Faşizm-Nazizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Faşizm-Nazizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ağustos 2019 Çarşamba

"Bin Yıllık Reich" kurucusundan sadece bir hafta daha fazla yaşadı

"Bin Yıllık Reich" kurucusundan sadece bir hafta daha fazla yaşadı

Hitler halleri..
Almanya'nın 1933 ve 1945 arasında derin ve hatta emsalsiz büyüklükte bir değişim yaşamış olmasına rağmen, Nazi Devrimi'nin yapısal zayıflı­ğına ve yetersizliğine dair gereğinden çok kanıt mevcuttur.

Hitler'in asıl hedeflerinden biri, "Devletin gelecekteki tüm kurumları [Nazi] hareketin kendisinden
temellenip yükselmeli," olmuştu. Bu, yüzeysel olarak, Bolşeviklerin tüm devlet kurumlarını  kendilerininkilerle değiştirme amacına benziyordu. Ne ki, pratikte Naziler böyle bir temiz­leme harekatını ne başarabildiler ne de böyle bir şeye giriştiler. (K. D. Bracher ve diğerleri Üçüncü Reich'ın içindekilerin çoğunun uydurulmuş olduğunu savundular: "Hemen hemen her yerde rejim iki düzlemde eşza­manlı olarak işliyor: eski kurumların içine işlemek ve onlarla uzlaşmak, ama aynı zamanda onların üzerine yeni, ayrı ve rakip mekanizmaları inşa etmek." Örneğin, geleneksel sivil memuriyete Nazi bürokrasisi hakim oldu, ama hala ondan ayrıydı. Sonuç olarak, bu kurumların işlerliği sık sık iki başlı ve hemen her zaman karmaşıktı. Nazi siyasal düzeni içsel olarak tutarsızdı ve sistematik değildi, sürekli yaşayıp işlemesi de Füh­rer'in kendisine bağlıydı.

Gerçekte, bir bütün olarak Nazi Devrimi, tamamen bir insanın kişisel karizması üzerine perçinlenmişti. Bu durum, hareketi iki şekilde etkiledi. Birincisi, Hitler sürekli olarak partisinden daha fazla popülerdi ve açıkça ifade edilmemesine  rağmen, Nazi devletinin uzun vadedeki geleceğiyle ilgili ciddi bir sorun vardı. Hitler'den başka kim "devlet mekanizmasının ve parti acentelerinin  yetki alanlarını,  dallarını" tasnif etme vazifesini üstlenebilirdi?  İkincisi,  Nazizm,  gelecekte gelişme  kapasitesine  sahip sistematik bir ideolojiye doğru ilerlemek  için Hitler'in  kişisel takıntıla­rına aşırı derecede sıkı bir biçimde bağımlıydı; gerçekte, partinin  kura­mını bilimselleştirmeye yönelik  tüm girişimler Hitler'in hışmına  uğradı. Devrimin son aşaması boyunca, Hitler'in siyasaları giderek artan derece­de irrasyonelleşti ve hatta yaklaşan yenilginin gölgesinde bile asıl derdi "Son Çözümün" tamamlanmasıydı. Nisan 1945'te Rus topçusu  Berlin'i döverken, Hitler, takipçilerini şuna yüreklendiriyordu: "Her şeyden önce (...) ırkçı yasaları ayakta tutmak adına tüm ulusların zehirleyicisi olan uluslararası Yahudiliğe karşı amansızca direnin. "Her türlü akılcı unsur­dan mahrum kalan ve yaklaşmakta olan çöküşle yüz yüze gelen "Bin Yıllık Reich", kurucusundan sadece bir hafta daha fazla yaşadı.

Avrupa Tarihinden Kesitler 1789-1980, Stephen J. Lee, Dost Yayınları, 2004, s. 240-241

4 Nisan 2019 Perşembe

Sağcı ve Solcu Sekterler Üzerine

Sağcı ve Solcu Sekterler Üzerine



Paul Freire
Fanatizmle beslenen sekterlik her zaman hadım edicidir. Eleştirel bir ruhla beslenen radikalleşme ise daima daha yaratıcıdır. Sekterlik gizemlileştirir ve böylece de yabancılaştırır; radikalleşme eleştirir ve böylece de özgürleştirir. Radikalleşme kişinin seçmiş olduğu tavra artan bir bağlılığı içinde barındırır ve böylelikle somut, nesnel gerçekliği dönüştürme çabasına daha sıkı angaje olmayı getirir. Buna karşılık gizemlileştirdiği ve irrasyonel olduğu için sekterlik gerçekliği sahte (ve bu nedenle de değiştirilemez) bir "gerçeklik"e dönüştürür.

Sekterlik hangi siyasi kampta olursa olsun, insanlığın kurtuluşuna bir engeldir. Sağcı versiyon ne yazık ki, her zaman doğal karşıtına yani devrimcinin radikalleşmesine yol açmaz. Devrimcilerin sağın sekterliğine karşılık verirken gericileşmesi hiç de ender değildir. Bununla birlikte bu olasılık radikalin, elitlerin uslu bir piyonu haline gelmesine yol açmamalıdır. Özgürleşme sürecine giren radikal, ezenin şiddeti karşısında radikal kalamaz.  

Öte yandan radikal, asla bir öznelci değildir. Onun için öznel olan, ancak nesnel olanla (analizinin nesnesini oluşturan somut gerçeklik) ilişkisi içinde varolur. Böylelikle öznellik ve nesnellik, eylemle bir dayanışma içinde bilgi üreten bir diyalektik birlik oluştururlar. Bunun tersi de doğrudur.


Sektere gelince, savları ne olursa olsun irrasyonelliğinin körleştirdiği sekter, gerçekliğin dinamiğini algılamaz (veya algılayamaz) veya gerçekliğin dinamiğini yanlış yorumlar. Diyalektik düşündüğünde de bu, “evcilleştirilmiş” bir diyalektik'tir. Sağcı sekter (ben onlara eskiden "doğuştan sekter" derdim) tarihsel süreci yavaşlatmayı, tarihi 'evcilleştirme'yi ve böylelikle insanları evcilleştirmeyi ister. Sekterleşmiş solcu, gerçekliği ve tarihi diyalektik olarak yorumlamaya kalkıştığı zaman tamamen yolunu şaşırır ve asli olarak kaderci görüşlere düşer.

Sağcı sekter, solcu sekterden şöyle ayrılır: Sağcı sekter bugünü evcilleştirmeye kalkar. Öyle ki yarın, bu evcilleştirilmiş bugünü yeniden üretecektir (umduğu budur).  Solcu sekter ise yarının önceden kurulmuş olduğunu düşünür –bir tür kaçınılmaz kader, kısmet veya akıbet.  Sağcı sekter için geçmişe bağlanan “bugün”, verili ve değişmezdir. Solcu sekter için 'yarın' önceden kararlaştırılıp ilan edilmiş, kaçınılmazcasına önceden hükmedilmiştir. Bu sağcı da bu solcu da gericidir çünkü ikisi de yanlış tarih görüşlerinden yola çıkarak özgürlüğü gözardı eden eylem biçimleri geliştirirler. Birinin 'terbiyeli' bir bugün ve ötekinin önceden belirlenmiş bir yarın tasarlaması olgusu, onların kollarını kavuşturdukları ve seyirci (sağcı sekter bugünün süreceğini umarken, solcu sekter zaten 'bilinen' yarının üstün gelmesini bekleyecektir) haline geldikleri anlamına gelmez. Tersine bu kişiler, kendilerini kaçamayacakları 'kesinlik döngüleri'ne kapatarak, kendi gerçeklerini 'yaparlar'. Bu, yarını kurma mücadelesi veren, bu edimde varolan risklere düşen insanların gerçeği değildir. Bu, yan yana savaşan ve bu yarının nasıl kurulacağını birlikte öğrenen insanların gerçeği de değildir -ki böylesi bir gerçek, yarının insanlara sunulması, onların da alması değildir, yarın onlar tarafından yaratılır. Her iki tip sekter de tarihiaynı ölçüde kendi tekeline alır, tarihi halk olmaksızın tamama erdirir – bu da halka karşı olmanın başka biçimidir.

Kendini 'kendi' gerçeğine kapatan sağcı sekter artık doğal rolünü yerine getirmekten başka bir şey yapamazken, sekter ve katı hale gelen solcu kendi doğasını yadsımış olur. Bununla birlikte her biri 'kendi' gerçeğini anlatırken bu gerçeğin sorgulanması halinde kendini tehdit edilmiş hisseder. Böylelikle her biri 'kendi' gerçeği olmayan şeyleri yalan sayar. Gazeteci Marcio Moreira Alves'in vaktiyle bana dediği gibi: 'Her ikisi de kuşku yokluğundan mustaripler.'

İnsanın özgürleşmesine bağlanan radikal, içinde gerçekliği de hapsettiği bir 'kesinlik döngüsü'nün mahkûmu haline gelmez. Tersine, ne kadar radikalse, gerçekliğe o kadar iyi nüfuz eder; öyle ki, gerçekliği daha iyi tanıyarak daha iyi dönüştürebilir. Yalın haldeki dünyayla karşılaşmaktan, onu işitmekten, o dünyayı görmekten korkmaz. Halkla karşılaşmaktan veya halkla diyaloğa girmekten korkmaz. Kendini, tarihi veya halkı tekeline almış olarak görmez veya ezilenlerin kurtarıcı olarak da görmez. Ama-kendini tarih içinde ezilenlerin safında dövüşmekle yükümlü tutar.


Paul Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, Ayrıntı Yayınları, 1991, İstanbul, s. 18-19

22 Şubat 2019 Cuma

Heidegger’in Seçimi

Heidegger’in Seçimi

CHRISTIAN DELACAMPAGNE

Heidegger Alman Nazi partisi (NSDAP) toplantısında.
Leipzig, Kasım 1933 (Illustrierte Zeitung gazetesinden alınmıştır)
bkz. Bu kaynakta resimle ilgili ayrıntılı bilgi var (kim kimdir?)

1933 yılı, başka bir açıdan da trajiktir. Hitler’in iktidara gelmesinden birkaç hafta sonra, dönemin en meşhur Alman filozofu Martin Heidegger, Fribourg Üniversitesinde rektörlük görevine atanır ve Nasyonal Sosyalist Parti’ye üye olur (1 Mayıs).

Heidegger NSDAP’ye katıldığında kırk dört yaşındadır. Yani bir gençlik hatası değildir bu. 1945 yılına kadar partinin üyesi olarak kalacaktır. Yani bu, kısa süreli bir bağlılık da olmamıştır.

Hannah Arendt (solda) ve
Heidegger, Arendt'in hocasıydı.
İronik...
Bu katılım bir gaflet sonucu da değildir, çünkü Heidegger, üniversitesinin başına Nazi sempatizanı çalışma arkadaşlarının faal işbirliği ve yönetici kadroların desteğiyle gelir. Heidegger, Nisan 1933’ten Mart 1934’e kadar bir yıl boyunca bu mevkide kalacaktır.

Ne tarafsız ne de sadece onursal bir görevdir bu. İşbaşındaki kişiye gerçek bir iktidar bahşeder ve ondan katıksız bir siyasal itaat talep eder. Nazilerin sivil toplumu denetleme çabasında, üniversite alanının “ yola getirilmesi” önemli bir yer işgal eder. Bu işin, kararsız veya dik kafalı kişilere bırakılması düşünülemez.

Üstelik Heidegger’in atanması, Nazi programının merkezi teması olan Yahudilerin bertaraf edilmesiyle doğrudan ilişki içindedir. Nitekim Bade bölgesindeki Land tarafından yürürlüğe konan ve “Ari olmayan” hocalara re’sen işten el çektiren yeni bir yasanın tatbikini reddeden -ki nadir bir olaydır- Heidegger’den önceki rektör olan biyolog von Mollendorf’un istifası yaşanmıştır. Aslında yasa von Mollendorf’a rağmen uygulanır, zira kendisinden sonra gelecek rektörü seçen doksan üç kişinin oylarından on üçü “ ırksal” sebeplerden ötürü geçersiz sayılır. Bu durum, açıkça görülüyor ki, Heidegger için hiçbir sorun teşkil etmemiştir. Ne de atanmasından birkaç gün sonra, 10 Mayıs 1933’te, muhtelif şehirlerde “ Yahudi ve Marksist” kitapların yakılması Heidegger’i rahatsız etmişe benzer.

Yeni rektör, büyük bir heyecanla sarılır görevine. 20 Mayıs 1933’te Hitler’e telgraf çekerek, Alman Üniversiteleri Derneği’yle görüşmemesini tavsiye eder, çünkü bunlar rejimle işbirliği yapmaya hevesli görünmemektedir; kısacası Dernek, “ yola getirilmiş” değildir. Bir hafta sonra 27 Mayısta, görev teslim töreni gerçekleşir. Törende söylenen iki marş arasında Heidegger, Fribourg Üniversitesi’ni “Nazileştirme” programını, partinin jargonuyla sunar. “ Alman Üniversitesinin Kendini Olumlaması” gibi şatafatlı bir başlığa sahip, kuramsal ağırlığı olmayan bu saldırgan metin ile ilgili söylenecek fazla bir şey yok. Metinde entelektüel bağımsızlıktan küçük bir iz bulmak dahi mümkün değildir. Üstelik Heidegger, 1945’ten ölümüne kadar, ihtiyatla bu metnin yeniden basılmasını engellemiş ve konuşma metni ancak 1982’de, önce Fransa’da, sonra Almanya’da ortaya çıkabilmiştir.

Pratikte, filozofumuzun göreve gelir gelmez giriştiği esas faaliyeti, üniversitenin tüzüklerini Führerprinzip sistemini model alarak yenilemek olur. Bizzat başlattığı ve daha sonra üniversite bünyesindeki başka kurumlara da uygulayacağı bu yenilik hareketinin sonucunda, 1 Ekim’de kendisi de Fribourg Üniversitesinin Führer'i unvanını alır. Bu yeni unvanla birlikte iktidarı da güçlenmiş olur. Üniversite rektörü, artık Nasyonal-Sosyalisrtdevlet ile öğrenci gençlik arasında tam bir bağlantı noktası haline gelir. Bu yenilik hareketinin, hem rejimin bekçileri haline gelen gençlik, hem de bilimsel düzeyi gerilemeye başlayan üniversite kurumları üzerindeki sonuçları felaket olacaktır.
Aynı dönemde Heidegger, propagandacı filozof rolünü mükemmel bir sadakatle ifa etmektedir. Pek çok konferans verir, basında pek çok makalesi cıkar.[4] 12 Kasımdaki halk oylaması öncesinde Heidegger, insanları Hitler lehinde oy kullanmaya çağırır. Yine Kasımın otuzunda, Tiibingen’de Nasyonal-Sosyalist devlette üniversitelerin görevleri üzerine bir konferans verir. Heidegger’in kamusal olsun özel olsun, o dönemdeki bu beyanatları, bunlara ilham veren Marksizm ve Hıristiyanlık karşıtı, milliyetçi ideoloji hakkında kuşkuya yer bırakmıyor.

Antisemitizme gelince, Heidegger’in bu konuda sesini yükseltmemesinin sebebi sadece, etrafındaki pek çok kişinin bununla zaten yeterince ilgilenmesidir. Otuzlu yılların Avrupa’sında ve özellikle de Almanya’nın Heidegger’in büyüdüğü bölgesinde “ sıradan” bir olgu olan antisemitizmin Nazi programının temelini oluşturduğunu hatırdan çıkarmayalım. Dolayısıyla bir entelektüel olarak Heidegger’in, -bilhassa da söylemiyle kendini militan halk tabakasından ayırmaya çalıştığı düşünülürse- bu konuda söyleyecek fazladan bir sözü yoktur.

Ancak bu antisemitizme uzak olduğu anlamına gelmez. Uzak olduğu yolundaki iyimser bir yorumu destekleyen hiçbir olgu bulunmadığı gibi tersini gösteren hiç değilse bir kanıt mevcuttur: 1933 Aralık ayında, Gottingenli Nazi Öğretim Üyeleri Derneği’ne verdiği gizli raporda Heidegger, çalışma arkadaşlarının birisini, Yahudilerle “ sıkı ilişkiler” içinde olmakla suçlamakta beis görmez.[5] İlgili şahsı ağır yük altında bırakmış bu rapor, bugün bizim için bizzat Heidegger’i daha ağır bir yük altında bırakmaktadır.

Düşünürün aşırılıkçılığı kadar kavgacı üslubu da, en nihayetinde, partinin içinde, daha pragmatik bir çizgiyi savunanlar arasında çekinceler yaratır. Nitekim Nazi partisi de, egemenlik için birbiriyle mücadele eden rakip iki cenaha ayrılmıştır. Örneğin Hitler’in çevresindekiler ve SS’ler, liderleri Uzun Bıçaklar Gecesi (30 Haziran 1934) sırasında katledilen SA’ların devrimci heveslerini hor görmektedir. Daha alt düzeyde, Heidegger’in pek çok meslektaşı -başta Frankfurt Üniversitesinin nüfuzlu rektörü Ernst Krieck- onun peygamberane gayretkeşliğinden, karanlık tarzından ve bariz hırslarından rahatsız olmuşlardır. Üniversitenin yönetim işlerinde gösterdiği beceriksizlikler, 1933 yılının sonlarından itibaren Heidegger’e karşı örtülü bir muhalefetin şekillenmesine sebep olur. Git gide artan bir düşmanlığa hedef olan Heidegger, sonunda havlu atar. Mart 1934’te, kendini “ bilimsel” çalışmalara daha iyi vakfetmek bahanesiyle rektörlük görevinden ağırbaşlılıkla istifa eder. Ancak partiden ayrılmadığı gibi, 1945 yılına kadar inandığı şeyleri açıktan açığa inkâr etmez.

Heidegger’in Marburg’dan eski bir öğrencisi olan ve hocasını savunmaktan asla vazgeçmeyen filozof Hans-Georg Gadamer (d. 1900), 1934’ten sonra Heidegger’in kamusal alanda desteklediği rejimi özel hayatında eleştirdiğini söylüyor. Bu hiç de imkânsız değildir. Rektörlük fiyaskosuyla rezil olmuş Heidegger, bunu kurbanı olduğu kıskançlığa vermiş ve kendisini sonuna kadar desteklemeyen bir hükûmeti veya kendisinden daha becerikli davranarak iktidara yakın kalmasını bilmiş meslektaşları hakkında kötü konuşmuş olmalıdır. Öyleyse 1934’ten 1945’e kadar Heidegger’in yavaş yavaş, Nasyonal-Sosyalizmin ne olması gerektiği ile ilgili tamamen şahsi bir anlayış oluşturmasında şaşılacak bir şey yoktur. Ne de, kimi zaman, eş dost toplantılarında Nasyonal-Sosyalizmi, iktidardaki partinin “sapmaları”nın karşısına koymaya cesaret etmesinde şaşılacak bir şey vardır.

Gadamer’in şahit olduğu ve 1934’teki “ hayalkırıklığı”yla açıklanabilecek Heidegger’in bu öfkeli ifadeleri, bütün bunlara rağmen, Nazizmin veya onun “aşırılıklarının” reddinin bir göstergesi olarak yorumlanmamalıdır. Tersine bu ifadeler, Hitler’in, kendi programının -toplumsal ve kültürel alanlarda- en “ devrimci” yönünü sonuna kadar -veya yeterince çabuk- uygulamaya koymadığını görmekten kaynaklanan bir üzüntüyü yansıtırlar. Çünkü, resmi çevrelerin “ faydacılığı” karşısında filozofumuz, artık öyle görünüyor ki, belli bir kuramsal “ saflık”ın savunuculuğunu yapmaya çalışmakta ve Hıristiyan çevrelerin “ ılımlılaştırıcı” etkisine karşı şiddetli bir kavganın o dönem için gerekli olduğuna inanmaktadır.

Her hâlükârda böyle bir niyetin varlığına dair kanıtı, Metafiziğe Giriş başlıklı 1935 yılı yaz dönemi dersinin meşhur bir bölümünde buluyoruz. Bu metinde -Hugo Ott’a [6] borçlu olduğumuz açıklamalar olmaksızın 1935’te yayımlanan metinde- Heidegger, ahlaki “değerler” in yılmaz savunucusu (ismini zikretmediği) Katolik Theodor Haecker’in kuramlarına ve onun kuramlarına destek veren Frankfurter Zeitung'a çatmaktadır. Frankfurter Zeitung, Nazilerin Yahudilerden yana gördüğü, henüz “yola getirilmemiş” son büyük gazetedir. Haecker’inkine benzer kuramların kesinlikle yasaklanması gerektiği (ki kısa süre içinde yasaklanacaktır) izlenimini yarattıktan sonra Heidegger, “bugün Nasyonal-Sosyalizmin felsefesi gibi piyasaya sürülen, ama bu hareketin büyüklüğü ve içsel hakikatiyle ilgisi olmayan[7]” şeyleri kati şekilde mahkum eder. Bu da, rektörlükten istifasından bir sene sonra filozofumuzun hangi cenahta yer aldığını gayet açıkça ifade edişidir.

Yine hatırlatalım, 1936’da Heidegger Roma’ya yaptığı bir seyahat sırasında tesadüfen, bu şehirde sürgünde bulunan eski öğrencisi Kari Löwith’le karşılaştığında, (Hitler’in “çevresindeki”lere karşı bazı eleştiriler yöneltmekle birlikte) Nasyonal-Sosyalist programa destek verdiğini doğrular ve bu siyasal tavır ile düşüncesinin geri kalanı arasında esaslı bir bağın var olduğunu onaylar.[8] Hiçbir zaman, hatta Kristal Gece’deki (1938) anti-semitist şiddetin ertesinde bile, olayların kazandığı boyutları bir kere bile kınamamıştır. Ve muhtelif tanıklıklara göre de Heidegger 1945’e kadar, partinin rozetini taşımaya devam etmiştir.

Son olarak, Davos buluşması sırasında, meslektaşı Cassirer’in gözünün yaşına bakmayan Heidegger’in, eski hocalarına veya Yahudi okul arkadaşlarına karşı, sonuna kadar, özel hayatında dahi en ufak bir jestte bulunmadığını hatırlayalım. Protestan olan Husserl ile ilişkileri 1930’dan sonra aniden kesilir. Heidegger eski hocasıyla, ölümle sonuçlanacak hastalığı sırasında hiç temasa geçmemiş ve Varlık ve Zaman'ın ilk baskısını ithaf ettiği kişinin cenazesine de katılmamıştı. Kaldı ki, 1 9 4 1’de kitabın yayımlanan dördüncü baskısında, Heidegger, üç sene önce ölmüş Husserl’e ithaf yazısını bizzat kaldırmıştır.

Bu pek şerefli olmayan dönem, savaşın bitişiyle sona erer. 25 Nisan 1945’te Fransız birlikleri Fribourg’a girerler. Mayıs ortalarına doğru, “ tipik” bir Nazi addedilen Heidegger’in evi, işgal kuvvetleri tarafından el konacak binalar listesinde yazılıdır. Kısa süre sonra, eski rektörün kaderini karara bağlamaya yönelik bir dava başlatılır. Dava, Ocak 1946’da sonuçlanır. Heidegger, erken emekliliğe ayrılır ve kamusal alanda ders vermesi yasaklanır. Heidegger, 1946’dan itibaren bu yasağı “özel” konferanslar vererek delmekte gecikmeyecektir.
*
1966’da Spiegele verdiği ve -her daim temkinli olan filozofumuzun isteğine uygun olarak- ancak ölümünden sonra yayımlanacak söyleşinin[9] de tanıklık ettiği gibi, 1945 yılının ikinci döneminden itibaren Heidegger, hayatının sonuna kadar sadık kalacağı savunma sisteminin ana hatlarını yazı yoluyla oluşturmaya koyulur.[10]

1945 yılının sonunda Heidegger hala, iki karşıt fakat tutarlı strateji arasında tercih yapma noktasındadır. Ya kendini sessizliğe ve yalıtılmışlığa mahkûm etme pahasına Nazi geçmişini bütünüyle üstlenecektir. Yahut, herkesin önünde özeleştirisini yapmak pahasına, sadece 1933’te değil, daha sonraki on iki yıl boyunca da ciddi şekilde yanıldığını kabul edecektir. Doğrusu her iki tutum da cesaret gerektirmektedir. Kuşkusuz Heidegger’in üçüncü bir yolu tercih etmesinin sebebi de budur.
İç rahatlatıcı ve kasten aldatıcı olan bu yol, NSDAP’ye üyeliğinin kapsamını sadece rektörlük yıllarında ciddi ciddi partiye iştirak ettiğini ileri sürerek daraltmaktır. Filozofumuz böylece –geriye dönük bir şekilde- hayatını üç döneme ayırmaya başlar: 1933’ten öncesi; 1933 ve 1934 yılları; ve 1934’ten 1945’e kadar olan dönem. Ardından da, ilk dönemde kendisini apolitik; İkincisinde olayların kurbanı; ve üçüncü dönemin başından itibaren de “hata”sından tamamen dönmüş biri olarak takdim eder.
Savunulması kolay olmayan iddialardır bunlar. Bir kere Heidegger 1933’ten önce apolitik olmaktan uzaktır. Aşırı muhafazakâr bir aileden gelen Heidegger, Wiemar Cumhuriyeti’nin kendisine sunmakta geç kaldığı toplumsal yükselme araçlarını çok erken dönemde sağda, daha sonra da aşırı sağda aramıştır. Varlık ve Zaman her ne kadar doğrudan doğruya siyasal bir kitap olmasa da, ifade edilen düşünceler, gördüğümüz gibi, Spengler’e veya muhafazakâr “devrim” kuramcılarına özgü bazı temaların felsefeye aktarılmasıdır çoğunlukla.

Heidegger’in 1945’ten sonra, 1933-1934 dönemiyle ilgili –bilhassa da kendisini ziyarete gelen ve olan bitenle ilgili çok malumatı olmayan genç Fransızlar huzurunda- yaptığı yorumlar, açıkça tutarsızdır. Bu dönemi yeri gelir “büyük bir aptallık” olarak adlandırır, yeri gelir rektörlük görevini partinin üniversiteye el koymasına engel olabilmek için kabul ettiğini ileri sürer - ki bu, olgularla taban tabana zıttır.

Geriye en vahim olan şeyi hatırlatmak kalıyor. Heidegger, iddia ettiği gibi, 1934’ten itibaren bir “muhalif” olsaydı, Nazilerin korkunç suçlarını 1945’ten sonra açıktan açığa kınamaması için hiçbir sebebi olamazdı. Hâlbuki bunu hiç yapmadı. Bir kere bile, Yahudilerin imhasından ötürü -hiç değilse a posteriori- kızgınlık duyduğu, hatta bu katliamı onaylamadığı izlenimi verecek bir kelam etmez. Heidegger’ in “susmanın” “ hiçbir şey söylememek” olmadığını herkesten daha iyi bildiği düşünülürse, şair Paul Celan’ı hayretler içinde bırakan bu sessizliğin önemi daha da artmaktadır.
Yoksa filozofumuz hayatının sonuna kadar -diğer pek çok Nazi gibi- en derinde Shoah’ın barbarlığını yok saymakta ısrar mı edecektir? Maalesef, bunun tersini düşünmek için hiçbir sebep yok. Hatta en az iki gösterge, bu tur bir yorumu doğrular gibi görünmekte.

Bunlardan ilki, 20 Ocak 1948’de Herbert Marcuse’a yollanan bir mektupta bulunuyor. Eski öğrencisi tarafından özeleştirisini yapmaya davet edilen Heidegger, bu mektupta bunu reddeder ve bir kere daha, o dönemdeki eylemlerini önemsiz gösterir, Shoah’ı, 1945’ten sonra “ halk demokrasileri”nde hüküm süren diktatörlüklerle kıyaslayarak sıradanlaştırır. Marcuse’a “ Yahudilerin yerine Doğu Almanyalıları koyun” diye yazar Heidegger, “ ve beni suçladığınız şey müttefik güçlerden birisi için de pekala geçerlidir; tek fark şu ki, 1945’te olup biten her şey herkesin gözü önünde oldu, ama Nazilerin kanlı vahşeti aslında Alman halkından gizlenmiştir.” [11]

Böylesi bir beyanat, Yahudilere yönelik bir saldırganlık barındırmasının yanı sıra, iki yalanı da içerir. Birincisi, devlet anti-semitizminin,  komünizme değil Nazizme özgü olduğu ve bu iki rejimi birbirine karıştırmanın imkânsız olduğu gerçeğini yok sayarak, Nazizmin, komünizmden beter olmadığını öne sürer. İkincisi, Yahudilere 1933’ten itibaren zulmedildiğini ve Kristal Gece sonrasında, kanlı vahşetin Alman halkından saklanmak bir yana, tersine alenen caddelerde gerçekleştirildiğini unutmuş görünmektedir. Bununla birlikte bu yalanların ömrü uzun olmuştur; nitekim her ikisi de, bugün bile, Almanya’daki ve diğer ülkelerdeki “revizyonist” tarihçilerin söylemlerini beslemektedir.

İkinci gösterge: Heidegger’in açıktan açığa gaz odalarından bahsettiği -bugün için- bilinen tek metin, 1949’da Bremen’de teknik üzerine verdiği (yayımlanmamış) bir konferanstan alınma şu parçadır: “Tarım artık motorize olmuş bir besin endüstrisidir; özüne gelince, gaz odalarında ve toplama kamplarında ceset üretimi neyse, ambargo ve ülkeleri açlığa mahkûm etmek de, hidrojen bombası üretmek de aynı şeydir.”[12] Böylesi şüpheli bir karşılaştırma karşısında, bunun büsbütün bir duyarsızlığın mı, yoksa hesaplı bir kışkırtmanın ürünü mü olduğu sorusu geliyor akla. Körlük mü yoksa saldırganlık mı? Kabul edileceği üzere iki yorum da, “ büyük” bir düşünür için bir yüzakı değildir.

Sonuçta bunlar olgular. Ancak olgular ne kadar rahatsız edici olurlarsa olsunlar, şu temel soru karşısında tali kalıyorlar: Heidegger’in siyasal bağlılığını, düşünme bicimi ile derin bağları olan bir şey olarak mı yoksa, onunla hiçbir ilişkisi olmayan bir “ tuhaflık” olarak mı değerlendirmeli?
Heidegger hayranlığının kırk yıldan beri kaygı verici boyutlara ulaştığı Fransa’da, genel kabul gören yorum İkincisidir. Aynı zamanda, farklı sebeplerle de olsa, Gadamer tarafından savunulan çözüm de budur.[13] Bununla birlikte bu cevap, iki itirazla karşılaşır: bunlardan biri olgusal, diğeri kuramsal bir itirazdır.

Öncelikle, felsefe ile siyasetin hangi ilke uyarınca birbirinden ayrıldığını anlamakta güçlük çekiyoruz. Bu tespit, -Heidegger’ in bizzat Kari Lowith’e söylediği ve öğrencisi Jean Beaufret’nin de tekrarlayıp durduğu gibi- düşüncesinde “her şeyin birbiriyle örtüştüğü”[14] bir filozof için özellikle geçerlidir.
Öte yandan, Heidegger’in NSDAP’ye katılarak, önceki çalışmalarına ilham veren şeyden herhangi bir şekilde koptuğunu gösteren bir şey de yoktur. Varlık ve Zaman'ın siyasal içerimleri, zaten aşırı sağcı Alman milliyetçilerinin arzu ettiği bir yöne doğru uzanmıyor muydu? Kuşkusuz Heidegger değişmiştir; fakat bunu dikkate değer ölçüde kendi kendisine sadık kalarak yapmıştır. Sonra, şayet 1934’te ve yine 1945’ten sonra “reel” Nazizme karşı mesafe almışsa da, -geçirdiği değişikliklere rağmen- yirmili yılların sonunda sahip olduğu -felsefi ve siyasi- temel kanaatlerini hiçbir dönemde yadsımak ihtiyacı hissetmemiştir.

Demek oluyor ki, Fribourg’un “önderi”nin Nasyonal-Sosyalist bağlılığının neden hiç de düşüncesinin geri kalanıyla ilgisiz olmadığını anlamak için, şimdi siyaset ile felsefenin birliği üzerinde durmamız gerekiyor.

[Buraya almadığım bölümde yazar; Heidegger’in “Varlık ve Hiçlik” kitabında yer alan düşünceleri, onu destekleyen –özellikle- Fransız filozoflarının nedenlerini; olgusal ve eleştirel düzlemde ele alarak açıklamalarda bulunuyor. Tarafsız bir tutum almıyor; olanların görmezden gelinerek ve felsefesiyle bağlantısını kurmayarak, ilişkiyi görmeyerek yapılan gözü kapalı desteği, Heidegger’in yeniden yüceltilmesini -en basit bir deyişle- kınıyor. Bu bölüm aşağıdaki paragraflarla sona eriyor.  DK]

Son olarak, Heidegger’in düşüncesi, belirli bir ideolojiyle, Nasyonal-Sosyalizmle yakından ilişkili siyasal bir düşünce olduğundan akılcılığın bir başka biçimiyle dayanışma halindedir: Bu akılcılık, on iki sene boyunca, söz konusu ideolojinin Alman toplumu üzerinde, savaş ve “nihai çözüm”ü de içeren kesin bir hâkimiyet sahibi olmasını sağlamıştır.

Öyleyse paradoksal bir şekilde asıl mesele şudur: Heidegger’in düşüncesinin katıksız bir düşünce olması, katıksız bir şiir olması durumundan daha tehlikelidir. Yazık ki bu düşünce ne biri ne öbürüdür. Heidegger’ in düşüncesi son noktada bir felsefedir. Ancak fazlasıyla tartışma götürür bir felsefedir, çünkü ilkesel bir akılcılık karşıtlığına dayanır ve bununla birlikte, kimi okurları ikna etmeye yeter ölçüde “ akılcı” bir dil ile ifade olunur.

Kısacası bu düşüncenin hem tehlikeli hem sorunsal olmasının sebebi, onda aklın ve akıldışının özel ve bilhassa da sarsıcı bir şekilde yan yana barınmasıdır. Tam da tıpkı Auschwitz’e has dehşetin, (amaçlardaki) benzersiz bir çılgınlık ile (amaca ulaşmak için kullanılan araçlardaki) akılcılığın karışımından kaynaklanması gibi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, bu karışımın nasıl mümkün olduğunu sorgulamaya başlamak gerekmiştir. Bunun için, iki yüzyıllık bir zaman içinde Aydınlanma’nın nasıl olup da bu denli yanıldığını daha iyi görebilmek adına, bizatihi aklın işleyişini soruşturmak gerekir.

Kaynak: CHRISTIAN DELACAMPAGNE, 20. YUZYIL FELSEFE TARİHİ, HISTOIRE DE LA PHILOSOPHIE AU X X e SIECLE, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2010, s. 161-169, 185-186
Çeviren: Devrim Çetinkasap

Dipnotlar
4 Bu metinlerin bazısı Guido Schneeberger tarafından (yazar hesabına!) yeniden yayımlanmıştır:
Naclese zu Heidegger, Berne, 1962. Fransızca cevirisi (kısmi şekilde) Le Débat dergisi, Paris, Gallimard, n. 48, Ocak-Şubat 1988, s.176-192.
5 Hugo Ott, Martin Heidegger: éléments pour une biographie (1988), Fransızca cevirisi, Paris, Payot, 1990, s. 196.
6 A.g.e., s. 276-280.
7 Martin Heidegger, Introduction à ta métaphysique, Fransızca cevirisi. Paris, Gallimard, 1967, s. 202.
8 Karl I.owith, Ma Vie en Allemagne avant et après 19.3J , Fransızca cevirisi, Paris, Hachette, 1988, s. 77-78.
9 Soyleşinin Fransızca cevirisi : Réponses et Questions sur l'histoire et politique, Paris, Mercure de F'rancc, 1988.
10 Martin FIcidcgger, “ Le rectorat: fait et reflexions” (1945), Fransızca cevirisi, Le Débat dergisi, Paris, Gallimard, no. 25, 1983.
1.1      İlk defa 1988’de, daha once zikrettiğimiz Hugo Ott’un yapıtında yayımlanan mektup, Fransızca cevirisi, s. 199.
1.2      Wolfgang Schirmiıcher’in Technik ııııd Gelassenheit’ta naklettiği bu metinin (Fribourg, Kari Aber, 1984), Fransızcası icin bkz. Philippe Lacouc-Labarthe, La fiction du politique, Paris, Christian Bourgois, 1987, s. 58.
13 Gadamer’in konumunun bir ozeti, Fransızca olarak L e Nouver Observateur isimli haftalık yayın organında bulunabilir, 22-28 Ocak 1988, s. 45.
14 Jean Bcaııfret, De l'existentialisme à Heidegger, Paris, Vrin. 1986.


Görseller ve alt yazıları bana aittir. DK

19 Şubat 2018 Pazartesi

Faşist İtalya'da Korporasyon Sistemi

Faşist İtalya'da Korporasyon Sistemi

Murat Sarıca & Rona Aybay
http://occupyforaccountability.org/?q=node/772
Korporatizm: Günümüzden bir yorum...

Faşizm, devletin dışında her hangi bir grup kabul etmediği için bağımsız sendikalara da yer vermiyordu. Faşizmin ekonomik görüşünü incelerken de açıklamaya çalıştığımız gibi, faşizm devleti her türlü ekonomik çıkarları uzlaştırıcı bir kurum olarak görmekte ve ekonomik düzende «ulusal bir uyuşum » kurmaya çalışmaktadır. Faşizmin bu uyuşumu kurmak bütün ögelerini devletin sıkı denetimi altında bulunan bir örgütte birleştirmek faşizmin amacı olmuştur.


Faşizm, korporatif sistemini yavaş yavaş kurmuştur. Bu işde, önce bağımsız sendikaları ortadan kaldırıcı bir yol tutulmuştur. Bağımsız sendikalar yasalarla ve yasa dışı baskılarla yavaş yavaş ortadan kaldırılmıştır. Böylece, işçi sınıfının bağımsız örgütler kurmasına ve bilinçlenmesine engel olunmuştur.

3 Nisan 1926 tarihli kanunla sendikalar «yasayla onaylanmış» olanlar ve olmayanlar şeklinde iki bölüme ayrılmışlardır. Bir sendikanın «yasayla onaylanmış » olabilmesi için, aranan diğer koşulların yanında yöneticilerinin « sağlam ulusal bağlılık inancası (teminatı) » göstermeleri gerekir. Bu kanunun getirdiği en önemli hüküm, her iş kolunda işverenler ve işçiler için yalnız bir tek sendikanın yasayla onaylı olabileceği hükmüdür. (Madde 6 ) . Böylece her iş kolunda bir tek olmak üzere ayrıcalıklı (imtiyazlı) sendikalar yaratılmış olmaktadır. Yasayla onaylanmış sendikalar, kendi bölgelerinde, üyesi olsun olmasın kendi dallarındaki bütün işçileri veya işverenleri temsil eder. Üyesi olsun olmasın kendi iş kolundaki bütün işçiler ya da işverenlerin komün vergilerinin toplanması usulüyle aidat toplayabilir (Madde 5) .

Bu durum, Büyük Faşist Meclisince kabul olunan Çalışma Bildirisinde de belirtilmektedir. Bu bildirinin 3.maddesi « sendika ve meslek örgütleri serbesttir, fakat sadece yasayla onaylanmış ve devletin denetimi altındaki sendikanın, kendi iş koluna girenler için ortaklaşa iş sözleşmeleri yapmaya, üyelerine yüküm yüklemeye ve bunlara karşı kamu yararına görev yapmaya hakkı vardır» demektedir.

Böylece, bağımsız sendikaların ortadan kaldırılması için yasa yoluyla açık bir baskı yapılmaktadır. Öte
yandan, 3 Nisan 1926 tarihli kanun lokavt ve grevi de yasaklamaktadır. Bu kanunla iş  uyuşmazlıklarının çözülmesi için iş mahkemeleri de kurulmuştur.

Ancak, 1926 ve 1927 tarihli bu belgelerde kurulması öne sürülen korporasyonların kurulmasıyla ilgili kanun ancak 1934 de çıkmıştır. Korporasyonlar kurulmadan önce « Korporasyonlar Ulusal Meclisi » kurulmuş bulunuyordu. Korporasyonlar Ulusal Meclisi'nin görevi, korporatif sistemin gelişmesine ve ulusal ekonominin gereklerine uygun olarak, Çalışma Bildirisindeki ilkeleri gerçekleştirmek amacıyla çalışmak ve yasa teklifinde bulunmaktı.

Böylece, uzunca bir hazırlık döneminden sonra 5 Şubat 1934 tarihli, Korporasyonların kuruluşu ve
görevleri yasası kabul edildi.

Korporasyonlar hükümet başkanının kararnamesiyle kurulur ve aşırı ölçüde merkeziyetçi bir rejime
bağlıdırlar. Bir çok meslekleri içine alan her ekonomik faaliyet kolu için, biri patronların, biri işçilerin olmak üzere iki sendika federasyonu vardır. Her ekonomik faaliyet kolundaki bu iki sendika federasyonu bir korporasyon teşkil eder.

Bütün İtalya böylece 22 korporasyona ayrılmış bulunuyordu. Bu korporasyonlardan, örneğin tahıl
korporasyonu, buğday yetiştirmek, değirmenlerde öğütmek ve ekmek pişirmek gibi çeşitli iş kollarıyla ilgili herkesi içine alıyordu.

Hükümette de bir korporasyonlar bakanlığı kurulmuştu. Sonuç olarak ortaya çıkan tablo şöyledir. Bir yanda işçiler sendikalar, federasyonlar ve konfederasyonlar biçiminde örgütlenmişler, bunlara karşılık işverenler de paralel sendika, federasyon ve konfederasyonlar kurmuşlardır. Bu iki grup arasında uzlaştırıcı durumda devlet örgütü yer almıştır. Devletin bu işle ilgili örgütünün başında, Korporasyonlar Bakanlığı vardır. Bundan sonra, Korporasyonlar Ulusal Meclisi, işçi ve kapitalistlerin temsilcilerini içine alan 22 korporasyon ve iş mahkemeleri yer alır.

Böylece, devlet işçiler ve kapitalistler arasında yer alarak anlaşmazlıkları çözücü bir görev almaya
çalışmaktadır.

Ancak, faşist devletin bu uzlaşmayı gerçekleştirebildiği söylenemez. Gerçi, korporasyonlar içinde hem
işçiler, hem işverenler toplanmak istenmiştir. Ama, hukuk alanında sağlanan bu birleşme, bunlar arasındaki ekonomik çelişmeleri ortadan kaldıramamıştır. Daha önce de gördüğümüz gibi, faşist devlet örgütünün işleyişi, her zaman çalışanların aleyhine sonuç vermiştir.

Murat Sarıca & Rona Aybay, Faşizm, İzlem Yayınları1962, s. 56-60

17 Şubat 2018 Cumartesi

Faşizmin Doğuşu

Faşizmin Doğuşu


Murat Sarıca - Rona Aybay
https://www.discogs.com/Fasci-Di-Combattimento-Camicie-Nere/master/815603
1914 -1915 yıllarında İtalya'da kendilerine Fasci di combattimento » adını veren bir takım topluluklar ortaya çıkmıştı. Bu toplulukların amacı İtalya'nın Birinci Dünya Savaşına katılmasını sağlamaktı. Bunun için, İtalya'nın savaşa katılmasını istemeyenlere karşı zora başvuruyorlar ve karışıklıklar çıkarıyorlardı.


İtalya tarihinde 1893 de Sicilya'da «fasci» adı altında ortaya çıkan, sonuçsuz bir köylü hareketi de vardır. Ama faşizmin kaynağı, «fasci di combattimento» hareketidir. İtalya’nın Birinci Dünya Savaşına girmesini sağlamak için çalışan bu toplulukların yöneticilerinin çoğu, savaştan sonra faşizm hareketinin de yöneticileri olmuşlardır. Nitekim sonradan İtalyan Faşizminin bir numaralı adamı olan Mussolini de bu topluluklarda çalışmıştı.

Mussolini, siyasete ilk olarak bir sosyalist partisi üyesi olarak atılmıştır. Mussolini, Sosyalist Partisi içinde kendine iyi bir yer sağlamış ve partinin başlıca gazetesi olan «Avanti» nin başyazarlığına kadar yükselmiştir.

1914 sıralarında Sosyalist Partisi İtalya’nın savaşa katılmasına karşı idi. Nitekim Mussolini de 1914 Ağustosundan Ekimine kadar Sosyalist Partisinin harbe karşı açtığı kampanyaya katıldı. Ama daha sonra, Bolonya'daki bir parti toplantısında, İtalya'nın savaşa girmesinden yana olduğunu açıkladı. Mussolini’nin bu düşüncesine, Sosyalist Partisi içinde hemen hemen hiç kimse katılmamıştı. Bu durumda Mussolini'ye Sosyalist Partisinden istifa etmek düşüyordu. Mussolini de istifasını verdi.

Mussolini'yi, 15 Kasım 1914'te Popolo d'İtalia gazetesinin başında görüyoruz. Mussolini, Popolo
d'İtalia'da yayınlanan yazılarıyla, İtalya'nın savaşa katılmasının yerinde olacağını savunuyordu. O sıralarda, Fransa ve İngiltere, İtalya’nın kendi yanlarında savaşa katılmasını sağlamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu yüzden, Popolo d'İtalia gazetesinin Fransız sermayesiyle kurulduğu söylenir.

İtalya, 25 Mayıs 1915 de Avusturya - Macaristan'a savaş ilan etti. Böylece Birinci Dünya Savaşına, İngiltere ve Fransa'nın yanında katılmış oldu.

Savaşın bitmesinden sonra, Mussolini eski askerleri, işsizleri, esnafları, bazı işçileri ve üniversite öğrencilerini yine fasci di combattimento'larda toplamıştı. Bu toplanmayı sağlayan etmenler, belirsiz bazı reform istekleri, aşırı milliyetçilik ve özellikle sosyalist komünist hareketine karşı savaş düşüncesiydi.

Bu yıllar, İtaya için büyük güçlükler, sıkıntılar ve uzlaşmaz çekişmeler yıllarıydı. Savaş sonrası, birçok ekonomik sıkıntılar getirmiş, savaştan dönen eski askerler işsizlikle karşılaşmışlardı. Para değeri günden güne düşüyordu. Bu durum, işçilerle kapitalistler arasındaki çekişmeleri arttırıyordu.

1848 tarihli Anayasanın sağladığı sınırlı monarşi ve liberal demokratik kurumların yetersizliği açıkça ortaya çıkmıştı.

Savaş sırasında, savaşın gereklerini sağlayabilmek için geniş bir üretime geçen endüstriyi barış ekonomisine uydurmak, çözümü çok güç bir sorundu. Öte yandan, İtalyanlar, uluslararası konferanslarda ileri sürdükleri isteklerin kabul edilmemiş olmasından dolayı da umutsuzluğa düşmüşlerdi. Bilindiği gibi, İtalya, müttefiklerin yanı sıra Birinci Dünya Savaşına katılmıştı. Ama zaferde kendilerinin de bir payı olduğuna inanan İtalyanlar, barış konferanslarında ileri sürdükleri istekleri elde edememişlerdi. İtalyan halkı, savaşta müttefikleri olan Fransız ve İngilizlerin, barışta kendilerini aldattığına inanıyordu. İtalyanlara göre, İtalya savaşta zaferi sağlamış, ama barış konferanslarında yenilgiye uğramıştı.

İç ve dış politikada başarısızlığa uğrayan hükümetin otoritesi sarsılmıştı. Bütün bunlar, sosyalistlerin günden güne kuvvetlenmesine yol açıyordu. Çünkü Sosyalist Partisi İtalya’nın savaşa girmesine, baştan beri karşıydı. Savaşın getirdiği sıkıntılar, sosyalistleri haklı çıkarıyordu. Sosyalistler, İtalya’nın savaşta sanki bir yenilgiye uğramış olduğunu ve bu durumun Rusya'da olduğu gibi bir devrime yol açacağını ileri sürüyorlardı.

İtalyan Sosyalist Partisi, 1919 Kasımında yapılan genel seçimlerde büyük bir başarı sağladı. Sosyalist partisi gerçekte 500'ü aşan sandalyeden sadece 156’sini kazanmıştı ama en çok oy alan ve en çok sandalyesi olan parti de Sosyalist Partisi idi.

Sosyalist Partisi milletvekilleri Parlâmentonun ilk toplantısına, yakalarına birer kırmızı karanfil takarak girmişler ve Kral açış söylevini vermek üzere içeri girer girmez hep birden dışarı çıkmışlardı.

Sosyalistler, devrimci tutumlarını her yerde gösteriyorlardı. 1920 yılının Eylülünde Kuzey İtalya'da işçilerin fabrikalara el koyması, başlamış bulunan karışıklığı daha da arttırdı. Yarım milyon işçi 600 fabrikayı ele geçirerek silahlı koruyucularla sardılar, denetleme komisyonları kurdular. Bir İtalyan yazarı o çağı şöyle anlatıyor: «Bankerler, büyük endüstriciler ve büyük toprak sahipleri sosyal devrimi kurbanlık koyun gibi bekliyorlardı.»

Ama Sosyalistler için başarı ile başlayan, fabrikalara el koyma kampanyası başarısızlıkla sonuçlandı. Sosyalistler bu yolla iktidarı ele geçirememişlerdi. Bu hareket artık elinden fırsatı kaçırmıştı. Sosyalist Partisi içinde bölünmeler ortaya çıktı. 1921’de Komünistler, 1922’de de Reformcular, Sosyalist Partisi içinde ayrı bölükler olarak görülüyorlardı.

Sosyalist Partisi, barışın kurulduğu 1918 yılından, emekçilerin fabrikalara el koyduğu 1920 Eylülüne kadar İtalyanın tek sağlam örgütlü ve halkça tutulan partisi olduğu halde, niçin iktidara gelememişti? Bunun nedenleri neydi?

İtalyan sosyalist yazarlarından Pietro Nenni, İtalya’nın o sıralarda içinde bulunduğu durumu şöyle yorumlamakta ve Sosyalist Partisinin iktidara gelememesini şöyle açıklamaktadır: 
«Sosyalistler, ülkenin bütün ilerici ve halkçı güçlerini kendi çevrelerinde toplayabilecek yetenekten yoksun bulunuyorlardı. Emekçiler, geniş halk yığınlarının çıkarlarını temsil edecek ve öncü olabilecek olgunluğa erişememişlerdi. Sosyalist Partisi, kendini 1915 yılının polemik havasından kurtaramamıştı. Hala, savaşa girmekten yana olanlar (interventista) ile tarafsızlıktan yana olanlar arasındaki çekişmeleri sürdürüyordu. Oysa savaş artık bitmiş, yeni sorunlar ortaya çıkmıştı.
 Ayrıca, Sosyalist Partisinin gerçekleştirmek istediği şeyler konusunda belirli ve kesin bir programı da yoktu. Sosyalistlerin Reformcu kolu, Cumhuriyetin ve parlamenter bir demokrasinin kurulması dışında belirli bir istek ileri sürmüyordu. Bir grup sosyalistler ise, elde edilebilecek olan her şeyi koparmaktan yanaydılar. Bunlar Sosyalist Partinin Maximalist grubuydu. Maximalistler, proletarya diktatörlüğünü endüstri işçilerinin tek başlarına gerçekleştirebilecekleri gibi dogmatik bir görüş içindeydiler. Komünistler ise, gözlerini Moskova'ya çevirmişlerdi. İçinde bulundukları koşulları kavramaktan uzaktılar.
 Öte yandan, endüstri işçileri ile tarım işçileri arasında da kuvvetli bağlar kurulamamıştı. Özellikle, endüstri işçileri ile yarıcılar ve küçük toprak sahipleri arasındaki bağlar yok gibiydi. Ülkenin kuzeyindeki ve güneyindeki hareketler birbirinden ayrı olarak gelişiyordu. Kısacası, sosyalist hareket birlikten yoksundu.
 İtalyan sosyalistleri, liberal demokratik düzenin işlemesine engel olabilecek güçte olduklarını göstermişlerdi. Ama bu düzeni yıkıp yerine yeni bir düzen de kuramıyorlardı, güçleri buna yetmiyordu.
 Bu durumda, İtalya’yı üçüncü bir çözüm yolu bekliyordu. Bu da sağcı bir diktatörlük getiren karşıdevrim olacaktı.»

Karşı - devrimi yapacak olan faşistler, bir sosyalist devrimi olacağı konusunda uyanan korkuları durmadan işliyorlardı. Faşistler, özellikle, sosyalist devrim korkusunun en yaygın olduğu orta sınıflar üzerinde etkili oluyorlar ve büyük sermayedarlardan yardım görüyorlardı.

İşçilerin fabrikalara el koyması karşısında hükümetin güttüğü politika bir «karışmama» politikasıydı. Bu arada, çoğu Katolik olan işçilerin de başladıkları hareketi sonuna kadar götürmekten çekindikleri, devrimci gücü yitirdikleri göze çarpıyordu.

Bu olaylar işçi sınıfının devriminden korkan sınıfları birleştirmişti. Hükümet ve liberal burjuva çevreler, Faşistlerin kuvvetlenmesini, sosyalist devrimi önleyecek bir çare olarak görüyorlar ve kendi yararlarına kullanmak istiyorlardı.

Faşizmin iktidara gelmesinin, hükümet otoritelerinin yardımı ve desteği ile olduğunu faşistler de kabul etmişlerdir. Özellikle, mahkemeler ve polis örgütü, faşistlerin korkutma ve sindirme hareketlerini hoşgörü ile karşılamışlardır. 1920’de, liberal Giolitti kabinesi faşist saldırganlıklarının, sosyalist ve komünistlerin kuvvetini kıracağını düşünüyordu. Bu yüzden ordu kumandanlarının faşistlere silâh ve kamyon vermelerine ve emekli subayların onlara kumanda etmelerine göz yumdu.

O zamana kadar pek adları duyulmamış olan faşistler yavaş yavaş gelişmeye başladılar. Başlıca dayanakları komünizm korkusu olan faşistler, sürekli olarak korkutma hareketlerine girişiyorlardı. 1921 yılı Ocak ayında Bolonya'da Sosyalist Partisi merkezini basarak yaktılar. Bu olaydan ve polisin bu işe karışmamasından güven kazanan zengin sınıf, faşistlere yardımı daha da arttırdı.

Faşistler düzenli bir örgüt kurarak, yakıp-yıkmalarına devam ettiler ve güçleri günden güne arttı.
1919 da Parlamentoda bir tek üyesi olmayan faşistler, 1921 seçimlerinde 35 sandalye kazandılar. Bu büyük bir başarı değildi. Faşistler için de normal seçim yolları büyük bir önem taşımıyordu.

Faşistler için önemli olan, parlâmento dışı yollardı. Zor kullanarak ve korkutarak mahalli yönetimleri ele geçirmek onlar için daha önemliydi. Polisin göz yummasından yararlanan faşistler, sosyalist toplantılarını dağıtıyor, sendika çalışmalarına engel oluyorlardı. Ayrıca, faşistler işçi sendikalarına sızmak yoluyla da başarı sağlıyorlardı.

O günlere değin az çok dağınık olarak çalışan faşistler, daha sıkı bir birlik kurabilmek için 1921 Kasımında Roma'da bir toplantı yaptılar. Bu toplantıda, sıkı disiplinli «Ulusal Faşist Partisi» kuruldu.

Faşistler, orta sınıftan daha çok destek sağlayabilmek amacıyla bir program yayınladılar. Bu programda, üretimin arttırılması üzerinde duruluyor ve orta sınıfa verilen önem belirtiliyordu.

1921 Aralık ayında Bolonya'da bir komün meclisi toplantısında çıkan bir karışıklıkta, muhariplerin temsilcisi savaş sakatı Giordani tabancayla öldürüldü. Faşistler, Giordani'yi öldürenlerin sosyalistler olduğu düşüncesini yayarak, kendi güçlerini arttırmaya çalışıyorlardı.

Faşistlerin kuvvetli bir milis örgütü vardı. Silahlı faşist milisleri her yerde korkutma ve sindirme hareketlerine girişiyorlardı.
Roma'ya doğru yola çıkan Faşistler

Hükümet, düzeni sağlayamaz bir duruma girmişti. Faşistler, 1922 Ekiminde Roma'ya yürüyeceklerini bildirdiler. Binlerce faşist Roma'nın kuzeyinde Civitaveccia'da toplandılar.

Buna karşı, normal olarak parlâmento desteğini sağlamakta güçlük çeken Başbakan Facta güvenliği ve düzeni kurması için 28 Ekim günü parlâmentoda desteklendi. Hükumet, düzeni sağlamaya kararlı olduğunu belirten bir bildiri yayınladı. Bütün bakanların imzasını taşıyan bu bildiri Roma sokaklarında duvarlara yapıştırıldı.

Öte yandan, ajanslar sıkıyönetimin ilân edilmek üzere olduğunu ve bütün yönetimin askerî otoritelere geçeceğini de bildiriyorlardı.

Roma yürüyüşüne katılmayıp, Milano'da sonucu bekleyen Mussolini, hareketin başarıya ulaşamamasından kuşkulanmaya başlamıştı. Ama bir kaç saat içinde durum değişti. Çünkü Kral, hükümetin düzenlediği sıkıyönetim kararnamesini imzalamaktan kaçınmıştı.

Bu durumda, Roma'ya yürüyecek faşistlerin önünde bir engel kalmamış oluyordu. 29 Ekimde 50 bin faşist milisi Roma'ya girdi. Roma yürüyüşünü yapan faşistler, altı generalin komutası altında bulunuyorlardı. Kral, hükumeti kurmak üzere Mussolini'yi çağırdı. Milano'da sonucu bekleyen Mussolini, Kralın çağrısını alınca «yarın İtalyanın bir kabinesi değil, bir hükumet olacaktır! » diyerek bunu kabul etti. Mussolini, bu sözüyle, parlamenter rejimi ve onun bir öğesi olan kabineyi küçümsediğini gösteriyor, kendisinin sağlam ve güçlü bir «hükumet» kuracağını anlatmak istiyordu.

Mussolini'nin ilk kabinesinde sadece dört faşist bakan vardı. Mussolini kabinesi 90'a karşı 275 oyla güveni sağladı. Mussolini'nin ilk önemli yasa tasarısı, seçim yasasının değiştirilmesi konusundaydı. Bu tasarıya göre, oyların en az % 25'ini almış olmak şartıyla, en fazla oy kazanan parti, meclisteki Sandalyelerin üçte ikisini elde etmiş olacaktı. Meclisteki sandalyelerin geri kalan üçte biri aldıkları oy oranına göre, öbür partiler arasında paylaşılacaktı. Parlamento, bu tasarıyı kabul etti.

Meclisin feshi üzerine, 1924 Nisanında yeni genel seçimler yapıldı. Faşist Partisi bu seçimde, aktif propaganda ve parti milisinin yasa dışı çalışmalarının etkisiyle şaşırtıcı bir başarı sağladı. Faşistler oyların hemen hemen üçte ikisini aldılar. Ancak, faşistlerin sağladığı bu çoğunluk, muhalefet partileri milletvekillerinin Parlamentoda hükümeti tenkit etmelerine engel olamadı. Mussolini, bütün iktidarı
Hükümette toplamak istiyordu.

Parlamento'da faşistlerin bu isteklerine karşı koyan ve 1924 seçimlerinde yapılan yolsuzluklara açıklayan milletvekilleri arasında özellikle sosyalist milletvekili Matteotti göze çarpıyordu. Matteotti, meclis kürsüsünde, faşist milletvekillerinin bütün saldırmalarına karşın seçimlerdeki yolsuzlukları parlak bir biçimde ortaya koydu. Seçimlerin yenilenmesini istedi.

1924 Haziranında Matteotti öldürüldü. Polis buna seyirci kaldı.

Bu olay üzerine, İtalya'da yine karışıklıklar çıktı. Muhalefet grupları parlamentodan çekildiler.

Mussolini tutumunu sertleştiriyordu. Muhalefet arasında ayrılıklar çıkmasından da yararlanarak faşist yönetimi tam olarak gerçekleştirme yoluna girdi. Basına sansür konuldu, muhalefet ezildi.

1925 den başlayarak artık Mussolini'nin fiilen gerçekleşen diktatörlüğünü hukuken de gerçekleştiren bir sıra yasa çıkarıldı. Ama 1848 Anayasası ve krallık rejimi görünüşte yine yürürlükte kaldı.

Mussolini’nin 1929 da Katolik Kilisesi ile anlaşmayı gerçekleştirmesi faşizmin siyasî gücünü arttırdı. Faşizmle kilise arasındaki anlaşmazlık da böylece ortadan kalkmış oldu.

Faşist yönetim altında İtalya Habeşistan’a savaş açtı. Saldırganlık, faşist dış politikasının temel ilkesi oldu. İtalya, İkinci Dünya Savaşına Almanya’nın yanında katıldı.

İkinci Dünya Savaşının İtalya’nın yenilgisiyle sona ereceğinin açıkça belli olduğu bir sırada, 1943’te Mussolini görevden uzaklaştırıldı. Kral onun yerine Müttefiklerle İtalya’nın teslim anlaşmasını yapan Mareşal Bodoglio'yu tâyin etti.

Mussolini, nezaret altına alındığı bir dağ otelinden Alman paraşütçülerince kaçırıldı. Almanların desteğiyle, İtalya’nın kuzeyinde, başında Mussolini’nin bulunduğu «Cumhuriyetçi Faşist Partisi» kuruldu. 1945 Nisanında, Mussolini’yi İtalyan partizanları ele geçirdiler ve öldürdüler.

Böylece, yirmi yıldan fazla bir süre İtalya’yı tek başına yöneten Mussolini ortadan kalkmış oldu. İkinci Dünya Savaşından sonra İtalya'da cumhuriyet kuruldu. 1948 İtalyan Anayasası Faşist Partisinin ne biçimde olursa olsun yeniden kurulmasını yasak etti. Anayasanın «Geçici ve Son Hükümler»  bölümündeki XII. maddesi faşist rejimin sorumlu şeflerinin, kanunla, beş yıllık bir süre için seçme ve seçilme haklarından yoksun bırakılabileceklerini de belirtmiştir.


Murat Sarıca & Rona Aybay, Faşizm, İzlem Yayınları1962, s. 13-24

26 Aralık 2017 Salı

 İnfaz Memuru Olarak Hukukçular

İnfaz Memuru Olarak Hukukçular

Kaynak
Ortada Roland Freisler, Milli Mahkeme başkanı Nazi selamı veriyor.
 1942 yılında Halk (milli) Mahkemelerinin başına getirildi ve buradaki gücünü dilediğince kullanarak, mahkemeleri Nazi propaganda şovları haline getirdi. Adolf Hitler'e düzenlenen saldırıda tutuklananlara karşı da bu tür mahkemeler gerçekleştirdi ve her türlü hukuksal uygulamaya ve kurala aykırı davranarak, kana susamış intikam yargıcı haline geldi. Ölüm cezalarının sayısı Freisler'in idaresi altında hızla artmıştır. Tüm işlemlerin yaklaşık 90%'ı ölüm ya da ömür boyu hapis kararları ile sona erdi. 1942-1945 yılları arasında 5.000'den fazla ölüm cezası verdi. Freisler, mahkeme sırasında sanıkları aşağılamaları ve onlara bağırması ile bilinirdi. Freisler, direniş grubu olan Beyaz Gül üyelerini de yargılamış, idam cezası vermiştir. 
3 Şubat 1945'te Berlin'e yapılan bir hava saldırısında isabet alan mahkeme binasında öldü.

Hitler, nasyonal sosyalist hukuk anlayışını şöyle ifade etmişti: "Führer, ülkedeki bütün güçleri kendisinde toplar; devletin tüm kamusal otoritesi, Führer'in otoritesinden türer, (...) Führer’in otoritesi herhangi bir denetime, güvenceye tabi değildir, herhangi bir özerk alan veya kişisel hakla kısıtlanamaz, mutlak ve sınırsızdır." Nasyonal sosyalist hukuk rejiminin yalnızca iki temel ilkesi vardır: ''Hukuk, halka yararlı olandır"
"Hukuk, Führer'in iradesiyle birdir."

 Hitler, böylece, şahsi görüşünü ''Her Alman, hukukçu olmanın büyük bir ayıp olduğunu kavrayana dek rahat etmeyeceğim" şeklinde açıklayarak hukuk sistemini tamamen emri altına almış oluyordu. Weimar Cumhuriyeti döneminde burjuva demokrasisi ideoloğu iken, 1933'ten sonra nasyonal sosyalizmin doktrinini şekillendiren hukukçular arasına katılan Carl Schmitt, bu emir-komuta ilişkisinin keyfiliğe yol açmayacağının teminatını gene Führer'e bağlayarak açıklıyordu: "Führer'le maiyeti ve takipçileri arasındaki sürekli temas ve karşılıklı sadakat, ırksal bir zemine oturur. Führer’in iktidarının keyfiliğe ve tiranlığa dönüşmesinin güvencesi, onunla halk arasındaki ırk birliğidir. Dolayısıyla,  Alman milletinin siyasal yönetiminin temel kavramları, mutlak ırksal birlik esasına dayandırılmak zorundadır."
Hepsi NSR- Rechtswahrerbund ( Nasyonal Sosyalist Hukukçular Birliği) korporasyonunun üyesi olan yargıçlar, savcılar ve avukatlar nezdinde, Göring 'in ifadesiyle "ister yasa olsun, ister kararname, tüzük, sözlü emir, vs., Führer'in her iradesi yasa değerinde"ydi.

Fotoğrafta (üstte), duruşmayı Nazi selamıyla açarken görülen Volksgerichtshof (Milli Mahkeme) yargıçları gibi bütün adliye mensupları, böylece infaz memurlarına dönüştürüldüler.

Metnin kaynağı:  Sosyalizm ve Top. Müc. Ansk., İletişim Yayınları, cilt 3, s. 817


 Freisler'in yargılama sahneleri için ve hakkındaki diğer bilgiler için bkz.
https://www.youtube.com/watch?v=Nzz700H6T9M
https://www.youtube.com/watch?v=CKiqHpbFz68
https://www.youtube.com/watch?v=UQaP5aLVig8  (seri)


SOPHIE SCHOLL Final Days - compare to "Polish" Nazi judiciary!

Count Schwerin von Schwanenfeld, Roland Freisler'e karşı kararlılığını koruyor


20 Aralık 2017 Çarşamba

Sosyal Darvincilik ve Irkçılık

Sosyal Darvincilik ve Irkçılık

Alaeddin Şenel
1921 yılındaki II. Uluslararası Öjeni Konferansının logosu
Öjeni, birçok farkı alanı birleştiren bir ağaç olarak düşünülmüş.

Kapitalist toplumun rekabetçi dünya görüşünün etkisiyle, bazı düşünürler, Darwin'in doğal ayıklanma kuramından önce bile yaşamı güçlülerin kalıp zayıfların elendiği bir kavga olarak gören görüşler geliştirmeye başlamışlardı. Darwin'den sonra Sosyal Darvincilik olarak nitelenecek olan bu görüşlerin ilk örneklerinden birini ünlü İngiliz filozofu Herbert Spencer (1820-1903) en popüler biçimiyle sunmuştu. Spencer, Darwin'den önce Buffon, Lamarck ve Charles Darwin'in dedesi Erasmus Darwin tarafından işlenmiş bulunan biyolojik evrim kuramını toplumlara uygulamıştı ve (1852 yılında) "en uygun olanın yaşamda kalışı"* deyimi ile doğal ayıklanma yasasının insan topluluklarının evrimini sağlayan bir yasa olduğunu açıklamıştı.
Evrim düşüncesiyle birleştirilen "varolma savaşımı" ve "en uygun olanın yaşamda kalması" terimlerini ortaya atan Spencer idi[93]. 1855'te (Darwin'den dört yıl önce) Principles of Psychology (Psikolojinin İlkeleri) adlı yapıtında, biyolojik evrim gibi toplumsal evrimin de doğal ayıklanma ve en uygun olanın varlığını sürdürmesi, ötekilerinin elenmesi düzeneğiyle işleyeceğini öne sürmüştü. Temel toplumsal ve kültürel değişikliklerin, aynı derecede temel biyolojik değişiklikleri gerektireceklerini de söylemişti. Sınırsız bir rekabet ortamında varlığı sürdürebilmenin savaşıma ve irade gücüne bağlı olduğunu ileri sürerek, rekabetçi dünya görüşünün, üzerinde ırkçı düşüncelerin de boy atabileceği toplumbilimsel, felsefi temellerini döşemişti[94]. Savaşın, toplumların ilkel dönemlerinde, "aşağı ırkların yok edilmesiyle" öjenik bir etki yaratıp, üstünden yana işleyen bir denge kurduğunu; ama toplum endüstri toplumuna doğru geliştikçe, zayıfların ayıklanmasının askeri savaşla değil "endüstri savaşı" yoluyla olacağını söylemişti[95]. Bununla birlikte, Spencer ırkçı değildi; tersine, ırkı, üzerine bir tarih felsefesinin dayandırılabileceği en çürük temel olarak görüyordu[96]. Ne var ki Sosyal Darvinciler, özellikle ırkçılar, Spencer'den eğilimlerine uyan düşünceleri seçip alacaklardı, öte yandan, tarih felsefesini ırka dayandırmamakla birlikte, Spencer'in ırklar arası eşitsizliğe değinen birçok düşünce üretmekten geri kalmadığını da biliyoruz[97].

Darwin'in düşüncelerindeki hataların nasıl Sosyal Darvinci görüşlere yol açabileceğini görmüştük. Ancak, evrimi "değişme ve ayıklanma" ikili düzeneğinin ürünü olarak gören Darwin'in düşüncesiyle yetinmeyen, onun görüşlerini düzeltip geliştirdiklerini söyleyen Yeni Darvincilerle birlikte Sosyal Darvinciler, biyolojik evrimin ağır işlediği, toplumların evrim yolundaki gelişkinlik derecelerinin biyolojik evrimle saptandığı, dolayısıyla gelişmeyi devrimci, hatta reformcu girişimlerle hızlandırmaya kalkmanın ters sonuçlar doğuracağı düşüncesiyle, değişmeyi ikinci plana atıp insanlar ve toplumlar arası ilişkilerde "yaşam kavgasını" ve elenmeyi", ayıklanmayı ön plana geçirdiler. Yaşam kavgasının uluslararası ilişkilerdeki görünümü olarak gördükleri savaşı, Nietzsche'nin yaptığı gibi, yücelttiler. Savaşı, üstün ulusların, üstün ırkların yaratılmasının yolu olarak gördüler. Bu yoldaki görüşlerini, Mendel'e dayandırarak, kalıtsal plazmanın her türlü dış etkilerden yalıtlanmış olduğunu, dolayısıyla türlerin değişmeyle değil, daha çok ayıklanmayla evrim geçirdiklerini ileri sürdüler[98].

Sosyal Darvinci diyebileceğimiz düşünürlerden biri olan Tille, yoksulluğu önlemeye kalkıp yenilmiş sınıflara yardım etmenin, evrimi sağlayan doğal ayıklanma yasasına set çekmek anlamına geleceğini söylemişti. Charles Pearson, uygar uluslar arasındaki yaşam kavgasının bilimin, endüstrinin, uygarlığın silahlarıyla yapıldığını, ama onların aşağı uluslara karşı yaptıkları yaşam kavgasını toplarıyla yapma hakkına sahip olduklarını söyleyecekti[99].

Böylece Darvinizmin insan sorunları alanına sokulması üzerine, yarışma koşullarının yumuşatılmasının ve düşünce ürünleri ile bedenin korunmasının, doğal ayıklanmanın bedenlerimiz üzerinde işlemesini engelleyerek insan ırkının fizik olarak yozlaşmasına yol açacağı ileri sürülen [bilimsel] görüşler ortaya atıldı. Bunlardan İngiliz filozofu Samuel Butler (1835-1902) Erewhon (1872) adlı yapıtında, makinelerin yaşamın sertliğini azaltarak, fizikçe aşağı birçok kimsenin elenmekten kurtulup kendi aşağılıklarını yeni kuşaklara geçirmelerine olanak verdiği yolunda bir düşünce geliştirdi[100]. Düşünceleriyle Nazileri etkileyen Oswald Spengler'in (1880-1936) tıptaki gelişmelerin ayıklanmayı engellediği, ırk gücünün barbarlıkla bir gittiği, tarihin ırk yararı söz konusu olduğu zaman adaleti harcadığı yolundaki düşüncelerini[101] de Sosyal Darvinci görüşler sayabiliriz.

Sosyal Darvinciliği en açık biçimde dile getiren ve onu uluslararası, ırklar arası ilişkilere uygulayan kişi Alman tarihçisi Heinrich von Treitschke'dir (1834-1896). Emperyalist ve kuvvet politikasından yana olan bu düşünür aynı zamanda imparatorluk Almanyası'nın en hızlı ırkçısı ve Yahudi düşmanı olarak, Alman aydınlarını ve gençlerini, Nazilerin üzerinde yükselecekleri kültürle donatırken, şoven, emperyalist, militarist görüşlerin kapsamlı bir ideoloji oluşturmak üzere nasıl eklemlendirilebileceği hakkında bir önörnek sunmuş oldu: Ulusların ancak Darwin'in yaşam kavgasına benzer biçimde şiddetli bir rekabetle gelişip gönençlerini artırabileceklerini söyleyen Treitschke, bunun da sürekli ve kaçınılmaz savaş demek olacağını ekledi. Ona göre kılıç ile fetih, uygarlığın barbarlığa, aklın bilgisizliğe üstünlük sağlamasının bir yolu idi. Treitschke'nin değerlendirmelerine göre, sarı uluslar sanat yeteneklerinden ve siyasal özgürlük anlayışından yoksundurlar. Siyah ırkların yazgısı beyazlara hizmet etmek ve sonsuza dek beyazların tiksintilerine hedef olmaktır. Uluslar ve ırklar arası ilişkileri böyle algılayan Treitschke, ulusal alanda da dayanışmanın sınıflı bir toplumsal yaşamı gerektirdiğini belirttikten sonra, her iki alan için son sözünü söyler: yamaklar olmaksızın hiç bir kültür var olamaz, kitleler sonsuza dek kitleler olarak kalacaklardır[102].

Sosyal Darvincilerin savaşı yüceltmeleri yolundaki tutumları sözde kalmadı. Avrupalı düşünür ve devlet adamlarıyla sınırlı kalmadı. Amerika'da içlerinde Başkan Theodore Roosevelt'in de bulunduğu birçok düşünür ve devlet adamı, savaştan, yayılmacılıktan, emperyalizmden yana düşüncelerini ve politikalarını, toplumlar arası, ırklar arası varoluş kavgası savlarıyla desteklerlerken, bu savları Amerika'nın Küba'yı ele geçirme amacıyla 1898'de İspanya'ya karşı açtığı savaşta kullandıklarını görüyoruz. Sosyal Darvinciler bu savaşı, dünyaya gelecekte Anglosakson uygarlığının mı, Slav uygarlığının mı egemen olacağını gösterecek önemli bir olay olarak gördüler[103].

Sosyal Darvinci düşünceler, karakter farklılıklarına dikkati çeken, azme, güce kuvvete, harekete ve savaşıma önem veren "dramatik" yapılarından dolayı, birçok edebiyatçı, romancı tarafından benimsendi; "ucuz", "çekici" bir "kamu felsefesi" oldukları için, birçok yapıtın felsefi temelini oluşturdu. Böylece, 19. yüzyıl sonuyla 20. yüzyılın başının Batı romanlarında, uluslar, ırklar arası ilişkilere Sosyal Darvinci açıdan bakan, "savaş baltasının işlemeyeceği kadar kalın kafalı Kızılderililer" gibi önyargılarla dolu romanlar görüldü. Gossett**, bu romancıların en ünlülerinin Hippolite Taine (1828-1893) Frank Norris (1870-1902) Rudyard Kipling (1865-1936) Jack London (1876-1916) Owen Wister (1860-1938) olduklarını söyleyip, ırksal karakterler çizen, yapıtlarının baş kahramanlarını hep Beyaz, Beyazın da Nordik sarışınları olarak sunan, varolma savaşımını vurgulayan, Beyaz adamın dünyaya uygarlığı, gerekirse zorla yayma görevinden söz eden, zencileri ve öteki renkli ırkları aşağılık karakterler olarak çizen yapıtlarından örnekler verir, örneğin bu yazarlardan Jack London'ın, Sosyalist Parti kongresinde, ırkçı görüşlerinden dolayı eleştirildiğinde, "ben önce bir beyazım, sonra sosyalistim"; diye gürlediğini anlatır[104]. Bu yapıtların ırk önyargılarını pekiştirmede, nitel ve nicel olarak sözde bilimsel yapıtlardan çok daha etkili olduklarına kuşku yok.

Amerikalı düşünür David Starr Jordan'ın 'yoksulluğun, pisliğin ve suçluluğun" nedenini, sahip olunan insan malzemesinin yoksulluğunda görmesinin de gösterdiği gibi, Sosyal Darvincilerle birlikte "öjenikçiler" de, yoksulluğun kalıtımsal, dolayısıyla ırksal olduğu görüşündedir[105.]

Dipnotlar 
* İng. "survival"; artık "yaşarkalma" olarak çevriliyor.
** Thomas F. Gossett

93 Gossett. Race, s. 146.
94 Harris. "Race", International Encyclopedia of the Social Sciences (1968) cilt 13. s. 264-267.
95 Gossett, Race, s. 146.
96 Oppenheimer. Devlet, s. 170.
97 Gossett. Race. s. 145-151. Spencer, devrimlerin ya da devletin amaçlarla "endüstri savaşı"na karışmasının ters sonuçlar doğuracağını ileri sürdü. Halkın devlet okullarında eğitilmesine, parasız kitaplıklara, hükümetin yürüteceği posta hizmetlerine bu nedenle ve "sosyalistçe" politikalar olarak görüp karşı çıkmakla kalmamış, hıfzısıhha (kamu sağlığını koruma) önlemlerine. zorunlu aşılamalara da kendi sağlıklarını düşünüp gerekli davranışla göstermeyecek kadar "aptal" insanların, bunun sonuçlarına katlanmaları gerektiğini söyleyerek karşı çıkmaktan çekinmemiştir. İdeal Toplumda bu tür toplumsal yasalar, yoksullara yardım edeyim derken doğal ayıklanma yasalarına ters düşen yasalar bulunmayacaktı (Spencer. The Man versus the State. NewYork, 1884'den. Gossett, Race. s. 147-148).
98 Uygarlık ve düşünce tarihçisi Eric Voegelin'in, 19. yüzyılın birinci yarısında ekonomik malzemeye dayalı simgeler geçerliyken, ikinci yarısında evrim ve genetik kavramlanyla ilişkili simgelerin moda olduğuna dikkati çekmesi (bak. Gossett. Race. s. 144) çağın düşünce "iklimi" hakkında önemli bir ipucu vermektedir.
99 Nazım Hikmet. Faşizm Sınıflar ve Emperyalizm, s. 27-30.
100 Popper, Açık Toplum ve Düşmanları, l, s. 363-364.
101 Burns. Çağdaş Siyasal Düşünceler 185O-1950, s. 279.
102 Burns. Çağdaş Siyasal Düşünceler 1850-1950, s. 446.
103 Gossett. Race, s. 115.
104 Fazla bilgi için Gossett. Race. IX. Bölüm. s. 198 vd'na bakınız. Bu tür edebiyatın etkisi konusunda. Kipling'in 1899'da basılan "Beyaz adamın görevi" üzerine ünlü şiiri ile, bir İngiliz'in yazıp. 1920'den beri Avrupa. Amerika (ve televizyonda çizgi filminden sonra tüm dünya) çocuklarını eğlendiren öptüğü "uyuyan güzel" yüzünü görünce korkup kaçtığı için, uyuyan güzelle evlenemeyen, onu yeniden bulup uyandırmadan beyaz olmak için elinden gelen her şeyi yapmaya hazır olan zenci çocuk prensin tipinin bulunduğu Dr. Doolittle öykülerinin, gençlerin ve çocukların kafalarında bırakabileceği etkilerin derinliğini kestirmek kolay olmasa gerek (bak. Baxter ve Sandom (ed.) Race and Social Difference içinde. Oliver Cromwell Cox, "Race and Exploitation: A Marxist View", s. 211 ve Harold R. Isaacs, "Blackness and Whiteness". s. 149-150).
105 Gossett. Race. s. 159.

Alaeddin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Bilim ve Sanat Yayınları, 1984, Ankara