türk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
türk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Eylül 2010 Pazartesi

Tarihte Türk Devletlerinin Çökme Dağılma ve Yıkılma Sebepleri

Tarihte Türk Devletlerinin Çökme Dağılma ve Yıkılma Sebepleri

Türklerin tarih boyunca pek çok devlet kurmaları, onların ne kadar teşkilâtçı bir yapıya sahip
olduklarını göstermesi bakımından dikkat çekici ise, kurulan devletlerin yıkılış sebepleri de o kadar
ibret vericidir. Türk tarihinin geneli göz önüne alındığında çoğu devletin iç çekişmeler nedeniyle
ortadan kalktığı, veya yine bir başka Türk boyu tarafından yıkıldığı görülmektedir. Türklerin "ilsiz" ve
"kağansız" kalmalarının en büyük sebebi, aslında kendilerini illi ve kağanlı yapan "Türk töresi"nden
kopmaları olmuştur. İslâmiyet'ten önce Orta Asya'da kurulan büyük Türk devletlerinin yıkılış
dönemleri incelendiğinde bu gerçek açık olarak görülebilir. Hun ve Göktürk çağı buna iyi bir örnektir.
İslâmî dönemde de mahiyeti biraz değişmekle birlikte töre ve adaletten ayrılan Türk devletlerinin
zayıflamaya başladıkları izlenebilir. Hun devrine ait Çin kaynaklarındaki bilgiler, Göktürk Kitabeleri ve
İslâmî döneme geçiş devrinde yazılan Kutadgu Bilig ile Nizamülmülk'ün kaleme aldığı Siyasetname
gibi kaynaklar, çözülmenin sebeplerini anlatan pek çok örneklerle doludur.Türk Töresinden
Uzaklaşma, Kültürel Yabancılaşma
Orta Asya Türk tarihinde Türk devletinin kendini güçlü kılan Türk töresinden uzaklaşmasının ne gibi
kötü sonuçlar doğuracağı, ezelî düşmanları Çin ile örnekleştirilerek anlatılır.
Bunda amaç, tehlikeye dikkat çekilerek, devletin kendisine çeki düzen vermesidir. Göktürk
Kitabelerinde buna dair çok sayıda örnek olmakla birlikte, henüz Hun çağında bile Çin âdetlerini
benimsemenin mahsurları, hem de bir Çinlinin ağzından, açık bir şekilde izah edilir. Mete'nin oğlu
Kiyuk'un veziri olan Cung-Hang Yüeh, refah ve zenginliğe erişince gevşeyen ve Çin giyimi ve
yemeklerine ilgi duymaya başlayan kağana bunun sakıncalarını şöyle anlatır:
            "Hunların bütün halkını toplasanız, Çindeki bir ilin nüfusu kadar bile tutmaz(nüfus
bakımından). Çin daha güçlü sayılır. Ayrıca onların yiyecekleri ile elbiseleri de ayrıdır. Bu sebeple,
Çin'de (yetişen ve yapılan) bu gibi mallara bağlanmak doğru değildir. Şimdi siz, Hun hakanı,
geleneklerinizi değiştirip, Çin'de bulunan mallara sahip olmak isterseniz, Çin mallarının hiç olmazsa
beşte birini satın almak zorunda kalacaksınız. Böylece Hun halkının hepsi, (ihtiyaçları için) hep Çin'e
bakacak ve Çin'in tesiri altına girecektir.
            Çin ipeklilerini alsanız ve elde etseniz bile, siz Hunlar çalılar ve dikenler arasında, hep at
üzerinde dolaşmaktasınız. Giyecekleriniz ve pantolonlarınız az zamanda, çalılar arasında yırtılmış
olacaklar. Elbette ki, ipekli elbiseler, şimdiye kadar giydiğiniz yün ve keçe elbiseleriniz kadar
mükemmel ve elverişli olamazlar.
            Yiyecek meselesine gelince: Çin yiyeceklerini elde etseniz bile, onlar da az zamanda
tükenip gidecekler veyahut yemeyip atacaksınız. Bu da gösteriyor ki, Çin yemekleri, sizin kımız ve
yoğurtlarınız kadar lezzetli ve size uygun yiyecekler değildir."
            Bugün dahi benzer meselelerle karşı karşıya olduğumuz göz önüne alınacak olursa bu
öğütlerin doğruluğu ve güzelliği insanı şaşırtmaktadır. Göktürk çağında da devletin çöküşünü
hızlandıran sebepler arasında Türk yaşayış ve töresinin terk edilerek Çin'e öykünmenin ilk sırada yer
aldığı görülür. Çinliler bu durumun farkında olduğundan Türkleri kendi yakınlarına çekmeye çalışmış,
taht mücadelelerini gizliden gizliye kendi çıkarları için körüklemiştir. Batı Göktürklerinin başında
bulunan İstemi Yabgu'nun oğlu Tardu, ihtirası ile, Doğu'daki İşbara Han'ın yüksek hâkimiyetini
tanımayarak isyan ettiğinde, Çin devreye girerek, Göktürkler arasına iyice nifak sokmuş idi.
İşbara'ya karşı isyanların gittikçe artması üzerine, Han, Çin'in himayesine girmeyi kabul etmiş, fakat
Çin hükümdarı, bunun karşılığında Hunların Çin âdetlerini benimsemesini talep etmişti. Çünkü Çin
hükümdarı "Türklerin ok atamadıkları zaman tehlikeli olamayacaklarını" biliyordu.
            Hun ve I. Göktürk devletlerinin başına gelenleri iyi bilen Bilge ve Kültegin kardeşler, II.
Göktürk Devleti'nin aynı hatalara düşmemesi için, Çin'in asıl amacını kitabelere nakşederek
ölümsüzleştirmişlerdir. Tarih şuuruyla nakşedilen öğütler, Türk töresini terk etmenin ağır bedelini
halka hatırlatmaktaydı:
            "Tabgaç budun (Çin), altın, gümüş, işlemeli kemha ve ipekli kumaşlardan bolca verirmiş. Çin
milletinin sözü tatlı, hediyesi de çekici imiş. Tatlı söz ve yumuşak ipeği (hediyeleri) ile Çinliler,
ararlar ve uzak milletleri (bulup) kendilerine bu yolla yakınlaştırırlarmış.
(yakınlarına gelip) konan (kavimlerin ise), içlerine fesat bilgisini yayarlarmış. İyi bilgiye sahip bilgi
kişiyi, iyi cesur ve alp kişiyi yürütmez imiş. (Onların içinde) bir kişi yanılsa, beşiktekilere kadar (artık
acımaz ve) kıymaz imiş. (Çin'in) tatlı sözüne, yumuşak hediyesine kanıp, pek çok Türk öldü..."
            Bu muhteşem nutukta daha sonra I. Göktürk kağanlığının dağılarak çok sayıda Türkün
katledildiği ve kalanların da Çin'e yerleştirilmeleri anlatılır. Kutlu yurt olan Ötügen'in terk edilmesi
devletin yıkılış sebeplerinden biri olarak gösterilir ve Türk milleti bir kez daha uyarılır:
            "Türk milleti!, eğer o yerlere (Çin'e) varırsan öleceksin. Ötügen yerinde oturup, (Çin'e
yalnızca) kervan ve heyetler gönderirsen, hiçbir kaygın olmayacaktır. Ötügen ormanında oturursan
ebedî il tutacaksın. Türk milleti, artık tok olacaksın. Açlık, tokluk nedir bilmezsin. Bir doysan, açlık
nedir bilmezsin. Bunun için, seni eğitmiş olan kağanının sözünü almadın. Yer sayarak (yerden yere)
vardın. Oralarda hep tükendin ve zayıfladın. Orada kalmış olanlar ise, (yine) yerden yere gittiler.
Hepsi, ölü (gibi) yürüyor idiler. Tanrı buyurduğu için; özümün kutu, talihi olduğu için kağan oldum..."
            Bu ifadelerde Türk milletinin "yanılma"sı ve "ilsiz" kalması anlatılır. Eğer millet vatanını ve
kağanını terk ederse Tanrı tarafından cezalandırılır. Tonyukuk Kitabesi'nde "Tanrı şöyle demiş: Han
verdim hanını bırakıp teslim oldun, Teslim olduğun için Tanrı öldürmüştür.
Türk milleti öldü, mahvoldu, yok oldu."denir. Şüphesiz Türk devletlerini güçlü kılan millet-devlet
kaynaşmasıdır. Devlet, milletine hizmet ettiği sürece "kutsal" kabul edilir. Orhun Yazıtlarında Türk
milleti bütün işini ve gücünü kağana verirken, kağanın da milletin başını dik tuttuğu, aç ve çıplak
kimse bırakmadığı destanî bir dille anlatılır. Eğer kağanlar, babalarına benzemez, töreyi unuturlarsa,
devlet ve millet felâketle karşı karşıya gelir. Kültigin ve Bilge Kağan yazıtlarında, devletin zayıflayıp ,
parçalanması sebepleri bu açıdan şöyle anlatılır:
            "Bilgisiz kağanlar, kötü kağanlar tahta oturmuş olduğundan; bakanları (buyrukları) da
bilgisizmiş, kötü imiş. Beğleri ve halkı düzensiz (tüzsüz), Çin milleti aldatıcı ve sahtekâr olduğu,
küçük kardeşi büyük kardeşe düşürdüğü, beğ ve halkın arasını açtığı için Türk milletinin ülkesi
elinden çıkmış. Kağanlık tahtına çıkardığı kağanını kaybetmiş. Çin milletine beğ olacak erkek
çocuğu kul, hanım kızı cariye oldu. Türk beğleri Türk adını bıraktı. Çin beğlerinin Çince adlarını alarak
Çin imparatoru için çalıştılar."
Görüldüğü gibi Orta Asya Türk tarihinde devletin yıkılış sebepleri daha çok Türk töresinin terki ve iç
mücadelelerle izah edilir. Hunlar, Göktürkler aslında kendi iç mücadelelerin sonunda zayıflamış,
Çinliler sadece bundan faydalanmışlardır. Uygur Devleti de 840 yılında yine bir Türk kavmi olan
Kırgızlar tarafından yıkıldıkları hâlde, başlarına gelen felâketlerden hep Çinlileri mesul tutmuşlardır.
Uygur destanlarında, hep Çin motifi işlenir. Çünkü Çin, Türk töresinin karşısındaki "yabancılaşma"
tehlikesini sembolize eder.
İslâmî dönemde de benzer tehlike, mahiyet ve sonuçları farklı olmakla birlikte bazen Türk
devletlerinin sonunu hazırlamıştır. Kurucularının Türk hanedanına mensup oldukları, askerlerinin
hemen tamamının, halkının azımsanmayacak bir kısmının Türk olduğu Samanilerde, nispeten
Gaznelilerde bu durum gözlenir. İran etkisi bu iki devlette de önemli ölçüde hissedilir. Selçuklu
Devleti'nin kısa zamanda bütün Horasan'a hâkim olmasında, şüphesiz bu devletlerin topraklarında
yaşayan konargöçer Türklerin, Arslan Yabgu ve Tuğrul Beylerin etrafında birleşmelerinin rolü vardır.
Ancak Melikşah'tan sonra başlayan iç mücadeleler, İran menşeli devlet adamlarının nüfuz
kazanmasıyla neticelenmesi, Büyük Selçuklu İmparatorluğunun dağılmasına bir ölçüde sebep
olmuştur. Sencer'in bütün gayretlerine rağmen devleti dağılmaktan kurtaramaması ve aynı soydan
olan Oğuzların, yabancılaşan devlete isyanlarının ardında da bu gerçek yatar. İç mücadeleler ve
buhran dönemlerinde özünde "yabancılaşma"ya tepki olan isyanların çıkması bu sebeple tabiîdir.
Nitekim dinî yönünü bir tarafa bırakacak olursak Anadolu Selçuklularında devleti oldukça uğraştıran
Babaîler isyanında Türkmenlerin önemli bir kısmının isyana katılması da bunu gösterir. Her ne kadar,
bir cihan hükümdarı olduklarını göstermeleri bakımından Anadolu Selçuklu hükümdarlarının eski İran
unvanlarını (Keyhüsrev, Keykubad, Keykavüs) kullandıkları biliniyorsa da, sonuç itibariyle bu durum
bir yabancılaşmanın da ifadesidir.
Orhun Kitabeleri'nde geçen "Türk kağanları Çin isimleri aldılar" eleştirisi şüphesiz Anadolu
Selçukluları için de söylenebilir. Anadolu Selçuklularında resmî yazışma dilinin Farsça olması da
göz ardı edilemez. Karamanoğlu Mehmet'in "Bundan sonra divanda, dergahta ve bargahta Türkçe
konuşula" şeklindeki buyruğu, bu yabancılaşmaya bir tepkinin ifadesidir. Nitekim Osmanlı Devleti'nin
600 yılı aşkın bir süre imparatorluklarını muhafaza etmelerinde Türkçeyi resmî dil olarak korumaları
önemli bir unsur olmuştur. Yaşayış bakımından daha Türk olmasına rağmen Safavilerin, İran devleti
hâline gelmelerinin ardında Farsçayı resmî dil olarak kabul etmeleri yatar. Rusya ve Çin gibi ezeli
düşmanlar, Türk hâkimiyetinin yıkılmasının, Türk dilini yok etmekle mümkün olduğunu bildiklerinden,
bu yönde büyük gayretler sarf etmişlerdir.
Taht Mücadeleleri
Daha önce de belirttiğimiz gibi Türklerde devlet hanedanın ortak malı olarak telâkki edilir. Tanrıdan
kut alan kağan, milleti için ve onun adına devleti yönetir. Ancak, kağan veya sultan bu vazifesini iyi
ifa edemezse, bu telâkkiye göre, hanedan üyeleri tahta geçme hakkına sahiptir. Hunlardan
Osmanlılara kadar değişmeyen bu anlayış, aslında devlet yönetimine ehil ve liyakatli kişilerin
gelmeleri ve bu sayede devlet ve milletin daha da güçlenmesi için bir vasıta olarak düşünülmüştür.
Hanedan üyelerinin tahtta hak iddia etmelerinin tek şartı bu mücadelenin "sonuçlarına katlanmayı"
kabul etmelerine bağlıdır.
Dolayısıyla taht mücadelesine giren hanedan üyeleri başarısızlıklarını hayatlarıyla ödemeyi baştan
göze almışlardır. Umumiyetle hanedan üyelerinin kanını dökmek "memnû" (yasak) olduğu için onlar,
hâkimiyet sembolü olan "yay"ın kirişiyle boğdurulur. Bu anlayış, çoğu zaman daha cesur, daha
liyakatli ve bilgili olan hanedan mensuplarının devletin başına geçmesine ve neticede de devletin her
bakımdan güçlenmesine yardımcı olmuştur. Hun Hakanı Mete, Selçuklu sultanları Alparslan, Sencer
veya Osmanlı padişahları Fatih ve Yavuz Sultan Selim bu duruma örnek olabilecek akla ilk gelen
Türk hükümdarlarıdır Fakat bazen taht mücadeleleri, beklenen sonuçları vermemiş ve Türk
devletlerinin zayıflayıp parçalanmasına veya yok olmasına da sebep olmuştur. Özellikle güçlü bir
Türk hükümdarının ölümünün ardından başlayan mücadeleler, buhran dönemi taht kavgaları devlet
otoritesi, gücü ve nizamına sekte vurmuştur. Göktürklerin batı kolunun lideri olan Tardu'nun,
İşbara'nın hâkimiyetini tanımayıp bağımsızlığını ilan etmesi, neticede Göktürklerin Çin hâkimiyetine
girmesini kolaylaştırmıştır. Keza, Melikşah'ın ölümünden sonra, gücünün zirvesinde olan Büyük
Selçuklular 1092'den 1118 yılına kadar taht mücadelelerine sahne olmuştur. Melikşah'ın oğulları
arasındaki taht mücadelelerinden faydalanan Haçlılar, Güneydoğu Anadolu,Suriye, Filistin ve
Kudüs'ü ele geçirmiş, Selçuklu Devleti Sencer dönemine kadar güçlü bir otoriteyi yeniden tesis
edememişlerdir. Hatta Sencer de sık sık yeğenlerinin ve Harzemşah Atsız'ın isyanlarına maruz
kalmış ve neticede Oğuz isyanları ile devlet ortadan kalkmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş sebepleri, şüphesiz yakın tarihimiz açısından daha çok
incelenmeye muhtaçtır. Çünkü Osmanlının çöküşü, sonuçları itibariyle sadece Türkiye Cumhuriyeti
için değil bütün dünya tarihi için önemli bir olaydır. Türk hâkimiyet anlayışından meşruiyetini alan
taht mücadeleleri Osmanlı tarihi içinde de sık sık görülmektedir. Yükseliş dönemine kadar
Osmanlıda cereyan eden taht kavgaları umumiyetle daha güçlü ve liyakatli olan hanedan üyelerinin
tahta geçmesini sağladığından, sonuçları devletin büyüyüp genişlemesine katkıda bulunmuştur.
Buna rağmen Yıldırım Bayezid'in Ankara Savaşı'nda Timur'a yenilmesiyle başlayan ve tarihimizde
"Fetret Devri (1402-1413)" olarak adlandırılan kardeş kavgaları, şüphesiz Osmanlı fetihlerinin
gecikmesine sebep olmuştur. Fatih Sultan Mehmet, kardeş kavgalarının önünü almak için ünlü
kanunnamesinde "nizâm-ı âlem için kardeş katli"nin vacip olduğunu bildirmesi, meselenin ne kadar
ciddî olduğunun bir işaretidir. Devletin bekası ve nizâm-ı âlem için kardeşin dahi gözden çıkarılması,
aslında tenkit edilecek değil, takdir edilecek bir özveri örneğidir. Buna rağmen Cem Sultan ve Yavuz
örneklerinde görüldüğü gibi taht mücadeleleri devam etmiştir. Yine bu mücadeleyi önlemek
maksadıyla I.Ahmet, "ekber ve erşef evlât", yani büyük ve olgun oğulun padişah olması usulünü
getirmiştir. Fakat bu usul de istenen neticeyi vermeyecektir. Özellikle gerileme dönemindeki taht
mücadelelerine hanedan dışında, yeniçerilerin ve devşirme asıllı vezir ve paşaların da karışması
devlet otoritesini ve nizamı daha da bozmuştur.
Yeniçeri Ocağı, saray ve haremin nüfuz mücadelesine girmesi kimi zaman çocuk yaşta, ehliyetsiz
şehzadelerin kukla sultan olmasıyla kimi zaman, dirayetli ve cesur sultanların katliyle
neticelenmiştir.
Türk devletlerinde alplik (gazi-erenlik), bilgelik ve erdem hükümdarların en büyük özelliklerindendir.
Türk hükümdarı cihan hâkimiyetini tesis için bizzat fetihlere iştirak eder ve hatta ordunun en ön
safında savaşır. Çünkü o her açıdan milletinin lideridir. Nitekim Alparsan Malazgirt'te kefenliğini
giyerek ön safta savaşmıştır. Kuruluş ve yükseliş döneminde Osmanlı padişahları bizzat seferlere
katılmıştır. Kanuni'nin 46 yıllık hâkimiyet döneminde, ömrünün çoğunu at üstünde seferlerde
geçirdiği bilinmektedir. Kanuni'nin ölümünden sonra bu gelenek yavaş yavaş terk edilmeye başlamış,
IV. Murat gibi istisnalar hariç, padişahlar seferlere çıkmadığı gibi, devlet işlerinin görüldüğü divana da
pek katılmamışlardır. Padişahların halktan kopması, sefere ve divana çıkmaması, devlet idaresinde
vezirlerin ağırlığının artmasına sebep olmuştur. Nitekim XVI. yüzyılın sonlarından itibaren güç ve
nüfuzunu müspet yönde kullanan vezirler Osmanlı Devleti'nin sınırlarını muhafaza etmesini
sağlayabilmişlerdir. Bu daimî olmayan başarılar, padişahlardan ziyade vezirlere mâl edilmiştir.
Sokullu devri veya Köprülüler devri buna örnektir. Vezirlerin gücünün artması aralarında, taht
mücadelesine benzer bir mücadelenin başlamasına da sebep olmuştur. Nüfuzunu kötüye kullanan
bazı devşirme asıllı vezirler, ihanete varan uygulamalara girmiş, Rüstem Paşa gibi vezirler rüşvet ile
iş görür olmuşlardır.
Osmanlı padişahlarının kısmen de olsa terk ettiği otorite ve yetkilerini üstlenen merkezî bürokrasinin
rüşvet, suiistimal ve adam kayırma gibi, bugün de yabancısı olmadığımız unsurlarla bozulması,
devletin gerileme dönemine girmesine yol açacaktır. XVIII. yüzyıldan itibaren geleneksel bir askerî ve
idarî eğitimden gelen "ehl-i seyf"ten atanan vezirlerin yerini, "ehl-i kalem"e bırakması, yani malî ve
idarî bürokrasinin yürütme (sadaret) görevini üstlenmesi beklenenin aksine bozulmayı
durduramamıştır. Koyu bürokrasi, XVIII. yüzyılda gerçekleştirilmeye çalışılan askeri, idarî ve malî
düzenlemelerden arzu edilen neticeyi alamadığı gibi, çöküşü de hızlandıran bir unsur hâline
gelmiştir.
Merkezî idarenin yanı sıra taşradaki askeri, idarî ve içtimaî yapı değişiklikleri, Osmanlı Devleti'nin
zayıflayıp çökmesinin nedenleri içerisinde önemli bir yer tutar. Daha önce belirttiğimiz gibi, özünde
tımar sistemi bulunan Osmanlı idarî yapısı, devletin merkezi otoritesini zaafa uğratmadan, yerinden
yönetim ile bir denge oluşturmuştu. Tımarlı sipahi, taşra teşkilâtındaki en küçük birimin bir nevi
idarecisi idi. Askerî hizmetine karşı, belirli bir bölgenin gelirleri kendisine tahsis edilen tımarlı sipahi
böylece, bir taraftan devletin seferlerine iştirak ederken, diğer yandan, vergilerini toplayacağı için
halkın düzenli bir üretim yapmasına imkân vermekteydi. Buna bağlı olarak, taşra idaresinin esasını
oluşturan sancak yönetimi ve beylerbeyilik, Osmanlı askerî gücünün asıl gücünü oluşturduğu gibi,
üretim ve vergileri sürekli kılmakta, halkın huzur ve asayişini sağlamaktaydı.
Böylece, Osmanlı hazinesi, merkezi hazineye yük olmadan askerî ve malî harcamalarının büyük bir
bölümünü bu yolla karşılayabilmekteydi. XVI. yüzyıldan itibaren bu sistemde aksamalar başlamıştır.
Bu yüzyılda bütün Akdeniz dünyasında görülen büyük nüfus artışı, ürün ve gelir artışının üstüne
çıkmış, sipahilerin aleyhine olarak, kapıkulları da dirlik gelirlerine ortak olmuşlardır. Tımarlı sipahilerin
işsiz kalması veya gelirlerinin azalması, Osmanlı askerî gücünü de etkilemiştir. Özellikle XVII.
yüzyılda fetihlerin durması, Avusturya ve İran ile yapılan uzun süreli savaşlar, idarî ve iktisadî
düzendeki bozulmaları daha da hızlandırmıştır. Devlet, nakit sıkıntısını gidermek için, tımar
topraklarını mukataaya, iltizama vermiş ve böylece kiralama yolu ile peşin vergiye dönmüştür. Ehl-i
örf zaman içerisinde köylülerin mülkünü gasp etmeye başlamış, kanuna aykırı olarak vergileri
artırmıştır. Bu uygulamalar, tımarlı sipahilerin ve köylü-çiftçilerin huzursuzluğunu daha da artırmıştır.
Nitekim Celalî İsyanları adıyla tarihimize geçen isyanların temelinde bu uygulamalar yatmaktadır.
Celalî isyanları tımar sahipleri ve köylünün, topraklarını terk etmesini ve iktisadî ve içtimaî düzenin
daha da bozulmasını beraberinde getirmiştir. Kapıkulu, tımarlı sipahilerin yerini tutamamış ve
nihayet, XVIII. yüzyılda, toprak kaybetmeye başlayan Osmanlılar, devşirme usulünü de terk ederek,
reayanın her zümresinden idareci ve bürokrat almaya başlamışlardır. Bürokrasi kadrolarının ehliyetli,
ehliyetsiz yöneticilerle dolması, onlara yeni görevler ve gelirler ihdas edilmesi mevcut durumu daha
da kötüleştirmiştir.
Muhassıl, mütesellim ve nihayet ayanlar, idarî yapı içerisinde, klâsik sancak yöneticiliğinin yerlerini
almış, bunların bir kısmı şahsi nüfuz ve servetini artırmak için, mevkilerini istismar ve suiistimal
etmişlerdir. Bütün bu olumsuzluklar, Koçi Bey Risalesi ve Netayicü'l-Vukuat gibi eserlerde
zikredilmesine rağmen önlenememiştir. Merkezî idarenin zaten pek istikrarlı olmayan otoritesi,
taşrada yeni iktidar odaklarının güçlenmesine mani olamamıştır. II.Mahmut'un Yeniçeri Ocağı'nı
kaldırması, ayanların gücünü kırmaya çalışması aslında bu gidişi durdurmaya yönelik tedbirlerdir.
Fakat idarî ve sosyal bünyedeki bozulmalar, Osmanlı yenileşme hareketleri sürecinde gayri millî
unsurların gaflet ve ihanete varan tutumları sebebiyle başka bir mecrada devam etmiştir. Şüphesiz
Osmanlı Devleti'nin çöküş nedenleri arasında Avrupa'nın ticari hayattan sanayileşmeye geçmesi ve
bunu askerî alana da yaymasının rolü vardır. Osmanlı devleti zengin bir ticarî hayata sahip olmasına
rağmen, yukarıda kısaca değindiğimiz sebeplerin de etkisiyle, ticarî hareketliliği sanayileşmeye
çevirememiş, dolayısıyla Avrupa'nın bu alandaki üstünlüğünü kabul etmek zorunda kalmıştır.
Osmanlı Devleti'ni Kurtarma Çabaları
Osmanlı Devleti içinde bulunduğu güçlüklerden kurtulmak için çeşitli dönemlerde ıslahat ve
yenileşme çabalarına teşebbüs etmiştir. Bu hareketler Osmanlı siyasî tarihi bahsinde ele
alındığından burada uzun uzun anlatılmayacak, sadece imparatorluğun çöküş nedenlerine bağlı
kalınarak, değerlendirilecektir.
Osmanlılar, önceleri eski gücüne erişmek ve Avrupa ile boy ölçüşebilmek için, kendi inisiyatifiyle,
askerî ve idarî reformlar yapmayı denemiştir. (III. Selim, II.Mahmud devirleri gibi) fakat tam bir netice
alamamıştır. Artık Avrupa'nın üstünlüğünü kabul etmek zorunda kalan Osmanlılar için, Avrupa'yı her
açıdan örnek alacak idarî, hukukî, sosyal düzenlemeler yapmak kaçınılmaz görülmektedir(!).
III.Selim ve İlk Islahat Hareketleri; İyi bir eğitim görmüş olan III. Selim geçici bir barış döneminden
faydalanarak, devlet içinde, özellikle askerî alanda, ıslahatlar yapmak istiyordu. Bu maksatla,
Nizâm-ı Cedit adı verilen ilk ıslahat hareketiyle, yeni bir ordu kurdu(1793). Yeniçeri Ocağı'nı
kaldıramayacağını bildiğinden, öncelikle Nizâm-ı Cedit denilen bu orduyu batılı tarzda düzenleyip,
başarısını kanıtlamak gerekliydi. kendileri aleyhine ortaya çıkan gelişmelerden endişe duyan
yeniçeriler, bazı devlet adamlarını da yanlarına çekerek yeniliklere karşı çıktılar ve isyan ettiler.
Kabakçı Mustafa İsyanı ile III. Selim tahttan indirildi. (1806). III. Selim'in başlattığı ıslahatları
II.Mahmud devam ettirmeye çalıştı.
II. Mahmut ve Islahat Hareketleri; II. Mahmut devri (1808-1839), hem gerçekleştirilen yenilik
hareketleri ile hem de etnik ve siyasî isyanlarıyla Osmanlı Devleti'nin yol ayrımına girdiği bir dönemi
ifade eder. II. Mahmut, öncelikle orduyu baştan aşağı düzenlemek ile işe başladı.
İsyancıların lağvettiği Nizâm-ı Cedit'in yerine Sekbân-ı Cedit adı ile yeni bir ordu kuruldu. Yeniliklere
karşı çıkan, hiç bir işe yaramayan ve fesat yuvası hâline gelen Yeniçeri Ocağı bir nizamname ile
ortadan kaldırıldı. Vaka-yı Hayriye olarak adlandırılan bu köklü değişiklikle (15-16 Haziran 1826),
yeni bir ordu oluşturuldu. "Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye" adını alan bu modern ordunun yanı
sıra, eyaletlerde "redif" birlikleri oluşturuldu. Merkezî idareyi güçlendirmeye çalışan II. Mahmut,
ayanlara "sened-i ittifak" denilen bir belge imzalatarak onları kontrol altına almaya çalıştı. Hükûmet
teşkilâtında da değişikliklere gidilerek kabine ve nezaret (bakanlık) usulü benimsendi. Avrupa
tarzında eğitim veren rüştiyeler, Harbiye ve Tıbbiye okullarının açılması vb. gibi eğitim alanında da
ıslahatlar gerçekleştirildi. Fakat, kimi şeklî, kimi öze yönelik bu yenilikler devletin içinde bulunduğu
zorlukları aşmasına yetmediği gibi, Osmanlı coğrafyasındaki parçalanma II. Mahmut döneminde
daha da hissedilir hâle geldi.
Tanzimat:II.Mahmut dönemi ıslahatlarının devamı niteliğindeki Tanzimat düzenlemeleri Hariciye
Nazırı Mustafa Reşit Paşa tarafından hazırlanmış, I. Abdulmecit tarafından tasdik edilmiştir. 3 Kasım
1839'da I. Abdulmecit, "Gülhane Hatt-ı Hümayunu"nu ilân ettirerek bu düzenlemeleri hayata
geçirmiştir. Bu fermanda, dini ve ırkı ne olursa olsun Osmanlı tebaasından olan herkesin eşit olması,
herkesin yasalara göre yargılanması, varlığı ölçüsünde vergilendirilmesi ve askerlik süresinin 4-5 yılı
geçmemesi gibi hükümler yer alıyordu.
Ayrıca Osmanlı Devleti bu dönemde Avrupa tarzına benzer idarî düzenlemelerde de bulundu. İltizam
usulü kaldırıldı. Kazalar ihdas edildi. Eyalet ve sancaklarda meclisler kuruldu. 1864'te yapılan Vilâyet
Nizamnamesi ile, taşra yönetim birimleri yeniden tanzim edildi.
Islahat Fermanı: Henüz Kırım Savaşı sürerken, Viyana'da bir araya gelen İngiltere, Fransa ve
Avusturya, Hristiyanlarla Müslümanlar arasındaki farklılıkların her alanda ortadan kaldırılmasını
öngören bir fermanı sultanın yayımlamasını, barış için ön şart koşmuşlardı. Paris Antlaşması
müzakere edilirken, müttefiklerin bu istekleri I. Abdulmecit tarafından yerine getirildi ve Islahat
Fermanı ilân edildi (18 Şubat 1856). Tanzimat'la kabul edilen hususların esas alındığı bu fermanla,
Müslümanlarla Hristiyanlar arasında eşitlik sağlandığı Avrupa'ya garanti edilmiş oluyordu. Ayrıca iç
hukuk alanında ve ticaret hukukunda da yenilikler getiriliyor, Ceza ve medenî hukukun bir bölümü,
dinî esaslardan arındırılıyordu. Aslında Tanzimat süreciyle başlayan bu değişiklikler, idarî
yapılanmada da kendisini hissettirmiştir. 1868'de Şura-yı Devlet ve Divan-ı Ahkam-ı Adlîye kurularak
buralarda hem Hristiyanlar hem de Müslümanlar görevlendirilmiştir. Islahat Fermanı ile getirilen
düzenlemelerin uygulanması daha çok I. Abdülaziz'in tahta çıkması (1861) ile gerçekleşebilmiştir.
Paris Antlaşması'na imza koyan devletler, anlaşma maddesinde de yer aldığı için Islahat
Fermanı'nı, Osmanlı Devleti'ne müdahale etmede bir koz olarak kullanmışlardır.
I.Meşrutiyet: Mithat Paşa'nın öncülüğündeki Genç Osmanlılar, Abdülaziz'i tahttan indirmişler ve
Kanun-ı Esasi'yi ilân edeceğini beyan eden kardeşi II.Abdulhamit'i Osmanlı tahtına çıkarmışlardı. Bu
arada Rusya'nın Osmanlı Devleti'ne baskı kurmasını kendi menfaatine aykırı gören İngiltere,
Balkanlardaki bunalımı görüşmesi için İstanbul'da uluslar arası bir konferans toplanmasını
sağlamıştı. İstanbul Konferansı çalışmalarını sürdürürken II. Abdulhamit, Meşrutiyet'i ilân etti (23
Aralık 1876).
            Kanun-ı Esasi'nin kabulü ile açılan Genel Meclis, padişah tarafından seçilen Ayan Meclisi ve
halk tarafından seçilen Mebusan Meclisi'nden ibaretti. Londra Konferansı'ndan önce çalışmaya
başlayan bu meclis, hükûmet tarafından sunulan teklif ve kanun tasarıların karara bağlayarak ilk
dönem çalışmalarını tamamlamıştı. Ancak 93 Harbi'nin sürdüğü sıkıntılı zamanlarda meclisteki
azınlık mebusları çalışmaları sekteye uğrattığı gibi, bunalımın artmasını da sağlıyorlardı., Kanun-ı
Esasi'nin kendisine verdiği yetkiyi kullanarak, etnik yapısının karışıklığı sebebiyle çalışmaları
aksayan meclisi kapattı (14 Şubat 1878).
II. Meşrutiyet: I. Meşrutiyet'in kaldırılmasından sonra II. Abdülhamit içte ve dışta meydana gelen
olumsuz gelişmelerin de etkisiyle, katı bir yönetim sergilemeye başlamıştı. Meşrutiyet taraftarları da
buna karşılık muhalefetlerinin dozunu artırmışlardı.
Genç Türkler veya Jön Türkler adı verilen ve yurt dışında ve içinde faaliyet gösteren meşrutiyet
taraftarları, İstanbul'da İttihat-ı Osmanî Derneği'ni kurmuşlar ve bu dernek 1894-95'de İttihat ve
Terakki Cemiyeti adını almıştı.
Selanik'te Enver ve Niyazi Paşalar gibi subayların da katılmasıyla güçlenen İttihatçılar, Osmanlı
Devleti'ni ancak Kanun-ı Esasi'nin yeniden kabulünün kurtarabileceğini düşünüyorlardı. Kolağası
Niyazi Bey ve ona katılan Enver Bey'in Resne'de isyan ederek dağa çıkmaları ve Rumeli'de halk
tarafından büyük bir destek bulmaları üzerine II. Abdülhamit anayasayı yürürlüğe koyarak II.
Meşrutiyet'i ilân etti (23 Temmuz 1908).
17 Aralık 1908'de meclis yeniden açıldı. Yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki Fırkası büyük bir
başarı sağlamıştı.
I. ve II. Meşrutiyet ile anayasal ve parlâmenter bir rejime geçilmiştir. Prusya ve Belçika anayasaları
incelenerek hazırlanan Kanun-ı Esasi ile seçimler yapılmış Meclis-i Mebusan ve Ayan Meclisi
oluşturulmuştur. Meclis-i Mebusan'ın kanun hazırlama yetkisinin karşısında, Heyet-i Vükelâ sultana
karşı sorumlu tutulmuştur. 1876 Anayasası ufak düzenlemelerle 1908'de de yürürlükte kalmıştır.
Yenileşme ve Fikir Akımları; Tanzimat, sonuçları itibariyle Osmanlı Devleti için yeni bir dönüm
noktası olarak kabul edilir. Islahat Fermanı ve Meşrutiyet'in ilânı, aslında Tanzimat döneminin tabii
sonucu olarak nitelendirilir. Erol Güngör'ün de belirttiği gibi, Tanzimat'ın aradan bu kadar zaman
geçmesine rağmen hâlâ tartışılıyor olması, aslında "Batılılaşma" hareketinin günümüzde de devam
etmesi ve tamamlanamaması ile ilgilidir. Kimilerine göre Tanzimat, Osmanlının kendisine yabancı
bir kültür ve medeniyeti kabul ederek,Türk millî kültüründen kopmasına ve devletin dağılmasına
sebep olmuştur.
Kimilerine göre ise, Tanzimat'ın en büyük eksiği, tam olarak uygulanmaması ve başarısız kalan bir
"Avrupalılaşmayı" ifade etmesindedir. İkinci görüş, günümüzde de "Batılılaşma"yı, Avrupa'yı her
şeyiyle kabul edip, Osmanlının öz kurumlarına ve onda sembolleştirdikleri "geleneğe" düşmanlıkla
karıştıranlara aittir.
Tanzimat'la Osmanlı'ya giren Batı kaynaklı hukukî, idarî ve içtimaî düzenlemeler, mevcut yapının
yerini almamış, onunla birlikte yaşatılmıştır. Yani bir taraftan Osmanlı hukuku korunurken öte
yandan batı hukuku işletilmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla, özellikle Meşrutiyet'te daha çok hissedilen
idarî ve hukukî ikilik, bu sistemin bir tarafına karşı çıkanların tartışmalarına zemin hazırladı. Neticede
Osmanlı Devleti'ni şu veya bu şekilde kurtarmak isteyen aydınlar arasında, Osmanlıcılık, İslâmcılık,
Türkçülük ve Batıcılık gibi fikir akımlarının ortaya çıkması, bu tartışmaların bir ürünü olarak
değerlendirilebilinir. Batıya öykünenler, batı dışında kalan tüm değerlerlere karşı çıkmışlardır. İnönü
dönemi tek parti uygulamaları ve sonraları sola meyleden bazı aydınlar, Osmanlı Devleti'nin
çöküşünün tek sebebini, gerici din ve toplum kurallarında (kastedilen aslında Türk kültürüdür)
bulmuşlar;Tanzimat ve Meşrutiyet'teki "ikilik"in bir tarafını oluşturan bu anlayışı bir "düşman" olarak
görmüşlerdir. Cumhuriyet'in üzerinden 75 yıl geçmesine rağmen, Osmanlıyı hâlâ yaşayan veya her
an dirilmesi muhtemel bir "düşman" olarak gösterme gayretlerinin altında, aslında din ve geleneğe
olan düşmanlık yatar.
Halktan kopuk ve gayrimillî ideoloji sahiplerinin, geçmişi kötülemekle kalmayıp, Türk kültürü ve
değerlerine saldırması, sözde çağdaş olanların aslında hakikî bir "yobaz" olduğunu gösterir. Çünkü
Genç Osmanlılar, İttihat ve Terakki, en azından başlangıçta "Osmanlıcılık" fikrini işleyerek,
gayrimüslimlerle, Türk ve Müslümanları Osmanlı Devleti'nin çatısı altında tutmayı amaçlayarak,
yenilik hareketlerine girişmişlerdir. Gayrimüslimlerin dış güçlerin kışkırtması ile Osmanlı'dan
kopması, Müslümanları bir arada tutmayı hedefleyen "İslâmcılık" fikrini doğuracağı tabiidir. Özellikle
I. Abdülhamit bu politikayı uygulamıştır. Ancak Abdülhamit, aynı zamanda Batılı müessese ve
teknolojinin Osmanlı Devleti'nde yerleşmesine çalışmıştır. Dolayısıyla günümüzde Abdülhamit'e hâlâ
kızıl sultan diyenlerle, Onu sözde bayraklaştıran gayrimilli bazı İslâmcı ideolojik gruplar aynı hataya
düşmektedir. Osmanlıyı kurtarmak için bir çare olarak düşünülen "İslâmcılık" fik
rini, günümüzde "ideoloji" hâline getiren ve böylece dinimize zarar verenler, Abdülhamit'in de
yerleştirmeye çalıştığı modernleşmeyi, "Tanzimat'tan beri süre gelen batı uşaklığı" şeklinde
algılamışlardır. Onlara göre "milliyet ve milliyetçilik" kavramı, tıpkı sosyalistlerin de savunduğu gibi,
İslâm'la bağdaşmayan, reddedilmesi gereken kavramdır. Osmanlı Devleti'nin aslî unsuru olan
Türkler'in, imparatorluğu yaşatma gayretleri "Türkçülük" diye adlandırılır.
İttihat ve Terakki'nin, Arapların da Osmanlıyı terk etmesiyle sarıldıkları bu fikir, önceleri bir reaksiyon
şeklinde tezahür ettiyse de, daha sonra sağlıklı bir mecraya girmiştir. Ziya Gökalp ile Türkçülük yeni
bir aksiyon hâline gelecek ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda Atatürk onu fikir babası olarak
tanıtacaktır. Ziya Gökalp de Osmanlı yenileşme hareketleri ile ilgili tartışmalara katılmış ve özellikle,
Türk kültürünün dejenere edileceği endişesini taşımıştır. Ancak, onun "Türkleşmek, İslâmlaşmak ve
Muasırlaşmak" şeklinde özetlediği Türk milliyetçiliği fikri, aslında çözüm yolunu da göstermiştir.
Tanzimat ve Meşrutiyet'in artık bir "tarihî olay" olarak ele alınıp, değerlendirilmesi gereklidir. Osmanlı
İmparatorluğunun, her devlet gibi, kendisini yaşatması için yapmış olduğu yenilikler, o zamanın
şartları içerisinde düşünülmeli ve yorumlanmalıdır. Tanzimat ve Meşrutiyet ile gayrimüslimlere
imtiyaza varan yeni haklar ve hukuki düzenlemelerle, Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti'nin toprak
bütünlüğüne saygısının kazanılması hedeflenmekteydi. Fakat gelişen siyasî olaylar, bunun o kadar
kolay olmayacağını gösterecektir. Daha önceleri gerçekleştirilmeye çalışılan Islahat Hareketleri,
Osmanlı Devleti'nin kendi iradesiyle uygulamaya çalıştığı, içte ve dıştaki başarısızlıklarını önlemeye
yönelik yenilikleri ifade etmekteydi. Ancak Avrupa ve Rusya'nın mütemadiyen iç işlerine müdahale
etmesi, Osmanlı Devleti'ni, kendi inisiyatifi dışında, yeni tedbirler almaya zorlamıştır.
Özellikle gayrimüslim unsurları bahane eden devletlerin müdahalelerine fırsat vermemek için idarî ve
hukukî düzenlemelere gidilmiştir. Fakat Osmanlı Devleti'nin artık inisiyatif ve irade ortaya koyacak
güçte olmaması, bu düzenlemelere rağmen, varlığını sürdürmesine yetmeyecektir. Avrupa'nın
yüzyıllar alan gelişim süreci içerisinde tabiî biçimde ortaya çıkan müessese ve anlayışını, farklı bir
tarih ve kültürü olan toplumun bir anda benimsemesi beklenemez. İşte bu sebeple inisiyatif ve irade
eksikliğinin dışında, tabiî seyrinin dışında, tepeden inme bazı düzenlemelerin sıkıntısı da çekilmiştir.
Hatta her inkılâp zamanında görülebilen, faydasız, hesapsız ve aşırı tutum ve davranışlar tepki de
görmüştür. Günümüzde hâlâ görülen şekilcilik veya komplekslerden kaynaklanan çabuk benimseme
ve reddetme alışkanlığının temelinde de yaşanılan bu tecrübeler yatmaktadır.
ŞU DESTANI

ŞU DESTANI

Destan hakkında bilgi:
 
Destana kahraman olarak adını veren Şu, sanıldığına göre M.Ö dördüncü yüzyılda yaşamıştır. Bir Türk Hakanıdır.
 
Destanda Makedonyalı İskender'in, İran üzerinden Asya'ya doğru yürürken yapılan savaşları ve bu savaşların Türklerle ilgili bölümü anlatılmaktadır. Türk boylarının oluşumu, Türklerin şehir hayatı yaşamağa başlamaları, aynı zamanda milletini geçici bir işgalden mümkün olduğu kadar can ve mal kaybına uğratmadan kurtarmak için düşünen bir Hakanın kaygıları da anlatılan destanın en büyük özelliği, daha sonraki Türk destanlarında gelişecek olan ana fiziği ve süslemeleri önceden işlemesidir.
 
Zeki Velidî Togan'a göre, destanda önemli bir yer tutan ve destanın geçiş dengesi olan İskender'in istilâsının aslında İskender'le ilgisi yoktur; daha önceki yüzyıllardan bir Aryanı istilâ ile ilgilidir.
 
Destanın kısa da olsa bir özeti Divan-ı Lügat-it Türk'de kayıtlıdır.
Destanın Özeti:

 
Şu Kalesi, Balasagun yakınlarında, genç bir Hakan olan Şu tarafından yapılmış bir kaleydi, fakat Hâkan'ın sarayı Balasagun'da idi. Kalede ve Balasagun'da, o çağların en güçlü, en büyük ordusu bulunuyordu. Şehir zengindi. Öyle ki, her gün, Şu Hakanın sarayının önünde, ordu beğleri için 365 nöbet vurulurdu.
 
Bu sıralarda, bir adına da Zülkarneyn denilen Makedonya Kralı İskender ünlü Doğu seferine çıkmış, Ön Asya'dan İran içlerine doğru önüne neresi gelmişse ordusunu yenmiş ülkesini ellerinden almıştı. İskender Semerkand'e kadar gelmiş burayı da geçip Türklerin yaşadığı ülkelere doğru ilerlemişti.
 
İskender'in, Balasagun'a ve Şu Kalesine doğru yaklaşmakta olduğunu, genç Hakan Şu'nun gözcüleri gelip haber verdiler. Dediler ki:
 
"İskender denilen, gün batısından kopup gelen bir kral ordusuyla bize yaklaşmaktadır. Önüne gelen ülkeleri dize getirmiş yerle bir etmiştir. Bize ne buyurursun? Savaşalım mı ?"
 
Genç Hakan, ordu habercilerini dinlemez gibi göründü. Çünkü çok daha önce, en güvendiği yiğitlerden kırk kişiyi seçmiş, Hucend Irmağı kıyılarına gözcülük etsin diye göndermişti. Yiğitler kimseye görünmeden, gizlice gidip Hucend Irmağının kıyılarına yerleştikleri için ordu habercileri durumu bilmiyorlardı. Getirdikleri haberden, Hakanlarının telâş edip yerinden kımıldamadığını gördükleri için de şaşmışlardı. Hakanın gönlü rahattı.
 
Hakan Şu'nun bir havuzu vardı; gümüştendi. Bu işten çok iyi anlayan ustalara yaptırmıştı. Her yere taşınabilecek şekildeydi. Bunun için Hakan da gümüş havuzunu, sefere bile çıksa yanına alır, konakladıkları yerlerde içine su doldur-tur, kazlar ve ördekleri su dolu gümüş havuza salar, onlarla oyalanırdı, eğlenirdi.
Kazların ve ördeklerin gümüş havuzda yüzüşlerini seyretmek Hâkan'ı dinlendirir, dinlenir iken seferle, milletinin geleceği ile ilgili taşanları hazırlardı.
 
Haberciler geldikleri zaman yine gümüş havuzunda yüzen ördeklerle kazları seyredip dinleniyordu.
Habercilerin:
 
- Nasıl buyurursunuz? İskenderle savaşalım mı ?.. diye sorup buyruk beklemeleri üzerine onlara havuzu, havuzda yüzen kazlarla ördekleri gösterdi:
 
- Görüyor musunuz, Kazlarla ördekler suda ne güzel yüzüyor, nasıl dalıp dalıp çıkıyorlar? dedi.
 
Haberciler, Hakanlarının bu sözünü garip karşıladılar; Ona kuşku ile baktılar. "Herhalde Hakanımızın hiç bîr hazırlığı yok ne yapacağını bilemiyor." diye düşündüler.
 
Ama o sırada, İskender, Hucend Irmağını geçmişti.
 
Vakit gece yansına geliyordu. Hucend Irmağının kıyılarında gözcülük yapıp devriye gezen Genç Hakanın en güvendiği kırk yiğit yıldırım hızıyla atlanıp Şu kalesine geldiler ve gece vakti, İskender'in Hucend suyunu geçip Balasagun yolunda ilerlemekte olduğunu Şuya haber verdiler.
 
Daha önceki habercilerin haberlerini dinlerken kılı bile kıpırdamayan Hakan Şu, yiğitlerin sözü üzerine derhal ve gece yarısı göç davulunun çalınmasını emretti. Davulun çalınmasıyla birlikte, Doğuya doğru hızla yola çıktı.
 
Bu durum halkı şaşırttı. Hakanın, gündüzün hiç bir hazırlıkta bulunmadan böyle gece vakti göçü başlatması üzerine korktular. Ellerine ne geçtiyse toplayıp, buldukları ata atlayan millet Hakanla birlikte yola düştü. Sabah olurken, şehirde hemen hemen biç kimse kalmamıştı; bomboş ve dümdüz bir ova görünüyordu.
 
Bütün milletin, Hakan Şunun ardından gitmiş olmasına rağmen, gece vakti binecek hiçbir şey bulamayan yirmi iki kişi, ne yapacağını bilemeden Şu Kalesinde kalmışlardı.
 
Bu yirmi iki kişi, ne yapacaklannı düşünürken yanlarına iki kişi daha geldi. Kap kaçakları toplamışlar sırtlarına yüklenmişler, öyle taşıyorlardı. Yorgundular. Fakat pek duracağa benzemiyorlardı. Önceki yirmi kişi, bu yeni gelenlere bir yere gitmemelerini, kendileri gibi burada kalıp beklemelerini söylediler. Ayrıca:
 
- İskender dedikleri her kim ise, burada uzun müddet kalamaz: geldiği gibi geri dönüp gider. Burası bizim yurdumuz, yine bize kalır, diye ısrar ettiler.
 
Bu yüzden bu iki kişinin adı (Kalaç) oldu kaldı; bu iki kişiden olan çocuklar ve torunları (Kalacı) adıyla anıldılar. Fakat bu iki kişi, öteki yirmi iki kişinin sözlerini dinlemedikleri, bırakıp gittikleri için İskenderin geldiğini görmediler.
 
İskender gelip de, uzun saçlı yirmi iki kişiyi görünce: "Türk mânend" dedi. "Bunlar Türke benziyorlar" demişti. Bu yüzden yirmi iki kişinin soylarının adı Türkmen olarak kaldı. Giden İki kişi gittikleri için tamı tamına Türkmen sayılmadılar. Yirmi dört boydan yirmi ikisi Türkmen, kalan ikisi Kalaç diye bilindi.
 
Bu olaylar gelişe dursun, öte yandan Şu Hakan ordusu ve yanında gidenlerle birlikte Çin sınırına kadar yürümüşlerdi. Çin'e yakın Uygur iline vardıklarında Şu, İskender'i artık karşılayabilecek durumda olduğunu, onu asıl merkezinden çok uzaklara çektiğini, kendi ırkdaşları arasında bulunduğu için İskender'den daha güçlü bir duruma geldiğini düşündü. Ve bir kısım askerini ayırarak, içlerinden en gençlerini seçerek İskender'in üstüne yolladı. Veziri, gidenlerin hepsinin genç olduğunu, tecrübelerinin olmadığını ileri sürdü. Başaramazlarsa sonucun kötüye varacağını söyledi. Şu Hakan vezirine hak verdi ve yaşlı, tecrübeli bir Subaşını askerleriyle birlikte gönderdi.
 
Bunlar, bir zaman sonra İskender'in gönderdiği öncü birliklerle karşılaştılar. Türk erleri, İskender'in öncü birliklerine bir gece baskını yaptı. Çok kanlı bir baskındı bu, ölüm kalım meselesiydi. İskender'in öncü birlikleri bozguna uğradı. Türk erlerinden biri, İskender'in askerlerinden birini bir kılıçta ikiye bölmüş, askerin kemerine bağladığı altın dolu bir kemer parçalanarak içindeki altınlar yere saçılmış ve İskender'in askerinin kanıyla bulanmıştı. Ertesi sabah güneş ışıklan bu kanlı altınları parıldattı. Bunu gören Türk erleri birbirlerine bakıp "Altın Kan!. Altın kan!.- diye bağırıştılar. O günden bu yana, bu baskının yapıldığı yere yakın bulunan bir dağın adı Altun Han Dağı oldu ve öyle söylenip geldi.
Baskından sonra Şu Hakan ile İskender bir daha savaşmadılar , barış yaptılar . Barışın sonu her iki taraf için de iyi sonuçlar verdi. Birbiri ardınca şehirler yapılmaya başlandı . Uygurlar ile öteki Türk kavimleri şehirlere yerleşti. Şu Hakan da Balasagun'a döndü. Şu kalesini sağlamlaştırdı , şehri geliştirdi. Bütün bunları yaptıktan sonra bir de tılsım koydu. Bu tılsım öyle bir tılsımdı ki her yanda duyuldu. Leylekler bu şehre geldikleri zaman tılsım yüzünden daha öteye geçemediler , şehri aşamadılar.

Şu Destanı (ikinci kaynak)

Şu Destanı, Türkler'in en eski destanlarından biridir. Destanın kahramanı olan Şu, bilginlerin tahminlerine göre MÖ dördüncü yüzyılda yaşamış bir Türk kaganıdır. Şu Destanı'nın konusu, Makedonyalı İskender'in Asya içlerine doğru ilerlerken Türkler'le yaptığı savaşlardır (?). Ama, türkolog Zeki Velidi Togan'a göre, destanda adı geçen İskender'in Makedonya'lı İskender ile bir ilgisi yoktur ve Şu Destanı'nın konusu Makedonyalı İskender'in istilası değil daha önceki yüzyıllarda oluşmuş bir Aryani istilasıdır.

Destanda Türk boylarının oluşumu ve Türkler'in kent yaşamına geçmeğe başlamaları da anlatılmaktadır. Ayrıca, ulusunu bir istiladan korumak için çaba gösteren bir kaganın kaygılarının ince bir biçimde işlenmesi, destana ayrı bir özellik katmaktadır.. Şu Destanı, kendisinden sonra oluşacak Türk destanlarının ana çizgilerini ve süslemelerini belirlemiştir.

Şu Destanı, kimi bilginlere göre Saka Türkleri'nin destanıdır. Şu destanında müzik ve ezgi önemli bir rol oynar; ama bu müzik insan sesine değil, sazların sesine dayanır. Destanın kahramanı genç kagan Şu, Türk destanlarının yerinde durmayan hareketli ve atak yiğitlerinden daha değişik bir yapıdadır. Kagan Şu, beden ve ruh yapısı ile daha çok, Osmanlı hakanı 3. Selim'i andırır. Şu Kagan, 3. Selim gibi içli, sanatçı, düşünceli ve mantıklı bir kimsedir. Sarayının kapısında günde 365 nöbet çalınır.

Şu Destanı'nın özeti aşağıda yer almaktadır:


Şu Kalesi'ni, Balasagun yakınlarında genç kagan Şu yaptırmıştı. Kagan Şu'nun sarayı ise Balasagun'da idi. Kalede ve Balasagun'da çok güçlü bir ordu bulunuyordu. Balasagun kenti çok zengindi. Şu Kagan'ın sarayının önünde ordu beğleri için her gün 365 nöbet vurulurdu. Bu sırada, Zülkarneyn (İskender) doğu seferine çıkmış, Ön Asya'dan İran içlerine kadar önüne çıkan tüm orduları yenmiş, ülkeleri işgal etmişti. Zülkarneyn, Semerkand'a değin ilerlemiş, Türk illerine yaklaşmıştı.
Şu Kagan'ın gözcüleri, Zülkarneyn'in Balasagun'a ve Şu Kalesi'ne yaklaştığını bildirdiler. Gözcüler, Şu Kagan'a şöyle dediler:




''Zülkarneyn denilen, gün batısından kopup gelen bir kıral ordusuyla bize yaklaşmaktadır. Önüne çıkan orduları dize getirmiş, yerle bir etmiştir. Bize ne buyurursun? Onunla savaşalım mı?''

Genç kagan Şu, habercilerin sözlerini dinlemez gibi göründü. Çünkü daha önceden, en güvendiği yiğitlerden kırk kişiyi seçmiş, Hucend Irmağı kıyılarına gözcülük etsinler diye göndermişti. Yiğitler, kimseye görünmeden gizlice giderek Hucend kıyılarına yerleştikleri için, ordu habercileri durumu bilmiyorlardı. Getirdikleri kötü haberden Şu Kagan'ın kaygılanmamasına, kılını bile kıpırdatmamasına şaşırdılar. Şu Kagan gönlü ise rahattı.
Şu Kagan'ın gümüşten bir havuzu vardı. Havuzu, işten anlayan ustalara yaptırmıştı. Havuz, istenildiğinde taşınabiliyordu. Şu Kagan, savaşa bile gitse gümüş havuzunu yanına alırdı. Konakladığı yerlerde içine su doldurtur, su dolu bu gümüş havuza kazlar, ördekler salar, onlara bakardı. Kazların, ördeklerin gümüş havuzda yüzüşlerini seyretmek kendisini dinledirir, dinlenirken de ulusunun geleceği ile, sefer ve savaşlar ile ilgili tasarılar hazırlardı. Şu Kagan, haberciler geldikleri sırada yine gümüş havuzda yüzen kazları, ördekleri seyrederek dinleniyordu. Habercilerin:




''Ne buyruk verirsin kaganım? Zülkarneyn ile savaşa tutuşalım mı?''

Diye sorup buyruk beklemeleri üzerine onlara havuzu ve havuzda yüzen kazlar ile ördekleri gösterek şöyle dedi:




''Bakın. Görüyor musunuz... Kazlarla ördekler suda ne güzel yüzüyor, nasıl dalıp dalıp çıkıyorlar?''

Haberciler, kaganlarının bu biçimde konuşmasını garip karşıladılar. Ona kuşku ile baktılar. ''Herhalde kaganımızın hiç bir hazırlığı yok. Onun için ne yapacağını bilemiyor'' diye düşündüler.
O sırada, Zülkarneyn'in ordusu Hucend Irmağı'nı geçmişti. vakit gece yarısına geliyordu. Hucend Irmağı kıyılarında gözcülük yapan, Şu Kagan'ın kırk yiğidi atlanıp, yıldırım gibi Şu Kalesi'ne geldiler. Şu Kagan'ın katına varıp Zülkarneyn'in Hucend Suyu'nu geçtiğini, Balasagun yolunda ilerlediğini bildirdiler. Daha önceki habercilerin sözlerini dinlerken kılı kıpırdamayan Şu Kagan, kırk yiğidin sözleri üzerine hemen göç davulunun çalınmasını buyurdu. Davulun çalınması ile birlikte doğuya doğru hızla yola koyuldular. Bu durum halkı şaşırttı. Gündüzün hazırlık yapılmadan, gece vakti göçün başlamasından korktular. Ellerine ne geçtiyse toplayıp bulabildikleri atlara atlayan millet, kaganla birlikte yola düştü. Gün doğarken, kentte kimse kalmamıştı. Yalnızca bomboş ve düz bir ova görünüyordu.
Bütün millet, Şu Kagan'ın ardından gitmişti. Ancak, binecek bir şey bulamayan yirmi iki kişi, Şu Kalesi'nde kalmıştı. Bunlar ne yapacaklarını düşünürlerken yanlarına iki kişi daha geldi. Bu iki kişi kap kacaklarını toplayıp sırtlarına vurmuşlardı. Yorgundular. Fakat, pek duracağa benzemiyorlardı. Önceki yirmi iki kişi, bu yeni gelenlere bir yere gitmemelerini, kendileri gibi kalede kalıp beklemelerini söylediler.




''Zülkarneyn denilen her kim ise, burada uzun süre kalamaz, geldiği gibi geri dönüp gider. Burası bizim yurdumuz, yine bize kalır.'' dediler.

İşte bu yüzden, bu iki kişinin adı Kalaç olarak kaldı. Bu iki kişiden olan çocuklar ile torunları de Kalacı adıyla anıldılar. Ama bu iki kişi, yirmi iki kişinin sözlerini dinlemeyerek onları bırakıp gittikleri için Zülkarneyn'in geldiğini görmediler.
Zülkarneyn gelip de kalede kalan uzun saçlı yirmi iki kişiyi görünce ''Türk mânend'' dedi. Bu söz, ''Türk'e benziyorlar'' anlamına geliyordu. Bu yüzden, yirmi iki kişinin soylarının adı da Türkman (Türkmen) olarak kaldı. Giden iki kişi, gittikleri için tam anlamıyla Türkmen sayılmadılar. Böylece oluşan yirmi dört boydan, yirmi ikisi Türkmen, öteki ikisi de Kalaç diye bilindi.
Bu olaylar olurkan Şu Kagan, ordusu ve yanındakilerle birlikte Çin sınırına değin ilerlemişti. Çin'e yakın Uygur iline vardıklarında Şu Kagan, artık Zülkarneyn'i karşılayabilecek durumda olduğuna, onu asıl merkezinden çok uzaklara çektiğine karar verdi. Çünkü, kendi soydaşları arasında bulunduğu için Zülkarneyn'den daha güçlü durumua gelmişti. Şu Kagan, çerilerinin en gençlerini ayırdı; onları Zülkarneyn'in üzerine yollamayı düşündü. Veziri, gidecek olanların tümünün genç olduğunu, deneyimlerinin bulunmadığını, başaramazlarsa işin kötüye varacağını söyledi. Şu Kagan, vezirine hak verdi. Yaşlı, deneyimli bir subaşını çerileriyle birlikte gönderdi.
Şu Kagan'ın çerileri bir zaman sonra Zülkarneyn'in öncü birlikleriyle karşılaştılar. Türk çerileri, Zülkarneyn'in öncü birliklerine bir gece baskını yaptılar. Baskın çok kanlı oldu. Bir ölüm kalım savaşı yapıldı. Zülkarneyn'in öncü birlikleri bozguna uğradılar. Türk erlerinden biri, Zülkarneyn'in çerilerinden birini tek kılıç vuruşuyla ikiye böldü. Çerinin kemerine bağladığı altın torbası parçalandı; içindeki altınlar yere saçıldı, çerinin kanıyla kızıla bulandı. Ertesi gün, gün ışıkları bu kanlı altınları parlattı. Bunu gören Türk erleri birbirlerine bakıp ''Altın kan! Altın kan!'' diye bağrıştılar. O günden sonra, bu baskının yapıldığı yerin yakınında bulunan dağa Altın Kan (Altun Han) dendi.
Baskından sonra Şu Kagan ile Zülkarneyn daha savaşmadılar, barış yaptılar. Barış, iki taraf içinde iyi sonuçlar doğurdu. Burada bir çok kent kurulmağa başlandı. Uygur Türkleri ile öteki Türk boyları bu kentlere yerleştiler. Şu Kagan da Balasagun'a döndü. Şu Kalesi'ni sağlamlaştırdı. Balasagun kentinin geliştirdi. En sonunda da kaleye bir tılsım koydu. Bu öyle bir tılsımdı ki dörtbir yanda duyuldu. Leylekler kente dek geldiklerinde tılsım yüzünden daha uzağa uçamadılar, kenti aşamadılar.