Yolların Başlangıcı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yolların Başlangıcı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Temmuz 2017 Cumartesi

Adı, "Kamal" Olacak!

Adı, "Kamal" Olacak!

Amin Maalouf
Babaannem o sırada hamileydi. Resimde bu belli belirsiz farkediliyor ama ben bunu tarihlerden biliyorum. 1921 yılının aralığında doğuracaktı ve dedem daha o zamandan, çocuğuna koyacağı adı seçmişti: Adı "Kamal" olacaktı, Atatürk'ün onuruna.

Dedem o yıl Kemal Atatürk için neden yanıp tutuşuyordu? Bunu, yazışmalarının hiçbir yerinde açıklamıyor ama nedenini sezmek benim için güç değil. O ki, öteden beri Doğu'nun altüst oluşunu görmeyi düşlüyordu, o ki, yaşamını geçmişe hayranlığa karşı, geleneklerin boğucu ağırlığına karşı ve giyime kuşama varıncaya kadar modernliğe ulaşmak için savaşmakla geçirmişti, savaş sonrasında Türkiye'de olup bitene duyarsız kalamazdı:
Selanik'te doğan, orada eğitim gören, oranın "Aydınlanma"sı ile beslenen bir Osmanlı subayı, eski düzeni yıkacağını, İmparatorluk'tan geriye kalanı, gerekirse zorla, yeni yüzyıla sokacağını ilan ediyordu.

Bana öyle geliyor ki dedemin, Kemalist girişimin bu güçlü yanından hoşlanmamasına olanak yoktu. Kendi babasının –sanırım en başta köy papazı Malatiyus için- kaleme aldığı, babamın da bana sık sık yerel şive ile yinelediği şu dizeler hala belleğimde duruyor. O dizeleri şöyle ifade edebilirim:
Kunduracının bıçağı biçebilseydi onları,Biçebilseydi tepeden tırnağa!
Bu iğnelemeyi buraya alıyorum, çünkü bu sözler bana, Atatürk'ün yobaz din adamlarının sakallarını nasıl otoriterce kestiğini anımsatıyor, - iki yüzyıl önce Büyük Petro'nun, Papaların sakalını kesişi gibi. 1921 yılında henüz gerçekleşmiş bir şey yoktu ama Türkiye'nin yeni önderinin laik ve yenilikçi düşünceleri daha o zamandan belli olmuştu ve Butros'un, hem düşünce, hem mizaç olarak kendine çok yakın bulduğu bu insana duyduğu hayranlık beni şaşırtmıyor; hatta, kendi Dağının bundan böyle Türk toprakları içinde yer almadığına üzülmüş olduğundan eminim. Mustafa Kemal, hiç olmazsa tutarlı bir laikti, kendi ülkelerinde Devlet ile Kilise'yi birbirinden ayıran, bize gelince, köy papazının okuluna para desteği sağlayan o Fransızlar gibi değildi.

Kahraman ile hayranı arasında bazı tutum farkları da yok değildi - bunlardan birini, başlık konusundaki ayrılığı farketmiştim; Atatürk, fesle sarığın yerine Avrupalılara özgü şapkayı koymak istiyor, bunun öncülüğünü kendisi yapıyordu; oysa Butros başı açık dolaşmayı, böylelikle de Doğulu geleneklere baş eğenlerle Batılılara öykünenlerin arasına mesafe koymayı yeğliyordu. Ne var ki bu fark, gerçek olmaktan çok, görünüşte var olan bir farktı: Dedem, Doğuluların Batılıları örnek almasını çok istiyordu, onun eleştirileri daha çok, Öteki'ni, onun ileri oluşunun derin nedenlerini anlamaya çalışmadan maymun gibi taklit edenlere yönelikti; Atatürk' e gelince, Batılılara hayran olmakla birlikte, yeri geldiğinde onlara kafa tutabiliyordu.

Gerçekten de 1921 yılında, Türkiye'yi işgal etmiş Avrupa ordularına karşı zafer üstüne zafer kazanmıştı. Ekim ayında da Fransızların, kendi hükümetini tanımalarını ve ordularını ülkesinden geri çekmelerini sağlamıştı. Dedem, işte toprakları ve kafaları özgür kılan bu kişiye duyduğu hayranlık yüzünden, çocuğuna onun adını vermek, ona Arapların söylediği biçimiyle "Kamal" demek istiyordu.

Ayrıca, bu kararını önceden bildirmekte de sakınca görmemişti. Bu, gericilik ve gelenekçilik yanlılarına, onun Evrensel Okul'una karşı olanlara, General Gouraud ile Mösyö Trabaud'ya ve ona savaş açmış olanların, karaçalanların ya da yardım etmekten kaçanların tümüne karşı bir meydan okumaydı ...

Beklenen bebek 9 Aralık 1 921'de doğdu. Butros o gün Beyrut'a hareket ediyordu. Birkaç gün sonra köye geri döndüğünde, insanlar arkasından dedikodu yapıyor, bıyık altından gülüyor,
alay ediyorlardı... Nazire' den başlayarak, yakınlarına gelince, hepsi zor durumdaydı. Ne yazık ki Butros verdiği sözü yerine getiremeyecekti, Tanrı başka türlü karar vermişti, çocuğa Atatürk'ün önadı konamazdı - çünkü bir kızı olmuştu!

Dedem, kaşlarını çattı ve hiçbir şey söylemedi. Odanın bir köşesinde, karısının yatmakta olduğu yataktan iki adım uzakta duran yazı masasına gidip oturdu; karısı da eliyle herkesin odadan çıkmasını işaret etti; büyükler küçükleri alıp dışarı çıktı. Odada yalnızca anne, baba ve yeni doğan çocuk kaldı – üçünün de sesi çıkmıyordu.
Butros, uzun uzun düşündükten sonra, Nazire’ye bakıp şunları söyledi:
- Ee ne yapalım? Bir kızımız var, ne olacak yani? Ben onun adını yine de Kamal koyacağım! Bir erkek adıysa, ne olmuş? Ne farkeder? Bu beni kararımdan vazgeçiremez!
Babaannem onu bu kararından vazgeçirmeye çalıştı mı, bu bilinmiyor. Öyle yaptığını düşünüyorum. Bu adı bir kızın taşımasının zor olacağını yüreklilikle ona açıklamaya çalıştığını düşünüyorum. Ama o her zaman olduğu gibi inat etmiş, karısı da her zaman olduğu gibi sonunda ona boyun eğmiştir.

Sonraki günlerde, aileden başka kişilerin de onu bu konuda ikna etmeye düşünüyorum. .. Boşuna çaba! Dedem o yapıda bir insandı ki, biri çıkıp da ona aklın ve sağduyunun yolunu göstermeye kalktığında bu, onun kendine söylenenlere karşı çıkması için güçlü bir uyarı  oluyordu. Kızına yani halama Atatürk'ün önadı verildi.


Yolların Başlangıcı, Özgün adı: Origincs, Amin Maalouf, Yapı Kredi Yayınları, 2004/3, s. 335-338

http://acikradyo.com.tr/arsiv-icerigi/buyuk-dayi-mi-buyuk-amca-mi (Romanın çevirisiyle ilgili bir eleştiri var.)



21 Temmuz 2017 Cuma

Butros, Hoşgörülmek İstemiyordu

Butros, Hoşgörülmek İstemiyordu

Amin Maalouf

JönTürkler ayaklanmasından bir yıl, Abdülhamit'in düşüşünden de ancak üç ay sonra… 

Onu en çok kızdıran şey, tüm yönetimde, valisinden en küçük yazmanına kadar bütün yerel görevlilerin uygulamalarında, hala eski yönetim alışkanlıklarının geçerli olmasıydı. Ama bunların bir günde, sadece bir kararnamenin yayımlanmasıyla değişebileceğini düşünmek için de çok saf olmak gerekirdi. Onu üzen başka bir şey de -ki çok daha ciddi, çok daha acı veren bu konudan açıkça söz edemiyordu Butros- onun için en temel konulardan birinde hiçbir düzenleme yapılmadığını, yapılma umudunun da olmadığını yavaş yavaş anlamaya başlamasıydı.

Bu konu, "İmparatorluğun azınlıkları" konusuydu. Doğu sorunuyla ilgili Tarih kitaplarına öykünerek biçimlendirdiğim bu başlık, aslında işin özünü anlatmıyor. Çünkü işin özü, azınlıkların haklarını tanımlamak değil; konuyu böyle dile getirmeye başladınız mı, o iğrenç hoşgörü mantığına, zafer kazananların yenilenlere 'bahşettiği' o küçümser tavırlı koruma mantığına giriveriyorsunuz.

Butros, hoşgörülmek istemiyordu; ve ben, onun torunu, ben de istemiyorum. Sahibi olduğum aitlikleri yadsımak zorunda bırakılmadan tüm yurttaş ayrıcalıklarının tanınmasını istiyorum ısrarla; devredilmesi olanaksız hakkım bu benim ve beni bundan yoksun bırakacak toplumlara, gururla sırt çeviriyorum.

Butros'un ilgilendiği şey -ilgilenmek fiili burada biraz zayıf kalıyor; tüm heyecanlarını, tüm düşüncelerini, tüm eylemlerini belirleyen şey desem daha doğru olur- onun gibi Hıristiyan ve Arapça konuşan bir azınlık topluluğu içinde doğmuş birinin, çağdaşlaşmış bir Osmanlı İmparatorluğu içinde, bir yaşam boyu doğumunun bedelini ödemek zorunda kalmadan tam bir yurttaş konumuna sahip olup olamayacağıydı.

Kimi belirtiler, Jön Türkler devriminin tam da bu yönde gittiğini düşünmesine neden oluyordu. İlk andan başlayarak devrimi alkışlayan, zaman zaman etkin biçimde ona katılan bütün azınlıklar, bu "tüm toplulukların özgür insanları", ister istemez onunla aynı umutları besliyor olmalıydılar.

Ama kısa zamanda kaygı verici olaylar da meydana gelmeye başlamıştı. Örneğin, şu genel seçimler;* bir özgürlük ve demokrasi başlangıcı olması gerekirken, dalaverelerle, hilelerle lekelendi; devrimci subaylara ve İttihat ve Terakki'ye yandaş milletvekili sayısını olabildiğince artırmak için her türlü yola başvuruldu. Bu milletvekilleri, imparatorluğun tüm uluslarının vekilleriydiler ama "birlikçiler" her oylamada iki klana ayrılıyor, bir yanda Türkler, bir yanda Türk olmayanlar toplanıyordu. 

Aynı bölünme, yönetici ekipte de gözlendi. Azınlıklar, "yerli olmayanlar" ve masonlar, yavaş yavaş yönetimden uzaklaştırıldılar; onların yerini, Adriyatik'ten Çin sınırlarına dek uzanan, tek uluslu, tek dilli, tek başkanlı, yeni bir Türk İmparatorluğu düşleri kuran Enver Paşa'nın yönettiği, aşırı ulusçu bir grup aldı. Aynı Enver değil miydi bu, Selanik'te, Olympia Palas'ın balkonundan halka seslendiğinde, artık İmparatorlukta ne Müslüman, ne Yahudi, ne Rum, ne Bulgar, ne Romen, ne Sırp kalmayacağını söyleyen; "Çünkü hepimiz kardeşiz ve aynı mavi ufkun altında, hepimiz Osmanlı olmaktan gurur duyuyoruz" diyen?

Bir zamanlar, bu güzel sözleri alkışlayanlar: "Ağzından dökülenleri dinlerken yalnızca duymak istediklerimizi mi duyduk acaba?" diye soruyorlardı şimdi kendi kendilerine. Enver'in ortadan kalkmasını istediği "Rum", "Sırp", "Bulgar", "Müslüman", "Yahudi" gibi tanımlar arasında "Türk" sözcüğünün yer almamasını anlamlı bulmaya başlıyorlardı. Ve bu subayın amacının, özgürlük ve eşitlik bahanesi altında, İmparatorluğun çeşitli halklarına o güne dek tanınmış özel hakları geri almak olup olmadığını düşünmeye başlıyorlardı.

Belli ki, ortada çok ağır bir yanlış anlama vardı. Ve dedemin yazgısını olduğu kadar, içinde doğduğu İmparatorluğun yazgısını da etkileyecekti bu yanlış anlama. Butros bir yurtseverdi; tumturaklı bir edayla kılıcını selamladığı subaysa bir ulusçuydu. İnsanlar, çoğu zaman bu iki tavrı birbirine yaklaştırırlar ve ulusçuluğu, yurtseverliğin güçlendirilmiş bir biçimi gibi görürler. O zamanlar -büyük olasılıkla başka dönemlerde de böyle olmuştur- gerçek bambaşkaydı: Ulusçuluk, yurtseverliğin tam tersiydi. Yurtseverler, içinde değişik diller konuşan, değişik dinsel inançları olan, ama geniş ve çağdaş bir yurdu kurma istemiyle bir araya gelmiş çok sayıda halkın bir arada yaşayacağı ve Batı'nın yücelttiği ilkelere, Doğulu ruhların incelikli bilgeliğini esinleyecek bir imparatorluğun hayallerini kuruyorlardı. Ulusçulara gelince, çoğunluğu oluşturan etnik grubun üyesiyseler salt egemenlik, azınlıktaysalar ayrılıkçılık düşleri kuruyorlardı; bugünün sefil Doğusu, onların yan yana gelen düşlerinden doğan canavardır işte.

Benim, bu kadar geç gelip bunları söylemem bir marifet sayılmaz; Tarih, getirip sayısız anlamlı olay sermiş burnumun dibine! Ama dedemin zamanında bile, başkaldıran subayların doğurduğu umutlar, aydan aya azalmıştı; kısa süre sonra da bütünüyle silinip süpürülecekti:
Enver, ülkesini Almanların ve Avusturyalıların yanında Birinci Dünya Savaşı'na sokacak, eğer yenilirse; Rusya'nın elinden Kafkasya'daki topraklarıyla genellikle Türkistan adıyla anılan Türkçe konuşulan eyaletlerini alma düşleri kuracak, ne var ki yenilen ve dağılan, Osmanlı İmparatorluğu olacaktı. Boyun eğmez subay, bu kez gidip hizmetlerini önce Lenin'e sunacak, daha sonra Kızıl Ordu'ya saldıracak ve onun kurşunlarıyla Buhara yakınlarında, 1922 yılında, kırk bir yaşında ölecekti.

Dedem, bu adamla artık ilgilenmiyordu. Ölümünden haberiolup olmadığını bile bilmiyorum. O dönemde Dağ'**da pek söz edilmemişti bundan. Birkaç yıl önce olsa Doğu halkları arasında bir destana dönüşebilecek böylesi bir 'cephede ölüm', önemsiz bir olay haline gelmişti. Anlı şanlı 1908 isyancılarının anısı, o zamana dek İmparatorluğun yaşadığı olaylarda küçük bir rol oynamış başka bir Türk subayının, Kemal Atatürk'ün yükselişiyle gölgelenmişti artık.


Butros, onun yaptıklarından da heyecanlanıp coşacak, giderek gereğinden fazla bile kaptıracaktı kendini bu coşkuya; yalnızca kılıcını selamlamak için bir şiir yazmakla yetinmeyecek, onuruna güzel bir de çılgınlık yapacaktı. Bir çılgınlık daha... Ama bu sonuncusu unutulmaz bir çılgınlık olacaktı. Zamanı gelince döneceğim bu konuya.

*Şubat 1912'de yapılan meclis seçimini kastediyor. Sopalı  Seçim olarak bilinir. DK
** Lübnan Dağı. Gerçekte Lübnan'ı kastediyor. DK

Yolların Başlangıcı, Özgün adı: Origincs, Amin Maalouf, Yapı Kredi Yayınları, 2004/3, s. 139-142

18 Temmuz 2017 Salı

1909 Yılında Birgün Bir Ailenin Başına Gelenler

1909 Yılında Birgün Bir Ailenin Başına Gelenler

Amin Maalouf

1909 yılı ortalarında*, tüm eyaletlerde gerilim yükselir ve art arda olaylar patlak verirken, önemli bir Osmanlı devlet görevlisi, kanını beynine sıçratan bir olay üzerine, bir daha dönmemecesine İstanbul'u terk etmeye karar verdi.

Bir Osmanlı yargıcıydı bu adam; Sayda kökenliydi ama ailesi -Hıristiyan Marunî bir aile- yıllardır Boğaziçi kıyılarına yerleşmişti. Yazın, bir pazar günü, geleneksel aile yemeğinin sonunda, sakin bir edayla karısına ve on üç çocuğuna, neleri var neleri yoksa sandıklara yerleştirmelerini emretti. Hem onlar, hem de evdeki tüm çalışanlar için, İskenderiye'ye giden ilk gemiye bilet almıştı.

Yargıcın adı İskender'di; kızlarının en küçüğü Virginie, bu göç sırasında yedi yaşındaydı. İstanbul' da doğmuştu ve Türkçe dışında bir dil konuşmuyordu. Daha sonra Mısır'da Arapça ve Fransızca öğrenecek ama Türkçe, ömrünün sonuna dek anadili olarak kalacaktı. Aile, uzun yıllar Nil deltasında yaşayacak ve Virginie, orada, Lübnan dağından gelen, Amin adında bir göçmenle evlenecek, ilk kızını da -benim annemi- orada doğuracaktı.

Anne tarafından büyükannem, elli dört yaşında kanserden öldü ve Kahire'nin bir mezarlığına, kocasının yanına gömüldü. Ona zar zor yetiştim ve belleğimde tek bir görüşmemizin hayal meyal anısı var ancak.

Çocuklarına tek Türkçe sözcük öğretmemiş, yolculuktan ve göçten de pek az söz etmişti. Ama zaman zaman, İstanbul'daki evlerini anlatırdı onlara, gözyaşları boğazını düğümleyene dek. Ondan bana, hem bu gizleme eğilimi, hem de bu nostalji miras kaldı. Onca atamın gururla konuştuğu Türkçeden, bugüne dek Lübnan lehçesinde kalmış birkaç sözcük biliyorum yalnızca; ama tüm çocukluğum, düşlerimde yer eden "İstanbul'daki evimiz"le geçti; beyaz sütunlu bir saray gibi hayal ettim onu hep -büyük olasılıkla da böyle değildi- ve uzun zaman, bu serabın bir çiy gibi dağılıp gitmemesi için İmparatorluğun eski başkentine gitmekten kaçındım. Oldukça geç bir tarihte gittiğimde de ilk günlerimi, atalarımın izlerini sürmekle, özellikle de yüzyıl başlarının telefon rehberlerinden "evimizin" adresini aramakla geçirdim. Neyse ki bir süre sonra bu takıntıyı söküp atabildim içimden ve kenti, bir yetişkinin gözleriyle dolaşabildim.

Babasının, yurdunu bırakıp gitme nedenleri konusunda büyükannem pek bir şey söylemezdi; çocukları da, bu konuda söylenen her sözcüğün ona bir işkence gibi geldiğini hissetmişlerdi ve soru sormaktan kaçınıyorlardı. Kimi zaman, bu denli genç ölmeseydi bana anlatırdı diyorum kendi kendime. Ama bundan da pek emin değilim. Ne de olsa öbür büyükannem, ne aklını ne de belleğini yitirmeden doksan bir yaşına dek yaşadı ama ona sorma fırsatını bulamadığım binlerce şey var hala. Ölümü suçlamak kolay! Bu olayda da, başkalarında da, öğrenmeyi gerçekten istediğim zaman, her istediğimi öğrendim ben. Gerçek, çok ender toprağa gömülür; utanma, acı ya da kayıtsızlık perdelerinin arkasına sinmiştir sadece; öte yandan sizin de bu perdeleri aralamayı tutkuyla istemeniz gerekir.

Aslında bu tür istekler bende daha önce, çok daha önce, kısa pantolonla dolaştığım zamanlarda uyanmalıydı. Günün birinde ailemin bu kanadından bir kuzenimiz köye, annemle babamı ziyarete gelmişti. Daha önce onu hiç görmemiştim, sonra da görmedim. Tatlı dilli, sevecen, nazik, biraz utangaç bir adamdı ve Beyrut'un yoksul mahallelerinden birinde doktorluk yapıyordu. Çocuk gözlerimle bugün de görür gibiyim onu, salonda babamla konuşurken ki halini. Ansızın, söylediği bir tümcenin tam ortasında, ziyaretçi kısa ama son derece etkileyici bir titremeyle sarsıldı; sanki güçlü bir elektrik akımı verilmişti bedenine. Annemle babam, bu tike alışık görünüyorlar ve hiçbir şey fark etmemiş gibi davranmaya çalışıyorlardı. Bense büyülenmiş gibiydim; gözlerimi ondan, çenesinden, ellerinden ayıramıyor, bir sonraki sarsıntıyı bekliyordum; o sarsıntı da, hiç sektirmeden, her iki üç dakikada bir yineleniyordu.

Kuzen gittiğinde annem durumu açıkladı: Çocukluğunda, Türkiye'de, "kıyımlar sırasında" bir asker, onu saçlarından yakalamış ve boğazlamak üzere boynuna bir bıçak dayamıştı. Neyse ki oradan geçen bir Osmanlı subayı, çocuğu tanımış ve bağırmıştı:
 "Bırak onu, alçak herif! Doktorun çocuğu o!"
Kıyıcı da bıçağını atıp kaçmıştı. Gerçekten de bu kuzenin babası, tıpkı onun gibi, yoksul bir mahallede doktorluk yapıyor ve insanlara özveriyle, çoğu zaman tek kuruşlarım almadan bakıyordu. Böylece kurtulmuştu çocuk; ama o gün yaşadığı korku, kalıcı izler bırakmıştı. Bu facianın yaşandığı 1909 yılında altı yaşındaydı. Bizimkilere yaptığı o tek ziyaret sırasında en az bir elli yaş fazlası olmalıydı. Ama bedeni unutmamıştı.

Ölümden kurtulan bu çocuk, büyükannemin yeğeniydi ama neredeyse onunla aynı yaştaydı, çünkü onun büyük kız kardeşinin oğluydu. Bu ayrıntı önemli: Bir sonraki kuşağın ilk erkek çocuğuydu ve büyükbabası, tam bir Doğulu büyükbaba gibi, taparcasına seviyordu onu. İşte bu çocuk yüzünden, bu kıl payı atlatılmış facia yüzünden, tüm ailesiyle birlikte İstanbul'u terk etmeye karar vermişti büyük büyükbabam. Torununun boğazına dayanan bıçak, bir uyarıydı; onu duymazlıktan gelmek istemiyordu.

Anlatılanlara bakılırsa, o dönemde, onun gibi önemli birinin, etkin, zengin ve saygın bir yargıcın böyle kaçıp gitmesi, birçok insanı kaygılandırmıştı. Maruni topluluğundan onun gibi birçok insan, çok geç olmadan gitmeleri gerekip gerekmediğini sormaya başlamışlardı kendi kendilerine. Can çekişen imparatorluğu sarsan onca çırpınma arasından yalnızca bir örnekti bu.

*Bahsi geçen olay, 31 Mart ayaklanması (12-13 Nisan 1909) sırasında yaşanmış olmalı. bkz. https://tr.wikipedia.org/wiki/31_Mart_Vakas%C4%B1


Yolların Başlangıcı, Özgün adı: Origincs, Amin Maalouf, Yapı Kredi Yayınları, 2004/3, s. 142-145