

Ancak Bizans'ın düşmesin­den sonra karma bir din oluşmuş ve bu arada Hıristiyan­lıktaki tasavvurlar pagan bir dönüşüm geçirmiştir. İslam dini ancak 17. yüzyılda, özellikle de 18. yüzyılda Kırım Tatarları aracılığıyla bu bölgeye ulaşabilmiştir. Osetlerin Hıristiyan kalmaya devam eden bir bölümü dışında, Ku­zey Kafkasyalılar çok kısa bir süre içinde fanatik ve ör­nek birer Müslüman oluverirler. İşte Rus istilasından son­ra 1864 yılında kitleler halinde göç etmelerinin nedeni de budur.

Bütün bu kavimlerin halk dinine özgü tasavvurları ancak 19. yüzyılda toplanmış ve kayda geçirilebilmiştir. Önce seyahatnamelerde (Beli, Taitbout de Marigny ve -Çerkez­ler konusunda- Dubois de Montperreux) ve ardından Ye­ni Düzene geçildikten sonra Tiflis'te yayımlanan iki büyük etnoğrafya dergisinde: Sbornik Svedenij o Kavkazs­kix gorcax ("Kafkas Dağ Halklarına İlişkin Haberler Derlemesi") 10 cilt, 1868-1881, bundan böyle SSKG olarak anılacaktır; Sbornik Materialov dlja Orisanija Mestnosteji Plemen Kavkaza ("Kafkasya'nın Coğrafyası ve Etnoğ­rafyası Konusunda Bilgiler Derlemesi"), 44 cilt, 1881- 1915. SSCB'nin kurulmasından sonra (ancak Kafkasya'da konuşulan dillerin çoğu o dönemde bir alfabeye ve yazı­lı bir geleneğe kavuştuktan sonra) değerli, fakat genelde kısa ömürlü halkbilim ve etnoğrafya dergileri çıkarılmış ve kapsamlı araştırmalar yapılmıştır. Osetçe'nin
İran grubuna dahil olduğunu kanıtlayan Rus bilimci Vs. Miller, Osetler konusunda, özellikle de Osetinskije Etjudy adlı üç yayınında (Moskova 1882-1887) eşsiz bilgiler sunmaktadır.

Kafkasya'nın güneyi ve Türkiye ile Ermenistan sınırında­ki dağlara kadar uzanan hemen bitişikteki ovada, büyük ölçüde birbirine benzer kavimler yaşamaktadır. Bu ka­vimler, birbiriyle yakın akraba olan dilleri konuşurlar, an­cak aralarından yalnız asıl Gürcü dili  (Kartuliena) ol­dukça eski bir dönemde yazı dili olma özelliğini kazan­mıştır. Gürcü dilinin büyük farklılıklar içermeyen lehçeleri ise dağlık bölgede Khevsurlar, Pschavlar ve Tuchlar, ovadaysa İngilo, İmeretiyalılar ve Guriyalılar tarafından konuşulmaktadır.

Mingrelyalılar ile (bütünüyle ve tam anlamıyla Müslüman olan) Lazlar, Karadeniz kıyısına ve iç bölgelere yerleşmişlerdir. Dilleri oldukça farklı olan Svanlar, Mingrelyalıların kuzeyinde dağlarda yaşarlar, gelenek görenekleri ve karakterleri açısından kabadırlar ve Hıristiyanlıklarında da paganlık ağır basmaktadır. Gürcü kavimleri  ilkçağdan beri -ki o dönemde Yunan ve Latin yazarlar bu kavimleri değişik, kısmen de bugünkü adlarını çağrıştıran isimler altında tanımaktaydılar­ coğrafi konumlarından ötürü Anadolu, İran ve Kuzey Kafkasya'dan gelen birbirinden değişik siyasi ve kültürel etkiye maruz kalmışlardı. Özellikle Ermenistan aracılığıy­la değişik dönemlerde  Gürcü kültürüne damgasını vur­muş olan ülke, İran'dı: "Ulusal" paganlığın tanrıları ara­sında, Arm az önde gelen bir konuma sahipti: Bütün iti­razlara rağmen, bu tanrı Ahura Mazda'dır.  5. yüzyılda Azize Nino ve Kral Wakhtang Gurgaslan (446-499) zamanında, yerine Hıristiyanlığın geçtiği bu din hakkında çok az ve de kesin olmayan bilgilere sahibiz. Bu din üzerine yapılan çalışmaları içeren bibliyografya pek kapsamlı de­ğildir. Bu bibliyografyada N. Marr, Bogi jazyceskoj Gruzii ("Pagan Gürcistan'daki Tanrılar") Zap. Vostocn. Otd. İmp. Russk. Arxeol. Obscestva, XIV (1902); O.G. von Wesendonck, "Über georgisches Heidentum" (Gürcü Pa­ganlığı Üzerine), Leipzig 1924; I. Javaxisvili, Kartveli erisistaria ("Gürcü Halkının Tarihi"), I, Tifüs 1928; M.  Tse­retheli, The Asianic Elementsin National Georgian Paga­nism (Ulusal Gürcü Paganlığında Asya Ögeleri), Georgi­ca, Ekim 1935, s. 28-66. Bkz. K. Kekelidze, Gürcistan'ın Hıristiyanlığı Benimsemesi (Morgenland, 18. sayı, 1928). Gürcü kültürü, tekil kavim ve bölgelerinde mevcut olan gelenek ve göreneklerinde, günümüzde de, kökeni Hı­ristiyanlık öncesine dayanmakla birlikte, Hıristiyanlığa uyarlanmış pek çok ögeyi muhafaza etmektedir. Bunlar SSKG ve SMG adlı Rus dergilerinde ve özel Gürci dergi­lerinde toplanmıştır.
Kafkas Halkları Mitolojisi, (Mythologie dar Kaukasischen Völker), Georges Dumiezil, Ayraç Yayınevi, 2000, s. 30-35

EK 1: Osetler veya Alanlar
Kafkasya'nın tam ortasında küçücük bir halk yaşar: Oslar veya Oset­ler.  Alacalı bulacalı Kuzey Kafkasya  halkları içinde bir benzeri  daha  ol­mayan bu kavim, bir Hint-Avrupa dili konuşur ve Herodotos ile antikçağ tarihçilerinin veya coğrafyacılarının İskitler ya da Sarmatlar adını verdik­leri, büyük istilalar döneminde Allenler [Alanlar] adıyla bütün Avrupa'yı katedip Fransa'ya kadar gelmiş etnik toplulukların Kafkasya'ya sığınarak hayatta kalmış son temsilcileridir. "Avrupa İranileri"nin son ardılları olan bu dağlılar,  hepsi birden  "Nartlar  Hakkında Efsaneler"  veya  "Nart Efsaneleri" ortak adıyla bilinen geniş bir epik efsane külliyatını günümüze dek aktar­mışlardır. Bir buçuk yüzyıldan bu yana bilim adamları bu anlatıları der­leyip yayımlamaya başlamışlardır. Adları "kahraman" anlamına gelen ve Sanskritçe ile İran dilindeki nar -"adam, savaşçı" keli­mesine bağlanan Nartlar, çok eski devirlerden çıkagelen masalsı varlıklar­dır: İnsanlardan önce yaşamaya başlayan Nartlar, büyük düşmanları olan devlerle aynı devri paylaşmışlar ve onları yenmişlerdi.
...
Mit ve Destan 1, içindeki giriş bölümü, Joel H. Grisward, YKY Yayınları, 2012


EK 2: Kuzey Kafkasya
Kuzey Kafkasya ve onun Karadeniz kıyısına ulaşıp Güney'e doğru epey ilerlemesini sağlayan harika
sahil, yeryüzünde varlıklarını sürdürmüş halklar ve diller açısından en ilginç koruma alanlarından biridir;  burası aynı za­manda binbir baht dönüşümünün yaşandığı uzun bir tarihin de dekorudur; bu  tarih hakkında antik Yunanlar, Bizanslılar, Araplar bize çok az bilgi ver­miş olsalar da, sonuçlar  gözlerimizin önünde durmaktadır: Şu dağlılardan bazıları, Yunan coğrafyacıların devrinde de oradaydılar; ötekiler, çeşitli çağ­larda güçlü orduların veya büyük devletlerin baskısı sonucunda Kuzey ova­larını boşaltıp oraya sığındılar; bazıları da uzak diyarlardan gelip oraya bir kez yerleşip alınması olanaksız bir vadide tutunduktan sonra, yörenin yer­lileri gibi davranan istilacıların gözüpek öncülerini temsil ediyorlar. Birçok küçük topluluğun kırılgan bir varoluşu yüzyıllar boyunca sürdürmek gibi bir aykırılığı gerçek kıldığı bu insan mozaiğinin en ilginç yanı şu: Köken çe­şitliliğine, ardı arkası kesilmeyen savaşlara karşın, uzun bir iç içeliğini do­ğal çerçevenin, hükümdar soyları arasındaki birleşmelerin, özellikle de bir gururun sonucunda bu bölgede bir aile havası hüküm sürer. Sözü edilen gurur çoğunlukla gerçek bir vatanseverlik biçimine evrilmese de, "Kuzey Kafkasyalı"yı dünyanın geri kalanından farklılaştırmaya yetmiştir.

Mit ve Destan 1,  Georges Dumezil, YKY Yayınları, 2012, s. 455