1908 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1908 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ekim 2017 Cuma

Meşrutiyet'in İlanı Sırasında Bir Subay Kürtlere Sesleniyor

Meşrutiyet'in İlanı Sırasında Bir Subay Kürtlere Sesleniyor

Jandarma Yüzbaşısı Mahzar Efendi 
Peyman, Diyarbakır
1908



Kürtler, İT [İttihat Terakki] döneminde Meşrutiyet adıyla bir de Kürt mektebi açarlar. Burada, Osmanlıcılık egemen ve etkendi.

Dönemin etkin Kürtlerinden olan Bediüzzaman Said-i Kürdi, Meşrutiyet ilan edildiğinde, Sadaret (Başbakanlık) yoluyla Kürt aşiretlerine çektiği telgraflarda, onların "Meşrutiyet"e sahip çıkmalarını istiyordu ve en çok "biz" (Kürtler) mutlakıyetten zarar görüyoruz diyordu. Kürt hamallara da benzeri çağrılarda bulundu. Bir yıl geçmeden Said-i Kürdi karşıt konum aldı. Bu, dinsel duygulardan ötürü olmalı.

I. Dünya Savaşı içinde Talat Paşa, Seyyid Abdülkadir'in Rusya'ya karşı, Kürdistan'a gidip ayaklanma başlatmasını istedi. Seyyid Abdülkadir'in gizlice Rusya ile anlaşarak hareket ettiğini Rus tarihçi Lasaref söylüyor.

Diyarbakır'daki İT'cilerin yardım ve özendirmeleri ile Diyarbakır Vilayet Matbaası'nda basılan Peyman gazetesindeki yazıların çoğunu İT'liler yazdı ve bunlarda Kürtlerin konumlarına ilişkin ilginç belirlemeler yer aldı.

Meşrutiyet'in ilanı üzerine, 79 tutuklu ve hükümlü af yasasından yararlanacaktır. Jandarma Yüzbaşısı Mahzar Efendi bir konuşma yapar ve Peyman'ın sorumlu müdürü de konuşmanın Kürtçe’sini yineler. Kürtleri bekleyen daha demokratik ve modern yaşamı dile getirirler. Kürtçe yazıların Ziya Gökalp tarafından yazıldığı iddia edildi.

1908 yılı özgürlük ve görece demokrat arayış ve çaba yılıdır. Özellikle Diyarbakır'da bu anlayışla, ileri görüşlü şeyler yazıldı ve söylendi. Yaşanan durumu ve geleceğe ilişkin beklentileri göstermesi bakımından bu konuşma ve yazıyı önemli gördüğüm için aktarmak istedim:
Kardaşlar!
Bugün nasıl bir gündür biliyor musunuz? Bugün aff-ı umumi günüdür, bugün büyük bir bayramdır. Şimdiye kadar böyle bir gün görmemişsiniz. Bu mübarek günün kadrini biliniz, sizin için bilmesini şiddetle lazım gelen diğer bir şey daha vardır. O da ne için hapsolmuş olduğunuzu bilmektir. İşte ben bu hususu size bildireceğim. İçinizde kiminiz ağalık yüzünden hapse girmişsiniz. Evet ağalık, fukarayı soymaksızın yapılmaz. Soymak ise korkutmaksızın, öldürmeksizin icra olunmaz.


Meşrutiyet ağalığı lağvetti, beyliği kaldırdı. Bugünden itibaren beyle hamal  birdir. Ağalık yoktur. Aşiret yoktur. Hayır, hayır aşiretlik var fakat eskisi gibi değildir. Şimdi her millet bir aşirettir. Biz de Osmanlı Aşiretiyiz. Artık Milli, Silivi, Zırıki, Pencinari, Reşkoti yoktur. Yalnız Osmanlı vardır. Biz bütün Osmanlılar birbirimizin kardeşiyiz, yoldaşıyız. Dekşuri, Hewerki yoktur. Xelil Begi, İsa Begi yoktur. Sıleman Begi, İsmail Begi yoktur. Karşı karşıya yalnız Osmanlı ile Yunanlı vardır. Bizim aşiretimiz Osmanlılıktır. Moskof, İngiliz, Fransız gibi diğer aşiretler dostlarımızdır. Alman, Nemse (Avusturya), İtalya gibi aşiretler ise bunlara karşıdır. Aşiretimiz yani milletimiz evvelce zayıftı, şimdi kuvvetlidir. Niçin?

Çünkü o zaman Padişahımız Abdülhamit'ti. Abdülhamit bahtsızdı. Abdülhamit haindi, zalimdi. Bugün padişahımız Sultan Mehmet Reşat Han'dır. Sahib-i din ü imandır. Sahib-i baht ü vicdandır. Adildir. Adalet- efşandır. Doğrudur. Hami-i müstakimandır.


Biz şimdi büyük bir aşiretiz. İslam, Hıristiyan her kim gönülden vicdandan Osmanlı ise bizim aşiretimize mensubdur. Yalnız bir reisimiz ve babamız vardır ki o da Padişahımızdır. Ondan başka ne reis; ne beg, ne efendi ve ne aga yoktur. Kim ki ağa olmak, büyük olmak isterse iyilik yapsın, doğruluk göstersin.

Bazılarınız ağalar yüzünden hapse girdiğinizi de söylemiştim, evet doğrudur. Çünkü ağa dediğimiz adamlar bir takım avcılardır. Avcıların tazılara ihtiyaçları vardır. Bazıları ağaların emirleriyle adam öldürmüşler, hırsızlık etmişler, talan götürmüşler. Evet, bunları yapmışlar da öyle hapse girmişlerdir. Bazıları ise ağaların kurbanları olmuşlardır. Daha doğrusu kendi arazilerinin kendi servetlerinin yüzünden hapse girmişlerdir. Çünkü ağalar ve beyler kendilerinden başka hiçbir kimsenin arazi ve mülk sahibi olmasını, bağlara ve koyunlara malik olmasını çekmezler. Onların fikrince bütün arazi ve emlak ağalarındır. İşte bu sebeple bütün servet onların eline geçmiştir.

Kardaşlar, amcazadeler.
Arazi rencberlerindir. Koyun, keçi, bağ ve tarla köylülerindir. Beyler ve ağalar insaf etsinler. Fukaranın mallarını geri versinler. Bugünden itibaren herkes rençberlik ediniz, çift sürünüz. Birbirinizden vazgeçiniz. Buğz ve adaveti terk ediniz. İşinizle gücünüzle uğraşınız. Çiftlik Hz. Adem Aleyhüsselamın sanatıdır. Eskisi gibi askerlerden kaçmayınız. Askerlik Farıza-i Cihaddır. Kürtlerin aşiret hesabına gazveye gittikleri zaman "ölüm var, dönmek yok" derler. Halbuki aşiret döğüşleri şeytan işidir. Askerlik ise Allah içindir. Namusumuzu, dinimizi, vatanımızı muhafaza içindir. Bundan böyle yiğit olanların kendi gönül ve arzularıyla, şevk ve sevinçleriyle mukaddes (bir kelime okunmadı) gitmelidirler. Asker ya gazi ya şehittir. Her ikisi de büyük fazilettir. Indellah son derece makbuldur. Kışla kudsiyete mabed gibidir. Muharebe korkulacak bir yer değildir. Allahın hıfz ve himayesi doğrulara hami ve nigehbandır. Devr-i istibdadda olduğu gibi vergiye derd ü bela demeyiniz. Aşar ve ağnama zülm te'adi demeyiniz de, bunlar zekat-ı şeriyedir. Hepsi milletin ihtiyacına sarf olunacaktır. Her köyde medrese, mekteb lazımdır. Bilen insan kuvvetlidir. Bilmeyen adam zebundur. Okuyanlar bilenler kendilerini hapse sokacak hiçbir iş işlemezler. Mahpusların umumuna bakınız, hepsi cahildir. Hiçbiri okumak yazmak bilmez. Cahil oldukları için Allah'a karşı isyan, hükümete karşı tuğyan ederler. Cezaya müstehak olurlar. Kürdlerin yalnız bir derdi vardır, o da cehalettir. Bu derdi dermanı okumak yazmak ve dünyayı öğrenmektir. Bundan böyle Kürdçe kitaplar yazılacak, Kürdçe gazeteler neşrolunacak. Mekteblerde Kürd lisanıyla ilim ve marifet öğretilecek. O zaman Kürdler de zengin olacaklar, bahtiyar olacaklar, iyi yaşamak usulüne agah olacaklardır.

Vatan ve millet ne demek olduğunu bilecekler, anlayacaklar ki aşiret dedikleri şey vatan ve milletten başka bir şey değildir. Bütün Osmanlıların yalnız bir aşiret olduğunu hepsinin birbirine dost ve kardeş olduğunu idrak edecekler. Bilecekler ki düşmanımız ancak Yunan'dır. Girit, vatanımızın bir köşesi, canımızın bir parçasıdır. Biz hep askeriz. Ne zaman bizi [...] vazifeye canı gönülden Yunanlılara doğru hücum etmeye hazırız.

Kulak veriniz. Dikkatle dinleyiniz. Padişahımız, milletimize merhamet ettiler, sizi affettiler. Fakat gafil olmayın, unutmayın ki o günden itibaren artık katiyen af yoktur. Ceza gayet ağırdır. Katlin cezası darağacıdır. Bir daha pençe-i hükümetten firar etmek mümkün değildir. Hükümet kuvvet ve satvetine tamamiyle malik olmuştur. Nevm-i gafletten kamilen uyanmıştır. Bugünkü hükümet adildir. Artık fukaraya zulm yapılmaz ve katiyen meydan vermeyecek.

Yaşasın Padişahımız. Yaşasın millet, yaşasın hürriyet, yaşasın Meşrutiyet, yaşasın İttihat ve Terakki Cemiyeti.

Alıntılayan ve sunum Naci Kutlay, s: 98-100, II. Meşrutiyeti Yeniden Düşünmek içinde “İttihad Terakki ve Kürtler” makalesi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2009


 Aşağıdaki manzume de aynı tema çerçevesinde Ziya Gökalp tarafından yazılmış.
http://dergipark.gov.tr/download/article-file/8165

24 Mart 2017 Cuma

Körfez'in Petrol Destanı

Körfez'in Petrol Destanı

 Charles Zorgbibe

Mescidi Süleyman'da ilk petrol kuyusunun inşası. https://wn.com/1908_masjed_soleyman
(bu adreste ilgili başka videolar da var)

26 Mayıs 1908'de, Mescid-i Süleyman'da (İran kıyısında, Zagros dağlarının eteğinde) masmavi gökyüzüne siyahımsı bir fışkırma Körfez'de petrol dönemini başlatıyordu.

1927'de, ikinci önemli keşif Irak'ın kuzeydoğusunda, Kerkük'te gerçekleşti. 1932'de Bahreyn'de petrole ulaşılıyordu. Bulunan değersiz bir yataktı, fakat bu olay peşpeşe gelen etkiler doğuracaktı: Petrol araştırmalar bundan böyle batı kıyısında yoğunlaşıyor, oldukça sınırlı bir bölge olmasına rağmen en önemli petrol rezervlerini barındırdığı ortaya çıkan, Katar'dan İran sınırına doğru
uzanan, 600-700 km uzunluğundaki şerit üzerinde gerçekleştiriliyordu.
1938'de Burgan'da (Kuveyt), 1939'da Abkaik (S. Arabistan) ve Dikran'da (Katar), 1949'da Zübeyr'de
(Irak'ın güneyi), 195l'de Safaniye'de (S. Arabistan sahili üzerinde) "yağ" keşfedildi ...


1950'li yıllardan itibaren Körfez'deki yataklar dünya üretiminin yüzde 23'ünü sağlıyordu (Dünya Savaşı'ndan önce sadece yüzde 5'ini sağlamalarına karşılık). Körfez, Karaibler bölgesinden hayli önde, ABD'den sonra petrol üreticisi bölgeler arasında ikinci sıraya oturmuştu. Özellikle kuyularının çok
yüksek üretkenliği, üretim ve sahile kadar taşıma giderlerinin düşüklüğü, rezervlerinin hacmi (rezervlere ilişkin tahminler petrol üretiminin kendisinden daha hızlı bir artış kaydediyordu) ile ön plana çıkıyordu.

Petrol destanı, Avustralya'da altına hücumla zenginleşmiş, 28 Mayıs 1901'de İran Şahı'ndan olağanüstü avantajlı bir imtiyaz (60 yıllığına, ülkenin Rus etkisindeki kuzey eyaletleri hariç ülkenin tamamı, yaklaşık 1.200.000 km2) alan William Knox d'Arcy, 1925'ten itibaren Arap kıyılarında hidrokarbür aramayı kafasına takan, fakat her türlü çabalarına rağmen herhangi bir İngiliz
şirketinin dikkatini çekmeyi başaramayan Yeni Zelandalı Binbaşı Frank Holmes'a kadar atılgan birtakım spekülatörlerce başlatıldı.

Gereken sermayelerin büyüklüğü karşısında, öncüler, devletlerin ve şirketlerin karşısında süratle silindiler. 20 Mayıs 1914'te, Knox d'Arcy ile İngiliz Hazinesi ve Donanma Bakanlığı arasında imzalanan
bir anlaşma, sermayesinin çoğunluğunun İngiltere Devletine ait olduğu "Anglo-Persian Oil Company"nin doğumuna yolaçıyordu. 1913'te "Avam Kamarası" önünde Donanma Bakanı Winston Churchill: "uzun vadeli politikamızın amacı, Donanmamızın kendi petrol ihtiyacını bağımsız olarak saıllayacak kaynaklara kendisinin sahip olmasıdır" diyordu.

2 Nisan 1920'de San Remo anlaşması ile İngiltere, dört yıl sonra baklanın "Fransız Petrol Şirketi"ne devredecek olan Fransız Hükümeti'ne, Deutsche Bank'ın elinde bulunan Irak petrollerine ait hisseyi veriyordu.

İngiltere'nin, Milletler Cemiyeti'nden aldığı mandaya dayanarak Irak'ta ayrıcalıklı bir duruma gelmesi, "açık kapı" ilkesini savunan ABD ile aralarında ateşli bir polemiğe yol açtı: Manda altındaki ülkelerde, bütün devletlerin uyrukları aynı muameleye tabi olmalı, imtiyaz yoluyla her türlü tekelleşme yasaklanmalıydı. Buna rağmen, 31 Temmuz 1928'de Amerikan şirketleriyle bir uzlaşma gerçekleştiriliyor ve böylelikle "açık kapı" ilkesi değil, güçlü şirketler arasında anlaşma ve paylaşma ilkesi zafer kazanıyordu. "Kırmızı Hat" anlaşması (Working agreement of red line) denen bu anlaşma, bundan böyle "Iraq Petroleuro Company (IPC) olan "Turkish Petroleum"a Amerikan katılımını kararlaştırıyordu. New Jersey'in Standart Oil'i, New York'unki, Gulf Corporation, Atlantic Refining, Pan American Petroleuro and İmport, ''Near East Developpment Corporation" bünyesinde bir araya gelerek, IPC hisselerinin yüzde 23.75'ini elde ediyorlardı .

Osmanlı İmparatorluğu'nun (bugünkü Türkiye, Irak, Suriye, Kuveyt hariç Arabistan Yarımadası) eski sınırları boyunca "kırmızı bir hat" çizildi: IPC üyesi şirketler bu hatla belirlenen bölge üzerinde bulunmuş veya bulunacak olan ve bir bireysel imtiyaz konusu olabilecek petrol kaynaklarını ona bırakmaya söz veriyorlardı. Aynı şekilde bütün IPC üyeleri, aralarından herhangi birinin "Osmanlı" çevresinde yapacağı keşiflerden yarar sağlayabileceklerdi. Bu bölge tam anlamıyla IPC'nin özel av sahası olmuştu ...

ABD'nin ve güçlü Amerikan şirketlerinin ilk ilkelerinden bu yüz seksen derecelik dönüşleri nasıl açıklanabilirdi?

Açık kapı prensibi, Iraq Petroleuro ile eşit muamele talep etmek ve daha az yetenekli rakipleri
elemek fırsatı verebilirdi. Eğer Amerikalılar sonuçta 1928 anlaşmasını kabul etmişlerse, bu Mezopotamya'dan uzak kalmamak için olduğu kadar, zamanın, üreticiler arasında şiddetli çekişme değil anlaşma zamanı olmasındandı. Anlaşma, dünya ekonomik krizinin arifesinde ve petrol fiyatlarında önemli bir düşüşün sonrasında gerçekleşmişti; ve 17 Eylül'de petrol pazarının üç büyükleri, Standard Oil of New Jersey, Royal Dutch-Shell ve Anglo-Persian şirketlerinin herbirinin kazanılmış konumlarını sağlamlaştırmayı ve petrol satış fiyatlarına örnek olarak Meksika Körfezi petrolü fiyatının alınmasını kararlaştırdıkları Achnacarry anlaşması ile aynı zamana rastlamıştı. Fakat,
izleyen yıllarda yeni petrol yataklarının keşfi (kırmızı hattın dışında ve içinde) Körfez'de petrol işletme koşullarını değiştirdi.

Jeologların pek çoğuna göre, Irak ve İran dışında petrolün varlığı hemen hemen olası değildi ve bu kanı petrol şirketleri tarafından da paylaşılıyordu. 1924 Eylül'ünde, Anglo-Persian'ın Başkanı Sir Charles Greenwey: "Elimizde bulunan bilgiler, Kuveyt'te veya Bahreyn'de büyük petrol bulma umudunun olduğunu göstermiyor", diye yazıyor ve şöyle belirtiyordu: "Eğer yüzde 1 bile bir şans olsa, başkalarının Körfez'e gelmesine seyirci kalacağımıza, onu biz değerlendiririz .." Aynı anda, Bahreyn petrol yatağını keşfeden Frank Holmes, aynı yirmi beş yıl önceki Knox d'Arcy gibi, mali açıdan umutsuz durumdayken, 1927 Kasım'ında haklarını almayı kabul eden Gulf Cor-poration'a (Amerikan şirketi) yöneliyordu. Fakat Gulf, IPC'ye dahil olduğundan ve "kırmızı hat" anlaşmasını imzalayanlar arasında bulunduğundan Bahreyn üzerindeki haklarını, pek istekli görünmeyen, fakat bununla birlikte Gulf'un da onları değerlendirmesi için gerekli izni vermeyi de reddeden IPC'ye teklif etti. Sonuçta Gulf haklarını, 1928 anlaşmasını imzalamamış olan "Standard of California"ya bırakıyordu.

Engeller henüz kalkmış değildi: Bahreyn Şeyhi İngilizlere bağlı idi ve sadece bir İngiliz'e petrol imtiyazını verebilirdi. Pazarlıktan sonra bir çözüm bulunabildi: Kanadalılar Standard of California'ya ortak olarak Bahrein Petroleuro Company (BAPCO)'yi oluşturuyorlardı. Gulf, "Bahreyn Petrol Dosyası"ndan gerekli dersi çıkarıp IPC'den çıkmaya ve özgürlüğüne kavuşmaya karar vererek "red line"den dışlanan Emirliğe, Kuveyt'e yöneldi. Fakat Kuveyt Şeyhi, aynı Bahreyn Şeyhi gibi, ancak
İngiliz Hükümeti'nin kendisine tavsiye edeceği aday imtiyazcı ile görüşeceğne dair SÖZ vermişti. 1933'te Gulf, (Gulfun oyununa dahil ettiği ) Frank Holmes ve Anglo Persian arasında bir uzlaşma devreye girdi: 1954'te Koweit Oil Company yaratıldı. Bahreyn ve Kuveyt'teki keşiflerle palazlanmış olan ve Irak Petroleuro'la rekabet halindeki Standard of California'nın Amerikalıları, S. Arabistan yöneticilerinden bir imtiyaz istediler. İngilizlere hiç güvenmeyen İbni Suud, kendi emrine bir ilk ödeme olarak 100.000 altın sterlin sunan Standard ile anlaşmayı tercih etti. 1933 Kasımında Californian Arabian Standard Oil Company oluşturuldu. Üç yıl sonra, Texas Co yeni işletmenin yarısına ortak oluyor ve 1939'da gerçekleştirilen yeni bir anlaşma ile şirketin adı Ararneo (ArabianAmerican
Oil Co.)'ya dönüştürülüyordu.

1946'dan itibaren, Amerikalılar IPC'deki ortaklarına "kırmızı hat" anlaşmasını resmen bozmak istediklerini, çünkü Amerikan yasalarına göre anlaşmanın  anti-tröst yasaları çiğnediğini belirtiyorlardı. 1948'de, "bağımsız" Amerikalılar, Kuveyt ile S. Arabistan arasındaki tarafsız
bölgede işletme ve imtiyaz haklarını elde ederek, American lndependant Oil Company (Aminoil) şirketini kurdular. Amerikan şirketleri, Birinci Dünya Savaşı sonrasında ihtiraslarına kapalı görünen Körfez'in bu bölgesine güçlü olarak girmeyi başarıyorlar ve bundan böyle orada dikkate değer çıkarlara sahip oluyorlardı .

1950'de beş en önemli Amerikan şirketi (Standard New Jersey, Socony Vacuum, Standard California, Texas, Gulf) bölgesel üretimin yüzde 45'ini ve iki İngiliz-Hollanda ortaklığı ( 1935'te Anglo-Iranian'a dönüşen Anglo-Persian ile Shell-Royal Dutch)'da yüzde 53'ünü kontrol ediyorlardı.


Körfez'in Tarihi ve Jeopolitiği, Charles Zorgbibe, İletişim Yayınları, Cep Üniversitesi, s: 37-41

14 Mart 2017 Salı

II. Abdülhamid Dönemine Kısa Bir Bakış

II. Abdülhamid Dönemine Kısa Bir Bakış


18 Ekim 1908 tarihli kapağında Le Petit Journal gazetesi Bosna Bunalımı'na değinerek kapağında I. Ferdinand'ı Bulgar Prensliği'ni, Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Joseph'i Bosna-Hersek'i ele geçirirken, II. Abdulhamid'i Bosna-Hersek'i ararken tasvir etmiştir.

Osmanlı padişahlarından Abdülmecid'in ve Tir-i Müj­gan Kadınefendi"nin oğluydu. 21 Eylül 1842 tarihinde doğan II.Abdülhamid'in iyi bir eğitim gördüğü söylenemez. Büyük kardeşi V. Murad'ın devlet işlerini yürütme­sine engel olan bir sinir bunalımı geçirmesi üzerine, kendisinden meşrutiyeti ilan edeceğine dair söz alınarak 31 Ağustos 1876"da tahta çıkarıldı.
II. Abdülhamid tahta çıktığında Osmanlı Devleti, iç ve dış borçların ödenmesi, dış baskılardan da kaynakla­nan Osmanlı devlet adamları arasındaki çatışmalar, Balkanlardaki milliyetçi hareketler bağlamında Sırbistan ve Karadağ'ın açtığı savaş gibi sorunlarla karşı karşı­yaydı. 
Abdülhamid"in tahta çıkmasından sonra Osmanlı orduları Sırpları ve Karadağlıları yenilgiye uğratıp Belg­rad'a doğru ilerlemeye başlayınca, başta Rusya olmak üzere tüm Avrupa devletleri bu ilerlemeyi durdurmak ve gerek Osmanlı Devletinin durumunu gerekse de Or­tadoğu politikalarını yeniden belirlemek üzere İstanbul'­da bir konferansın toplanmasını sağladılar. 25 Aralık 1876'da toplanan Tersane Konferansı Osmanlı Devlet'ini, Balkanlarda önemli ödünler vermeye zorlayan karar­lar aldıysa da, Osmanlı yönetimi bu kararlara uymayı reddetti. Bu karşı çıkış 24 Nisan 1877'de Osmanlı-Rus Savaşı'nın patlak vermesine yol açtı. Osmanlıların yenik düştüğü bu savaş sonrasında Temmuz 1878'de Berlin'de yapılan barış görüşmeleri Osmanlı topraklarının bir
bölümünün Avrupa Devletleri tarafından işgaliyle so­nuçlandı. II. Abdülhamid, tahta çıkmadan önce kendisiyle vekil­ler heyeti adına görüşen Mithat Paşa'ya verdiği sözü
tutarak 1876 Anayasası'nın ilanına ve Meclis-i Mebusan'ın iki dönem boyunca toplanmasına izin verdi. An­cak Anayasa'nın Osmanlı devlet adamları ve aydınları arasındaki tartışmalar sonucu ortaya çıkmış olan bir uzlaşma olması niteliği, II. Abdülhamid'in aldığı bazı kararları pek bir direnişle karşılaşmadan uygulayabilme­sine yol açtı. 
Nitekim önce Anayasa'nın mimarı olarak kabul edilen Mithat Paşa'yı sürgüne gönderdi; bir süre sonra da Meclis-i Mebusan'ı feshetti. Bundan sonra oto­riter ve kişisel bir yönetime yönelen II. Abdülhamid"in iç politikası şu noktalardan oluşuyordu: 
1)İktisadi altya­pının geliştirilmesiyle ülkenin üretim ve vergi potansiyelini artırmak, 
2) Müslüman tebaaya yönelik eğitim politi­kasıyla desteğinin kazanılması, 
3) Asayiş ve güvenlik başta olmak üzere adalet düzenini yerleştirirken devlet denetiminin de pekiştirilmesi. 

Dış politika alanında Abdülhamid'in izlediği yolzaman  kazanma amacına yönelik bir barış politikasıydı. Çifte tutumu itibariyle Osmanlı Devleti için en büyük tehlikeyi
oluşturan İngiltere'ya karşı diğer Avrupa ülkeleriyle ya­kınlaşmalar yaşandı. Ancak tüm bu yakınlaşmalar da Osmanlı Devleti'nin parçalanmasını geciktirmekten baş­ka bir işe yaramıyordu. 
Berlin Konferansı ile küçümse­nemeyecek kayıplar veren Osmanlı yönetimi, iktisadın
ıslahı doğrultusunda uygulamaya konulan imtiyaz usulüyle birlikte yabancı şirketlere bağımlı iktisadi nüfuz bölgelerinin oluşmasını engelleyemedi. 

Bu gelişmeye Abdülhamid devrinde, baskıcı yönetime karşı muhale­fet yine bu dönemde açılmış olan eğitim kurumlarındaki öğrencilerden geldi. Nitelikli uzman-memur yetiştiren okulların öğrencileri bu başkaldırının başını çekiyor, mali sıkıntılarla birlikte memur maaşlarının zamanında ödenememesine ve devletin baskıcı politikalarına karşı çıkıyorlardı. Genç uzman-bürokratlar arasında ortaya çıkan muhalefet, devlet yetkilerinin denetlenmesini savunan subaylara da sıçradı. Yaygınlaşan muhalefeti denetim altına almak için polis, hafiye, sansür gibi zaten var olan kurum ve uygulamalar daha da katılaştırıldı. 
1900'lere gelindiğinde Abdülhamid yönetimi gitgide derinleşen toplumsal çelişkilerle karşı karşıyaydı. İktisadi önlemler gerçi belli bir büyüme sağlamış, ancak yabancıların denetimlerinin kırılması şöyle dursun, ülkenin kaynakları da­ha da fazla onların denetimine geçmişti. Diğer yandan belirli bir birikim gerçekleştiren eşraf da yönetimde da­ha fazla söz sahibi olmak için zaman zaman toplumsal muhalefetten yana tavır alıyordu. 

Aydın ve memurların devlet eliyle yetiştirilmesini daha da geliştirip yaygınlaş­tırmak için kurulan sivil meslek okulları ise aydın ve memurların, resmen hala geçerli sayılan 1876 Anayasa'­sını sahiplenmesini engelleyemiyordu. Bunlara bir de, Avrupa'daki rejim muhalifi Jön Türklerin eylemlerini yoğunlaştırmaları ve ülkeye soktuları gizli yayınlarla memur ve subaylar arasında belli  bir güce erişmeleri eklenince, Abdülhamid'in olayları artık istediği gibi yön­lendirmesi olanaksızlaştı. 

Jön Türk hareketinin etkisiyle kurulan derneklerin en etkilisi İttihat ve Terakki Cemiye­ti idi. Haziran 1908'e gelindiğinde, önce Manastır ve Selanik'te birlikler arasında baş gösteren huzursuzluk yayılarak bir ayaklanmaya dönüştü ve iç savaşı engellemek için Abdülhamid 23 Temmuz 1908'de II. Meşruti­yet'i ilan etmek zorunda kaldı. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte başlangıçta olayların yatışması sağlandıysa da, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin etkinlikleri gitgide toplum içindeki desteğini kaybetmesine yol açtı. 
Tarihe 31 Mart Olayı olarak geçen kitle gösterileri ve I.Ordu'ya mensup er, erbaş, "alaylı" subayların ayaklanmasını bastırmak saraya kalmıştı. 13 Nisan 1909'da başlayan olaylar Meclis üyelerinin çoğunun ortadan kaybolmasına ve hükumetin istifasına yol açmıştı. 

Ayaklanma haberini alan "Hareket Ordusu" da Selanik'ten yola çıkarak 23/24 Nisan tarihlerinde İstanbul'a girdi. Ayaklananların bir kısmı teslim olurken diğer bir kısmı kanlı çatışmalar sonucunda etkisiz hale getirildiler. Olaylarla bir ilgisi bulunmadığı halde II.Abdülhamid tahttan indirildi.  İttihat ve Terakki Cemiyeti böylelikle ordu içindeki gücünü kanıtlamış ve devlet iktidarındaki iktidarındaki yerini sağlamlaştırmıştı.
Önce; Selanik'te iki buçuk yıl kalan II.Abdülhamid  daha sonra getirildiği Beylerbeyi Sarayı'nda 10 Şubat 1918'de öldü.

Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, s: 1796-97

ayrıca