Spinoza etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Spinoza etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Kasım 2016 Cuma

Hollanda Cumhuriyeti’nin Krizi: Kiliseler, Mezhepler, Partiler

Hollanda Cumhuriyeti’nin Krizi: Kiliseler, Mezhepler, Partiler

Etienne Balibar (*)



TTP'nin (**) yazılması uzun yıllar aldı. Bu yıllar klasik Avrupa için ve özellikle kurulma aşamasında bulunan “Avrupa dengesi” sisteminin kalbinde yer alan ve hatta orada hegemonik bir konum (tarihçilerin geriye dönüp baktıklarında Hollanda'nın “altın çağı” diyecekleri konum) elde etmeye çalışan Birleşik Eyaletler için kriz yıllarıydı (bölgesel isyanlar, devrimler, savaşlar, salgınlar...).

1565 yılındaki “Geuzen İsyanı’ndan beri Hollanda pratikte her zaman savaş halindeydi. Piyasanın tekelleşmesine ve kolonileşmeye dayanan ticari genişleme biçimi bile sürekli bir savaş olduğunu gösteriyordu. Donanmalarının gücüne rağmen Eyaletler defalarca yenilmiş ve zapt edilmişlerdi. Eyaletlerin bağımsızlık savaşında geniş bir özerklik kazanmış olmasına rağmen, her seferinde gerçek bir ulus devlet kuruluşu sorunu baş gösteriyordu. Bununla birlikte, içerde olduğu gibi dışarıda da iki rakip yönetici grup tarafından desteklenen iki ayrı siyaset karşı karşıyaydı.


Ülkenin eski kontlarından gelen Orange-Nassau ailesi, geleneksel olarak hem ordunun idaresini, hem de “Stathouder'lık” adı verilen yürütme fonksiyonunu elinde bulunduruyordu. Burjuva “Regent” grubu ise kentlerin yönetimini ve kamu finansmanının idaresini yürütüyordu. Eyaletler düzeyinde bu görevler “icra kuvveti reisi” adı verilen memurların sorumluluğuna verilirken, “Birleşik Eyaletler Zümreler Meclisinin (Etats généraux) finans işlerine “Baş İcra Kuvveti Reisi” bakıyordu. 

On yedinci yüzyıl boyunca devam eden karmaşaya üç büyük kriz damgasını vurmuştu. 1619 yılında Baş İcra Kuvveti Reisi Oldenbarnevelt, Arminiusçu din adamlarıyla işbirliği yapmak ve ihanet etmekle suçlanarak Stathouder Maurice de Nassau'nun kışkırtmasıyla ölüme mahkûm edildi. Orange ailesi devlet üzerinde hegemonyasını kurmaya başlamıştı. Ancak aynı zamanda burjuva şirketleri de (doğu ve batı Hindistan'daki şirketler, Amsterdam Bankası) kayda değer bir biçimde ilerliyordu. 

1650 ve 1654 yılları arasında, kesin bağımsızlığın hemen ardından yeniden bir kriz ve güç ilişkilerinin değişimi geliyordu: İlk defa Orange ailesi devleti monarşik bir rejime doğru itmeyi deniyor, ancak bu deneme başarısızlıkla sonuçlanıyordu. Regent partisinin lideri Johan de Witt, Baş İcra Kuvveti Reisi oldu ve önce Orange ailesi askeri meselelerle ilgilenmekten sürekli olarak men edildi, sonra da “Stathouder”lık mevkii kaldırıldı. Ancak 1660’lı yıllardan itibaren Orange partisi, İngiltere'nin gelecekteki kralı genç William III önderliğinde, Regent iktidarına karşı giderek kuvvetlenen bir kışkırtma siyaseti yürütmeye başladı. Bu çalkantılı dönem, 1672 yılında Fransızların istilasıyla eşzamanlı gerçekleşen bir halk ayaklanmasıyla neticelendi. Johan de Witt ve erkek kardeşi kalabalık bir grup tarafından linç edildi ve Stathouder’lık mevkii, daha da genişletilmiş yetkilerle yeniden getirildi. “Stathoudersız cumhuriyet”, sadece 20 yıl sürebilmişti.

Hem Regent, hem de Orange yanlıları ulusal bağımsızlık savaşını idare etmiş yönetici gruptan gelmekteydi. Bu durumda onların farklı sınıfların çıkarlarını gözettikleri söylenilebilir mi? Özellikle arkalarına aldıkları gruplar göz önüne alındığında durum hakikaten de böyleydi, ancak burada çok önemli bir çelişki söz konusudur. Orange prensleri esas olarak “içeri kesimdeki” illerdeki küçük toprak sahibi aristokrasinin liderleriyken, Regent yanlıları ise şehirli, gemi sahibi, sanayici ve tüccarlardan oluşmuş geniş bir burjuvaziden geliyorlardı. Orange yanlısı aristokrasi ve tüccar burjuvazi arasında sık sık kişisel ilişkiler ve çıkar ilişkileri olmuştur. Ancak Regent grubu yarım yüzyıllık bir süre zarfında inanılmaz bir şekilde zenginleşti ve bir kasta dönüştü: Finansal şirketlerin ve devlet üniversitelerinin (collegiale) idarecileri, birbiriyle yakından ilişkili olan belirli ailelerin (Witt, Beuningen, Burgh, Hudde, vs.) işbirliği ile atanıyorlardı. Böylelikle bu aileler gitgide kendilerini aslında güçten yoksun olan orta sınıf burjuvaziden (zanaatkârlardan, Eyaletler arasında ticaret yapan tüccarlardan, balıkçılardan) soyutlamış oluyorlardı. Sonuç olarak kapitalist birikim, birkaç yıl içinde, fakir köylülere ek olarak, Amsterdam* da ve Leidende gizliden gizliye bir isyan halinde, berbat durumda bir proletarya yaratmıştı.

Ancak Kilise ve Devlet arasındaki ilişkilere dair temel bir soruyu ortaya atan askeri kriz ve dini kriz birleşmemiş olsaydı, bu toplumsal tabakalaşma, tek başına, “çokluk”un kendisini Orange yanlısı bir partiyle özdeşleştirmesine asla sebep olmazdı.

Birleşik Eyaletlerdeki Kalvenci reform, “Roma putperestliğinin reddiyle İspanyol-karşıtı (daha sonra da Fransız-karşıtı) vatanseverliği birleştirdi. Kalvencilik ülkenin resmi dini olmasına rağmen, tek dini değildi. Önemli bir Katolik azınlık örgütlenme hakkını korumaktaydı. Buna benzer bir durum Amsterdam*da zengin bir topluluk oluşturan, özellikle İspanya ve Portekiz kökenli olan Yahudiler için de söz konusuydu. Ancak Hollanda Kalvenciliği iki eğilime bölündü ve bu eğilimler arasındaki çatışma toplumsal karşıtlıkları ve siyasi “partiler”in oluşumunu sürekli olarak belirleyecekti.Bu eğilimlerden ilki, aralarında (1610 yılında Eyaletlere durumlarını anlatan bir “uyarı” [Remontrance] metni sunan) Arminiusçu teoloji takipçilerinin de bulunduğu Remontrantlarınkiydi. 

Özgür irade taraftarı olan bu kişiler aynı zamanda Erasmus geleneğinin takipçileri olarak vicdan özgürlüğüne verdikleri önemden ötürü dinsel hoşgörüyü de savunuyorlardı. Kiliseye ait birtakım kurumların iktidarını zayıflatacak ve inananlara kendi kurtuluşlarının sorumluluğunu verecek “dini bir barış” diliyorlardı. Vaizler tarafından sürekli olarak zikredilen itaat disiplinine karşı pedagojik işlevi dışında hiçbir işlevi olmayan dışsal din (kurumsal) ve gözle görülmez bir inananlar topluluğunun tek yapıtaşı olan içsel din ayrımını koyuyorlardı; ki bu ayrım devlet ve din arasındaki ilişkilerin “laik” bir kavrayışını mümkün kılacaktı. Buna göre devlet kendi kapsamı dışında bulunan içsel dine en bir ufak müdahaleyi yasaklarken, kamu düzeninin gereklerini yerine getirmek adına dışsal din gösterilerinin de kontrolünü sağlayacaktı.

Regent aristokrasisi, geleneklerden ve inançlarından ötürü Arminiusçuluğa doğru kayıyordu. O zamanlar Hollanda'yı tam bir modern bilim yuvası haline getiren matematikçiler, doktorlar ve kâşifler bu sınıftan yetişmişlerdi (Witt, Hudde, Huygens, belki de en önemli isimlerdir). Pek çoğu Dekartçılığa dönmüş olan bu kişiler özgür irade teolojisi, özgür entelektüel araştırma isteği, “açık ve net fikirler” metafiziği ile Rasyonel bir Tanrı arasında uyum olduğunu düşünüyorlardı. Bazıları daha da ileri gidiyordu: Bu kesimlerin, içinde antik natüralizmin etkilerinin ve İngiliz çağdaşları Hobbes'un sunduğu “bilimsel” siyasetin birleştiği, dini bir kuşkuculuğa doğru gittikleri düşünülebilir. 

Kaygılarının temelinde ahlak ve hukukun yanı sıra ticari mübadelelerin ve mülkiyetin de evrensel temeli olan “doğal hak” kavramı yatıyordu. Ne olursa olsun Regent partisi Remontrantlarla iki çok temel noktada anlaşıyordu: hoşgörü, sivil ve dini barışın, dolayısıyla da milli birliğin koşulu olarak hoşgörü; ve sivil iktidarın, kilise örgütlenmesi üzerindeki üstünlüğü (ki bu ilke halk hareketlerinin frenlenmesi için bir araçtı). Bu son sav bir dizi teorik yazıda da onaylanıyordu. Etkisi Spinoza'da doğrudan doğruya görülen büyük hukukçu Hugo de Groot'un (Grotius'un) 1647 yılında, ölümünden sonra basılmış olan eseri De imperio summarum potestarum circa sacra (Egemenin dini meselelerdeki gücü üzerine) bunlardan biriydi. Yine de devlete “jus circa sacra’nın atfedilmesi, onu oluşturan topluluklar içindeki -bir anlamda “özel”- hoşgörüsüzlük biçimleriyle mükemmel bir biçimde bağdaşabiliyordu.

Bütün bu noktalarda Remontrantlar ile Remontrant- karşıtları ya da “Gomarusçular” (Arminius'un Leiden'deki teolojik muhalifi olan F. Gomarus'un adından geliyor) diye adlandırılan çoğunluğu oluşturan diğer eğilimin bağdaşması mümkün görünmüyordu. Gomarusçular, Kalvenci Ortodokslardı. Hıristiyanların çifte itaat tezini savunuyorlardı: dünyevi meselelerde hâkimlere ya da prenslere, uhrevi meselelerde ise kiliseye itaat. Kilise devletten tümüyle bağımsız olarak yöneticilerini seçmek, inananları yeniden birleştirmek, onlara vaaz vermek ve onları eğitmek için mutlak bir hakka sahipti. İkili bir itaat anlayışı olsa bile kanun bütün otoritenin tek bir kaynağından geliyordu, o da Tanrıydı. 

Bu kanun tek bir ilahi kurtuluş düzleminde işliyordu ve de kilise ile devletin kusursuz sayılamayacak görünümleri olmaktan öteye geçmediği tek bir “Hıristiyan toplumu” tanımlıyordu. Tam da bu nedenle aralarındaki ilişki simetrik değildi. Dünyevi prens, gerçek inancın ulus içinde her yere dağılmasını sağlayabilecek gerçek bir “Hıristiyan prensi” olmadıkça, kendisine itaat edilmesini sağlayacak mutlak bir hakka sahip değildi. Pratikte üniversiteler tarafından yetiştirilen rahipler, belediyeden ve devlet otoritelerinden, İncirin dilinde yeni bir İsrail gibi anlatılan Tanrının halkını tehdit eden dalaletlerin sıkı bir şekilde takip edilmesini istiyorlardı. Böylelikle başka bağlamlarda mutlakıyetçiliğe karşı bir direniş kalesi olabilecek olan dini tarikat, Hollanda da baskıcı bir işlev görüyordu. Bununla birlikte böyle bir tarikat halkın beklentilerinin ifade edilmesi açısından da önemliydi. Köylülerin ve proletaryanın çoğunluğu gibi kitleleri yönetme rolünü oynamak isteyen “Gomarusçu” rahiplerin aralarından seçildiği küçük burjuvaların çoğunluğu da kalvenciydi. Bu “vaizler” Regentlerin sadece teolojik gevşekliğini değil, aynı zamanda şatafatlı yaşam tarzlarını ve kamu meselelerine el koymalarındaki boğuculuğu da kınıyorlardı ki, bu “demokratik” bir unsur olarak da değerlendirilebilirdi.

Bununla birlikte Arminiusçuluk, “ikinci Reform” taraftarı olan başka pek çok “sapkın akım” ile karşı karşıya olan Ortodoksluğun tek karşıtı değildi. Bu hareketler, Kolakovvski nin deyimiyle “kilisesiz Hıristiyanlar” adı altında toplanıyordu. Bu topluluk, aralarında büyük farklılıklar olmasına rağmen inancın içselleştirilmesi ve bireyselleşmesi konusunda birleşen farklı gruplar çokluğuydu. Bu grupların çoğunluğu Arminiusçular gibi ilahi takdire karşı çıkıp özgür iradeyi destekliyorlardı. 

Bazıları mistisizme kayarken diğerleri tam tersine “doğal dine daha yakınlardı. Socinusçular (Klasik Avrupa’daki teologlar arasında saplantı haline gelen, Polonya’da yaşayan Italyan reformcu Faust Socinus’un takipçileri) Teslis ve ilk günah dogmalarını, Kilise tarafından ilahi varlığın birliği karşısında empoze edilen batıl itikatlar olarak görüyorlardı. (Bu hareket “birlikçi” ya da “kutsal üçlü karşıtı” mezheplerin doğmasına zemin hazırladı. Bu açıdan bakıldığında İsa artık ilahi bir kişi değil, ahlaki erdemlerin ve iç mükemmeliyetin bir alegorisiydi. İnsanlığın kurtarıcısı olarak sahip olduğu işlev, önemini yitirmişti. İnancın büyük “gizemleri”nden ayrılmış böylesi bir teoloji ile Kartezyen esinden gelen (Descartes’ın kendisi, dini bütün bir Roma katoliği olmasına rağmen) rasyonalist felsefenin birleşmesi kolay oldu. Bu “kilisesiz Hıristiyanların pek çoğu, özgürlük ve ilahi adalet krallığının gelişini duyuran Mesihçi temalara kapılmışlardı ve (Yahudilerin din değiştirmesi gibi) güncel olaylarda bu yönde bazı işaretler arıyorlardı. 

Anabaptist gelenekten gelen topluluklarda (“Mennonitler”, “Kollejiantlar”) evanjelik model hâkimdi: İnananların kiliseye ait bir hiyerarşi olmaksızın özgür bir biçimde yeniden bir araya gelmeleri söz konusuydu. Kalvenciliğe karşıt olmasına rağmen kısmen aynı çevreleri etkileyen başka bir demokrasi biçimiydi bu. Bazıları, özellikle de kollejiantlara göre, bu model sivil toplum için de geçerliydi. Devletin, tebaasına “öldürmeyeceksin” emrini bozma hakkı verebileceğini reddediyorlar ve iş komünizmi ile komşu sevgisine dayanan eşitlikçi bir toplum diliyorlardı.

1619 yılında Dört Sinodu, Arminiusçuluğun savlarını kınamış ve bunları uygulayan din adamlarının, inananlara hizmet etmelerini yasaklamıştı. Bununla birlikte polemik devam ediyordu ve Arminiusçular başka mezheplerden gelen ilim irfan sahipleri ve teologlarla (örneğin genç Spinoza’nın hocalarından biri olan Menasseh ben İsrail'in de aralarında bulunduğu Yahudiler ile) tartışarak entelektüel hayatta çok önemli bir rol oynuyorlardı. Kilise Meclisinin direktifleri belediyeler tarafından yürütüldükçe ve pek çok şehirde böylelikle bir çeşit hoşgörü sağlandıkça “vaizlerdin ihtiyatı daha da arttı. Sanki Arminiusçuluk 1650’den beri devletin bağrında kendine bir yer bulmuş gibiydi. 

O dönem Amsterdarm'ında benzeri hiçbir yerde bulunmayan bir düşünce özgürlüğüne yayın özgürlüğü de eşlik ediyordu. Anabaptist mezhepler, İngiltere'den gelen Quakerler ve binyılcı gruplar, sadece teologları değil kamu  güçlerini de rahatsız eden yoğun bir hareketlilik içindeydiler. Oysa 1610’lardan itibaren Orange prensleri dini inançlarından ziyade türlü hesaplarla (Lahey bir vaaza değerdi...) kendilerini Kalvenci kilisenin koruyucuları ilan ettiler ve bu baskı unsurunu Regent Partisine karşı kullanmaktan hiç vazgeçmediler. Buna karşın, Gomarusçuluk, öncelikli olarak kendi konfesiyonal amaçlarına bağlı bulunsa da, gerçekte “Stathoudersız bir Cumhuriyet’e karşı monarşist eğilimi desteklemeyi tercih etmiştir. Halk kitleleri -en azından kritik dönemlerde- katı kalvenciliğe doğru kaydıkça ve kendi çıkarlarını milli kurtuluşun önüne koyacaklarından endişe ettikleri Regentlerin yerine prenslere güvenmeye başladıkça, dünya görüşlerinin gerçek bir birliğinden ziyade bir taktik gibi duran bu ittifak, kendini daha fazla dayatmaya başlamıştır. Sonuçta aşağıdaki gibi basitleştirerek şemalaştırabileceğimiz bir görünüm ortaya çıkmıştır: 



Bu karmaşık ve hareketli topografyada, birey Spinozayı ve onun düşüncelerini “konumlandırabilir” miyiz? Spinozanın doğduğunda kendini içinde bulduğu Amsterdam’daki “Portekizli” Yahudi topluluğu, Hollanda’daki yönetici elit sınıfın güç temelini oluşturan ticaret ve koloni hareketleriyle yakından alakalı bir gruptu. Spinozanın babası bu elit sınıfın önde gelenlerindendi. 1656 yılında aforoz edilmesinin ardından Spinoza, aralarından ölümüne kadar yanında olacak yakın arkadaş “çevresi”nin çıkacağı küçük burjuva aydınları, özellikle de Kollejiant ve Kartezyen grupları tarafından kabul edilmiştir. Onun saf ve basit bir ateizm olarak değilse de “ultra-kartezyen” bir rasyonalizm olarak yorumlanan felsefesinin etkisinin altında, bazıları radikal pozisyonlar almışlardır (özellikle de 1668 yılında dine karşı hürmetsizlikle suçlanan Adriaan Koerbagh. Spinozayı TTP yi isimsiz yayımlamaya sevk eden şey, muhtemelen Koerbagh’ın hapishanedeki ölümüdür). Aynı zamanda önce bilimsel etkinlikler olarak doğan başka ilişkiler de onu Regent partisine yaklaştırmıştır. Hatta bir anlamda Spinoza, Johan de Witt’in “danışmanlarından biri haline gelmiştir.

Buradan geriye bakarak değerlendirildiğinde, Spinoza'nın, zaman zaman aynı insanlar tarafından talep edilse de aslında heterojen olan üçlü bir felsefi taleple karşı karşıya olduğu görülür: bilimin, mezheplere ait olmayan dinin ve cumhuriyetçi siyasetin talepleri. Spinoza bütün bu taleplere kulak vermiştir ancak aynı zamanda hiçbirinin taleplerine uygun cevap vermemek suretiyle hepsinin yerini değiştirmiştir.

Bir tür ivedilik hissiyatı, TTP nin her yerine sinmiş durumdadır. Bu ivedilik, felsefeyi “eski bir köleliğin kalıntılarından ve teolojik önyargılardan arındırarak içeriden ıslah etmenin ivediliğidir (TTP, 22). Felsefenin özgür bir şekilde ifade edilmesinin karşısındaki tehditlerle savaşma ivediliği... “Çokluk”u ulusun çıkarlarına, yani bizzat kendi çıkarlarına karşı harekete geçiren, monarşik otorite ilkesi ve dinsel entegrizm arasındaki danışıklı dövüşün nedenlerini çözümleme ivediliği... Teolojik yanılsamaları tetikleyen ve bunları sanki yapay bir ikinci doğa haline getiren güçsüzlük duygusunun nasıl da bir yaşam biçiminde kök saldığım anlamaya çalışma ivediliği. Ancak bu noktadan sonra iç ve dış, kolektif ve bireysel özgürlüğü bir tehdit olarak değil, güvenliğin bir koşulu olarak temsil etmek mümkün olabilecektir.

TTPnin yazıldığı ve yayımlandığı tarihsel bağlamda “düşman’ın ismini vermenin açık ve geri çevrilemez bir işaret olduğunu kabul edecek olursak, Spinoza'nın hangi “taraf”tan olduğu şüphe götürmez bir şekilde anlaşılacaktır. Spinozanın, tarihi Grotius'a kadar giden teolojik-politik müdahalesi, cumhuriyetçi partinin manifestosu olarak ortaya çıkacaktır; ancak bu biraz can sıkıcı bir manifestodur. Spinozanın tuttuğu taraf onun kendisini Regent tarafının çıkarları ve ideolojileriyle verili olarak bağdaştırdığını ortaya koymaz. Aynı şekilde, Spinozanın düşüncelerini bilim adamlarının ve “kilisesiz Hıristiyanların çıkarları ve ideolojileriyle bağdaştırdığı da söylenemez. Bir anlamda gerçek özgürlük partisi hâlâ yaratılmayı, onu yaratacak olan unsurlar da dağınık bir şekilde, birleştirilmeyi beklemektedir. Peki, bu durum teorinin rahatlıkla üstesinden gelebileceği basit bir yanlış anlaşılma mıdır? Alttan alta çokluğun eşitliğini ve güvenliğini, içsel kesinliğin dinini ve de doğal nedenler zincirinin rasyonel bilgisini sağlayabilecek bir devletin inşasını bir arada gerçekleştirebilecek bir yaşam biçimi ve toplumsal vicdan modeli ortaya atarak, Spinoza bir umacı yaratmamış mıdır? Burjuva cumhuriyetçiliğinin, kendi içindeki tezatları ve zayıflıkları (Regent sınıfının tasvir ettiği gibi) aşmasını sağlayacak ilkeler biçimlendirebilmiş midir? Yoksa sadece, aslında o zaman için bile çok gecikmiş olan bir tarihsel uzlaşmayı korumayı mı denemiştir? İşte bunlar şimdi cevaplanması gereken sorular.

Etienne Balibar, Spinoza ve Siyaset, S. Soyarslan (çev.), Otonom Yayıncılık, İstanbul, 2004.
s:32-40


(*) Etienne Balibar

1942’de Paris’te doğdu. Öğrencisi olduğu Louis Althusser’in, Kapitali Okumak eserine katkıda bulunanlardan biridir. Paris 10 Üniversitesi’nden profesör olarak emekli olan Balibar, Fransız eleştirel Marksist felsefesinin önde gelen bir temsilcisidir. Türkçede yayınlanan eserleri: Althusser İçin Yazılar (İletişim Yayınları, 1991); Irk Ulus Sınıf (Metis Yayınları, 1993); Marx’ın Felsefesi (Birikim Yayınları, 1996); Dersimiz Yurttaşlık (Kesit Yayıncılık, 1998); Spinoza ve Siyaset (Otonom Yayıncılık, 2004); Kapitali Okumak (İthaki Yayınları, 2007); Biz, Avrupa Halkı (Ara-lık Yayınları, 2008), Şiddet ve Medenilik (İletişim Yayınları, 2014), Şiddet, Siyaset ve Medenilik (Ahmet İnsel ve Pınar Selek'le beraber, İletişim Yayınları, 2014)



(**) Tractatus Theologico-Politicus:  [Tanrı Bilimsel Politik İncelemeler ] TTP)
"İsimsiz olarak hayali bir yayıncının adıyla basılmış olan (ancak hemen “Voorburgun ateist Yahudisi’ne mal edilen) Tractatus Theologico-Politicus (TTP), yayımlandığında, etkisi uzun süre devam edecek büyük bir skandala yol açtı. Bayle’in deyişiyle, “zararlı ve berbat bir kitap”tı bu. Bir yüzyıl boyunca kitap bir sürü ihbar ve inkârla karşılaştı. Fakat aynı zamanda kitabın içerdiği argümanlar, kutsal kitap yorumları ile “liberten” literatürün yanı sıra, siyaset hukuku ve gelenekçi otoritelerin eleştirileri üzerinde de büyük izler bıraktı." age, s:15

24 Şubat 2016 Çarşamba

Spinoza Problemi - Nazi Subayının Paradoksu

Spinoza Problemi - Nazi Subayının Paradoksu

 Irvin D. Yalom


PROLOG


Spinoza uzun zamandır ilgimi çekiyordu ve bu cesur 17. yüzyıl yazarı üzerine yıllardır yazmak istiyordum. Dünyada yapayalnızdı, ailesi, cemaati yoktu ve dünyayı değiştiren kitaplar yazmıştı. Laikleşmeyi, liberal demokratik devleti ve doğa bilimlerinin yükselişini öngörmüş ve Aydınlanma'ya uzanan yolu döşemişti. Yirmi dört yaşındayken Yahudiler tarafından aforoz edilmiş ve Hıristiyanlar tarafından da hayatı boyunca yasaklanmış olması, muhtemelen kendi putkırıcı, sivil hayat yanlısı hassasiyetlerimden ötürü beni her zaman derinden etkilemişti. İlk kahramanlarımdan biri olan Einstein'ın da bir Spinozacı olduğu gerçeği bu garip akrabalık hissini daha da kuvvetlendirmişti. Einstein Tanrı'dan bahsettiğinde "Spinoza'nın Tanrısı"ndan bahsederdi, tamamen doğaya eşdeğer olan, bütün özleri içeren ve "evren için zar atmayan" bir Tanrı'ydı bu ki bununla istisnasız her şeyin doğa yasaları uyarınca gerçekleştiğini kastediyordu.


Ayrıca Spinoza da, tıpkı daha önce hayatları ve felsefelerini romanlarıma dayanak yaptığım Nietzsche ve Schopenhauer gibi, benim kendi psikiyatri ve psikoterapi alanımla alakalı olan çok şey yazmıştı (örneğin, fikir, düşünce ve duyguların kaynağının daha önceki deneyimler olduğu, tutkuların tutkusuzca incelenebileceği ve anlayışın aşkınlığa yol açtığına dair cümleler) ve ben de fikirlere dayalı bir roman yazarak bu katkıları yad etmek istedim.


Ama çarpıcı dış olayların bu kadar az olduğu, düşüncelerle dolu bir hayat sürmüş biri hakkında nasıl roman yazabilirdim? Son derece mahrem bir hayat sürüyor, yazılarında da kendi kişiliğini sergilemiyordu.


Genellikle anlatılara zemin hazırlayan malzemelerin (aile dramları, aşk ilişkileri, kıskançlıklar, ilginç anekdotlar, dolandırıcılıklar, tartışmalar ya da barışmalar) hiçbiri yoktu elimde. Ardında büyük bir mektup koleksiyonu bırakmış ama ölümünden sonra dostları vasiyetine uyup mektuplarından neredeyse bütün kişisel yorumları çıkarmışlardı. Hayır, hayatında çok fazla dışsal dram yoktu: Çoğu araştırmacı Spinoza'yı mülayim ve kibar biri olarak görüyor, bazıları da hayatını Hıristiyan azizlerinkiyle ya da hatta İsa'nınkiyle kıyaslıyordu.


Ben de bu nedenle Spinoza'nın içsel yaşamına dair bir roman yazmaya karar verdim. Kişisel uzmanlığım bu noktada Spinoza'nın hikayesini anlatmama yardımcı olabilirdi. Ne de olsa, o da bir insandı ve beni ve yıllar boyunca üzerinde çalıştığım birçok hastayı rahatsız eden aynı temel insani çelişkilerle mücadele etmiş olmalıydı. Yirmi dört yaşındayken Amsterdam'daki Yahudi cemaati tarafından aforoz edilmesi (ki bu ailesi de dahil bütün Yahudilerin ondan sonsuza dek uzak durmasını emreden geri alınamaz bir karardı) onda güçlü duygusal tepkilere yol açmış olmalıydı. Hiçbir Yahudi bir daha asla onunla konuşmayacak, onunla ticaret yapmayacak, yazdıklarını okumayacak ve ona beş metreden fazla yaklaşmayacaktı. Ve elbette fantezi, düş, tutku ve aşk özlemiyle dolu bir içsel yaşam sürmeyen hiç kimse yoktur.


Spinoza'nın en önemli eseri olan Etik'in yaklaşık dörtte biri "tutkuların esaretinden kurtulma"ya adanmıştır. Bir psikiyatr olarak, bu bölümü kendi tutkularıyla bilinçli bir şekilde mücadele etmeden yazmış olamayacağına inancım tamdı.


Fakat yıllarca elim kolum bağlı kaldı çünkü romanın gerektirdiği hikayeyi bulamamıştım: ta ki bundan beş yıl önce yaptığım bir Hollanda yolculuğu her şeyi değiştirene kadar. Bir konuşma yapmam gerekiyordu ve bunun karşılığı olarak bir "Spinoza günü" istedim. Hollanda Spinoza Derneği'nin sekreteri ve önde gelen bir Spinoza uzmanı bana bir gün ayırıp, bütün önemli Spinoza mekanlarını, yaşadığı evleri, gömüldüğü yeri ve en çok ilgi çeken yer olan Rijnsburg'daki Spinoza Müzesi'ni benimle birlikte dolaşmayı kabul ettiler. Müzedeyken adeta bir aydınlanma yaşadım.


Amsterdam'dan yaklaşık kırk beş dakika uzaklıktaki Rijnsburg Spinoza Müzesi'ne yoğun bir beklentiyle, bir şeyler arayarak girdim ama neydi aradığım? Belki de Spinoza'nın ruhuyla karşılaşmak. Belki de bir hikaye. Ama müzeye girer girmez hayal kırıklığı yaşadım. Bu çok da dolu olmayan, küçük müzenin beni Spinoza'ya yaklaştırabileceğinden şüphe ettim. 


Kişisel sayılabilecek tek şey Spinoza'nın kendi kütüphanesinden alınma 151 kitaptı, hemen onlara yöneldim. Rehberlerim bana kitaplara erişim şansı tanımıştı ve bir 17. yüzyıl kitabını bırakıp diğerini elime alırken, koklarken, bir zamanlar Spinoza'nın ellerinin değmiş olduğu bu kitaplara dokunmanın heyecanı beni sarmıştı.


Ama kısa süre sonra rehberlerimden biri daldığım hayal aleminden uyandırdı beni: 


"Elbette, Dr. Yalom, Spinoza'nın eşyaları -yatağı, giysileri, ayakkabıları ve kitapları- ölümünden sonra cenaze masraflarını karşılamak için açık artırmaya çıkarılmıştı. Kitaplar satılmış, sağa sola dağılmıştı ama neyse ki noter memuru açık artırmadan önce kitapların tam bir listesini çıkarmıştı ve iki yüzyılı aşkın bir süre sonra Yahudi bir hayırsever aynı basım yılı ve aynı basım yerine sahip kitapları bir araya getirdi. Bu nedenle biz buna Spinoza Kütüphanesi diyoruz ama aslında bu bir kopya. Yani onun parmaklan bu kitaplara hiç dokunmadı."


Kütüphaneden uzaklaşıp, duvarda asılı olan Spinoza portresine baktım ve çok geçmeden ağır gözkapakları altındaki o devasa, üzgün, oval gözlerde eriyip gittiğimi hissettim, neredeyse mistik bir deneyimdi, çok nadiren yaşadığım bir şeydi bu. Ama sonra rehberim, 

"Bunu bilmiyor olabilirsiniz ama bu aslında Spinoza'nın gerçek görünüşü değil. Bir sanatçının birkaç satır tarife dayanarak yarattığı hayali bir görüntü bu. Eger Spinoza yaşarken portresi yapıldıysa bile, günümüze ulaşmamıştır." 

Belki tam da bu mutlak belirsizliğe dair bir hikaye yazmalıyım, diye düşündüm. İkinci odadaki mercek yontma aletlerine bakarken (müzedeki levha bunların da onun kendi aletleri değil, benzer aletler olduğunu söylüyordu) kütüphane odasındaki rehberlerimden birinin Nazilerden bahsettiğini duydum.


Tekrar kütüphaneye döndüm. 


«Ne? Naziler buraya, bu müzeye mi gelmişti?"


"Evet, Hollanda'nın bombalanmasından aylar sonra ERR birlikleri büyük limuzinleriyle buraya gelip, her şeyi çaldılar, kitapları, büstü, Spinoza'nın bir portresini, her şeyi. Her şeyi yükleyip götürmüş, sonra da müzeyi mühürleyip kamulaştırmışlardı."


"ERR mi? Ne anlama geliyor?"


"Einsatzstab Reichleister Rosenberg. Reich lideri Rosenberg'in, yani Nazilerin en önde gelen Yahudi karşıtı ideologunun özel harekat birliği. Nazi Almanya'sı için ganimet toplamakla görevliydi ve Rosenberg'in komutasında ERR bütün Avrupa'yı talan etmiş; ilkönce Yahudilere ait şeyleri, sonra da savaşın ilerleyen safhalarında değerli olan ne varsa 

yağmalamıştı.

"O halde bu kitaplar Spinoza'dan iki kez uzaklaşmış kopyalar öyle mi?" diye sordum. "Yani kitaplar yeniden satın alındı ve kütüphane ikinci kez bir araya getirildi öyle mi?"


"Hayır, mucize eseri bu kitaplara bir şey olmadı ve savaştan sonra birkaç kayıp hariç buraya geri getirildi."


"İnanılmaz!" İşte sana hikaye, diye düşündüm. 


"Ama Rosenberg bu kitaplarla niye ilgilendi ki? 17. yüzyıl ve daha öncesinden kalma oldukları için kısmen değerli olduklarını biliyorum ama neden Amsterdam Rijksmuseum'a girip, bütün bu koleksiyondan daha değerli bir Rembrandt tablosu almamışlar ki?"


"Hayır, mesele bu değildi. Olayın parayla alakası yoktu. ERR, Spinoza'ya esrarengiz bir ilgi duyuyordu. Kütüphaneyi bizzat yağmalayan Nazi subayı, resmi raporuna önemli bir cümle eklemişti: 'Bu kitaplar, 'Spinoza Problemi'nin çözülmesi için çok önemli olan eski eserleri içeriyor.' Eğer isterseniz raporu internette bulabilirsiniz, resmi Nürnberg belgeleri arasında yer alıyor."


Afallamıştım. "Nazilerin, 'Spinoza Problemi'nin çözülmesi' mi? Anlamadım! Ne demek istiyordu? Nazilerin 'Spinoza Problemi' dediği şey neydi?"


Rehberlerim bir pandomim ikilisi gibi omuz silkip, avuçlarını açtılar.


Israr ettim. "Spinoza Problemi yüzünden, bu kitapları Avrupa'nın büyük kısmını yaktıkları gibi, bu kez yakmak yerine muhafaza ettiler mi diyorsunuz?"


Başlarını sallayarak onayladılar.


"Peki kitaplar savaş esnasında nerede saklanmış?"


"Kimse bilmiyor. Kitaplar beş yıl boyunca kayıptı ve 1946'da Almanya'daki bir tuz madeninde bulundu.''


"Tuz madeni mi? İnanılmaz! " Kitaplardan birini elime aldım (İlyada'nın 16. yüzyıldan kalma bir baskısı) ve kitabı okşarken, "Demek ki bu eski hikaye kitabının da anlatacak kendi hikayesi var. " dedim.


Rehberlerim bana evin geri kalanını dolaştırdılar. Şanslı bir zaman diliminde gelmiştim, daha önce binanın diğer yarısını çok az kişi görebilmiş çünkü yüzyıllardır bir işçi sınıfı ailesi yaşıyormuş orada. Ama son aile üyesi de yakın zamanda ölünce, Spinoza Derneği hemen burayı satın almış ve müzeye dahil etmek için restorasyon çalışmalarına başlamış. inşaat molozları arasında küçük mutfağı ve oturma odasını dolaştım ve sonra dar, dik merdiveni kullanarak küçük, göze batmayan yatak odasına çıktım. Bu sade odaya hızla göz atmış aşağı iniyordum ki tavanın kenarında otuz santime otuz santim ince bir çatlak gördüm.


"Bu ne?"


Yaşlı kahya bakmak için birkaç basamak tırmandı ve bunun iki Yahudi'nin, yaşlı bir kadınla kızının savaş boyunca Nazilerden gizlendiği küçük bir çatı arasına açılan gizli bir kapak olduğunu söyledi. "Onlara yemek verdik ve göz kulak olduk."


Dışarısı ateş altındaydı! Naziler her beş Hollandalı Yahudi'den dördünü öldürmüştü! Ama Spinoza evinin üst katında, çatı arasında gizlenen iki Yahudi kadına savaş süresince özenle bakılmıştı. Ve aşağıda küçük Spinoza Müzesi, Rosenberg'in harekat birliğindeki, kütüphanenin Nazilerin "Spinoza Problemi"ni çözmelerine yardımcı olabileceğine inanan bir subay tarafından yağmalanmış, mühürlenmiş ve kamulaştırılmıştı. 


Peki neydi "Spinoza Problemi"? Bu Nazi de, Alfred Rosenberg de kendince nedenlerden ötürü Spinoza'yı mı arıyordu acaba diye merak ettim. Bir muamma ile girdiğim müzeden iki muamma ile çıkmıştım. Bundan kısa süre sonra yazmaya başladım.

***

Irvin D. Yalom, Nazi Subayının Paradoksu - Spinoza Problemi 

Çevirmen: Ahmet Ergenç
Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2012, s: 8-17

[NOT: Bu metin; tarih, tarihçilik nedir veya II. Dünya Savaşı ile ilgili olarak (vb.) tarih derslerinde kullanılabilir diye düşünüyorum. DK]