İşkencenin Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İşkencenin Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Temmuz 2021 Cuma

Roma'nın İlk "Soysuz" İmparatorları; "Toplumlar, Ölü Balıklar Gibi Baştan Ayağa Doğru Bozulur!"

Roma'nın İlk "Soysuz" İmparatorları; "Toplumlar, Ölü Balıklar Gibi Baştan Ayağa Doğru Bozulur!"

 "Balık Baştan Kokar"


Tiberius'un imparatorluğunun kontrolünü prefect Lucius Aelius Sejanus'a bırakarak hayatının son 

dönemlerinin çoğunu geçirdiği Capri'deki Villa Jovis'in kalıntıları.


Toplumların, ölü balıklar gibi baştan ayağa doğru bozulduğu söylenir. Gerçekten ilk imparatorların listesinde fazlasıyla soysuz vardır.

Augustus'un evlatlığı İmparator Tiberius(yönetim dönemi, MS 14-37), zalimliklerini ve sapıklıklarını uygulamak için erkenden Capri’ye çekilmiştir. Onun döneminde, öldüresiye çalışan muhbirlerin (delatores) alevlendirdiği kitlesel mahkûmiyetler modaya dönüşmüştür.

Caligula (yönetim dönemi MS 37-41), yaşadığı sürece kendisini tanrılaştırmış ve atını konsüllüğe atamıştır. Suetonius*[biyografi yazarı] "Üç kızıyla birden sırayla ensest yapmak onun alışkanlığıydı ve bü­yük ziyafetlerde karısı onun üzerine uzandığı zaman, o da kızlarını sırayla altı­na alırdı" der ve devam eder: "Dazlak ve köse olduğu için hangi koşulda olur­sa olsun keçilerden söz edilmesini en büyük suç ilan etmişti. Kendisine çok yakışacak bir şekilde, cinsel organlarına yönelik bir suikast sonucu öldürül­müştür.

Messalina ve Agrippina adlı iki katil kadınla evli olan Claudius(yöne­tim dönemi MS 41-54), mantar yemeğine karıştırılmış zehirli mantar sosuyla zehirlenerek öldürülmüştür.

Güzel sanatlara, lükse ve zevke düşkün İmparator Neron (yönetim döne­mi MS 54-68), başarısız bir suda boğma girişiminden sonra bıçaklayarak anne­sine tecavüz etmiştir. Teyzesini, çok kuvvetli bir müshil ilacı vererek, ilk karı­sını yanlış bir zina suçlaması üzerine, hamile ikinci karısını tekmeleyerek öldürmüştür. Suetonius  "Özgür doğmuş oğlanları ve evli kadınları iğfal et­mekle yetinmeyip, Ocak Tanrıçası Rahibesi Bakire Rubria'ya da tecavüz etmiş­tir" diye anlatır ve sürdürür; "Sporus adlı oğlan çocuğunu, hadımlaştırarak kıza dönüştürdükten sonra, onunla evlenmek için bütün Saray mensuplarının katıldığı, çeyiziyle, gelinliğiyle, duva­ğıyla tam bir evlenme töreni düzenledi; sonra onu eve getirdi ve bir eş gibi dav­randı. (...) Nero'nun babası Domitius da aynı tür bir eşle evli olsaydı dünya daha mutlu bir yer olurdu."  Nero, sonunda “Qualis artifex pereo” (İçimde ölen... Ne müthiş bir sanatçı!) sözleriyle intihar etmiştir.

Bir asker olan İmparator Galba (yönetim dönemi MS 68-69), "dört impa­ratorlar yılı"nda, asi askerler tarafından öldürülmüş; halefleri Otho ve Vitelliusda aynı kadere uğramışlardır. Bir eyalet vergi tahsildarının oğlu olan Vespasianus (yönetim dönemi MS 69-79), hep istediği gibi "ayakta ölmeyi" başarmıştır. Son sözleri, "Allahım, bir tanrıya dönüşüyor olmalıyım!" olmuş­tur. Titus'un (yönetim dönemi MS 79-81), ancak Vezüv yanardağının patla­masıyla bozulan alışılmamış bir refah dönemi saltanatından sonra kardeşi tarafından zehirlendiği söylenmektedir. Titus'un muhtemel katili İmparator Domitianus (yönetim dönemi MS 81-96), karısı ve suç ortakları tarafından bı­çaklanarak öldürülmüştür. Augustus'un, kendisinden hemen sonraki on hale­finden sekizi iğrenç bir şekilde öldürülmüştür.

Ama Roma'nın pastırma yazı daha ileridedir. "Eğer biri dünya tarihinde insan ırkının en mutlu ve müreffeh olduğu dönemi saptamaya çalışsa," demek­tedir Gibbon **[tarihçi] "tereddüt etmeden Domitianus'un ölümünden Commodus'un tahta çıkışına kadar geçen dönemi gösterirdi."

Nerva (yönetim dönemi MS 96-98), Trajan (yönetim dönemi MS 98-117), Hadrianus (yönetim dönemi MS 117-138), Antoninus Pius (yönetim dönemi MS 138-161) ve Marcus Aurelius’un (yönetim dönemi MS 161-180) yöneliminde İmparatorluk sadece en bü­yük coğrafi sınırlarına ulaşmakla kalmamış, eşsiz bir sükûnet ve istikrar döne­mini de yaşamıştır. Nerva, yoksullara yardım geleneğini başlatmıştır; Trajan dürüst, yorulmak bilmez bir askerdir; Hadrianus bir sanatçı ve sanat koruyu­cusudur. Antoninus Pius hakkında Gibbon şöyle yazmaktadır: "Onun dönemi, gerçekten tarih için pek az, hatta insan türünün suçlar, budalalıklar ve talihsiz­likler siciline göre daha az malzeme sağlayan ender bir avantajla göze çarpar.”

 * https://tr.wikipedia.org/wiki/Suetonius

** https://tr.wikipedia.org/wiki/Edward_Gibbon

 Başlığı ben yazdım DK

Avrupa Tarihi, İmge Yayınları, s.214-15

Benim yazdığım şu yazıda ise daha geç dönemin soysuz hükümdarları var; Roma Çökerken https://tarihegitimi.blogspot.com/2016/01/roma-cokerken.html   Buna da bkz. 


16 Şubat 2017 Perşembe

İşkencenin Temel İlkeleri

İşkencenin Temel İlkeleri

George Ryley Scott

İntikam Hırsının Esas Araçları

YASACA tanımlanmış ve onaylanmış tipe ek olarak başka işkence biçimlerinin
olduğu kabul ve teslim edildiğinde, zamanın başlangıcından itibaren
işkencenin var olduğunu anlama yolunda uzun bir mesafe almış oluruz.
Genel olarak, işkencenin Romalılar zamanından önce var olmadığını
söylemek de onsekizinci yüzyılda çoğu Avrupa ülkesinden kalktığını söylemek
kadar yanıltıcıdır. Ancak her iki iddia da ileri sürülmüştür ve her
iki iddia da gerçeğin saptırılmasıdır.
Clark'ın Marıyrologia' sından, 1677.  age. s: 24
[görüntünün net olması için uğraşmadım hatta böylesini tercih ettim DK]

Her insanın potansiyel bir işkenceci olduğunu söylemek abartılı olmaz.
Bu olasılığın alanı ve ifade edilişi, eziyet gören tarafça işkence olarak 
anlaşılanın, çoğu durumda, işkenceyi yürürlüğe koyanca böyle anlaşılmayacağı
veya itiraf edilmeyeceği olgusuyla daha da genişlemektedir.
Eziyetin tarihin her dönemindeki yaygınlığından ve bugün de var oluşundan,
birey, halk ve belli koşullarda Devlet tarafından işkencenin tanınmayışı
veya kabul edilmeyişi sorumludur. işkencenin kaldırılması, sıradan insanın
anlayışının dışında kalması ve kapsamının tam olarak kavranamamasından
dolayı çok güç bir iş haline gelmektedir.

En basit ve en yaygın biçimiyle işkence, intikam hırsının hazır, etkili,
tatmin edici ve kaba bir aracıdır; özellikle de Devlet'ten çok bireyle ilişkili
intikam biçimlerinde söz konusudur. Yani sıradan koşullar altında işkence,
topluma karşı işlenmiş bir suç veya soyut ilkelerin çiğnenmesi karşısında
Devlet'in adaleti sağlamak için başvurduğu bir yol olmaktan çok,
haksızlığa uğradığını, kendisine ya da ailesine saldırıda bulunulduğunu
düşünen bireyde gelişen ceza verme duygusuyla bağlantılıdır.

Korkunç bir suçla yakından ilişkili olan bireyler tarafından sıkça ifade edilen, 
idam cezasının adaleti yerine getirmede tatmin edici olmadığı görüşü de bu
tutumdan kaynaklanmaktadır. Kişisel intikam çığlığı, suçlunun ölümden
önce uzun süre şiddetli biçimde ıstırap çekmesini ister; bir başka deyişle,
ölümden önce işkence yapılmalıdır. Bu ilkel intikam çığlığı, bugünün
uygar ülkelerinde de, Kuzey Amerika yerlilerinin kazığa bağlayıp yaktıkları
esirlerin çevresinde attıkları çığlık kadar yaygın ve ısrarcıdır. Zamanında,
yasalar kişisel intikam duygusu ile dolmamış olan yurttaşlarca çıkarıldığından,
toplum bu dürtüyü saptırmış veya bastırmıştır. Ancak bu durum,
genel ve bireysel anlamda, söz konusu dürtünün var olmadığı anlamına
gelmez.

İktidarın İfadesi
Bütün işkence biçimlerinin doğasında bulunan bu intikam duygusunun
altında, işkencenin, birey için iktidar, Devlet için ise otorite ve diktatörce
hükmetme isteği anlamına gelmesi yatar. Bireyin kişisel intikam
dürtüsünün uzantısı olarak bir grup bireyin veya bir bütün olarak toplumun
intikam isteğinin ifade veya tatmin edilmesi, şef, kral ve imparatordan
başlayıp çeşitli aşamalardan geçerek, siyasi isyancılar kalabalığına
savaş çağrısında bulunan bir tahrikçiden, toplum dışı kalmış bir çetenin
kirli işlerini idare eden gangster şefine kadar insanoğlunun bütün önderlerince
benimsenerek politikalarının bir parçasını biçimlendirmiştir. Hiçbir
taktik, liderlerin itibar ve otoritelerini artırmak amacıyla, takipçilerine
cezalandırmaları için düşmanlarını vermeleri kadar ustaca hesaplanmış
değildi ve bu durum bugün için de geçerlidir.  (1) İşkencenin, bir ırk, hükumet
veya toplumun bir bölümünün ceza yasasında bir parça olarak ilk kez
benimsenişi ve uygun görülmesi bu ilksel gerçeğin anlaşılmasının sonucuydu.

Bir lider, arkasından sürüklediği toplum kesimlerinin açık ve gizli
düşmanlarına karşı kendisini ne kadar intikam yanlısı ve intikam düşkünü
gösterirse izleyenleri arasında o kadar fazla saygı görürdü. Yani tiran,
gerçekten insan eti yiyen bir biçemle, kendi zorbalığı ile beslenirdi. Ne
kadar acımasız olursa o kadar güçlenirdi. İşkence, tıpkı bir insanın kendi
iktidarı adına kişisel kibrini geliştirmesinde bir araç oluşu gibi, daha
fazla iktidar için basamak olduğunu da kanıtlamıştı.

Toplum barbarlıktan uygarlığa doğru gelişir ve ceza kanunları ile tüzükler
yasalaşırken, ilkel insanın kendi ırkından veya dışarıdan gelen düşmanlarına
karşı beslediği intikam hırsını tatmin için yaptığı işkence de
açık bir şekilde yöntemine kavuştu ve bir cezalandırma sistemi olarak
meşrulaştı; otoriteye itaati sağlamak için, otokratik bir ülkede hükümdar,
oligarşi içinde ise Devlet tarafından benimsendi; daha küçük güruhlar
ya da çeteler içinde de disiplini korumanın bir yöntemi oldu.

İşkence kendisini, yapısı, derecesi ve koşulları ne olursa olsun otoriteyi
elinde tutanların gözünde, bireyin düşünme ya da kendi adına bir eylemde
bulunma özgürlüğünü kısıtlamanın en geçerli yolu olarak, belki de bilinen
bütün etmenlerden daha fazla haklı çıkardı. Otoriteye veya onun öğretisine
karşı olan bütün isyan girişimlerini baskı altında tutarak ve engelleyerek,
diktatörce yargılamanın zorla kabul ettirilmesinde en tatmin edici
yöntem olarak kendini meşru kıldı. Hem Kilise, hem de Devlet içerisinde,
bir yandan dinsel sapkınlığa, diğer yandan da devlete ihanete karşı sürdürülen
savaşta, işkence, geçerli en kudretli araç olarak kabul gördü. Açık
anlamı binlerce yolla gizlenmiş ve örtülmüş olsa da, bugün de geçerli en
kudretli araç olmayı sürdürmektedir. Bu temel gerçek nedeniyle işkence,
dikkati, zulmün bu biçiminden başka yöne çekmeye de yarayan, dünya
tarihinde görülmeye değer ve özel durumlar sergileyerek, insanın iktidar
dürtüsünün başlamasından günümüze kadar devam edip kısmen etkili
olmuştur.

Nefret Psikolojisi
Bütün bunların sonucunda, kendini koruma savaşında nefretin fiziksel
bir ifadesini temsil eden, zulmün gücüdür. Rakip veya yarışmacılar
aynı ırktan bile olsalar potansiyel birer düşmandırlar. Nefsini korumanın
ilk yasası, herkesin, nihai varoluş mücadelesinde kendi bencil gerçekliği
ile uyum içinde düşünerek eylemde bulunmasını gerektirir, yaygın 
söylenişiyle, herkes kendisi için yaşar. Geniş yığınlar için bu anlayış, gerçekte
durum farklı bile olsa, her güçlü komşu kabile veya ulusun potansiyel
birer düşman olduğu varsayımına dönüşür.

Sorun, ister bir bireyi ya da aileyi, isterse bir kabileyi ya da ulusu ilgilendirsin,
birine karşı ima yoluyla ya da açıkça yansıtılabilecek düşmanlık
olasılığı her zaman var olagelmiştir. Tehlike işaretini taşıyan herkes veya
her şey potansiyel bir nefret konusudur.

Bu durumda, zulüm veya acımasızlık, iktidarın, aşağılık ya da küçük
görülen üzerindeki yansıması olduğu kadar, güçlü rakip veya yarışmacılara
karşı duyulan düşmanlığın da ifadesidir. Rakip veya yarışmacıdan duyulan
korku büyüdükçe düşmanlık da büyüyecek ve doğrudan harekete geçme
fırsatı ortaya çıktığı zaman zulme başvurma olasılığı da artacaktır.

Nefretin temel potansiyel olarak var olması, çoğunlukla kendini koruma
adına, bilinçsiz veya yan bilinçli bir şekilde işleyerek çeteler, örgütler, birlikler
ve grupların oluşmasına, uluslararası antlaşma, sözleşme ve bağlaşmalara
yol açabilir ve açmaktadır da. Bu örgütlenmeler açık veya gizli olabilirler.
Modern uygarlıkta bu eğilim giderek belirgin bir şekilde artmaktadır.
Bu tarz grupların sayıca fazlalaşması, tek tek örgütler üstünde zayıflatıcı
bir etki yarattığı düşüncesiyle benimseniyor bile olsa, endişe duyulmaksızın
izlenecek bir gelişim değildir.

Toplumun İşkenceyi Hor görmesi
Kitlelerin, önderlerindeki iktidar şehvetini, bu önderler ister çete şefi
isterse yerel düzeyde işlev gören güruhlar ya da ulusal düzeyde kral, diktatör
veya oligarşik yöneticiler olsunlar, cesaretlendirerek kendi köleliklerine
katkıda bulundukları görüşü, toplum hakkında yapılmış alaycı bir
yorumdur. Eğer evrensel ve örgütlü olarak işkenceyi uygulamaya koyanın
toplumun bizzat kendisi olduğunu söylemek abartılı geliyorsa, toplumdaki
farklı kesimlerin çeşitli etkinlikleriyle, işkencenin erdemlerinin, bireyler
veya hükumet organlarına, iktidarın ve itaate boyun eğmenin bir göstergesi
olarak sunulduğunu ifade etmek hiç de yanlış olmayacaktır. Sumner,
"Kiliseye isyan bayrağı açanlara karşılık olarak, yakarak öldürme cezasını
uygulamaya ilk koyanların halk kitleleri olduğu gerçeği gözden kaçırılmamalıdır,"
diyerek, Kilise'nin, sapkınları sorgulamaya başlamadan çok önce
yığınların bunları linç ettiğini belirtir. (2)

Toplumun bu tepkisinin kökeninde, bireyin doğasında içkin olarak
var olan ve çağlar ötesinden bugüne dek uzanan ilkel bir intikama 
susamışlık duygusu yatar. Tartışma, kaçınılmaz olarak, sonunda bilek gücüne
dönüşür. Toplum da kaçınılmaz olarak, son tahlilde, ilkel cezalandırma
ve işkence yasasını, yalnızca bireyi kendi isteklerine karşı hareket etmeye
zorlamak için değil, aynı zamanda iktidar organının var olan kurallarına
isyan etmesini engellemek için de en güçlü araçlar olarak kabul eder.
Bu kavramın gerçeklik ile kurduğu yakınlık, Engizisyon mahkemesinin
işkenceyi güvenli bir itiraf ettirme yöntemi olarak benimsemesine yol
açmıştır. Ortaçağ'da İngiliz hükumetine, örf ve adet hukukuna rağmen,
işkence uygulamasını benimseten, içinde bulunduğumuz ultra-uygarlık
çağında da bütün diğer akla uygun hal çareleri tükendiği zaman savaşın
hala son söz sahibi olarak kalmasına neden olan, söz konusu kavrama
biçilen değer ve gücünün kavranmasıdır.

Bir cezalandırma sistemi içinde işkencenin herhangi bir biçiminin,
ister Ortaçağ'da olduğu gibi itiraf ettirme amacıyla isterse bugün birçok
ülkede olduğu gibi bir cezalandırma biçimi olarak yer alsın, toplumun
çoğunluğu tarafından savunulabilir bir sürece dönüşmesi ve uygun koşullar
altında yayılma tehlikesi içermesi kaçınılmazdır. İşkence ile tanışıklık,
işkencenin onaylanmasını sağlayacağı gibi, kabulü veya onaylanması da
onu haklı çıkarmaya götürecektir.

Çağdaş toplumlarda giderek artan bir uygulama olarak hayvanlara işkence
yaplımasını haklı çıkaran girişimlerde de bunun örneklerini görürüz.
Bugün hayvanın durumu, yüzyıl önce Batı Hint Adaları'ndaki zencinin
durumundan farksızdır. O zamanlar zencilerin hiçbir hakkı yoktu: Zayıftı,
aşağılanırdı. Bugün de hayvanların hiçbir hakkı yoktur: Benzer biçimde
zayıftırlar ve aşağılanırlar. Yüz yıl önce zencilere işkence yapılırdı. Bugün
hayvanlara yapılıyor. Bu olgular toplum tarafından eziyet olarak görülmediği
gibi, burada sözü edilen anlamda haklı çıkarılıyor oluşları da tartışılmamaktadır,
ancak eziyet ve olası haklı çıkarma girişimlerinin temel nedenleri
de tam bu noktada yer alır. Dolayısıyla sığırların, Tanrı tarafından -İncil'in
yorumuyla da bu mücadele desteklenir- insanlara yiyecek sağlamak için
yaratıldığı iddia edilir; kasapların yaşaması, vahşi hayvanların ise yok edilmeleri
gerekir, yoksa onlar dünyayı ele geçirip insanı yok edebilirler; tavşanlar
kökleri kazınması gereken baş belalarıdır; tilki avcılığı yüz at üreticisinin
geçim kaynağıdır, vb. Zulmü telkin eden bütün bu bahaneler, yalnızca
toplum hayvanlara eziyet eden bir konumda olduğu için bile olanaklıdır.

Bu tutumun kimi yansımaları da, ahlak, din ve hatta saf ahlak alanlarında,
normalliğe veya Ortodoksluğa yabancı olan bireylere yapılan 
eziyede ilişkili olarak gözlemlenebilir. Bir akrabaya ya da yakın bir dosta
yapıldığı zaman derin bir içerleme veya kızgınlık doğuracak olan aynı
derecedeki vahşi davranış veya zulüm, eylemleri veya görüşlerinden nefret
edilen birine karşı yöneltildiğinde hiçbir itiraz görmeyecek ve hatta
koşullar yeterince kışkırtıcı olduğunda etkin destek bulacaktır. Suçlulara,
cinsel sapıklara ve yabancı düşmanlara karşı uygulanan en acımasız eziyetler
de böylelikle hoş görülür ya da onaylanır. Genel düşünce ve ahlak
anlayışının dışında bir nedenle şehit olana sempati ile bakılmaz ve genellikle
daha farklı ve kaba bir adla anılır. Bu, yığın psikolojisinin kaçınılmaz
sonucudur; kitlelerin sempati ve hoşgörüsü yalnızca anlayış ve çevre
olarak onlara yakın olanlarla sınırlıdır.

İşkencenin Gelişimi Bağlamında Halk Psikolojisi
Toplum bir kez işkence uygulamasına başladığında işkencenin gelişmesi
de kaçınılmazdı. Bu nedenle işkencenin, başlangıçta, zamanın etik
ve dinsel tepkileri çerçevesinde, birer canavar kadar tehlikeli oldukları
düşünülen belli suçlularla kısıtlı kalması da sonucu fazla değiştirmez.
Çünkü, işkencenin uygulanıyor oluşu yaygınlaşma olasılığını da beraberinde
getiriyordu ve ardından da toplum liderlerine inatla isyan eden
üyelerin işini bitirme yöntemini doğurdu. Dolayısıyla, işkencenin öngörülemeyen
sınırlar arasında ve kesin olmayan amaçlarla gelişmesine bağlı
olarak, toplumun belli üyelerine işkence cezasını vermekle sorumlu olan
bireylerin de kendilerini yeni kurbanlar arasında bulmaları az rastlanır
bir durum değildir.

Başlangıçta işkence, büyük bir olasılıkla, kabilenin ya da ırkın düşmanlarıyla
ve hayvanlarla sınırlıydı. Bir başlangıç yapıldı ve sonraki adım da,
eziyet konularının niceliğini genişletip işkence tekniklerini geliştirmek
oldu. Bugün hoş görülenin yarın onaylanacak olması kuralı, birçok konuda
olduğu gibi, işkencede de geçerli oldu. Herhangi bir eziyet biçiminin
hoş görülmesi ve onaylanması ile, bu eziyet biçimi işkence olarak görülmez
oldu ve bir cezalandırma biçimi ya da ceza işlemi gibi kabul edildi.
Bu gelişim çağlar boyunca devam ederek günümüze dek ulaştı. İşkencenin
yeryüzünden silinmesinden yana olanların, eziyet yanlıları karşısında güçsüz
olma nedenlerinden birisi de budur. Bütün bunların sonucunda, hangi
ülkede ve hangi otorite biçimi veya hükumet tarafından ihtiyaç duyuluyorsa
duyulsun, etkisi azalmadığı takdirde, işkencenin şiddeti  artacak
veya kapsamı genişleyecektir. İşkence ile bağlantılı en büyük belalardan biri,
ne zaman ve nerede yapılırsa yapılsın, nesnesi ne olursa olsun, kaçınılmaz
biçimde yaygınlaşacak olmasıdır. 

Ortaçağ'ın yargıçları ve cellatları, sistematik bir şekilde, işkencenin daha yeni 
ve şiddetli biçimlerini bulmak zorundaydılar. Böylece bin yıl öncesinin 
vahşi cezalandırma biçimi tam bir hoşgörü içerisinde geleceğin sıradan bir 
yöntemine dönüştü.

İşkence gören bireyin kendisi de potansiyel bir işkencecidir. Hayvanlara
kötü davranan bir insan, genellikle, komşusunun kötü davrandığı bir
insandır. Yüz yıl kadar önce, İngiliz Batı Hint Adaları'nda, herhangi bir
suçtan mahkum olan zenci kölelere yaptırılan iş çöpçülüktü. Zincire vurularak
çalıştırılan bu köleler, bir insanın diğerine yapabileceği en insanlık
dışı davranışlarla karşılaşıyorlardı. Yolda buldukları her domuzu yok etmelerine
izin verilmişti ve buna "büyük spor" gözüyle bakılıyordu; Aşağıda,
St. Vincent'te geçtiği söylenen olayı anlatan Bay F. W. N. Bayley'e göre,
bu durum onları eğlendiriyordu da.
"Bir gün penceremde dikilmiş bu talihsiz varlıkların çalışmalarını
izlerken ekibin yanından bir domuz geçti; zavallı hayvan on metre
ilerlememişti ki, öldürme amacıyla taşıdıkları uzun bir kazığı hemen
hayvanın böğrüne sokup karnından çıkarttılar; o anda yandaki evden,
domuzun sahibi olan kadın çıkageldi ve hayvanın iki bacağından tutup
onu adamdan kurtarmaya çalıştı. Öfkeli ve vahşi adam anında kazığı
bıraktı ve domuzun diğer iki bacağını tutup aksi yönde çekmeye başladı.
Mücadele beş dakika kadar sürdü ve bu sırada hayvanın bağırsakları
ve iç organları en iğrenç biçimde dışarı döküldü. Kadın işçiler, önlerinde
sergilenen bu iğrenç sahneden uzaklaşacakları yerde, nefis bir yemeğe bakar
gibi görünüyorlardı, orada dikilip malından olan sahibe kahkahalarla güldüler.
Sonunda adam galip geldi ve hayvanın kafasını gövdesinden ayırıp
zafer geçidi yaparcasına mızrağının ucuna taktı, sonra da kasaplarla
pazarlık yapınaya gitti." (3) 


Notlar
1) Yığınların bu intikam arzusuna uyulmasına çağdaş bir örnek, 1914- 18 savaşı sırasında
İngiltere'nin bazı önde gelen devlet adamlarının, doğrudan veya ima yoluyla, Kayser'in
mahkemeye çıkarılacağı ve savaşın sonunda idam edileceği sözünü vermeleridir.

(2) W. G. Sumner, Folkways, Bostan, 1907, s. 238.


(3) F. W. N. Bayley, Four Years' Residence in the Wesı lndies, 1 830, s. 1 97.


"İşkencenin Tarihi" içinde, s: 22-29
Türkçesi: Hamide Koyukan, Dost Yayınları, Şubat 2001, Ankara