Ekonomi-Sınıf-Sistemler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ekonomi-Sınıf-Sistemler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Eylül 2019 Pazar

Gereksiz İşler Olgusu Üzerine

Gereksiz İşler Olgusu Üzerine



David Graeber
(05.09.2013)

1930’da John Maynard Keynes, yüzyıl sonunda, teknolojinin Büyük Britanya ve ABD gibi ülkelerde haftada 15 saat çalışmaya olanak sağlayacak şekilde gelişeceğini öngörmüştü. Bugün Keynes’in haklılığına inanmak için birçok nedenimiz var. Teknolojik bakımdan, bu seviyeye rahatlıkla ulaşabiliriz. Fakat nedense bir türlü ulaşamadık. Bunun yerine, teknoloji hepimizi daha fazla çalıştıracak şekilde düzenlendi. Bunun yapılabilmesi için basbayağı “gereksiz” işler icat edilmeliydi. Geniş insan toplulukları, özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika’da, tüm çalışma yaşamlarını, içten içe gereksiz buldukları işlerle meşgul olarak geçirmeye başladılar. Bu durum, oldukça şiddetli bir ahlaki ve düşünsel yıkıma yol açtı. Kolektif ruhumuzda bir yara açıldı. Ama konu hakkında gerçek anlamda konuşan kimse yok.

Peki, Keynes’in 1960’lardan beri hevesle beklenen vaat edilmiş ütopyası niçin gerçekleşmedi? Görünen o ki Keynes, tüketimin günümüzde bu boyutlara ulaşabileceğini tahmin edemedi. Daha az çalışma saati ile daha çok oyuncak ve haz arasında seçim şansı sunulduğunda, hemen hepimiz ikincisini tercih ettik. Burada bir ahlak dersi gizli, ama olan biteni şöyle bir düşündüğümüzde  bunun gerçekten doğru olabileceğine inanamıyoruz. Evet, 1920’lerden beri sonsuz çeşitlilikte yeni işin ve endüstri kolunun ortaya çıkışına şahit olduk; ancak çok azımız suşinin, iPhone’nun veya havalı ayakkabıların üretimi ve dağıtımına ihtiyaç duyuyoruz.

Öyleyse bu yeni işler tam olarak nedir? Amerika’da 1910 ve 2000 yılları arasındaki istihdamı karşılaştırmalı olarak inceleyen güncel bir rapor bize konuyla ilgili net bir bilgi veriyor. (İngiltere’deki durum da bana göre büyük ölçüde Amerika’daki gibi.) Geçtiğimiz yüzyılda, ev içi hizmet, endüstri ve tarım sektöründe istihdam edilenlerin sayısı önemli ölçüde azaldı. Aynı zamanda, “profesyonellerin, idarecilerin, satış ve hizmet sektörü çalışanlarının” sayısı üçe katlandı,  bunların tüm çalışanlar içindeki oranı dörtte birden, dörtte üçe yükseldi. Bir başka deyişle, üretici işler –öngörüldüğü üzere- büyük ölçüde otomatikleşti. (Hindistan ve Çin’deki emekçi kitleler dâhil, yeryüzündeki tüm endüstri işçilerini hesaba katsak bile, bu işçilerin toplam dünya nüfusundaki oranı, geçmişte olduğu gibi öyle aman aman büyük değil.)


Gelgelelim çalışma saatleri; insanları planlarında, zevklerinde, vizyonlarında ve fikirlerinde özgür bırakacak şekilde azaltılmadı. Bunun yerine “hizmet” sektöründen çok idari sektörün şiştiğini gördük:  Mali hizmetler veya tele-pazarlama gibi tamamen yeni endüstri kolları ortaya çıktı; şirketler hukuku, akademi ve sağlık yönetimi, insan kaynakları ve halkla ilişkiler gibi işkollarında eşi benzeri görülmedik bir büyüme yaşandı. Ve bu rakamlar, bahsi geçen işkollarına idari, teknik ve güvenlik destek vermekle yükümlü kişileri ve insanlar zamanlarının büyük kısmını başka iş kollarında harcadıkları için var olan yan endüstrileri (köpek yıkamacıları, gece çalışan pizza dağıtımcıları) yansıtmıyor.

 “Gereksiz işler” olarak adlandırılmasını önerdiğim işler bunlar.

Birileri sırf hepimiz çalışalım diye gereksiz işler üretmekle meşgul sanki. Gizemli olan tam da bu. Kapitalizmde güya böyle gizemlere yer yoktur. Şüphesiz, Sovyetler Birliği gibi çalışmanın hem bir hak hem de kutsal bir görev sayıldığı, eski verimsiz sosyalist devletlerde sistem, çok fazla sayıda iş icat etmek zorundaydı. (Sovyet dükkânlarında bir parça eti üç kişinin satmasının nedeni budur.) Bu, tabii, piyasa rekabetinin halledeceği sanılmış bir sorundur.  En azından, iktisat teorisine göre, kâr peşindeki bir firmanın yapacağı son şey aslında istihdam etmeye mecbur olmadığı çalışanlara para bayılmaktır. Ama nedense böyle oluyor.

Şirketler küçülmeye giderek insanları acımasızca işten çıkartabilirken, gerçekte her şeye çeki düzen veren ve işlerin yürümesini sağlayan sınıfın payına mecburi işsizlik ve üretim artışı düşüyor. Evrak işleriyle meşgul insanların sayısındaki artışın gerisindeki tuhaf simyayı henüz kimse çözebilmiş değil ve her gün daha fazla sayıda çalışan, tıpkı Sovyet işçiler gibi, evrak işleriyle haftada kırk-elli saat meşgul olurken, tam da Keynes’in öngördüğü gibi, etkin çalışma süreleri haftada on beş saati geçmiyor! Zamanlarının geri kalanını motivasyon seminerleri düzenlemek veya bu seminerlere katılmakla, facebook profillerini yenilemekle, TV dizilerinin sezonluk paketlerini indirmekle geçiriyorlar.

Şurası kesin ki bütün bunların anlamını iktisadi alanda değil siyaset ve ahlak alanında aramalıyız. Egemen sınıf; mutlu ve üretken bir topluluğun boş vakti olduğunda ölümcül bir tehlike arz ettiğini anlamıştı. (Bunun bir gerçeklik haline gelmeye başladığı 1960’lı yıllarda olanları düşünün.) Öte yandan, çalışmanın kendi başına ahlaki bir değer olduğu hissiyatı ve koca bir gün boyunca yoğun bir çalışma disiplini altına girmek istemeyen kişinin hiçbir şey hak etmediği fikri, muktedirlerin epey işine yarıyor.

Bir defasında, Britanya’daki üniversitelerde gittikçe artan idari sorumluluklar üzerine kafa yorarken, cehennemin bu olabileceğini düşündüm. Cehennem, hayatının büyük kısmını hoşlanmadığı ve özel bir yeteneğinin olmadığı bir işte geçiren insanların meclisidir. Bu insanların usta marangozlar oldukları için istihdam edildiklerini ve zamanlarının büyük kısmını balık kızartarak geçirdiklerini düşünün. Aslında bu yaptıkları işi gerçekten yapmalarını gerektiren herhangi bir şey yoktur –diyelim ki, kızartılması gereken balık sayısı da çok azdır. Ama bir şekilde, çalışma arkadaşlarından bazılarının balık pişirecekleri yerde dolap yapmaya daha fazla zaman ayırdığını düşünüp gücenirler ve çok geçmeden ortalık kötü pişirilip mundar edilmiş bir yığın balıkla dolar; bütün yapılan iş budur.

Bu örneğin, ekonomimizde mevcut olan ahlaki dinamikleri çok isabetli tanımladığını düşünüyorum.

* * *

Şimdi, bu tür bir argümana hemen bazı itirazlar gelecektir: “Sen kimsin ki hangi işlerin gerçekten ‘gerekli’ olduğuna karar veriyorsun? Ayrıca gerekli olmak ne demektir ve gerekli olan nedir? Sen antropoloji profesörüsün, böyle ileri geri konuşmana ne “gerek” var?” (Tabii pek çok tabloid gazete okurunun gözünde benim işim de, toplumsal açıdan fuzuli bir masraf.) Aslında bir düzeyde, bu gerçekten doğrudur. Çünkü toplumsal değerin nesnel bir ölçüsü olamaz.

Dünyaya anlamlı bir şekilde katkıda bulunduğuna inanan insanlara, aslında durumun böyle olmadığını anlatacak değilim. Ama yaptıkları işin anlamsız olduğunu bilen insanlara ne demeli? Kısa süre önce, 12 yaşımdan beri görmediğim bir okul arkadaşımla yeniden iletişim kurdum. Bu süre zarfında, onun önce bir şair, ardından bir indie rock grubunun yıldız ismi olduğunu öğrenince afalladım. Seslendirdiği şarkılardan bazılarını, onun seslendirdiğini bilmeden, radyoda dinlemişim. Belli ki yenilikçi ve parlak bir sanatçıydı ve eserleri dünyanın dört bir yanında insanların hayatlarını aydınlatmış ve güzelleştirmişti.  Ancak birkaç başarısız albümün ardından sözleşmesini feshetmişler; borçlarından ve yeni doğmuş kızından ötürü müzikten vazgeçmiş. Kendi deyimiyle, “yönünü kaybetmiş pek çok insanın yaptığı tercihi yapmış: hukuk fakültesi. Şimdi, New York’taki ünlü bir firmanın avukatı. İşinin tamamen anlamsız olduğunu, dünyaya hiçbir katkıda bulunmadığını ve aslında böyle bir işin olmadığını benden önce kendisi itiraf etti.

Bu bağlamda pek çok soru sorulabilir. Yetenekli şairler ve müzisyenlere yönelik talep bu kadar az iken şirketler hukuku uzmanlarına yönelik talebin bu kadar fazla olması toplum hakkında ne söyler? (Cevap: Eğer kullanıma hazır servetin çoğunu toplumun yüzde biri denetliyorsa, “piyasa” olarak adlandırdığımız şey bu yüzde birlik kesim neyi faydalı veya önemli buluyorsa onu yansıtır; başka bir şeyi değil.) Dahası bu durum, böyle işlerde çalışan çoğu insanın kendi durumlarının farkında olduğunu da gösteriyor.  İşinin gereksiz olduğunu düşünmeyen bir şirket avukatıyla henüz tanışmadım. Aynı durum, yukarıda saydığım yeni işkollarının neredeyse tamamı için geçerli. Partilerde rastlaştığınızda ve ilginç bulunan bir iş yaptığınızı (mesela, antropolog) söylediğinizde, kendi işlerinden asla bahsetmek istemeyen koca bir maaşlı profesyoneller sınıfı var. Onlara birkaç içki ısmarlayın, yaptıkları işlerin nasıl amaçsız ve ahmakça olduğunu anlatsınlar size.

Burada derin bir psikolojik şiddet söz konusu. İnsan, içten içe, yaptığı işin aslında gereksiz olduğuna inanırken, nasıl olur da iş ahlakı ve onurundan bahsedebilir? Nasıl olur da derin bir öfke ve kin duygusundan mustarip olmaz? Ne var ki, yaşadığımız toplumun olağanüstü becerisi, balık pişirenler örneğinde olduğu gibi, öfkeyi gerçekten anlamlı işlerde çalışanlara yöneltmesidir. Sözgelimi, yaptıkları işlerle başkalarına faydalı olan insanların daha az para kazanması genel bir kural gibi görünüyor. Burada nesnel bir ölçü belirlemek yine zor olsa da bir fikir edinebilmek için şunu sorabiliriz: Bütün bu işe yarar insanlar sınıfı ortadan kalksa ne olur? Haklarında ne düşünürseniz düşünün, hemşireler, çöp toplayıcıları ve tamirciler ortadan kaybolursa sonumuzun felaket olacağı kesin. Öğretmenlerin veya tersane işçilerinin olmadığı bir dünya da hapı yutardı. Bilimkurgu yazarlarının veya ska müzik gruplarının olmadığı bir dünya şüphesiz bundan daha kısıtlı bir dünya olurdu. CEO’lar, lobiciler, halkla ilişkiler uzmanları, sigorta uzmanları, tele pazarlamacılar, icra memurları veya hukuk müşavirleri sırra kadem bassalar, insanlığın nasıl bir zarar göreceği ise tartışma götürür. (Dünya daha iyi bir yer olabilir) Ama ağızlara sakız olan bir avuç istisna dışında (doktorlar), kural tıkır tıkır işliyor.

Daha da beteri, işlerin böyle yürümesi gerektiğine dair yaygın bir kanı var. Sağ popülizmin gizlice güç aldığı dayanaklardan biri. İş sözleşmeleriyle ilgili anlaşmazlıklardan dolayı Londra’yı felç ettikleri gerekçesiyle metro işçilerine karşı insanları kışkırtan tabloid gazeteler bundan yararlanmakta. Aslında metro işçilerinin Londra’yı felç edebilmesi, yaptıkları işin gerçekten gerekli olduğunu gösteriyor ama insanları rahatsız eden de bu. Cumhuriyetçilerin, insanları, şişkin maaşları ve yararlandıkları kamu faydalarından dolayı öğretmenlere ve otomotiv işçilerine karşı kışkırtmakta başarılı olduğu (sorunların asıl kaynağı olan okul yöneticilerine veya oto sanayii yöneticilerine karşı kışkırtılabilen hiç kimse yok) ABD’de durum daha da belirgin. Şöyle: “Tabii ki çocuklara eğitim vereceksiniz! Tabii ki araba yapacaksınız. Tabii ki gerçek bir işiniz olacak. Üstüne üstlük orta sınıflar gibi emekli maaşı ve sağlık hizmeti mi bekliyorsunuz?”

Şayet birisi finans kapitalin iktidarının sürmesini sağlayacak bir rejim tasarlasaydı, bundan daha iyisini yapamazdı. Gerçek, üretken emekçiler acımasızca eziliyor ve sömürülüyor. Geriye kalanlar ise, tüm dünyanın kin güttüğü, terörize edilmiş bir işsizler tabakası ile egemen sınıfın (yöneticiler, idareciler, vb.) duyarlıkları ve perspektifleriyle –ve özellikle mali simgeleriyle- özdeşleşen bireyler yaratmak için tasarlanmış pozisyonlarda, esasında hiçbir şey yapmadan para kazanan ama aynı zamanda toplumsal kıymeti inkâr edilemez işler yapanlara içten içe kin güden daha bir geniş tabaka arasında ikiye ayrılıyor. Şüphesiz, bu sistem bilinçli olarak tasarlanmamıştı. Hemen hemen bir asırlık bir deneme ve yanılma sürecinin ürünüydü. Ama mevcut teknoloji düzeyine rağmen günde 3-4 saat çalışma olanağından mahrum kalmamızın tek nedeni de o.

Çeviren: CEM MERT DALLI
Redaksiyon: BARIŞ ÖZKUL

[1] David Graeber, London School of Economics’te antropoloji profesörüdür. Son kitabı The Democracy Project: A History, a Crisis, a Movement Spiegel&Grau tarafından yayımlanmıştır. 

6 Ocak 2019 Pazar

Köylü Ayaklanmaları ve Oryantalizmin Yoklar Listesi

Köylü Ayaklanmaları ve Oryantalizmin Yoklar Listesi


Halil Berktay

Osmanlı'da askeri sınıfın üyeleri
A. Yeniçeri B. Sipahi
Schweigger Salomon - 1608

Bugün Batı tarihçiliği, uzun vadeli sosyo-ekonomik (Ömer Lütfi Barkan'ın yaptığı gibi, "içtimai ve iktisadi'' adı altında düpedüz formalist ve dar hukuki değil, ger­çekten sosyo-ekonomik) ve kültürel yapı değişimlerini esas alan: bu süreçlerin bağrından fışkırdığı geniş kitlelerin anonim, kendiliğinden varoluş biçimlerinin içine girip, o günlük yaşantının her alt faaliyetini olanca renkliliği içinde yeniden canlandıran; böylece aslında isim­siz halkı insanlaştırmayı, özneleştirmeyi başaran, aşağı­dan yukarı bir yaklaşımla, son derece çeşitli ampirik araştırmalar üretiyor. Türk tarihçiliği ise zihinsel zincir­lere vurulmuş durumda. Benzeri ampirik[1] çalışmalar, an­cak bir dizi duyarlılığın araştırmacılara yön verme­siyle ilerleyebilir. Bunun için önce, devletçi-milliyetçi tarihçiliğin Augeas ahırlarında[2] kapsamlı bir teorik temiz­lik gerekiyor.

''Batı'da köylü ayaklanmaları var, bizde yok" -nereden biliyorsunuz? Önü arkası fazla 
kurcalanmaksızın ulu orta tekrarlanıp duran bu önerme, herhangi bir ciddi çalışmaya dayanmadan
 önce, ideolojik bir sistemin ya­pıtaşlarından birini meydana getiriyor: "Batı'da feodalizm var, bizde yok (çünkü bireysel lordluk yok, tımarlar köylü üzerinde yargı hakkıyla elele gitmiyor ve babadan oğula geçmiyor); Batı'da sömürü var, bizde yok (çünkü serfler karşısında senyörlerin sınırsız keyfiliğine (?) kar­şılık, Osmanlı reayasının vergilendirilmesi devlet eliyle, kanunlarla düzenleniyor);
Batı'da sınıflar ve sınıf mücadelesi var, bizde ise sınıflar devleti değil, devlet sınıfları yaratıyor ve sınıf mücadelesi gelişmiyor (çünkü -olabilecek en sofistike varyantıyla- Avrupa Ortaçağ manorlarında demesne denilen bey toprağı ya da hassa çiftlik üzerindeki angaryanın senyör ile serfi "üretim sürecinde" zıtlaştırmasına karşılık, ürün-rantın hakim olduğu Osmanlı toplumunda sipahi ile reaya sadece mahsulün kaldırılmasından sonra, "bölüşüm sürecinde" yüzyüze geliyor.) Batı'da sivil toplum ve birey var, bizde yok (çünkü otoritenin parsellendiği Avrupa feodalizmin­de fiefler çok geniş muafiyetlerden yararlanırken, Os­manlı'da merkezi devlet her yerde hazır ve nazırdır); aynı nedenlerle Batı'daki başkaldırı geleneği de oluşmuyor ve Türkiye bu yüzden modernliğe/kapitalizme/demokrasiye geçemedi, geçemiyor...'' Avrupa ile As­ya'yı bıçakla kesilmişçesine, tertemiz biçimde birbirinden ayıran bu varlar-yoklar listesinde;
(a) devlet kaynaklı, halka her zaman devlet ve nizam-ı alem açısın­dan bakan Osmanlı belgelerinin doğal deformasyonu;
(b) Tek Parti yönetiminden milli şefliğe geçiş yıllarında yatan bugünkü muhafazakar tarihçiliğimizin bu gizemsizleştireceğine, katı bilimci bir tavırla gerçeğin ta kendisi kabul edip, sınıf mücadelesi
kavramını Türkiye tarihinden sürüp atma çabasında kendi devlet fetişizmini Osmanlı "altın
çağ"ından gerekçelen­dirmeye başlaması; 
(c) kapitalistleşme patikasına girmiş Batı'nın ve despotik Doğu ile 15. -16., yüzyıllarda ilk temasınının yarattığı (Perikles Atina'sında "Yunanlıların" bir zamanlar barbarların şimdi yaşadığı gibi yaşıyorlardı" basit gerçeğini Thukydides[3] dışında kimsenin görmemesini andıran) "özsel farklılık" yanılsaması üzerinde üzerinde yükselip, Montesquieu, Hegel ve Marx gibi en büyük düşünürleri de içine alan Oryantalist paradigma[4]
(d) tarihsel materyalizmin genel yönelimini izlemek yerine bir Marksolog tutumuyla, Oryantalizmin özcülüğünün (essentialism)[5] Marx''taki yankısı olan "Asya Üretim Tarzı"[6] hipotezine bağlılığı yeğleyen çağdaş AÜT teorisyenlerinin düşünceleri, tuhaf bir şekilde birleşmektedir. Şu farkla ki, Osmanlı düzenine ilişkin bütün temel saptamaları muhafazakar tezlerin değişik söylenişlerinden ibaret olan AÜT teorisyenleri, aynı değer yargılarına sahiptiler: Türk devletçi-milliyetçilerinin "iyi" deyip yücelttiği her şeyi, klasik Oryantalistler gibi AÜT'­çüler de kapitalizmin mümkün olmadığı bir durağanlık­tan sorumlu sayıp "kötü" görüyorlar. Öyle veya böyle; yarım yüzyıldır, köylü ayaklanmaları ya da daha genel olarak Osmanlı toplumunda sınıf mücadelesinin açık ve örtük, bilinçli ve bilinçsiz, gündelik ve patlamalar halindeki bütün tezahürleri üzerine tarihçilik disiplininin
içinden düzgün incelemeleri, yukarıdaki önyargılar bütünü peşinen buduyor, inatçı radikaller
çıkarsa tez aşa­malarında "doğal ayıklama"ya uğratıyor, engelliyor.

                                                                  Bir Ortaçağ Manor'unun planı
                                                                                   tıklayarak büyütünüz

Kuşkusuz ideoloji ile birlikte değerlendirilmesi doğru olan disiplinlerarası parçalanma, Osmanlı
köylü ayaklanmalarına veya şimdilik; daha nötr bir deyimle halk hareketlerine duyarlıklı bir
araştırma yaklaşımının önün­deki ikinci büyük barikatı oluşturuyor. Bugün tarih dalları ve
alt-dallarının aşağı doğru bölüne bölüne gelip dayandığı küçük uzmanlık alanlarında kariyer
yapmaya uğraşan insanların pek azı başlarını kaldırıp sağa sola bakıyor, diğer alanlarda biraz okumaya gayret ediyor; örneğin Osmanlı tarihçileri ile Batı Avrupa Ortaçağ ta­rihçileri, tamamen birbirinden kopuk faaliyet gösteriyor (tabii bu kompartmanlaşma özellikle bizim Osmanlıcıla­rımızın işine geliyor). Sınırlı bir malzeme üzerinde alabildiğine yoğunlaşınca, o somutla ilgili her şey özgül, orijinal ve benzersiz gözükmeye başlıyor; tek bir konu­da ampirik bilgi çoğalması, evrensel boyutlar taşıyan bir teorik formasyonla desteklenmediği takdirde, olmadık optik yanılgılara düşebiliyor. El hak, Osmanlı tarihçi­lerinin kaçı, senyörlerin serflere istediğini yaptırabileceği ya da manorlarda demeste'nin, feodal sömürüde angaryanın esas olduğu fikrine bugünkü Batılı Ortaçağcıların kahkahayla güleceğinin farkındadır. "Batı lordlarının keyfiliği" ve "Doğu toplumlarının durağanlığı" tezlerinin simetriğiden, yani Aydınlanma düşünürlerinin çoğunun kendi geçmişlerini: Avrupa feodaizmini, dura­ğan görmüş olduklarından ve yaygın bir geleneğinden de asıl Asya yönetimlerini keyfi sayıldığından, böyle karşılaştırmalar bütün apriorist aforizmaları geçersizleşti­receğinden mi, kimse söz etmiyor? 1986'da İngiltere'deki bir bilimsel toplantıda, çok değerli bir Türk tarihçi­si, köylülerin padişahı/kralı "iyi", çevresindeki yüksek ricali ise "kötü" saymalarını, Osmanlı Türk toplumuna özgü bir algı biçimi diye anlatmaya başladı -niçin,yıllarca okuduğu, çalıştığı, tezini yazdığı ülkenin ünlü 1381 Ayaklanmasında İngiliz köylülerinin tıpatıp aynı bilinci taşıdıklarını bilmiyor? Başlıbaşına bir sorun da, Oryantalist paradigmanın içerdiği ikiliklere temel yapıl­mak istenen gözlem dilimlerinin belirlenişi. Bazen çok rahat bir tarzda, örneğin, Batı'da krallık kurumunun seçimsel karakterine karşılık Osmanlı'da böyle bir şey olmadığı (bir kere daha, hem buna sevinen muhafazakar tarihçilerce, hem bundan yakınan AÜT'çülerce) söylenebiliyor. Bırakalım, Osmanlı merkeziyetinin en güçlü olduğu 15. ve 16. yüzyıllarda dahi devşirmelerin ve soyluların, yeniçerlerin ve ulemanın, net bir saltanat veraseti kuralının olmadığını herkesin bildiği  
koşullarda, kimin tahta çıkacağını ve kim(ler)in öldürüleceğini saptamaya ayrı ayrı "partner 
halinde nasıl karıştığını; bu karşılaş­tırmanın bir tarafında yer alan Erken Ortaçağ Cermen 
şefliğinin karşısına neden Fatih veya Kanuni dikiliyor da, Cengiz'lerin, Timur'ların han seçilişi 
geleneğiyle aynı platformda, ilk Osmanlı beylerinin de, bir kabileler topluluğunun savaş 
önderleri olarak, çevrelerindeki aşi­ret reislerince bu göreve seçilip uzun süre "eşitler arasında ilk" olmaktan sıyrılamadıklarına (bütün diğer ha­taları bir yana Osmancık romanı ve televizyon dizisinde Tarık Buğra'nın da kaydettiği bu yalın olguya) hiç değinilmiyor? Bu seçimsel beylikten sultanlık ve padişahlığa evriliş Osmanlıyı benzersiz kılmaz; çünkü aynı evrim, seçimsel krallığın yerini mutlak monarşinin alışıyla, Ba­tı'da da Orta ve Geç Ortaçağ'da gözlenebiliyor.

"Batı'da köylü ayaklanmaları var, bizde yok" iddiasının şimdiye kadar ortaya atılış biçimi ve düzleminde, protatiplerine işaret ettiğim bütün hatalar ve darlıklar bir araya geliyor. Bu
görüşte olanlar, 1402-1412 Fetret Devri'nin Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal hareketlerini de köylü ayaklanması kabul etmiyorlar, örneğin; 1502 ve 1511'de Doğu Anadolu'da patlak verip II. Bayezid'in bastıramadığı, sonradan Yavuz'un bu 40 bin köylü ve göçebeyi kesip Anadolu'yu zorla Sünnileş­tirmesine yol açan başkaldırıları da; aynı şekilde, 16. yüzyılın sonundaki
Celilli isyanlarını da. Niçin? İlk grup hakkında, Şeyh Bedreddin'in okunduğunda çok da "komünistçe" gelmeyen felsefesinin panteist ve senkretist karakterinden, şehzade kavgalarının olağandışı koşullar yarattığından, vb. dem vuruluyor; ikinci gruba itirazlar, olayın Şiilik/Alevilik ve İran'daki Safevi devleti­ne destek sorunu olarak görülmesinde düğümleniyor; Büyük Kaçgun hem fazla heterojen, hem de fazla geç bulunarak klasman dışı tutuluyor; hepsinin ortak yanları olarak, net bir toprak talebinin, net bir sınıfsal bileşim ve antagonizmanın, net bir din-dışı bilincin saptanması zikrediliyor. 17.-19. yüzyıllarda ise her türlü "eşkiyalık ve halk hareketi" olduğu biliniyor mu; o zaman da Osmanlı düzeni zaten çözülme halinde deniliyor; ayaklanmak marifet değil, yani, şöyle adam gibi köylü ayaklanması olacaksa okul kitaplarındaki tarihle yüksel­me devrinde ya da klasik çağda olması öngörülüyor. Başka bir deyişe, kimseye köylü ayaklanması veya halk hareketi beğendirilemiyor. Bunun ardında, bir kere özellikle 1502 ve 1511'e bakışta, Osmanlı devletinin ideolojisini teslimiyet ile, derinleşen bir devletin göçebeliği ezip köylülüğü daha fazla sömürmesine tepkinin dinsel heterodoksluk kanalına akışındaki nedenselliği kavraya­mayış, apaçık farkedilebiliyor. Hatta tarihçilerimiz Ortaçağ toplumlarında sınıf mücadelesinin hemen her yerde dini ideoloji örtüsü altında kendini ifade ettiğinden ge­nel olarak habersiz davranıyorlar. Nihayet bir o ayaklanmaya köy­lü ayaklanması adının layık görülmesi için, galiba sınıf bileşimi bakımından çok saf, bilinci bakımından çok bilimsel, programı bakımından tüm feodal aristokrasinin topraklarına el konulup bunların köylülere dağıtılmasın da çok kararlı, ittifakları bakımından her türlü hakim sınıf kesiminden ya da komşu iktidar odaklarından çok bağımsız davranması zorunlu oluyor Bunlar da yetmiyor; ayaklanmanın, söz konusu Ortaçağ devlet ve düzeninin inişe geçtiği bir aşamada veya zaafa uğradığı bir konjonktürde değil de, yükseliş sürecinde ve gücünün doruğunda, yönetimin başarısına, ekonominin canlılığı­na ve devletin birleşik aygıtının tüm bastırma kapasite­sine meydan okuyarak kendini ispatlaması isteniyor. Peki, Batı'da var mı böyle köylü ayaklanması? Bunu kimse düşünmüyor.

Biz söyleyelim: Yok. Sondan başla­yacak olursak, Avrupa Ortaçağ'ında da köylü ayaklan­maları, feodalizmin yükseldiği, henüz basit ve hafif bir devletin/aristokrasinin köylüleri fazla yüksek sömürü oranlarına maruz bırakmadığı, üreteci güçlerin çok geri bir noktadan yola çıkan tırmanma çizgisinin büyük krizlere uğramadığı erken yüzyıllara değil, her yerde yoğunlukla 14. yüzyıl ortasından sonraya, başka bir deyişle, Batı feodalizminin kendi organik takvimi içinde görece geç, krizlerin baş gösterdiği, kapitalist gelişmenin uç verdiği bir aşamaya işaret ediyor. (14 yüzyıl sonları ve 15. yüzyılın ilk yarısı, İngiltere-İtalya Almanya üçgeninin her köşesinde bir köy ve şehir ayaklanmaları furyasına tanık: İngiltere'de 1381 ve sonra 1450'lerin Jack Gade isyanı; 1370'lerde Floransa'da Comp Hareketi; Almanya'da Engels'in o denli ilgilendiği köylü savaşı. İşe bakın ki Osmanlılarda 1402-1412 ayaklanmaları öbe­ği de bu dönemde. Tesadüf mü? Avrupa çapında bir krizin ürünü mü? Bu sorular daha yeni gündeme geli­yor) Ayrıca hiçbir yerde köylülerin, istikrar hüküm sü­rerken, sadece kendi başlarına, hakim sınıfların belirli unsurlarıyla ilişki kurmaksızın, yekpare bir devletin üs­tüne gitmeleri söz konusu değil, Heterojenlik, karışık bilinç biçimleri, sınırlı talepler, düzen-ötesi perspektiflerin yokluğu, Ortaçağ köylü ayaklanmalarının evrensel karakteri. Esasen bu yüzden, Batı'da da "köylü ayaklan­ması yok, halk hareketi yok" diyen tarihçiler var! Roland Mersnier, örneğin, Sovyet tarihçisi Porşnev'in sı­nıfsal hareketler gözüyle baktığı olayları "merkezi otoriteye karşı vergi protestoları" olarak değerlendiriyor. Jacques Leers de Ciomp ayaklanmasının gerçekten aşağı sınıfların eylemi değil, hakim sınıf içindeki çelişkilere bağlı olarak kitlelerin kullanılmasının ürünü olduğu ka­nısında. Gösterilen gerekçeler, Osmanlı toplumundaki sınıf mücadelesinin iskonto edilişine hayli benziyor.

Öyleyse Türkiye'nin Ortaçağ düzeninin ve ürettiği çe­lişme türlerinin hiç mi özgüllüğü yok, Batı 
Avrupa karşı­sında elbet; ve bu sorun kulaktan dolma ya da retorikle halledilemez. "Yok"luğu baştan, hazır modellerden hareketle ilan edilen birşey, nasıl doğru dürüst araştırılabilir? Profesyonel tarihçilik,bu işe yeniden başlamalı. İdeoloji tabakalarını bir bir kaldırdıktan sonra, sıra gerçek özgüllükleri yakalayıp gerçek temellerine oturtmaya gelebilir.


Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansk. İletişim Yayınları, 54 . Bölüm, s. 1738-39


NOTLAR
Yazının tamamını, aynen aldım.
Notlar, koyulaştırmalar ve italikler bana aittir. DK 

[1]Ampirik: Araştırma, deney ve gözlem yoluyla elde edilen verilere dayanılarak ulaşılan bilgi veya bilgiler. 

[2] Herakles'e (Herkül) verilen oniki görevden biri, Augeas'ın Ahırlarının temizlenmesiydi. Bir kahramana uygun olmayan, aşağılatıcı bir görevdi bu. Herkül nehirlerin yardımıyla bu işi bir günde başarır... bkz. http://www.aktuelarkeoloji.com.tr/herakles-ve-12-gorevi

[3] Atinalılar ile Spartalılar arasındaki Peloponnesos Savaşları’nı ayrıntılı bir biçimde yazan Thukydides, kendinden önceki ve çağdaşı olan tarih yazarlarından farklı olarak; sadece belli bir konuya yoğunlaşması (Peloponnesos Savaşları), kronolojiyi kullanması, açıklamalarını olayların neden-sonuç ilişkilerine dayanarak yapması, mitsel güçlere ve onların işlerine, eserinde yer vermemesi nedeniyle "modern" tarihçiliğin kurucusu olarak kabul edilmiştir. 

[4] Paradigma: a. Verili bir topluluğun üyeleri tarafından paylaşılan inançlar, değerler, teknikler ve benzerliklerinin muhtelif kümelenme biçimlerinin tamamı b. Bir şeyin nasıl üretileceği konusunda örnek, model

[5] Özcülük (Essentialism): Adeta doğuştan gelen, "doğamız itibarıyla sahip olduğumuz addedilen", ezeli, ebedi, değişmeyen, dış etkenlerden etkilenmeyen özelliklerin olduğu inancı... Bu yaklaşım, insan hakları ve demokrasi bilinci açısından önemli sakıncalar taşır; klişe ve önyargıları besler ve onlardan beslenir, özgür yurttaşların katılım ve etkileşimi sayesinde gerçekleşebilecek değişimi yoksayar veya "yozlaşma, benliğini yitirme, özünden uzaklaşma" olarak addeder.. 
Örneğin herhangi milletin kahraman ya da korkak, kadınların anne.. vb. olduklarına dair önermeler, metaforlar (mecazlar), benzetmeler, ya da metonimler.... https://tarihegitimi.blogspot.com/2016/12/ders-kitaplarndaki-insan-haklar.html
Bu metinde ortyantalizmin bağrında yaşayan, onun ayrılmaz, içkin parçasını oluşturan; ezeli, ebedi, değişmez değer yargılarından, inançtan bahsediliyor.

[6] Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT veya AÜT): Marks'a göre toplumların gelişiminde belli bir aşamaya tekabül eden üretim biçimi. Marks bu tür toplumsal-siyasal örgütlenmelerde özel toprak mülkiyetinin bulunmadığını, merkezi ve despotik bir devletin yaratılan artı-ürüne el koymakla birlikte, toplumun gereksindiği hizmetleri ve büyük bayındırlık işlerini gerçekleştirdiğini ileri sürmüştür. AnaBritannica, cilt 2, s. 455
ATÜT konusunda şunlara da bkz. 


4 Ocak 2019 Cuma

Selçukludan Osmanlıya Halk Ayaklanmaları

Selçukludan Osmanlıya Halk Ayaklanmaları


Babailer Ayaklanması (1240)
Amasya,  Kırşehir, Sivas, Adıyaman ve Malatya dolaylarında Baba ishak tarafından  başlatılan,  kısa
sürede Türkmenler arasında yayılan eşitlik­çi  temelde  dayalı  dinsel  kökenli bir ayaklanmadır. Başka Selçuklu  kuvvetlerine karşı önemli  başarılar elde etmiş  olan  hareket,   Selçukluların Frank askerlerini savaşa alanına sokmaları sonucunda yenilmiş ve binlerce Türkmen  kılıçtan geçirilip, Baba İlyas ile  Baba  İshak   gibi   önderler idam  edilmiştir

Şeyh Bedreddin Ayaklanması (1413)
Gerçekte Şeyh  Bedreddin'in içinde yer almadığı ama müridlerinden Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal'in Ay­dın ve Manisa yörelerinde başlattığı ayaklanma,  hareketin düşünce  planındaki  önderinin Bedreddin  olması nedeniyle   bu   isimle  anılmaktadır. Dinsel niteliğe sahip  ancak eşitlikçi, mülkiyet karşıtı  ve  insan  sevgisine dayalı pir felsefesi  olan  ayaklanma Mehmet  Çelebi'ye   bağlı  Osmanlı kuvvetleri tarafından bastırılmış, önce  Börklüce Mustafa,  ardından Torlak Kemal ve sonunda da Şeyh Bed­reddin  asılmışlardır.


Şahkulu veya "Şeytan Kulu" Ayaklanması (1511)
Antalya, Burdur,  Isparta, Kütahya ve Sivas'ta yaygınlık gösteren  ayaklan­ma Şah  İsmail'in
babası  Şeyh  Hay­dar'ın  halifelerinden  Hasan  Halife'nin  oğlu  Şah Kulu tarafından başla­tılmıştır. Alevi kökenli  bu ayaklanma doğrudan  Osmanlı iktidarına yönelikti. Kendisine  katılan  fakir  köylüleri, tımar erlerini ve sipahileri dinsel bir düşünce etrafında toplayan Şah Ku­lu  önceleri  önemli  başarılar elde  etti.  Üzerine gönderilen Karagöz Paşa kumandasındaki  Osmanlı  güçlerini yenerek, paşayı  öldürten Şah Kulu'­nun ayaklanması sonunda Sadrazam Ali   Paşa'nın güçlerine yenildi.

Nur Ali Halife ayaklanması (1512)
Şah  Kulu Ayaklanması'nın bastırıl­masından sonra Amasya, Tokat, Çorum  ve  Yozgat  civarında  meydana gelen alevi kökenli  bu ayaklanma fazla  yayılmamış  ve  kısa  sürede  Osmanlı  kuvvetleri tarafından yenilgiye uğratılmıştır.

Bozoklu Celal Ayaklanması (1518)
Kendi önderlik ettiği  ayaklanmadan sonra  meydana  gelecek  benzer  is­yanlara bir çeşit isim
babalığı yapan Bozoklu  Celal'in   hareketi  Tokat  ve Turhal'da  yaygınlık gösterdi. Bozoklu Celal bir Türkmen dervişi olup, meh­dilik iddiasında   bulunmuştur.   Kısa sürede binlerce kişiyi etrafına toplayan ve alevi kökenli  olan ayaklanma Rumeli   Beylerbeyi  Ferhat  Paşa   ile bölgedeki beylerbeylerinin gücü karşısında yenilmiş  ve  Celal  ile  müridleri öldürülmüştür.

Baba Zünnun Ayaklanması (1525)
Yozgat'ta   başlayan,  Sivas,  Tokat, Kayseri ve İçel'e kadar yayılan  alevi kökenli ayaklanma  Osmanlı  yöneti­mine  karşı  Türkmenlerin ağır vergi­lendimeleri  öne sürerek kalkıştıkları  bir  harekettir.
Kayseri  ve  Malatya yörelerinde Osmanlı kuvvetlerine kar­şı başarı  kazanan Baba Zünnun önderliğindeki  alevi Türkmenler, sonun­da Rumeli  Beylerbeyi  Hüseyin  Paşa güçlerine yenilmişlerdir.

Domuz Oğlan ve Yenicebey Ayaklanması (1526)
Toprak ve nüfuzlarını  kaybeden Do­muz  Oğlan  ile Yenicebey'in Tarsus ve  Adana'da Türkmenlere  öncülük ederek  başlattıkları   bu  ayaklanma Adana  Beylerbeyi  Piri Paşa tarafından bastırılmış, sonunda Domuz Oğlan öldürülmüş,  Yenicebey ise  kaç­mıştır.

Kalender Şah Ayaklanması (1527)
Sivas, Amasya ve Tokat'ta başlayan ve  bu yörelerde çok  kırsa sürede onbinlerce kişiyi toplayan  alevi  kökenli bu  ayaklanmaya,  dirliklerine  elkonulmuş olan sipahilerle, vergilerden yakınan sünni  halk katılmıştır.  Kalen­deroğlu ya da Kalender Çelebi diye de tanınan  Kalender Şah,  Kanuni'nin üzerine gönderdiği Anadolu  Beyler beyi  Behram  Paşa  komutasındaki kuvvetleri  yenmiş ama  daha  sonra dirliklerinin   geri  verilmesi   üzerine ayaklanmadan vazgeçen sipahilerin ayrılmasıyla zayıflaması sonucu güçlü Osmanlı  ordusu  karşısında yenil­miştir.

Veli Halife Ayaklanması (1527)
Tarsus ve Adana yöresine Veli  Hali­fe'nin öncülük ettiği  bu  isyan dinsel kökenli  olup,  katılanların  çoğunluğu­nu toprağını işletecek gücü olmayan ve  pamukta çalışan  ırgatlar oluştur­muştur Ayaklanma yine Piri Paşa ta­rafından  bastırılmıştır.

Şeyh Şeydi Ayaklanması (1530)
Adana'da  başlayan  ve  Kars'a yayılan alevi  kökenli  bu  ayaklanma Anado­lu'da alevi kökenli son 
ayaklanmadır. Önce Piri Paşa'ya yenilen Şeyh Sey­di'nin  kuvvetleri daha  sonra  geldikleri Kars'ta yeniden karşılaştıkları Paşa'nın güçlerine  yenik düştüler.

Karayazıcı Abdülhalim Ayaklanması (1598) 
Malatya, Sivas,  Urfa, Maraş ve  Çorum'da  yayılan   bu  ayaklanma   16. yüzyılda   görülen   en  büyük  Celali Ayaklanması diye bilinir. Önce Celalilere karşı savaşan birliklerin  başına getirilen  Karayazıcı  daha sonra on­ ara   katılmış  ve   etrafına  topladığı 20 000  kişiyle  halktan  haraç  topla­mıştır. Karayazıcı ayaklanma sırasın­ da  kendisine bağlı kuvvetleri oldukça iyi örgütlemiş, Osmanlı yönetimin­den  hoşnut olmayan devlet adamlarını biraraya getirmişti. Bu arada, üs­tüne gelen orduyu yenen Karayazıcı kendisine katılan eski beylerbeyi Hü­seyin Paşa'yla birlikte Urfa'yı ele ge­çirdi. Sonunda İbrahim  Paşa tarafın­dan  Kayseri'de yenilerek Samsun'da Canik dağlarına  kaçan Karayazıcı  burada ölmüştür.

Deli Hasan Ayaklanması (1600) 
Karayazıcı Abdülhalim'in kardeşi olan Deli Hasan'ın başlattığı bu ayaklanma Tokat, Kütahya, Afyon ve Si­vas  yörelerinde  yayılmıştır.  İsyanın önderi Deli Hasan daha sonra bağış­lanarak Bosna'ya gönderilmiş, fakat burada  da  ayaklanma  girişimlerine Kalkıştığı  için Tiryaki  Hasan  Paşa ta­rafından  boğdurulmuştur.

Tavil Ahmed Ayaklanması (1605)
Tavil Ahmed'in  öncülük  ettiği Celali ayaklanması Karaman, Seydişehir ve Harput civarında meydana
gelmiştir. Tavil Ahmed ayaklanmayı bastırmak üzere üzerine Ali  Paşa ile Nasuh Paşa'ları yenmiş,  ardından  Harput kalesini  kuşatmıştır  Kendisinden  sonra kardeşi Mustafa ile  oğulları Mehmed ve  Mahmud'un   sürdürdükleri ayaklanma Murad  Paşa tarafından bastırılmıştır.

Kalenderoğlu Mehmet Ayaklanması (1606)
Sancakbeyliği, Kethüdalık  ve  müte­sellimlik   yapan   Kalenderoğlu Mehmet Bey'in başlattığı
ayaklanma An­kara, Bolu, Geyve, Manisa, Burdur ve Isparta  dolaylarında  yayılmıştır.  Bir ara Ankara'yı ve Bursa'yı da kuşatan Kalenderoğlu siyasal bir hedefe yö­nelmiş,  Osmanlı  iktidarını  tehdit  et­miştir.  Bir  süre Anadolu'nun  büyük bir kesimine  egemen olan Kalende­roğlu Piri, Osmanlı'yı zorbalıkla, halkı ezmekle suçlamış özellikle Canbuladoğlu'nun   öldürülmesinden   sonra
hareketini genişletmiş  ama sorunda Adıyaman'da, Göksun'da Kuyucu Murad Paşa'ya yenilerek,
kaçmış ve İran'a   sığınmıştır.

Yusuf Paşa Ayaklanması (1607)
Önce  kethüda ve  daha  sonra paşa olan Yusuf Paşa, Aydın yöresinde köy ve  kasabaları  soyarak
ayaklanmış, daha sonra bağışlanmak üzere gitti ği Kuyucu Murad Paşa'nın  huzurun­da boğdurulmuştur.

Canbuladoğlu Ayaklanması (1607)
Kürt Beyi olan Canbuladoğlu Ali Bey, amcası Canbuladoğlu Hüseyin  Bey'­ in sebepsiz yere idam edilmesinden sonra ayaklanmış ve Şam,  İskende­run,  Haleb civarında egemenlik kurmustur.  Kendi  adına  hutbe okutan, ordu kuran ve para bastıran Canbuladoğlu  bir ara bağımsız bir devlet gibi  dış  ilişkilerde  de  bulunmuştur. Bu durum  merkezi yönetimi kızdırmış,  üzerine  gönderilen Kuyucu Murat  Paşa  komutasındaki  kuvvetlere yenilen Canbuladoğlu İstanbul'a gelerek kendisini Padişah'a affettirmesine  rağmen  daha  sonra  atandığı Belgrad'ta Kuyucu Murad tarafından boğdurulmuştur.

Abaza Mehmed Paşa Ayaklanması (1625-27)
Canbuladoğlu'nun  hazinedarı  olan Abaza  Mehmed  Paşa'nın  Erzurum, Sivas, Kayseri  dolaylarında gerçekleştirdği bu hareket sekbanlara ve le­ventlere  dayalı  halkla  pek ilişkisi  ol­mayan  bir paşa  ayaklanmasıdır.  Bir post kavgası  biçiminde oluşan olaylar sonucunda Abaza Memed Paşa bağışlanarak  Bosna  valiliğine  atanmıştır.

Cennetoğlu Ayaklanması (1625)
Balıkesir, Aydın ve Manisa  dolaylarında çıkan  bu ayaklanmaya Cennetkanoğlu  diye  bilinen  eski bir tımarlı sipahi  öncülük  etmiştir.  Halka  Os­manlı yönetimine karşı yeni  bir yönetim  kuracağını  vaadederek  ayakla­nan Cennetoğlu,  kısa bir süre içinde yüzlerce  kişiyi bir araya getirdi,  ayan­lardan  sekban akçesi  topladı.  Cen­netoğlu'nun  üzerine gönderilen  Diş­lek Hüseyin Paşa'nın ve yörede Cennetoğlu'na karşı bir araya getirilen kapıkullarıyla,  gönüllülerin  sürdürdüğü savaşlardan  sonra
yenilerek, işken­ceyle öldürüldü.

İlyas Paşa Ayaklanması (1632)
Balıkesir'e  yerleşmiş  İlyas Paşa'nın diğer paşalarla  olan  sürtüşmesinden doğan  ve  çıkar  çatışmalarının  ağır bastığı bu ayaklanmanın sonunda il­yas Paşa, IV. Murad'ın huzurunda af
dilemeye gelmiş ve burada boğdurulmuştur.

Kara Haydaroğlu Ayaklanması (1647)
Söğüt ve Afyon civarında babasını öl­dürenlerden öc almak üzere harekete geçen Kara Haydaroğlu Mehmed' in önderlik ettiği bu ayaklanma bir sü­re etkili oldu. Önceleri Afyon önlerin­de Osmanlı  kuvvetlerini yenen Kara Haydaroğlu, sonunda Isparta önlerin­de yenilmiş ve İstanbul'a getirilerek asılmıştır.

Katırcıoğlu Ayaklanması (1646)
Kara Haydaroğlu'nun en yakın arka­daşlarından olan Katırcıoğlu'nun Osmanlı yönetimini devirmek
amacıyla başlatmış olduğu ayaklanmadır. Akşehir,  Beyşehir ve Seydişehir dolaylarında halktan
para toplayan Katırcıoğlu  sonunda Topal  Mehmet  Paşa'ya yenilerek, bağışlanmasını  iste­di. Bunun  ardından  paşa olarak gittiği Girit'te  öldü.

Vardar Ali Paşa Ayaklanması (1647)
Osmanlı  bürokrasisi içindeki  aksaklıkların giderilmesini ve padişahın kötü yönetimini öne
sürerek ayaklanan Sivas valisi Vardar Ali Paşanın  bu  isyanı üzerine   giden İbşir Paşa tarafın­dan
bastırılmış ve paşanın boynu vu­rulmuştur,

Gürcü Abdünnebi Ayaklanması (1649)
Bir kapıkulu olan Gürcü Abdünnebi'nin  ayaklanması kişisel  bir nedenden kaynaklanmş,   ancak   o
dönemde Anadolu'da  başkaldırmaya  hazır ve yönetimden hoşnut olmayan kitleler tarafından  destek görmüş  bir harekettir. Ayaklanma sonunda Üsküdar'da  Kuyucu  Murad  Paşa'ya  yenilen Gürcü Abdünnebi'nin   kafası   kesil­miştir.

Abaza Hasan Paşa Ayaklanması (1659)
Köprülü Mehmed Paşa'nın  tutumundan memnun olmayan bazı sipahileri etrafına  toplayarak 
başkaldıran ve kendisi  de  bir  kapıkulu  olan Abaza Hasan Paşa,  Köprülü'nün Erdal seferine katılmamış Bursa ve Konya yöresini bir süre  denetimi altında  tutmuştur. Sonunda Murtaza Paşa  tarafından  yenilgiye  uğratılan  Abaza Mahmed Paşa teslim olduktan sonra  öldürülmüştür.

Patrona Halil Ayaklanması (1730)
İstanbul'da esnafı, yeniçerileri ve hal­kı  yanına  alarak  başkaldıran  Patro­na  Halil, Lale Devri'nin  getirmiş  ol­duğu lüks ve israfın  halkta yaratmış olduğu nefreti dile getirerek Osmanlı yönetimine başkaldırmıştır. Kısa Sürede  yayılan   ayaklanma  sırasında Damat İbrahim Paşa'nın  idamını  sağlanmış ve  III. Ahmed tahtını  I. Mahmud'a  bırakmıştır,   Kağıthane'deki zengin konakları ile köşkler ayaklan­macılarla, halk tarafından yıkılmıştır. Sonunda  bir  komployla saraya geti­rilen Patrona ve  arkadaşları  burada öldürülmüştür.

Şer Himmet Ayaklanması (1750)
Manisa ve Aydın civarında başkaldı­ran Şer Himmet, bölgedeki zenginleri haraca keserek yanına yoksul hal­kı  da almış ancak bu  eylemi Anadolu valisi Ali  Paşa tarafından bastırılmış ve  kendisi  de  öldürülmüştür.

Kabakçı Mustafa Ayaklanması (1807)
İstanbul'da   Nizam-ı  Cedid'e   karşı tepki  duyan  yeniçerileri, cebeci  ve topçuları ve bir kısım halkı yanına alarak başkaldıran Kabakçı Mustafa adlı bir çavuşun öncülük ettiği ayaklanma sonunda III.Selim tahtan  indirildi. Yerine getirilen  IV.  Mustafa ile  birlikte Nizam- ı  Cedid  de bir fetva ile  kaldırıldı.

Tuzcuoğlu Memiş Ayaklanması (1816 )
Rize,  Trabzon,  Hopa,  Akçaabat ve Gümüşhane dolaylarında zengin bir aileye  mensup olan 
Tuzcuoğlu Me­miş Ağa', merkezi yönetime baş­kaldırmış ve vergileri kendi toplamış, askere gidecekleri  kendi güçleri­ne katarak bölgeye egemen  olmuş­tur. Sonunda Tuzcuoğlu üzerine ge­len hükümet kuvvetleriyle bir süre savaştıktan sonra yakalanmış ve  boynu  vurulmuştur.

Atçalı Kel Mehmet Ayaklanması (1826)
Aydın  ve  Nazili  civarında zeybekle­riyle ayaklanan  ve  egemen  olduğu yörelerde uyguladığı
yönetim biçimiy­le  kısa  sürede Türkmen  yörüklerin desteğini  kazanan Atçalı  Kel Mehmet'in  ayaklanması  19. yüzyılın  en son  halk hareketi  olarak sayılabilir. Yöresel bir başkaldırı olan ve siyasi hedefi  bulunmayan Atçalı Kel  Mehmet'in  ayaklanması  Yetim  Ahmed Ağa  tarafından  bastırılmış ve  kendi­si  de  arkadaşlarıyla birlikte  öldürül­müştür.


Kaynak: Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansk. İletişim Yayınları, 54. Bölüm, s. 1766-67

19 Şubat 2018 Pazartesi

Faşist İtalya'da Korporasyon Sistemi

Faşist İtalya'da Korporasyon Sistemi

Murat Sarıca & Rona Aybay
http://occupyforaccountability.org/?q=node/772
Korporatizm: Günümüzden bir yorum...

Faşizm, devletin dışında her hangi bir grup kabul etmediği için bağımsız sendikalara da yer vermiyordu. Faşizmin ekonomik görüşünü incelerken de açıklamaya çalıştığımız gibi, faşizm devleti her türlü ekonomik çıkarları uzlaştırıcı bir kurum olarak görmekte ve ekonomik düzende «ulusal bir uyuşum » kurmaya çalışmaktadır. Faşizmin bu uyuşumu kurmak bütün ögelerini devletin sıkı denetimi altında bulunan bir örgütte birleştirmek faşizmin amacı olmuştur.


Faşizm, korporatif sistemini yavaş yavaş kurmuştur. Bu işde, önce bağımsız sendikaları ortadan kaldırıcı bir yol tutulmuştur. Bağımsız sendikalar yasalarla ve yasa dışı baskılarla yavaş yavaş ortadan kaldırılmıştır. Böylece, işçi sınıfının bağımsız örgütler kurmasına ve bilinçlenmesine engel olunmuştur.

3 Nisan 1926 tarihli kanunla sendikalar «yasayla onaylanmış» olanlar ve olmayanlar şeklinde iki bölüme ayrılmışlardır. Bir sendikanın «yasayla onaylanmış » olabilmesi için, aranan diğer koşulların yanında yöneticilerinin « sağlam ulusal bağlılık inancası (teminatı) » göstermeleri gerekir. Bu kanunun getirdiği en önemli hüküm, her iş kolunda işverenler ve işçiler için yalnız bir tek sendikanın yasayla onaylı olabileceği hükmüdür. (Madde 6 ) . Böylece her iş kolunda bir tek olmak üzere ayrıcalıklı (imtiyazlı) sendikalar yaratılmış olmaktadır. Yasayla onaylanmış sendikalar, kendi bölgelerinde, üyesi olsun olmasın kendi dallarındaki bütün işçileri veya işverenleri temsil eder. Üyesi olsun olmasın kendi iş kolundaki bütün işçiler ya da işverenlerin komün vergilerinin toplanması usulüyle aidat toplayabilir (Madde 5) .

Bu durum, Büyük Faşist Meclisince kabul olunan Çalışma Bildirisinde de belirtilmektedir. Bu bildirinin 3.maddesi « sendika ve meslek örgütleri serbesttir, fakat sadece yasayla onaylanmış ve devletin denetimi altındaki sendikanın, kendi iş koluna girenler için ortaklaşa iş sözleşmeleri yapmaya, üyelerine yüküm yüklemeye ve bunlara karşı kamu yararına görev yapmaya hakkı vardır» demektedir.

Böylece, bağımsız sendikaların ortadan kaldırılması için yasa yoluyla açık bir baskı yapılmaktadır. Öte
yandan, 3 Nisan 1926 tarihli kanun lokavt ve grevi de yasaklamaktadır. Bu kanunla iş  uyuşmazlıklarının çözülmesi için iş mahkemeleri de kurulmuştur.

Ancak, 1926 ve 1927 tarihli bu belgelerde kurulması öne sürülen korporasyonların kurulmasıyla ilgili kanun ancak 1934 de çıkmıştır. Korporasyonlar kurulmadan önce « Korporasyonlar Ulusal Meclisi » kurulmuş bulunuyordu. Korporasyonlar Ulusal Meclisi'nin görevi, korporatif sistemin gelişmesine ve ulusal ekonominin gereklerine uygun olarak, Çalışma Bildirisindeki ilkeleri gerçekleştirmek amacıyla çalışmak ve yasa teklifinde bulunmaktı.

Böylece, uzunca bir hazırlık döneminden sonra 5 Şubat 1934 tarihli, Korporasyonların kuruluşu ve
görevleri yasası kabul edildi.

Korporasyonlar hükümet başkanının kararnamesiyle kurulur ve aşırı ölçüde merkeziyetçi bir rejime
bağlıdırlar. Bir çok meslekleri içine alan her ekonomik faaliyet kolu için, biri patronların, biri işçilerin olmak üzere iki sendika federasyonu vardır. Her ekonomik faaliyet kolundaki bu iki sendika federasyonu bir korporasyon teşkil eder.

Bütün İtalya böylece 22 korporasyona ayrılmış bulunuyordu. Bu korporasyonlardan, örneğin tahıl
korporasyonu, buğday yetiştirmek, değirmenlerde öğütmek ve ekmek pişirmek gibi çeşitli iş kollarıyla ilgili herkesi içine alıyordu.

Hükümette de bir korporasyonlar bakanlığı kurulmuştu. Sonuç olarak ortaya çıkan tablo şöyledir. Bir yanda işçiler sendikalar, federasyonlar ve konfederasyonlar biçiminde örgütlenmişler, bunlara karşılık işverenler de paralel sendika, federasyon ve konfederasyonlar kurmuşlardır. Bu iki grup arasında uzlaştırıcı durumda devlet örgütü yer almıştır. Devletin bu işle ilgili örgütünün başında, Korporasyonlar Bakanlığı vardır. Bundan sonra, Korporasyonlar Ulusal Meclisi, işçi ve kapitalistlerin temsilcilerini içine alan 22 korporasyon ve iş mahkemeleri yer alır.

Böylece, devlet işçiler ve kapitalistler arasında yer alarak anlaşmazlıkları çözücü bir görev almaya
çalışmaktadır.

Ancak, faşist devletin bu uzlaşmayı gerçekleştirebildiği söylenemez. Gerçi, korporasyonlar içinde hem
işçiler, hem işverenler toplanmak istenmiştir. Ama, hukuk alanında sağlanan bu birleşme, bunlar arasındaki ekonomik çelişmeleri ortadan kaldıramamıştır. Daha önce de gördüğümüz gibi, faşist devlet örgütünün işleyişi, her zaman çalışanların aleyhine sonuç vermiştir.

Murat Sarıca & Rona Aybay, Faşizm, İzlem Yayınları1962, s. 56-60

7 Şubat 2018 Çarşamba

Artık Değer ya da Artı-Değer

Artık Değer ya da Artı-Değer


A detailed overview of the work of the famous
American photographer
Lewis Hine (1874 - 1940)
 from the collection of the George Eastman House.
(Plus-Value ou Survaleur, Surplus Value) Sermayenin* değerlenme kuramının temel kavramı, artı-değer diye de adlandırılan artık değerdir. Nicel açıdan artık değer, bir dönem boyunca kapitalist etkinlikten doğan sermaye artışı miktarını belirtir. Sermaye gibi o da değerle ölçülür. Geriye bu
artışın gizemini çözmek kalıyor.

Marx, metaların* normal fiyatları üzerinden; yani, Kapital'in birinci cildinde benimsediği basitleştirici  varsayımlar çerçevesinde, değerleriyle orantılı fiyatlar üzerinden mübadele edildiğini varsayar. Sermayedarlar arasındaki veya sermayedarlarla son tüketiciler arasındaki ilişkilerde tüm metalar bu fiyatlardan mübadele ediliyorsa, görünürde bir artış söz konusu olmaz: değer aktarılır, bir elden diğerine geçer.

Bu noktada Marx, kullanımı değer yaratan özel bir metanın var olduğunu açıklar. Bu, emekçinin işgücüdür. Çalışma kapasitesi bir meta gibi düşünülür; bu da, bir faydaya ve bir değere sahip olduğu anlamına gelir. Satın alanın bakış açısından işgücünün sağladığı fayda, emektir: sermayedar işçiyi çalıştırır. Değeri, onun üretimi için gerekli çalışma zamanıdır. İşçinin satın alabileceği metaların üretimine gereken zaman olarak tanımlanır. Marx'ın "geçim araçları" olarak adlandırdığı malları (ailenin birçok üyesinin çalışabileceğini dikkate alarak, işçi ve ailesi için gerekenler) satın alma gücünü ifade eder. Zaman zaman işgücünün "üretimi" terimi yerine "yeniden üretimi" terimi tercih edilir. Her meta gibi bunun da bir fiyatı vardır: bu ücrettir".


Dolayısıyla artık değerin gizemi işçinin, satın alabileceği malların üretimi için gerekli olandan daha fazla saat çalışmaya yatkın olduğu gözlemiyle açıklığa kavuşur. Bu fazla çalışma saatleri artık değerin
ya da artı-değerin kaynağıdır.

Kapitalizmdeki bu değer yaratma gücü işgücünün özelliğidir. O yüzden Marx bu gücü satın almaya
hizmet eden sermaye bölümünü "değişir sermaye" olarak isimlendirir; bu çerçevede, hammadde
ya da makine satın almaya yarayanlar gibi öteki sermaye bölümlerine, "değişmez sermaye" adını verir. Artık değer  ile onu yaratan değişir sermaye arasındaki nicel ilişki, artık değer oranıdır: s/v.

Yalnızca tek bir artık değer vardır, fakat iki şekilde artabilir. Sermayedar ile işçi arasındaki güç
ilişkisi, iş günü süresini belirler. Üretimin teknik örgütsel koşulları ve ücretin satın alma gücü verili
ise, artık değer, iş günü süresi uzadıkça artar. Bu Marx'ın "mutlak artık değer" dediği şeydir. Fakat
artık değer işçinin geçim araçlarının üretimi için gerekli çalışma zamanının azalmasından doğan
başka bir yoldan da artabilir: eğer üretim koşullarının dönüşümü işin üretkenliğini artırmışsa (aynı
sürede daha fazla mal) ve işçinin alım gücü, bu artışı işçiye yansıtacak ölçüde artmamışsa. Söz konusu
mekanizma, "göreli artık değer" dir.

Marx, manifaktür ve büyük sanayideki gibi (bkz. İşbirliği) üretim koşullarındaki dönüşümlerin, artık
değeri ve artık değer oranını artırma amacını güttüğü konusunda ısrar eder. Birinci ciltteki bu analizlerdevüçüncü cildin açılımiarına biraz hızlıca bir giriş yapar. Üçüncü ciltte, kapitalistin gerçekte kar* oranını maksimize ettiği, artık değer oranının ise kar oranının belirleyicilerinden yalnızca biri olduğu anlatılır.

Marksizmin 100 Kavramı, Gerard Dumenil vd., Yordam Yayınları, 2013/3, s.20-22

25 Aralık 2017 Pazartesi

Boerler ve Cecil Rhodes

Boerler ve Cecil Rhodes

https://www.britishbattles.com/first-boer-war/battle-of-majuba-hill/
Birinci Boer Savaşı'nda Majuba Tepesi Savaşı
Ümit Burnu’nun keşfinden sonra Doğu’ya giden yeni ticaret yollarını bulan Portekizliler, önünden sık sık geçmelerine rağmen Güney Afrika'yla İlgilenmediler. 17. yüzyılın başında Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’nin baharat ticaretinin tekelini eline almasından sonra Güney Afrika’ya yerleşen Hollandalılar Kap bölgesinde bir koloni oluşturdular. Başlangıçta sadece sefer halindeki gemilerin durak noktası olan Kap, zamanla metropolden akın eden göçmenlerin Boer adını alarak çiftçilik yaptıkları verimli bir araziye dönüştü. Flemenkçeden türetilen Afrikaner dilinin benimsenmesinden sonra, tarım üretiminin doyum noktasına ulaşmasıyla Boerler koloni çevresindeki topraklara yayılmaya başladılar. Kısa bir müddet sonra geniş bir alanda yarı göçebe hayvancılığa dayanan bir yaşam biçimi oluştu.
Kolonileştirilmiş Afrika

Siyahlarla çatışmaların başlangıcı bu yarı göçebe çiftçilerin koloni yönetimine karşı çıkmalarıyla at başı gitti. 18. yüzyılın sonuna doğru Doğu Hindistan Şirketi'nin mali zorluklar içine düşmesi İngilizlerin bölgeye girmesini kolaylaştıran bir zemin oluşturdu. İngilizler ticari yaşamı canlandırmada oldukça başarılı oldularsa da karışıklıkların üstesinden gelemediler. İngilizler önceleri yerel yönetime dokunmayarak sınırlı reformlara giriştiler. Büyük Balık Irmağı civarına beş bin İngiliz yerleştirildi. Önceki göçmenler gibi Afrikanerler arasında erimeyen ve ticaretle uğraştıklarından güçlü bir konum elde eden bu yeni göçmenlerin baskısıyla; yönetim, yasama, yargı ve eğitim alanında yeni kurumlar ortaya çıktı.
Bir Boer birliği, 1900
İngiltere'deki liberal çevrelerin girişimiyle kölelik 1833’te kaldırıldı. Önceleri izlenen ilhakçı politika terkedilerek siyah kabile şefleriyle uzlaşma yoluna gidildi. İngiliz yönetiminin izlediği politikalardan hoşnut olmayan Afrikanerler kuzeydeki topraklara yerleşmek üzere büyük bir göç hareketi başlattılar. Siyahlarla çatışarak Natal’e ulaşmayı başaran göçmenler 1838’de Güney Afrika Cumhuriyeti adı verilen kısa ömürlü bir devlet kurdular. İngilizlerin 1843’te Natal’i ilhak etmesi üzerine Oranj'a yönelen topluluk Oranj Bağımsız Devleti’ni kurdu.

1860’da ise Transvaal'da Güney Afrika Cumhuriyeti canlandırılarak belirli bir uyum sağlandı. Göç sırasında Kap Kolonisindeki Afrikanerler zamanla İngiliz yönetimine uyum sağladılar. Siyahların denetim altına alınması ve yeni göçmenlerin gelmesiyle Kap Kolonisi 1872’de içişlerinde bağımsız bir birim haline geldi. 1868'de elmas, 1886'da altın yataklarının bulunması ekonomide ciddi bir dönüşüm yarattı. Göçmen nüfus artarken demiryolu ağı hızla yayıldı. Düşük ücretle çalıştırılan siyahlar, beyazların gördüğü kalifiye işler dışında madenlerin başlıca işgücü kaynağı haline geldi.
Güney Afrika'daki cumhuriyet ve kolonileri tahta bağlı özerk bir federasyon altında toplamaya yönelen İngilizlerin, Transvaal’da giriştikleri ilhakçı politika sert bir direnişle karşılaştıktan sonra İngilizler 1884’te Transvaal’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldılar.
Elmas madeninde çalışan Zululu çocuklar

Bu arada Kap Kolonisi'nde Afrikaner Bond* ile ittifak kurarak 1890’da hükümetin başına geçen Cecil Rhodes, İngilizlerle işbirliği içinde Siyahların oturduğu toprakları ele geçirmeye yöneldi. Rhodes Güney Afrika şirketi kurarak Rodezya** adı verilen toprakları da ele geçirdi. Altın yataklarının bulunması Transvaal'e kalabalık bir göçmen topluluğunun yayılmasına yol açtı. Hükümet göçmenlerin yönetimde ağırlık kazanmasına engellemek amacıyla oy hakkını kısıtlama yoluna gitti. Kap Kolonisi'nde İngiliz karşıtı bir eğilim gelişmeye başladıktan sonra Transvaal ve Oranj bağımsız devleti arasındaki yakınlaşma ve Alman desteğinin gündeme gelmesi bölgede yeni bir gerilim yarattı. Alman müdahalesinin bertaraf edilmesinden sonra yabancılara haklarını iade eden İngilizler 1899'da Boer Savaşı adı verilen savaşın patlak vermesini engelleyemediler. Savaşın başında gerilla taktikleri uygulayan Boerlerle baş edemeyen İngilizler, sivil halkı da içeren bir terör dalgasıyla 1902'de savaşı kazandılar. Boer cumhuriyetleri böylece bağımsızlıklarını yitirdiler.

*Güney Afrika'da faaliyet gösteren bir parti. 
** Güney Rodezya bugünkü  Zimbabwe; Kuzey Rodezya ise bugünkü Zambiyadır. Rodezya adı Cecil Rhodes'tan dolayı verilmiştir. 

Metnin Kaynağı; Sosyalizm ve Top. Müc. Ansk., İletişim Yayınları, s. 1277

23 Aralık 2017 Cumartesi

Köle Ticaretinde Müslüman Arapların Rolü

Köle Ticaretinde Müslüman Arapların Rolü


http://museums.fivecolleges.edu/detail.php?museum=&t=objects&type=ext&f=&s=&record=8&id_number=AC+1954.9
18. yüzyılın sonunda köle ticaretinin büyük kısmı, Afrika boynuzunun güneydoğusundaki Zanzibar adasını fetheden ve oraya yerleşen Ummanlı Arap sultanlarının eline geçti.
Portekizliler kıtaya ayak bastıklarında Arapların hâkim olduğu Doğu Afrika'da kölecilik yaygın ve gelişkin bir sistemdi, kıtanın batısında da İslamiyete paralel olarak yayılıyordu... İslam dünyası her zaman zenci köle kullanmıştır,deniz aşın köle ticareti Müslüman tüccarlar için önemli bir kazanç kapısıydı. Arapların köleciliğiyle Avrupalılarınki arasında temel fark, ilkinin "lüks tüketim”, ikincisinin ise "temel tüketim maddesi" ticareti yapmalarıydı, denebilir. Arap toplumlarında köleler daha çok hizmetkâr olarak ev işlerinde çalıştırılıyor, cariye, odalık, ya da harem ağası olarak kullanılıyorlardı. Önemli bir fark da, kölelerin Arap kültüründe asimile edilmesi, toplumsal yaşayışa da katılabilmeleridir. Kölelerden bir kısmı, diğerlerini İslam toplumuna uyacak şekilde eğitiyordu, ayrıca zencilerin büyük kitleler halinde bir arada bulunabilecek şekilde çalıştırılmamaları, onların kendi kültürlerini korumalarını ya da geliştirmelerini engellemiştir.

Zanzibar limanındaki köle pazarı
https://www.britannica.com/topic/slave-trade/images-videos

18. yüzyılın sonunda köle ticaretinin büyük kısmı, Afrika boynuzunun güneydoğusundaki Zanzibar adasını fetheden ve oraya yerleşen Ummanlı Arap sultanlarının eline geçti. Sultanlar bir kısım köleyi karanfil plantasyonlarında çalışmak üzere alıkoydularsa da, genişleyen ticaret hacmi, daha çok Kızıldeniz civarına, oradan da çeşitli ülkelere “ihraç edilen" köleleri kapsıyordu. Resimde (üstte) görülen ve Zanzibar'daki köle ticaretini konu alan 19. Yüzyıl resminde olduğu gibi, Araplar; Batılılara fildişi ve köle satarak zenginleşiyorlardı, Doğu Afrika'daki köle ticaretinin boyutlarını kestirmek güçtür, fakat 1870 yılında 60.000 civarında kölenin Doğu Afrika'dan çıkartıldığı bilinmektedir... Köle ticareti, özellikle Doğu Afrika'da Araplar aracılığıyla gerçekleştirilmişse de, bu sistemde Avrupalılar ve Araplar kadar siyahların da fonksiyonu ve sorumluluğu vardı; ırkdaşlarını beyazlara ya da Araplara satan siyah prensler ya da kabile şefleri olmasaydı, köle tacirlerinin işi çok daha zor ve tehlikeli bir hale gelecek, belki de imkânsızlaşacaktı.

Zanzibar Adası'nın yeri
Irkdaşlarını Araplara satan Afrika şefleri, uzun ve yavaş gelişen bir süreçten sonra ipleri ellerinden kaçırdılar. Bazıları tehlikeyi sezip ticareti engellemeye kalktıysa da başaramadı. Bunlardan biri olan Kongo Kralı V. Garda, 1641'de şöyle diyordu, "Bu bizim ve bizden önce bu yasaları koyan atalarımızın yüz karasıdır. Saflığımız, bin türlü belanın krallığıma musallat olmasına yol açtı. Sorun sadece saflık değildi. Afrika krallıkları da düşmanlarına karşı silahlanmak ve güç elde etmek için köle ekonomisine muhtaçtılar... Doğu Afrika'da 1770'ten yasaklandığı yıl olan 1896'ya kadar süren köle ticareti boyunca 1,5 milyon ile 3 milyon arasında siyahın özellikle Ortadoğu’da "el değiştirdiği" sanılıyor. Üç yüzyıl boyunca Afrika'dan; Ortadoğu’ya, Avrupa'ya, Güney ve Kuzey Amerika'ya nakledilen toplam köle sayısı ise, 10-15 milyon arasında tahmin ediliyor, bazı tarihçilere göre bu sayı 50 milyonu bulmaktadır.
Afrikalı köleleri Sahra boyunca nakleden Arap köle ticareti kervanı
https://en.wikipedia.org/wiki/Arab_slave_trade#/media/File:Arabslavers.jpg
Ortaçağ'da belli başlı köle ticaret yolları
https://en.wikipedia.org/wiki/Arab_slave_trade#/media/File:African_slave_trade.png

Metnin Kaynağı; Sosyalizm ve Top. Müc. Ansk., İletişim Yayınları, s. 1254-1255;

ayrıca bkz.
https://www.britannica.com/topic/slave-trade/images-videos
https://en.wikipedia.org/wiki/Arab_slave_trade

13 Kasım 2017 Pazartesi

Uygarlığın Yayılması ve Merkez - Çevre İlişkisi

Uygarlığın Yayılması ve Merkez - Çevre İlişkisi

Neil Faulkner
Ur kentinin temsili olarak canlandırılması
https://www.realmofhistory.com/2017/07/27/reconstruction-ur-city-sumerian/

Dünyanın ilk sınıflı toplumu Sümer’de milattan önce 3000’li yıllarda ortaya çıktı. Başrahipler ve şehir yöneticilerinden oluşan bir seçkinler grubu, kendilerini toplumun üstünde konumlandırdı ve sıradan yurttaşları kendi çıkarları için sömürmeye başladı.
Giderek karmaşıklaşan toplum, onlara özel siyasi-dini roller tahsis etmiştir. Bu roller onlara mülkiyet ve artı değer üzerinde hâkimiyet vermiştir. Ancak kıtlığın ve yoksulluğun kural olduğu bir dünyada bu hâkimiyeti kendilerini zenginleştirmek ve kendi iktidarlarını desteklemek için kullanmışlardır.
Aynı anda ya da birazcık sonrasında birtakım başka yerlerde aynı şeyler olmuştur. Medeniyet tek bir merkezden dışarıya doğru yayılmamıştır: koşulların uygun olduğu yerlerde bağımsız biçimde ortaya çıkmıştır.

Sümer’de rahipler yönetici sınıfın çekirdeğini oluşturmuş, tapınak varlıkları onlara zenginlik sağlamış ve tapınak zigguratları onların en gösterişli eserleri olmuştur. Şehir yöneticileri ve savaş liderleri, teokratik seçkinler arasından seçilmiştir.
Mısır’da gerçek bunun tersidir. Şahin kavminin lideri ve efsanevi ilk firavun Menes, Nil Deltası’nı (Aşağı Mısır) ve Nil Vadisi’ni (Yukarı Mısır) askeri fetihle birleştirmiştir. Merkezileştirilmiş bir devlet yaratarak kendisini tanrı-kral (firavun) ilan etmiştir.
Rahipler, memurlar, tüccarlar, zanaatkârlar ve köylülerin hepsi firavunun emri altındaydı. Yönetici sınıf –rahipler ve memurlar- mülklerini ve konumlarını kralın himayesine borçluydular. Eski Mısır Krallığı’nın (M.Ö. 2705-2250) sembolik anıtları piramitler tapınak değil, kral mezarıydılar.
Sümerli rahipler ve şehir yöneticileri gibi, Mısırlı firavunlar da “kent devrimi”nin kültürel ambalajını geliştirdi: sulama çalışmaları, uzun mesafeli ticaret (özellikle madenler, kereste ve taş konusunda), okuryazarlık ve kayıt tutma, numerik gösterim ve geometri, standart ağırlıkları ve ölçüler, takvim ve zaman kaydetme, astronomi bilimi.
Kent ambalajı devletin ve seçkinlerin ihtiyaçlarını yansıtıyordu. Nil sularının denetimi, verimli hasadı, büyük üretim fazlasını ve sağlıklı bir işgücünü garantiye aldı. Resmi ticaret çalışmaları, silah üretimi, anıtsal mimari ve lüks tüketim için ihtiyaç duyulan hammaddeleri güvence altına aldı. Bilgili bir bürokrasi, devlet iktidarının bağlı olduğu vergi ve işçilik hizmetlerini yönetti.
Bağımsız “kentsel devrimler” birkaç farklı yerde ortaya çıktı. Bu, tüm insanların en üst düzey başarılara erişebilir olduğunu gösterir. Diğerlerine örnek olacak “üstün ırklar” ya da “uluslar” yoktur. Tarihsel farklılıkları belirleyen kültür ve şartlardır –biyoloji değildir.
Milattan önce 2600 dolaylarında İndus Vadisi’nde (Pakistan) kentsel uygarlık ortaya çıktı. Mohenjo-Daro’nun büyük anıtları ve ikamet edilen mahalleleri bir milkare alanı kapsar. Kazılarda çıkan damga pulları, standart ağırlıklar ve ölçüler, komplike bir yönetime işaret eder.
Kuzey Çin’in Sarı Nehir bölgesinde bulunan antik Anyang, neredeyse 10 km. uzunluğunda ve 4 km. genişliğinde duvarsız bir kompleksti. Muhtemelen milattan önce 13. yüzyılda Şang Hanedanı’nın başkentiydi. Kazılar, zengin kral mezarlarını, büyük miktarda süslenmiş bronz zulasını ve on binlerce çatlak ve yazılı kehanet kemiğini gün yüzüne çıkardı.
Meksika’daki Teotihuacan, zirvede olduğu milattan sonra 450-650 yılları arasında 8 mil kare büyüklüğünde ve 150 bin civarında nüfusa sahip bir Maya şehriydi. Merkezinde dev piramitlerin hâkim olduğu anıtsal bir kompleks vardı. Güneş Piramidi’nin tabanı 210 metrekare ve yüksekliği 64 metreydi.
Büyük Zimbabve (M.S. 1100-1500) Afrika’nın kalbinde 20 bin nüfuslu bir kentti. Zenginliğinin temelinde büyükbaş hayvancılık, zirai tarım ve altın, bakır, fildişi, köle ticareti yatıyordu. Zambezi ve Limpopo arasında 100 bin kilometrekare genişliğinde bir alanı vardı.
Eskiden akademisyenler uygarlığın tek bir merkezden yayıldığına inanırlardı. “Eski doğudan çıkan ışık”tan bahsederlerdi. Bu, 19. yüzyılda “Beyaz Adamın Sorumluluğu” –Avrupalı emperyalistlerin uygarlaştırma misyonu- fikirleri ile donatılmıştı.
Arkeoloji bunun aksini ispatlamıştır: uygarlık, birbirinden bağımsız olarak farklı yerlerde, farklı zamanlarda gelişti. Mesaj, tüm dünya halklarının ortak beşeriyeti ve eşit yaratıcı potansiyeli paylaştığı.
Ancak başlıca medeniyet merkezlerinin, kendilerini çevreleyen toplumlar üzerinde etkisi olmuştur. “Çekirdek” ile “çeper” arasında her zaman bir ilişki olur.
Mısırlı firavunlar Lübnan’dan kereste, Kıbrıs’tan bakır, Sudan’dan altın elde etmiştir. Kimi zaman bu bir barışçıl takas meselesi olmuştur. Lübnan’daki Biblos kenti kereste ticaretiyle zenginleşmişti. Yerel tüccarlar, Mısır dilini okuyabilen tezgâhtarlar çalıştırmışlardır. Kültürel etkileşim vardı.
Başka zamanlarda bu bir fetih meselesi olmuştur. Kuzey Sudan fethedilmiş ve altın vergisi vermeye zorlanmıştı.
Çekirdek ve çeper arasındaki etkileşim bu nedenle çok yönlüydü –ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel.
Ticarete olan rağbet tüccarları, deniz kaptanlarını ve gemi inşacılarını cesaretlendirmişti. Kürekçiler tarafından hareket ettirilen uzun tekneler, milattan önce 3000yılından itibaren Ege Denizi’nde kullanılmıştır. Troya Kalesi milattan önce 2700 yılında Çanakkale Boğazı girişindeki bir limanı korumak için inşa edilmiştir.
Minos Uygarlığı’nın “Thalassokrasi”si (deniz hakimiyeti), milattan önce 1950-1450 yılları arasında Girit’in merkezi konumu ve adalıların kargo gemilerini derin gövdeli, yüksek kapasiteli, yelken gücüyle giden biçimdeki devrim niteliğinde tasarımları üzerinden egemenlik kurmuştur.
Minos Girit medeniyeti yöneticileri, geniş alana yayılmış, taştan yapılan, duvar resimlerinin ve devasa seramik kapların olduğu kilerlerin yer aldığı saraylarda yaşamıştır.
Homeros, kahramanı Odysseus’u seyahat yorgunu bir görünüşte tanımlar, onun “yaşamını hantal bir gemide, dışarıya giden malları hakkında endişelenerek harcayan, aşırı kârlarla eve geldiğinde gözünü yükünden ayırmayan bir tüccar gemisi kaptanı gibi” olduğunu söyler.
Böylece çeper, ticarete olan rağbet ile değişmiştir. Çeper, savaş tehdidiyle de değişmiştir. Akkad kralı Sargon, milattan önce 2330 sonrasında Mezopotamya şehirlerini birleştirmiş ve Pers Körfezi’nden Akdeniz’e dek uzanan bir imparatorluk yaratmıştır. Eski Krallık (Mısır medeniyetinde milattan önce üçüncü bin yıla verilen isim; ç.n.) firavunları, Sina’yı bakırı için fethetmişlerdir.
Süpergüç militarizmle tehdit edilen çeperdeki küçük devletler ve kabileler savaş için örgütlenmişti. Bronz Çağı dünyasına savaşçılar, silahlar ve savaş filoları egemendi. Ağır çekimdeki silahlanma yarışı, yüzyıllar boyunca hız kazandı. Duvar resimleri malların yüklendiği gemileri gösterir, ama aynı zamanda silahlanmış adamlarla dolu gemileri de gösterir.
Ticaret ve savaş vasıtasıyla ve malların, insanların, fikirlerin hareketi yoluyla çekirdek ve çeper toplumları birbirini etkilemiştir.
Kültürün paylaşımı ve yayılması, arkeologların “difüzyon” dedikleri şeydir. Bu, bilgi ve üretkenliğin gelişmesindeki başlıca süreçlerden biridir. İlerleme bariyerlerle engellenir, köprülerle kolaylaştırılır.
Ancak rekabet eden seçkinler ve hasım ordular dünyası aynı zamanda ölüm, tükenme ve gerileme potansiyeli barındırır. Göreceğimiz üzere, Bronz Çağı medeniyetinin zıtlıkları insanlığı durmadan krize ve barbarlığa sürüklemiştir.

Neil Faulkner, Marksizm Penceresinden Dünya Tarihi, Yordam Kitap