Ahmet Necdet Sezer
Çemberlitaş Sütunu ya da diğer adlarıyla Yanık Sütun veya Konstantin Sütunu (Yunanca: Στήλη του Κωνσταντίνου Α΄ Stíli tou Konstandínou A´) 330 yıllarında İmparator I. Konstantin onuruna, İstanbul'un yedi tepesinden biri olan ve şu anki adıyla Çemberlitaş olarak adlandırılan semtteki tepeye dikilmiş olan anıtsal sütun.
bayramcigerli.blogspot.com, Bayram Cigerli, Tarih, History, Cavit Pancar, Türkiye, Yunanistan, Dost, Düşman
bayramcigerli.blogspot.com, Bayram Cigerli, Tarih, History, Türkiye,İlk Silah Üreticisi,Nuri Killigil,
27 MAYIS’a değil devrim, darbe denilmesi bile yeterli değildir. Meseleye analitik gözle, sebep sonuç ilişkilerini araştırarak bakmalıyız.
14 Mayıs 1950 yılında Türkiye’de ilk hür seçimler yapılmış, Demokrat Parti (DP) yüzde 54 oyla, Meclis’teki 487 sandalyeden 408’ini almıştır; adaletsiz seçim sistemi sayesinde!
Bizim siyasi kültürümüzde hâlâ tam aşamadığımız iki hastalık vardır: Tarihten gelen derin kültürel yarılma... Demokratik iktidar ve demokratik muhalefet kültürünün gelişmemiş olması.
Bu toplumsal hastalıklar hemen kendini gösterdi, İnönü ve Menderes’in sert kavgaları başladı.
Daha Ekim 1952’de CHP Lideri İsmet İnönü’nün Manisa gezisinde olaylar çıktı. Balıkesir valisinin ricası üzerine İnönü 8 Ekim’deki Balıkesir gezisini iptal etti.
Daha bu ilk dönemde İnönü’nün Menderes’i “diktatör, ruh hastası” diye, Menderes’in de İnönü’yü “profesyonel cani soğukkanlılığı” ile suçlaması, on yılı zehirleyen siyasi çarpışmaların özetidir.
KAYNAK ESERLER
Bu konuda Altan Öymen’in�‘Öfkeli Yıllar’, ‘Ve İhtilal’ adlı kitapları ile yeni çıkan ‘Umutlar ve İdamlar’ adlı kitabını mutlaka okumak lazım. Gazeteci ağabeyimiz Altan Öymen CHP’lidir, oradan bakarak fakat objektif olgulara dayanarak ve dürüst değerlendirmelerle yazmıştır kitaplarını.
Öbür yanda, Menderes’in bakanlarından Rıfkı Salim Burçak’ın ‘On Yıl’ adlı kitabını mutlaka okumak lazım. Merhum Burçak DP tarafından bakarak fakat objektif olgulara dayanarak ve dürüst değerlendirmelerle yazmıştır kitabını.
Merkez sağdan anayasa profesörü Ali Fuat Başgil’in ‘27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri’ kitabı da son derece önemlidir.
Merhum Menderes, 27 Mayıs’tan bir ay önce Prof. Başgil’i davet ederek istişare ihtiyacını duydu. Başgil’in tavsiyesi tansiyonu derhal düşürmek, CHP ile uzlaşarak seçim hükümeti kurmak, anayasaya aykırı yetkiler verilen Tahkikat Komisyonu’nu derhal sona erdirmekti.
Menderes kabul etmiş, fakat sertlik yanlısı Celal Bayar engellemişti.
Menderes seçimlere gidileceğini, Tahkikat Komisyonu’nun görevinin bittiğini açıklayacaktır fakat gecikerek...
HATALAR ZİNCİRİ
DP’nin 1954’te çıkardığı iki kanun büyük hatadır. Hâkimlerin 25 hizmet yılını doldurduktan sonra yani 45-50 yaşlarında Bakanlık kararıyla emekli edilebileceği yolunda 1954’te kanun çıkarmıştı, hâkimlere baskı için...
1951’de liberalleştirdiği ‘basın kanunu’nu 1954 yılında tekrar Tek Parti dönemindeki gibi otoriter hale getirmiş, Hüseyin Cahit ve Metin Toker gibi gazetecileri hapsettirmişti.
Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın isteğiyle muhalefetteki küçük Millet Partisi’ni “mahkeme kararıyla” kapattırması, Osman Bölükbaşı’yı iki defa hapse attırması, Kırşehir’i ilçe yapması da büyük hatalardı.
CHP de ihtilali tahrik etti, "Şartları tamam olunca ihtilal meşru olur" diyerek ihtilali teşvik etti.
27 Mayıs Cuntası’na gelince... Yargıyı tahrip etti, “geriye yürüyen kanun” çıkararak, “ihtilal mahkemesi” kurarak hukukun en temel ilkelerini çiğneyerek idam sehpaları kurdu.
Yargıda tasfiyeler yaparak, açıkça ifade edilen “devrimcilerin elindeki yargı”yı oluşturdu.
O günden beri yargı siyasi güce göre el değiştirdi, tarafsız bir “erk” olamadı. Hâlâ en önemli bir sorunumuzdur.
Tarih gösteriyor ki darbeler baltayla ameliyat gibidir. İktidarlar seçimle gelip seçimle gitmelidir. Kutuplaşma çok zararlıdır, uzlaşma kültürüne ihtiyacımız vardır. Ülkemizde fikir ve ifade hürriyetini, yargının tarafsızlığını, iktidarları da denetleyecek güçte ve bağımsızlıkta olmasını sağlamalıyız
EKONOMİDEN Sorumlu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, baştan beri sözlerine değer verdiğim, saygı duyduğum bir iktisatçı ve politikacıdır.
Evet önce iktisatçı, sonra politikacı.
Keşke iktidarın hukukçuları da hukuku siyasetin önünde tutsalardı.
Dün Sayın Şimşek’i NTV’de dikkatle dinledim. Hem iktisadi gerçeklere bağlı kalarak ekonomimizdeki sorunları dürüstlükle dile getirdi, hem Türk ekonomisinin güçlü yönlerini mesela bankacılık sektörümüzün sağlamlığını teknik dille anlattı.
Ben Sayın Şimşek’in bahsettiği konulardan ikisi üzerinde duracağım: Biri Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, öbürü ülkenin yargı sorunu.
MERKEZ BANKASI’NA SAYGI
Şimşek “Merkez Bankası geç de olsa güçlü bir adım attı ve etkili oldu” dedi.
Sorun işte bu “gecikme” kavramında.
Dövizi frenlemek için faiz arttırmak gerektiğinde MB’nin her defasında “gecikerek” adım atması, onun bağımsızlığı konusunda kuşkular yaratıyor.
Şimşek, “Merkez Bankamızın eli kolu bağlı değildir, hükümetimizin tam desteğine sahiptir” diyerek kuşkuları gidermeye çalıştı.
6 Haziran’da Para Kurulu önemli bir toplantı yapacak, orada faiz için nasıl bir karar çıkabileceği sorulduğunda Şimşek şu cevabı verdi:
“Ona tabii ki Merkez Bankamız karar verecek. Ben 11 yılı aşkın süredir bakanlık yapıyorum. Hiçbir zaman Merkez Bankası’nın ne zaman, ne yapması gerektiği hususunda fikir beyan etmedim. MB’nin bağımsızlığı, kredibilitesi ekonomimiz açısından, bizim açımızdan son derece önemlidir.”
Dün yazmıştım, Ali Babacan da üç buçuk yıl önce şöyle demişti:
“Benim 12 yıldır Merkez Bankası ile ilgili ‘şöyle yapsın, böyle yapsın’ gibi bir ifadem olmadı.” (AA, 17 Ocak 2015)
YARGI KONUSU
Evet, siyasetin Merkez Bankası hakkındaki tavrı böyle olmalıdır. Zira ekonomik rasyonalizm, para politikalarının seçim ve oy endişelerinden etkilenmemesini gerektirir. Merkez Bankası Kanunu’na göre de faiz gibi “para politikası” alanına giren konularda “tek yetkili ve sorumlu” Merkez Bankası’dır.(Madde 4/II-b)
Böylece hukuk konularına gelmiş bulunuyoruz.
Sayın Şimşek, TÜSİAD’ı “yaptığımız reformları görmüyor” diye eleştirdi, yaptıkları reformları saydı.
Yargı sahasında reform olarak “istinaf ve ihtisas mahkemeleri”nin kurulduğunu hatırlattı. Elbette doğrudur ve iyi olmuştur.
Fakat yargı konusundaki güvensizliğin sebebi, bu iki mahkemenin kurulup kurulmamasıyla ilgili değildir, yargının siyasallaşmasıyla ilgilidir.
Bu konuda örneklerini vererek birçok yazı yazdım, burada ayrıntılara girmiyorum.
BU GEMİ HEPİMİZİN
Türkiye’deki yargının nasıl siyasi olarak yapılandırıldığını tahlil eden Venedik Komisyonu’nun 13 Mart 2017 tarihli ayrıntılı raporu ihmal edilmemelidir.
Fransa 2008 yılında anayasasının 65. maddesini değiştirerek hâkim ve savcılar yüksek kurulundan cumhurbaşkanı ve adalet bakanını çıkarmıştı. Bizde ise “yüksek” sıfatını kaldırdığımız HSK’nın bütün üyelerini siyasi irade atamaktadır.
Bundan başka BM ve AB komisyonlarının raporlarından bahsetmiyorum.
Sayın Şimşek uluslararası uzmanlık raporlarının önemini benden iyi bilir; yabancı sermaye kuruluşlarının hukukçuları da böyle raporlara bakarlar.
Bu ülke hepimizin, Türkiye gemisinin iyi yüzmesi, iyi sahillere gitmesi hepimizin arzusu. Gemide kavga edip hasar vermek yerine, bu ciddi konuları uzmanlık düzeyinde tartışarak ortak akılla çözümler getirmeliyiz.
Rasyonellik ve sağduyu her zaman ve her konuda doğru rehberlerdir
ERHUM Adnan Menderes 1946’da CHP’nin Tek Parti iktidarına karşı muhalefet bayrağını açmış parlak bir politikacıydı.
Parlak diyorum, bunu Atatürk de takdir etmişti. 1930’da Serbest Fırka kapattırıldıktan sonra yurt gezisine çıkar Atatürk, Aydın’da Serbest Fırka kurucusu genç Menderes’le tanışmış, onu çok beğenerek partisine almıştı.
On altı yıl sonra Menderes yeni kurulan Demokrat Parti (DP) adına 13 Eylül 1946 Cuma günü Meclis kürsüsündedir:
“Bir Meclis seçmek ve hatta bu Meclis’te bir miktar muhalif milletvekili bulundurmakla demokratik bir idare kurulmuş olmaz. Demokrasi teminatlar rejimidir...”
Menderes temel hak ve hürriyetlerle birlikte basın hürriyetinin “teminat” (güvence) altında bulunmadığı rejimlere demokrasi denilemeyeceğini anlatarak otoriter Tek Parti rejimini eleştiriyordu.
YEDİ YIL SONRA
Tam yedi yıl sonra Menderes başbakandır, Millet Partisi sözcüsü Osman Bölükbaşı muhalefettedir.
1950 seçimlerinde Demokrat Parti (DP) yüzde 54 oyla Meclis’teki 487 sandalyenin yüzde 84’ünü alarak iktidara gelmişti!
Ülkede özgürlük ve kalkınma rüzgârları esiyordu.
1953 yılının eylül ayında Menderes hükümeti “basın yoluyla işlenen suçlar” konusunda bir yasa tasarısını Meclis’e sevk etti. Tasarı, otoriter Tek Parti rejiminin ünlü “matbuat kanunu”na çok benziyordu.
8 Eylül 1953’te kürsüye gelen Osman Bölükbaşı, bu benzerliği anlatıyor, Menderes’in 1946’da CHP’yi eleştirirken yaptığı konuşmadan, benim yukarıya aldığım bölümü okuyarak şöyle diyordu:
“Şimdi ben de aynı gerekçeyle, tasarının reddi için önerge hazırlayacağım, dünkü fikirlerini hatırlatarak Başbakan’ın da imzalamasını rica edeceğim.”
Hiç etkisi olmadı, tasarı yasalaştı.
‘GÜCÜ SÜRDÜRMEK İÇİN’
Bu noktada zihnimizi malum “kutuplaşma”nın kafesine sokmadan sorunu anlamaya çalışalım: Sorun, bizim siyasi kültürümüzde siyasetin hukuktan güçlü olması sorunudur!
Soldakiler Tek Parti’yi, sağdakiler Menderes’i savunma refleksine kapılmadan “hepimizin sorunu” olarak görmeliyiz.
Kılıçdaroğlu’nun adalet yürüyüşü sırasında Meral Akşener’in tarihçi gözlemiyle söylediği şu sözler gerçeğin ifadesidir:
“Ülkemizde hiç değişmeyen tavır, ‘adalet, hukuk ve demokrasi’ diyerek iktidara gelenlerin gücü sürdürmek için bu taleplerini unutmalarıdır.” (15.6.2017)
Elbette mesafe aldık, bugün o yılların ilerisindeyiz fakat hukuk ve hürriyetler de dünyada çok ilerledi, hâlâ çağdaş seviyenin altındayız.
DENGELİ VE DENETİMLİ
Bizim cumhuriyetimiz farklı endişelerle kurulduğu için kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, bireysel hak ve hürriyetlerin dokunulmazlığı gibi değerler uygulamada da eğitim ve öğretimde de çok önemsenmedi.
DP’liler de o gelenekten geliyordu.
İktidarların anayasa ve bağımsız yargıyla sınırlanması, kuvvetler ayrılığı, temel özgürlüklerin güvence altında olması gibi yüksek felsefi değerlerin büyük düşünürlerinden Lord Acton’ın 1877’deki şu sözü, adeta tabiat kanunudur:
“Güç bozar, mutlak güç mutlaka bozar.”
AYM Başkanı Zühtü Arslan ‘Anayasa Teorisi’ adlı kitabına Lord Acton’ın bu cümlesiyle başlar.
Ülke yönetiminde siyasi iradenin zayıf düşmesi, sakınılması gereken bir tehlikedir.
Frenlenmeyen ve denetlenmeyen aşırı güç de aynı şekilde tehlikelidir.
Biz demokrasi tarihimizde ya bir uca, ya öbür uca savruluyoruz.
Bu seçimlerde kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, basın hürriyeti gibi değerlerin her zamandan daha fazla vurgulanması insana umut veriyor
DOLAR neden 4.9 seviyesine kadar çıkmışken Merkez Bankası’nın “faiz”i üç puan arttırmasıyla 4.5 ve 4.6 bandına indi?
Dış güçler ekonomimize saldırarak doları 4.9’a kadar çıkarmışsa, “bir gecede” niye indirdiler?
Dahası, 2002’den itibaren yılda 20 milyar dolara kadar Türkiye’ye adeta döviz yağdırmışlardı. Biz de bunu iyi değerlendirerek altyapı yatırımlarını geliştirdik, ihracatı 160 milyar dolara çıkardık.
Şimdi niye batırmak istesinler? O zaman kendi yatırımlarını, kendi ihracat pazarlarını batırmış olmazlar mı?
İKTİSAT DÜŞÜNCESİ
İktisat düşüncesinin rasyonelleşmesi olağanüstü derecede önemli bir zihniyet sorunudur. Temel sebebi geleneksel tarım toplumundan sanayi toplumuna geçmede en az iki asır gecikmemizdir: Tarla hayatının daha az hesap kitap, işletmeciliğin ise daha çok hesap kitap yani rasyonelleşme gerektireceği açıktır.
Prof. Ahmet Güner Sayar’ın ‘Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması’ adlı eserini mutlaka ama mutlaka okumak lazım. Öyle ki 1880’lere kadar vezirler, nazırlar “hesap kitap ve istatistik işleriyle uğraşmayı kibarlığa aykırı görürdü.” Bunu esef ederek, eleştirerek söyleyen Abdülhamid’in rasyonel düşünceli Maliye Bakanı Mehmet Ziya Bey’dir. (Sf. 104)
O zaman “ilm-i servet” denilen modern iktisat bilimiyle tanışmamız Tanzimat’tan itibaren ve özellikle Abdülhamid’in açtığı “yüksek mektepler”le oldu.
Atatürk de 1936’da iktisat öğretimini 4 yıla çıkarmıştı.
PİYASA FAKTÖRÜ
İktisat öğretimi kadar hatta belki daha önemlisi “piyasa”nın öğreticiliğidir, piyasa yaygınlaştıkça kültürü de yaygınlaşır. Kurun ne kadar önemli olduğunu en iyi bilenler ithalatçılar, ihracatçılar, yatırımcılar, bankacılar, döviz borcu olanlar ve Tahtakale esnafıdır.
Bu çevrelerden kimse dolardaki yükselişi “dış güçler saldırıyor” diye nitelemedi; TÜSİAD’dan böyle bir şey duyduk mu?
Buna karşılık, gelirleri Türk Lirası’yla olup vergi affı, ucuz kredi, maaş zammı gibi politikalarla hükümet tarafından desteklenen kesimler dövizin önemini hemen hissetmeyebilirler, “dış güçlerin saldırısı” olarak kabul edebilirler.
Nitekim MetroPoll’e göre halkın yüzde 42’si dövizdeki artışı dış güçlerin saldırısı olarak görüyor, AK Parti tabanında bu oran yüzde 58’e çıkıyor.
LONDRA GÖRÜŞMELERİ
Halbuki dış ekonomik konjonktürle ilgisi var ama “dış güçler”in Türkiye’ye saldırısı değildir. İşte Merkez Bankası 27 Mayıs gecesi faizi üç puan yükseltince dolar 28 Mayıs’ta 4.6 seviyesine indi.
Hemen ardından Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ve MB Başkanı Murat Çetinkaya Londra’ya gittiler. Şimşek’in dediğine göre “yaklaşık 90 portföy yöneticisi, banka üst düzey yöneticisi ve analistlerle” görüşecekler. Merkez Bankası’nın bağımsız olduğunu anlatacaklar, bakın diyecekler MB kendi kararıyla faizi 3 puan arttırdı...
Yatırım, hukuk, ekonomide rasyonel yönetim güvencesi verecekler.
Türkiye’ye yatırım yaparlarsa bundan onların da Türkiye’nin de kazanacağını anlatacaklar.
Doğrusu budur, rasyonel davranış budur.
Ama hani bu “küresel güçler” Türkiye’ye düşmandı?!
Döviz sorununu “dış güçler”e bağlamak, Türkiye’de ekonomi yönetiminin rasyonel olduğuna mı, irrasyonel olduğuna mı bu çevreleri inandırır?
Şimşek ve Çetinkaya niye siyaset diliyle değil de, iktisadi rasyonalizm diliyle konuşuyorlar?
Görüyorsunuz, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı gibi “kurumsal” konular, iktisadi rasyonalizm gibi “zihniyet” konuları ne kadar önemli
PARTİLER çesitli kesimlere şu kadar maaş, bu kadar ikramiye vaat ediyorlar. Bir ölçüde normaldir, sosyal adalete de katkı sağlar...
Fakat bizde ölçüyü çoktan aştı, kaynak gösterilmeden ve enflasyonu nasıl olup da körüklemeyeceği anlatılmadan bol keseden vaatler yapılıyor.
Siyaset biliminde “müştericilik” (clientalism) denilen popülizm türü; oyları verin, devletten parayı alın.
Benim önemsediğim husus partilerin devlet ve hukuk konularında söyledikleridir.
YENİ ANAYASA
Dün Meral Akşener İYİ Parti’nin seçim bildirisini açıkladı. “Tüm kesimlerle uzlaşmalı, yönetme yetkisinin hem sebebi hem meşruiyet kaynağı olan yeni anayasa” vurgusunun altını çizdim.
Evet, anayasalar toplumsal uzlaşıya dayanmak zorundadır.
İktidardaki AK Parti ile ittifak yaptığı MHP ise bildirilerinde mevcut “cumhurbaşkanlığı yönetimi sistemi” ile Türkiye’nin daha iyi yönetileceğini savunuyorlar, yeni anayasa vurgusu yapmıyorlar.
Muhalefetteki CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi “yeni anayasa” istiyorlar, daha önemlisi “kuvvetler ayrılığı” ilkesini savunuyorlar.
Gerçekten bu ilke olmadan demokrasi olamaz.
İYİ Parti’nin bildirisindeki “tüm yetkilerin tek elde toplanmasını önleyeceğiz” vurgusu, bu ilkenin tanımıdır.
Çağımızda iyi yönetimin kuralı, “daha çok güç” değildir, gücün “denetlenmesi ve dengelenmesi”dir.
Parti içi demokrasi olursa meclis yürütme erkini denetleyebilir.
AK Parti ve MHP’nin seçim bildirilerinde “parti içi demokrasi” kavramı geçmiyor; CHP ve İYİ Parti’nin bildirilerinde vurgulu olarak ifade ediliyor.
BAĞIMSIZ YARGI
İktidar dâhil bütün partiler “tarafsız bağımsız yargı” kavramını vurguluyor, fakat bu nasıl olacak?
HSK’nın bütün üyelerini siyaset belirliyorsa, bu ilkenin gerçekleşmesi çok zordur.
Muhalefet partileri bildirilerinde HSK’nın bu yapısını değiştireceklerini söylüyorlar.
İYİ Parti bildirisinde “süreli görevli yargıç” kavramı getiriliyor: Yani bildirideki ifadeyle, “baktığı bir davaya bağlı olarak yargıcın yetkisinin elinden alınmaması” kuralı...
Bunu çok önemsiyorum çünkü hoşa gitmeyen karar veren hâkimlerin o dosyaya bakmaktan uzaklaştırılmaları, bu sütunda örnekleriyle defalarca eleştirdiğim ciddi bir sorundur.
Bugün HSK müfettiş göndermeden, gerekçe bile göstermeden hâkimleri o dosyalardan alıp başka mahkemeye atamaktadır! “Süreli görevli yargıç” ilkesi bunu önler, çok da iyi olur.
Elbette görev süresi içinde hâkim hakkında haklı şikâyet olursa disiplin soruşturması açılır.
EN BÜYÜK PROJE
Bir hukuk devletinde olması gereken asgari kıstaslar ve bunların hangi bildiriye ne ölçüde yansıdığı konusu bir köşe yazısına sığmaz.
Önemli olan bu konularda kamuoyunda hassasiyet oluşturmaktır.
Son on günde dövizde yaşadığımız çarpıcı gelişmeler hukuk devleti konusunda da çok öğretici oldu.
Merkez Bankası’nın bağımsızlığı konusunda ciddi kaygılar doğduğunda dolar 4.9 lirayı görmüştü, bu satırlar yazılırken dolar 4.4’lü rakamlardaydı; Türk Lirası değerleniyordu.
Çünkü MB üç puan faiz arttırarak bağımsız davranabileceğini göstermiş, Mehmet Şimşek ve MB Başkanı Murat Çetinkaya da Londra’da küresel finans çevrelerine bu yönde güvenceler vermişti.
Kanuna göre de “para politikasının uygulanmasında tek yetkili ve sorumlu” Merkez Bankası’dır.
Görüyorsunuz, MB’nin bağımsızlığı hukuk devleti kavramının unsurlarından biridir.
Belki de hukukçu olduğumdan diyorum ki Türkiye için en büyük proje “hukuk devleti”dir