Hakkaniyet Çemberi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hakkaniyet Çemberi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Nisan 2019 Çarşamba

Klasik Dönemde Osmanlı Toplum Yapısı ve Daire-i adliye

Klasik Dönemde Osmanlı Toplum Yapısı ve Daire-i adliye

Dilara Kahyaoğlu
Çeşitli meslek grupları geçit töreninde
Surname-i Hümayun


GİRİŞ

Osmanlı’da yönetim, devlet felsefesi (adalet çemberi veya daire-i adliye veya hakkaniyet çemberi)
*(Bu konuda yazdığım notu okumak için metnin sonuna bkz.)

Doğu devletlerine has bir yönetim felsefesi olan kısaca hakkaniyet çemberi diye isimlendirilen bu yönetim anlayışına göre; Tanrı insanları farklı farklı yaratmıştır ve bu yüzden toplumda herkes farklı görevler üstlenmiştir. Herkesin görevini yerine getirmesi toplumun düzeni için şarttır. Bunu sağlamak ancak adaletli bir sistemle olabilir bu da ancak bir otorite yani devlet varsa yapılabilir.

Dolayısıyla; devletin egemenliğini, otoritesini sürdürebilmesi için güçlü bir orduya ihtiyacı vardır. Ordunun varolabilmesi de ancak servetle sağlanabilir, bu serveti sağlayacak olan kesim de halk yani reayadır. Reayanın bu geliri devlete aktarması için bolluk ve refah içinde olması gerekir o da ancak adaletle sağlanabilir. Adaleti sağlayacak olan güç ise devlet veya adil ve güçlü bir hükümdardır. [Ayrıca ek 1'e bkz.]
Farkedileceği gibi devlet ile başlayan sistemin açıklanması yine devlet ile sona ermekte böylelikle daire tamamlanmaktadır.

Yani Osmanlı devlet felsefesine göre; adalet, devlet, şeriat, hükümranlık, ordu, servet ve halk Osmanlı toplumunun temel dayanaklarını oluşturur. Bunlardan biri yok olursa devlet de, toplum da çözülmeye uğrar.

a) Devletin resmi sınıflandırmasına göre Osmanlı toplumunda sınıflar


Yönetenler (vergi vermeyenler)
Yönetilenler veya Reaya (vergi verenler)


a) Askeri sınıf (Seyfiye)
Arapça seyf kılıç demektir. Kelimenin kökeni buradan gelmektedir. Kılıç ehli (ehli seyf), kılıç kuşananlar anlamında kullanılmıştır. Bu gruba yöneticiler anlamında ümera yani emirler de denilmiştir. Bellibaşlıları; sadrazam, vezirler, beylerbeyleri, sancakbayleri, tımarlı sipahiler, kapıkulu zapit ve askerleri, deniz askerleri vb. Bu sınıfın bir kısmı devletten doğrudan maaş alır diğer kısmı ise tımar sistemi içinde kendilerine bırakılan vergi geliri ile geçinirlerdi. Yüksek rütbeli yöneticilerin çoğu enderundan yetişmeydi.

b) İlmiye sınıfı/ ulemalar
Ehli şer olarak da adlandırılırlar. İlimle meşgul olanları ifade eden genel bir addır. Bu zümre mensupları; medresede eğitim görmüş, İslam dininin esaslarını bilen ve onun uygulanmasını üstlenmiş olan kişilerdi.
Bunlar; yargıçlık, noterlik, kadılık, öğretim elemanı vb. olarak çalışırlardı. Bunlardan müderrisler maaş alır, kadılar ise yaptıkları işlere karşılık işi görülen kişilerden harç alırlardı.
Müderrisler zamanla yükselerek kadı, defterdar veya nişancı olabiliyorlardı. Hukuk literatürünü iyi bilen müftünün, karar yetkisi yoktu sadece görüş bildirirdi. Ulema hiyerarşisinin en yüksek kademesinde şeyhülislam bulunur, kararların veya eylemlerin şeriata uygun olup olmadığı yolunda görüş bildirirlerdi ki buna da “fetva” denirdi.  Divan toplantılarına katılırdı ama oy hakkı yoktu.

c) Kalemiye sınıfı;
Osmanlı’da büro veya daire anlamında devlet işlerini yürütüldüğü yerlere kalem denilirdi. Bu yüzden burada çalışan ve bürokratik işleri yürüten sınıf da kalemiye denilmiştir. Bunlar küçükte itibaren kalemlerde usta- çırak ilişkisi içerisinde eğitilir kalemin dışındaki zamanlarda ya özel hocalardan dersler alır ya da medreselerde derslere devam ederlerdi. Burada çok gizli işlerde yürütüldüğünden özellikle güvenilir kişilerin çocukları işe alınırdı. Kalemiye mensuplarının terfi edeceği en yüksek makamlar defterdarlık ve reisülküttaplıktı.


Yönetime katılmayan ve vergi veren bu sınıfa
Raiyyet sınıfı da denirdi. Reaya, çeşitli din, mezhep etnik gruba ait topluluklardan oluşuyordu. Burada Türklerden başka, Rumlar, Ermeniler, Romenler, Slavlar, Yahudiler, Araplar,Kürtler, Kafkas Halkları vb. vardı. Din ve mezhep açısından da aynı çeşitliği görmek mümkündü. Müslümanlar, Alevi/ Şii Müslümanlar, Ortodoks Hıristiyanlar, Katolik Hırıstiyanlar ve Musevilerdi. Bunlar da kendi içlerinde alt mezheplere ayrılabiliyordu.

Osmanlı’da topluluklar din ve mezhep esasına göre örgütlenmişti ki buna da “Millet sistemi” denilirdi. Bu sistem içinde Müslümanlara hakim millet “millet-i hakime”, diğer dinlere mensup olanlara ise “millet-i mahkume” yani hükmedilenler denilirdi. Ermeni ve Ortodoks Hıristiyanların başında patrikleri, Musevilerin başında ise Hahambaşı bulunur, devlet bu topluluklar ile olan ilişkisini bu ruhani liderler aracılığıyla yürütürlerdi.

Bunlardan başka sayıları az olmakla birlikte Süryaniler, Nesturiler, Yakubiler, Maruniler gibi farklı Hristiyan mezhepleri de vardı, bunların da kendilerine ait kiliseleri bulunurdu.

O zamanlar, bugünkü anlamda nüfus sayımı yapılmadığı için bu toplulukların toplam sayıları hiç bir zaman tam olarak bilinmemekle beraber tahrir defterlerine kayıtlı olan vergi vermeye yükümlü erkek nüfusundan yola çıkarak belli tahminler yürütülebilmektedir. Örneğin Fransız tarihçisi Braudel’e göre 16. yüzyılın sonlarında Osmanlı nüfusu altmış milyondu.




b) Yerleşim durumuna göre Osmanlı toplumu

Şehirliler
Osmanlılarda şehirlerin büyük çoğunluğu kasaba niteliğindeydi. Osmanlı şehirlerinin çoğunda nüfus 8-10 bin altındaydı. Büyük şehirlerde ise nüfus 60 ile 70 bini aşmıyordu. Yalnız 16. yüzyılın sonunda 700 bin nüfusu ile İstanbul, Avrupa’nın en büyük şehriydi. Şehirlerde yaşayan halk; askeriler, tacirler, esnaf ve diğerleri olarak başlıca dört gruba ayrılırlardı.

Devlet, tüccarlara, tarımla uğraşanlardan veya zanaatkarlardan daha fazla serbestlik sağlamıştı. Özellikle İstanbul’da tüccarların sayısı çok fazlaydı. Askeri sınıftan olanlar da tüccarlık yapıyordu. Esnaflar çeşitli işkollarına ayrılmıştı. 1640 tarihli bir narh defterine göre 225 adet değişik meslek grubu vardı. Askeri sınıfın dışındakiler loncalara bağlıydılar. Loncalara katılanlar genellikle aynı dinden olmakla beraber çeşitli dinleri, bir arada barındıran loncalar da vardı. Bunun dışında şehirlerde, göç etmiş olan işsizlere, yabancı tüccar ve gezginlere seyyar satıcılara vb. rastlanılırdı.

Köylüler
Osmanlı ekonomisinin temeli tarıma dayanıyordu. Nüfusun büyük bir bölümü köylerde yaşıyordu. Köyde yaşayanlar Tımar beyleri, çiftçi aileleri, mukataa topraklarını işleyenler, mülk sahipleri, müsellemler, muaflar idi. Tımar sahipleri arasında sipahilerden başka, kale görevlilerine, din görevlilerine, mahalli idarecilere de rastlanırdı. Köylünün işlediği toprak kendi özel mülkü değilse burayı satamaz, vakıf yapamaz, başkasına devredemezdi. Köylüler vergilerini işledikleri ürüne göre genellikle ayni (mal) olarak öderlerdi.

Köylerde yer alan “muaflar” vergi ödemeyen kesimdi. Bunlar devlet için çeşitli hizmette bulundukları için yaptıkları işe karşılık ücret almazlar ama vergiden muaf tutulurlardı. Bunlardan bazıları; kale görevlileri, madenciler, geçitleri bekleyenler derbendciler, emekli sipahiler, camide görev yapan imam, müezzin vb. görevliler, şeyhler, şeyhoğulları, sipahizade denilen sipahilerin oğulları vb. idi.
Konargöçerler
Bunlar merkezi hükumetin kontrolünden mümkün olduğu kadar uzak olmakla birlikte yine de onlar için düzenlemiş olan yasalar içinde hareket etmek zorundaydılar.

Konargöçerler aşiret, oymak, boy vb. örgütlenmesi içinde bir arada bulunuyor, beraber hareket ediyorlardı. Bazen bu aşiretler birleşiyor daha büyük topluluklar oluşturuyorlardı. Mesela 40 bin kişilik bir topluluk oluşturan Boz ulusu yazın Erzurum ve Diyarbakır bölgelerinde yazlıyor, kışın ise Mardin’in güneyinde kışlıyorlardı. Bunları esas işi hayvancılıktı. Kanunlar çerçevesinde bunlardan ağıl vergisi, yaylak ve kışlak vergileri alınırdı. Çok az olmakla birlikte tarımla da uğraşıyorlardı. Kimi zaman ise geçici olarak askeri hizmetle görevlendiriliyorlardı. 

Devlet için ok ve yay imal etmek, geçitleri, yolları korumak, yol yapımı ve onarımında görev almak, donama için malzeme sağlamak veya gemi yapımında yardım etmek vb. Bu işleri yapanlar vergilerini bu şekilde ödemiş olurlar ve vergiden muaf duruma düşerlerdi.

c) Osmanlı toplumunda sosyal hareketlilik

1- Yatay hareketlilik
Bir toplumun ülke coğrafyası üzerinde köyden şehre vaya belli bir bölgeye gidip gelmesi veya oraya göç ederek yerleşmesine toplumun yatay hareketliği denir. Selçuklular zamanında olduğu gibi Osmanlılar zamanında da tarihçilerin “kolonizatör Türk dervişleri” dedikleri zümreler kendiliğinden bir şekilde sürekli batıya göç edip yerleşmişlerdi. Bunlar gittikleri yerlerde zaviyeler kurmuşlar bu zaviyelerin etrafında yerleşenler de zamanla köyleri oluşturmuştu. Bazen de belli bölgeleri canlandırmak amacıyla buralara kurulan vakıflar buralara yerleşmeyi teşvik etmiş bazen de devlet bizzat kendisi belli bölgelere, belli yörelerden insanları tehcir ederek iskan siyaseti uygulamıştır. Özellikle “tehcir ve İskan siyaseti” konar göçerleri yerleştirmek amacıyla çok başvurulan bir yöntemdi. Ama bir kere yerleşmiş olan köylünün toprağını bırakıp gitmesi hoş karşılanmıyordu. Hele bu aileler Tımar sistemine dahil olan alanlarda yerleşmişlerse ki bu durumda tımarlı sipahinin köylüleri geri getirme hakkı vardı.

2- Dikey Hareketlilik
Bu terimde sınıflar arası geçişi ifade eden bir terimdir. Osmanlı Devleti kast sistemindeki gibi katı bir sınıfsal geçişkensizliğe sahip olmamakla beraber, sınıflar arası geçiş arzu edilen, teşvik edilen bir hareketlilik değildi. Örneğin, Osmanlı belgelerinde şu cümleye sıs sık rastlanır “raiyyet oğlu raiyettir”.
Yine de sınıf değiştirmenin yolları olarak şu olanaklar bulunuyordu;
*Devşirme olmak yani kul statüsüne girmek ve bu yolla gayri müslüm bir çiftçi oğlu iken askeriye sınıfına geçmek.
*Medrese eğitimi görmek.
*Seferlerde, savaşlarda başarı göstererek tımar sahibi olmak.
*Kalemiye sınıfının çalıştığı bir büroya çırak olarak girmek ve oradan yükselmek.

EK 1 Düzenin Felsefesi: DAİRE-İ ADALET

El-Gazali ve Nizamülmülk’ün yazılarında ifadesini bulan Önasya devlet felsefesi Osmanlılarca da benimsenmiştir. Bu anlayışı Osmanlı tarihçisi Naima’nın eserlerinde görmek mümkündür.

Buna göre; 
1) Asker olmadan devlet ya da mülk (hakimiyet) olamaz,
2) Askere sahip olmak için servet gerekir, 
3) Servet uyruklardan toplanır, 
4) Uyruklar ancak adaletle refaha kavuşabilir (refah içinde olmayan uyruklardan yeterince servet toplanamaz tabii ki), 
5) Şu halde mülk ve devlet olmadan adalet olamaz.

Böylece, servetin hükümdar ve devleti desteklemek ve uyruklar için de adalet sağlamak için üretilmesi ve kullanılması düzenin temeli olarak ifade edilmiştir.

Sınıflar
Toplum buna uygun olarak ikiye bölünmüştür: 
1) Yaşamda asıl amaçları sanayi, ticaret ve tarımla uğraşarak ve hükümdara vergi vererek servet üretmek olan büyük halk kitleleri  
2) Kendileri servet üretmeyen, vergi vermeyen, ama hükümdarın gelirini toplamak ve bu gelirle kendilerini olduğu kadar hükümdarı ve ailesini de geçindirmek için hükümdarın aracısı olarak görev yapan yönetici grubu.

Yönetici sınıf (askeri sınıf):
 Devlet yönetme işine karışanların tümünü kapsayan bu sınıfa Osmanlı devletinin ilk yüzyılında askeri yönü ağır bastığı için “askeri sınıf” denmiştir. Sonraki dönemlerde içinde asker olmayan yöneticilerin oranı ve ağırlığı artsa da bu ad kullanılmaya devam etmiştir.

Bu sınıf üyeleri, 
1) ilk yüzyıllarda daha çok devleti kuran Türkmen ailelerinden, 
2) 15. Yüzyıldan itibaren ise (özellikle Fatih’ten sonra) ağırlıkla devşirme kökenlilerden oluşmuştur.

Klasik Osmanlı düzeninde, kökeni ne olursa olsun bir kişinin yönetici sınıf üyesi olabilmesi için öncelikle şu şartlar gereklidir:
1) İslam dinini ve bunun düşünce ve eylem sistemini kabul edip uygulaması, 
2) Padişaha ve devlete sadık olması, 
3) Osmanlı yaşam biçimini, göreneklerini ve dilini bilip uygulaması (Anadolu veya Türk yaşam tarzı ya da dili ile karıştırılmamalıdır. Kastedilen, saray kaynaklı elit bir kültürdür).


Yönetici Sınıfın Alt Grupları:

a. Saray Kurumu 
Harem, Enderun, Birun görevlileri (Darüssaade ağası, silahtar ağası, çahadar ağası, müneccimbaşı, cerrahbaşı, kapıcı başı, bostancı başı v.b.). Bunlar saray içi düzenden sorumluydular. Ancak padişaha en yakın grup olduklarından yönetim işlerinde zaman zaman en etkili grubu oluşturabiliyorlardı. Ayrıca, başarılı olanlar

b. Katipler/Kalemiye 
Divan-ı Humayun’un altında görev yapanlar. Vezir, defterdar, nişancı v.b. en yüksek görevlilerden aşağıdaki katiplere kadar bugünün sivil bürokrasisinin işlevini görenler.

c. Askeri Yöneticiler/Seyfiye

Kapıkulu ordusu:  Yeniçeriler, topçu birlikleri, kapıkulu süvarileri, 
Eyalet kuvvetleri: tımarlı sipahiler, kale ve derbent muhafızları, akıncılar
Deniz kuvvetleri.

d. Kültürel-dinsel Yöneticiler/İlmiye 
Şeyhülislam, müftüler, kadılar, medrese hocaları, imamlar v.b.
Yönetilenler (reaya):
Yukarıdaki niteliklere sahip olmayanların tümü yönetilen sınıf içine girmekteydi. Ancak yönetilenler de bu nitelikleri geliştirip uygulayarak yönetici sınıfa yükselebilirlerdi. Aynı şekilde, yönetici sınıf üyeleri de bu nitelikleri kaybettiklerinde reaya durumuna düşebilirlerdi. Ayrıca, bir yöneticinin oğlunun da yönetici olması gibi bir kural yoktu. O da ancak yukarıdaki nitelikleri kazanırsa ve uygularsa yönetici olabilirdi (Osmanlıda bir soylu sınıfın ya da aristokrasinin olmayışının nedenlerinden biri).

Dolayısıyla Osmanlı da sınıflar arası geçişler, çağdaş terimlerle ifade edecek olursak bir sosyal hareketlilik olduğu söylenebilir. Ancak bunun çağdaş toplumlardaki sosyal hareketlilikle karıştırılmaması gerekir.
1) Yönetici sınıfa girmeye en yakın kimseler yine de yöneticilerin çocuklarıdır, 
2) reaya içinde yönetici sınıfa geçişte Hıristiyanlar avantajlıdır. Çünkü devşirme yalnızca onlara yöneliktir. Ancak onlar da yönetici olmak için dinlerinden, kültürlerinden ve soylarından kopmak zorundadırlar, 
3) Müslüman reaya içinse daha çok din eğitimi alanında kendini gösterip ilmiye sınıfına, yani yöneticiler katına yükselme olanağı vardı. Ancak bu alanda ilmiye mensuplarının çocuklarının avantajı  büyük olduğundan bu olanağın büyük oranda kullanılabildiğini söyleyemeyiz.

Yönetilenlerin (Reaya) Alt Grupları:
Osmanlıda yönetilenler üç ölçüte göre bölünmeye tabi tutulurlardı:

1) Yerleşim bölgesine göre bölünme: kentlerde yaşayanlar, çiftçiler, göçebeler.

2) Dinlere göre bölünme(Millet Sistemi): Müslümanlar, Ortodokslar, Gregoryenler, Katolikler, Museviler v.b.)

3) Mesleklere göre bölünme: Çiftçiler, zanaatkarlar, tüccarlar.



*Önemli bir NOT: Adalet Çemberi Konusu... Bu türden idealist fikir veya felsefeler okuyucu yanıltmasın. Osmanlı Devleti toplumu adalet çemberinde belirtilen felsefeye uygun yönetmiyordu. Adalet Çemberi bir ideali gösterir. Bazı bilge yöneticiler, hükümdarlara öğüt niteliğinde bu türden fikirler veriyorlar, bunun felsefesini yapıyorlar. Bunların var olması o toplumun buna uygun yönetildiği anlamına gelmez.


 Kaynak gösterilmeden kullanılamaz

Bu seride yer alan Osmanlı tarihiyle İlgili diğer konular ve kaynaklar için bkz.

https://tarihegitimi.blogspot.com/2019/06/osmanl-tarihi-ders-notlar-konular.html

31 Temmuz 2017 Pazartesi

Zulüm Umranın Harap Olduğunu Haber Verir

Zulüm Umranın Harap Olduğunu Haber Verir


Malum olsun ki, malları bakımından halka tecavüz etmek, bu malların elde edilmesi ve kazanılması hususunda onların heveslerini ve şevklerini yok eder. Çünkü bu takdirde, neticede ve eninde sonunda söz konusu malların yağma yoluyla ellerinden alınacağına kani olurlar. Mal kazanma ve edinme hevesleri gidince, artık bu maksatla çalışmaya elleri varmaz olur. Mal ve servet kazanma yolunda çalışmaktan halkın geri durması, bu hususta kendilerine (ve mallarına) yönelen tecavüz miktarınca ve nispetinde olur. Tecavüz, maişet yollarının tümüne şamil olacak derecede çok olursa, kazançtan geri durma öyle olur. Çünkü zulüm ve tecavüz bütün mesleklere dahil olduğu için hevesleri tamamen ortadan kaldırır.  Şayet tecavüz az ise, kazançtan geri durmak da o nispette olur. Umran*ın mükemmelliği, çarşı pazarın hareketliliği, halkın akşam sabah gide gele kazanç ve menfaatleri için çalışıp çabalamalarına bağlıdır. Halk, maişellerini temin etmekten geri durup mal kazanmaktan el etek çekti mi, umrandaki pazarlar durgunlaşır, ahval perişan olur, halk bu ülkenin dışındaki yerlere dağılır, rızkını bu sahanın haricinde arar. Bu yüzden o bölgede ikamet edenler seyrekleşir, nüfus azalır o diyar ıssız hale gelir, şehirleri harap olur, sultanın ve devletin halinin bozulmasiyle yerleşme merkezleri bozulur. Çünkü sultanın ve devletin hali, umranın bir suretidir. Umranın maddesinin (ve iktisadi bünyesin in) bozulmasiyle zaruri olarak sureti de bozulur. (Umran, devletin maddesi matter, devlet ise sureti, formudur.
Bünye dağılınca, zaruri olarak şekil de dağılır).

Bu hususta, İran tarihi ile ilgili olmak üzere, Behram b. Behram zamanında bunların dini başkanları olan Mobezan hakkında Mesudi'nin naklettiklerine bakınız:
Kıral Behram'ı, zulüm yapma ve hanedanlığa karşı ifa etmesi gereken görevleri ihmal etme hali üzere görünce, bunu inkar maksadıyle  Mobezan'ın tariz yollu söylediği sözlere dikkat ediniz. O, bu hususu baykuşun diliyle bir darb-ı mesel halinde anlatmıştı: Hükümdar bir kere bir baykuşun sesini işitmiş, bu sesin ne manaya geldiğini Mobezan'a sormuş, o da şöyle cevap vemişti: Bir gün erkek bir bay kuş, dişi bir baykuşla evlenmeye karar vermiş, dişi (mehir olarak), Behram zamanında harap olmuş yirmi köyün kendisine verilmesini şart koşmuş, erkek bu şartı kabul etmiş ve dişi baykuşa, Şayet Behram'ın hükümdarlığı devam ederse, ben sana yirmi değil, yüz köyü arpalık olarak verdim gitti, arzu ettiğin şartların yerine getirilmesi gayet kolay demişti.Bu sözleri işiten hükümdar, derhal gaflet uykusundan uyandı, Mobezan ile başbaşa bir görüşme yaptı, bu misalden neyi kastettiğini sordu. O da şunları söyledi: Ey hükümdar! Mülkün izzeti, sadece dini ahkâmla (ve kanunlara riayetle), Allah'a itaat hali içinde onun emir ve yasaklarına göre hareket etmekle gerçekleşir. Hükümdarsız şeriatın kıvamı olmaz, (devlet ve siyaset) adamları olmadan, hükümdarın izzeti olmaz. Mal olmadan da adamlar çalışmazlar. Mal elde etmenin, memleketi mamur hale getirmekten başka yolu yoktur. Memleketi imar etmenin yegâne yolu ( dürüstlük ve) adalettir. Adalet, halk arasında konulmuş bir terazidir. Bunu koyan da Rab'dır. Rab bu terazinin başına bir kayyım dikmiştir. O nezaretçi hükümdardır. Ey hükümdar! Sen tarlalara ve çiftliklere el attın, bunları sahiplerinden ve işleyenlerden çekip aldın. Hâlbuki bunlar vergi mükellefleri ve kendilerinden mal alınan kimselerdir. Bunlardan aldığın toprakları maiyetindekilere, etrafına, hizmetçilerine eşine ve dostlarına arpalık olarak verdin. Bundan dolayı, arazi sahipleri, umranla ilgili faaliyetlerini terkedip yarını düşünmez, arazilerini işlemez ve bakmaz oldular. Hükümdara yakınlıkları sebebiyle, kendilerine bu topraklar verilen kimselerin vergilerine göz yumuldu. Geriye kalan vergi mükellefleri ve toprak işleyenler de, haksızlığa uğradılar. O yüzden tarlaları bırakıp gittiler, araziyi bomboş bıraktılar, ulaşılması mümkün olmayan topraklara yerleştiler ve buralarda oturdular. Onun için imaret azaldı, tarlalar harap oldu, mallar eksildi, asker de tebaa da mahvoldu, komşu hükümdarlar, İran mülküne göz dikti. Çünkü mülkün temelini teşkil eden maddelerin inkıtaa uğradığını bilmektedirler. Hükümdar bu sözleri işitince, mülküne nezaret etmeye yöneldi, tarlaları ve çiftlikleri has dostlarının elinden aldı, sahiplerine iade etti. Eski tarifeler üzerinden vergiler vermekle mükellef tuttu. Onlar da ülkeyi imar etmeye koyuldular, içlerinden zayıf düşmüş olanlar kuvvetlendi. Böylece arz mamur hale geldi. Memlekette bolluk ve bereket aldı yürüdü. Vergi toplayan tahsildarların elinde mal ve servet çoğaldı, ordu güçlendi, düşmanların (kuvvet aldıkları kaynaklar ve) maddeler kesilmiş oldu. Hudutlar (asker ve mühimmatla) doldu. Hükümdar, işlerini bizzat kendisi idare etmeye başladı, onun için zamanı güzel geçti, mülkü intizama girdi. 39/I . [Bkz. Mesudi, Murucu'z-zeheh, ı, s. 25 1 .]
Bu hikâyeden şunu anlayınız: Zulüm umranı tahrip eder, mamur yerleri harabeye çevirir. Zulmün, umranda meydana getirdiği bozulma ve çökme şeklindeki tahribatın zararı da hanedanlığa ait olur.

Hanedanlıklarda mevcut olan büyük şehirlerin, zulme ve tecavüze maruz oldukları halde, bazan bunların harap olmadıklarına bakma. Bil ki, bu şehirlerin harap olmaması, şehir halkının ahvali ile zulüm arasındaki nisbetten ve münasebetten ileri gelmektedir. Şehir kocaman, umranı çok ve ahvali, hadsiz hesapsız bol ve geniş olursa, zulüm ve tecavüz suretiyle orada vaki olan eksilme (ve tahribat) az olur. Çünkü eksilme, ancak tedrici olarak kendini gösterir. Şehirdeki ahvalin çok ve iş hacminin geniş olması sebebiyle, eksikliği kapalı kalırsa, bunun eseri, ancak bir müddet geçtikten sonra görülür. Bazan zalim ve mütecaviz hanedanlık, şehir harap olmadan evvel kökten ortadan kalkar, onun yerine diğer bir devlet kurulur. Yeni oluşu sayesinde şehrin yırtıklarına yama vurur; gizli oluşu sebebiyle hemen hemen kimse tarafından farkedilmeyen eksiklerini tamir eder. Ancak bu, azın da azı olan ender bir durumdur.

Söylediklerimizden maksat şudur: Zulüm ve haksızlıktan dolayı umranda bir noksanlaşmanın hasıl olması, vaki olan bir husustur. Belirtmiş olduğumuz sebeplerden dolayı bunun böyle olması zaruridir. Bu noksanlaşmanın vebalini ve zararını da hanedanlıklar çeker.

Zulüm, malikin elinden mülkünü ve malını karşılıksız ve sebepsiz olarak almaktan ibarettir, diye zannedilmemelidir. Böyle meşhur, olmuştur, ama aslında zulüm, bundan daha umumi bir şeydir. Başkasının mülkünü alan veya onu zorla kendi işinde çalıştıran veyahut hakkı olmayan bir şeyi ondan isteyen veyahut da şeriatın farz kılmadığı bir hakkı (ve vazifeyi) başkasına yükleyen (onu meşru ve kanuni olmayan şeylerle mükellef tutan) her kişi karşısındakine zulmetmiştir. imdi haksız olarak vergi toplayan tahsildarlar zalimdir, hak olandan fazla vergi toplayanlar zalimdir, bunu yağma edenler zalimdir, halka haklarını vermeyenler zalimdir, emlaki gasbedenler tamamiyle zalimdir. Bütün bunların zararını ve vebalini hanedanlığın maddesi olan umranın harap olması sebebiyle devlet çeker. Çünkü bu durum umran ehlinin şevkini ve hevesini yokeder. 

Bilinmelidir ki, zulmü haram kılmasından Şâri'in** kastettiği ve gözettiği hikmet işte budur. Umranın yıkılmasına ve harap olmasına yol açan hususlar bundan kaynaklanır. Umranın fesada uğraması ve harap olması ise, insan nevinin inkitaını ilan eder. "Beş zaruri" (Zaruriyat-ı hams) maksadın tümünde şeriatın riayet ettiği hikmet budur. (Dini hükümlerin ruhu, zulmü yok etmek ve adaleti getirmektir). Beş zaruret ise şunlardır: Dini muhafaza, nefsi muhafaza, aklı muhafaza, nesli muhafaza, malı muhafaza. Görüldüğü gibi, zulüm umranın tahrip edilmesine yol açması suretiyle insan nevinin ve neslinin kesilmesini ilan edince, haram kılma hikmeti onda mevcuttur, demektir. Bu yüzden zulmün yasaklanması mühim olmuştur. Zulmün, haram olduğunu gösteren ayet ve hadislerdeki deliller, sayılmayacak ve belli bir esasa göre zabt ve tesbit edilmeyecek kadar çoktur. Herkes zulmetme gücüne sahip olsaydı, herkes tarafından işlenmesi mümkün olan zina, katl ve içki gibi beşer nevi için zararlı (ve müfsit) olan günahların karşılığında konulan, menedici cezalar ve müeyyideler zulmü önlemek için de mutlaka konulurdu. Fakat kendisine güç yetmeyenden başkasının zulme gücü yetmez. Zira zulüm, sadece kudret ve otorite sahibi olanlardan vaki  olur. Bu yüzden zulme kadir olan şahsın, vicdanında manevi bir müeyyide (vazi) hasıl olur, diye zulmü  kötülemede ve ona dair olan tehditlerin tekrarında mübalağa edilmiştir. Ve "Rabb' ın kutlara zulmetmez" (Fussılet, 4 1 /46) .

Yol kesme suçunun karşılığı olarak şeriat cezalar koymuştur (bk. Maide, 5/33).
Halbuki yol kesmek, herkesin güç yetiremeyeceği bir zulümdür. Zira muharip (ve eşkıya), sadece eşkıyalık yaptığı müddet içinde bunu yapmaya kadirdir, diye itiraz edilemez. Eğer itiraz edilirse, buna iki türlü cevap verilir: Bir çok alime göre, yol kesmede, eşkıyanın cana ve mala karşı işlediği suçtan dolayı ceza verilir. Bu ise eşkıyaya karşı kuvvet elde edildikten ve işlediği suçun hesabını sorma imkanı hasıl olduktan sonra bahis konusu olur. Bizatihi yol kesmenin ise (zulümde olduğu gibi tesbit edilmiş muayyen) bir cezası yoktur.

Diğer bir cevap da şudur: Yol kesen eşkıya kudret sahibidir, diye vasfolunamaz. Çünkü biz, "Zalimin kudreti", deyimi ile hiç bir kudretin karşı koyamadığı her tarafa uzanan bir eli, (yüksek makam sahiplerinin haksızlığını ve devletin zulmünü) kasdediyoruz. Umranın harap olduğunu ilan eden, bu manadaki zulümdür. Eşkıyanın kudreti ise mal gasbetmek için vasıta olarak kullanılan bir tehditten ibarettir. Bu tehdide karşı kendini müdafaa etme imkanı şer'an da, siyaseten de herkesin elinde mevcuttur. o halde bu kudret (ve ona dayanan zulüm) umranın harap olacağının habercisi olan bir kudret değildir.

Allah, dilediğini yapmaya kadirdir.

Umranı çökerten hususların en şiddetlisi ve en büyüğü, tebaaya haksız bir şekilde (bigayr-ı hakkın) çalışma mükellefiyeti getirmek ve onlara angarya yüklemektir. Çünkü rızık (ve kar) bahsinde de izah edeceğimiz gibi iş görme ve çalışma (a'mal, emek) mal ve sermaye kabilinden bir şeydir. Zira rızık ve kesb, kar ve kazanç, umran ehlinin emeklerinin kıymetinden ibarettir. Şu halde, umran ehlinin tüm işleri ve emekleri (a'mal ve mesaileri) kendi sermayeleri ve kazançlarıdır. Hatta onların bunun dışında bir kazançları yoktur. Çünkü ülkenin mamur olması için çabalayan tebaanın geçimi ve kazancı (meaş ve mekasibi), bahiskonusu emekten (faaliyet) ibarettir. imdi tebaa, işleri haricinde çalışmakla mükellef tutulup, maişetleri hususunda kendilerine angarya yükletildi mi, kazançları heba olur. Sermayeleri olan sözkonusu emekleri gasbedilmiş bulunur. Bu yüzden zarara girerler. Maişetlerinin büyük bir kısmı ellerinden gider. Hatta maişetlerini (kar ve kazançlarını) tamamen yitirmiş olurlar. Şayet bu durum tekerrür ederse, ülkeyi imar etme konusundaki hevesleri de kaybolur. Bu uğurda sa'y ve gayret harcamaktan tümden geri dururlar. Bu da umranın mahv ve harap olmasına yol açar. "Allah, dilediğine hesapsız rızık verir", (Bakara, 2/2 1 2). Mukaddes ve muteal olan Allah en doğrusunu bilir, muvaffakiyet O'nun sayesindedir.


İbn Haldun, Mukaddime, Cilt 1, (haz.) Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, 2007/5, İstanbul,  s. 549-552

* Yazar bu kelimeyi "medeniyet" anlamında kullanıyor. Kitaplarında kullandığı kendi yöntemine de "Umran İlmi" adını vermiştir.  Kitabın giriş kısmındaki açıklamalar daha aydınlatıcı olabilir: 

"Yalnız yerleşik bir hayat yaşayan her insan ve toplum, medeni (hadari) olmadığı gibi, göçebe bir hayat yaşayan her fert ve cemiyet de iptidai (bedevi) değildir. Mesela çadır hayatının da kendine has bir medeniyeti (umranı) olabilir. Bu medeniyet mağaralarda, ormanlarda, dağbaşlarında ve
köylerde yerleşik olarak yaşayan toplumların sahip oldukları medeniyet (umran) seviyelerinden
daha ileri ve üstün de olabilir."  s. 106
....
"Umran, mamurluk, mamur yer ve abad olmak manalarına gelir. İmaret, mamure, imar, mimar, tamir, itimar, istimar, şenlendirme, kelimeleri de aynı kökten türeyen kelimelerdir. Umranın zıddı, harap, harabe, viran, virane, ıssız ve kimsesiz yer, hali arazidir. Herhangi bir sebeple, bir yerde şehir ve kasaba kurulur, burası canlı, hareketli ve kesif ictimai, iktisadi, idari, siyasi ve ilmi faaliyetlere sahne olursa, bu durum umranın kurulması, ilerlemesi ve artması şeklinde ifade edilmekte, aksine bu tür faaliyetler geriler ve zamanla ortadan kalkarsa, bu durum da umranın azalması, gerilemesi ve yıkılması şeklinde ifade edilmektedir. Bu tür faaliyetler dünya çapında ele alındığında da "umranu'l-alem" (alemin umranı), "umranu'l-beşeri" (insanlık medeniyeti) gibi üniversel medeniyet kavramı ortaya çıkmaktadır.
İbn Haldun, alemdeki mamurluğa, medeni faaliyetlere ve ictimai hayata umran (umranu'l -alem) adını verdiği gibi, bu umranın araştırılması ve incelenmesini konu edinen ilme de umran (ilmu'l -umran) adını vermekte, her iki manadaki umranı da Mukaddime'de tarif ve tavsif etmektedir. Ona göre gerek tarih boyunca ve gerekse şu anda görülen umranla ilgili hadise ve faaliyetler, gelişigüzel ve keyfi bir şekilde cereyan etmemektedir. Bir yerde umranın vücuda gelmesi ve ilerlemesinin veya gerileme ve yok olmasının mutlaka bir takım tabii sebep ve amilleri, zaruri kanun ve kaideleri vardır. Umranın, var olmasını icap ettiren sebep ve amiller mevcut olunca, umran zaruri olarak var olur, kendine has kanunlara göre kurulur ve işler, bu sebep ve amiller, yavaş yavaş ortadan kalkınca umran da ona paralel olarak tedrici bir surette mecburen geriler ve neticede inkıraz ve izmihlale maruz kalır
age. s. 106, 112, 113 [DK]

**  Şeriat koyan (allah ve peygamber), 

ayrıca bkz.
https://www.youtube.com/watch?v=RKI_E-M_jo8 (Bilim ve kurgu - İbni Haldun ve Çöl gezegeni Dune)