İdeoloji-Propaganda etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İdeoloji-Propaganda etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Nisan 2019 Perşembe

Sağcı ve Solcu Sekterler Üzerine

Sağcı ve Solcu Sekterler Üzerine



Paul Freire
Fanatizmle beslenen sekterlik her zaman hadım edicidir. Eleştirel bir ruhla beslenen radikalleşme ise daima daha yaratıcıdır. Sekterlik gizemlileştirir ve böylece de yabancılaştırır; radikalleşme eleştirir ve böylece de özgürleştirir. Radikalleşme kişinin seçmiş olduğu tavra artan bir bağlılığı içinde barındırır ve böylelikle somut, nesnel gerçekliği dönüştürme çabasına daha sıkı angaje olmayı getirir. Buna karşılık gizemlileştirdiği ve irrasyonel olduğu için sekterlik gerçekliği sahte (ve bu nedenle de değiştirilemez) bir "gerçeklik"e dönüştürür.

Sekterlik hangi siyasi kampta olursa olsun, insanlığın kurtuluşuna bir engeldir. Sağcı versiyon ne yazık ki, her zaman doğal karşıtına yani devrimcinin radikalleşmesine yol açmaz. Devrimcilerin sağın sekterliğine karşılık verirken gericileşmesi hiç de ender değildir. Bununla birlikte bu olasılık radikalin, elitlerin uslu bir piyonu haline gelmesine yol açmamalıdır. Özgürleşme sürecine giren radikal, ezenin şiddeti karşısında radikal kalamaz.  

Öte yandan radikal, asla bir öznelci değildir. Onun için öznel olan, ancak nesnel olanla (analizinin nesnesini oluşturan somut gerçeklik) ilişkisi içinde varolur. Böylelikle öznellik ve nesnellik, eylemle bir dayanışma içinde bilgi üreten bir diyalektik birlik oluştururlar. Bunun tersi de doğrudur.


Sektere gelince, savları ne olursa olsun irrasyonelliğinin körleştirdiği sekter, gerçekliğin dinamiğini algılamaz (veya algılayamaz) veya gerçekliğin dinamiğini yanlış yorumlar. Diyalektik düşündüğünde de bu, “evcilleştirilmiş” bir diyalektik'tir. Sağcı sekter (ben onlara eskiden "doğuştan sekter" derdim) tarihsel süreci yavaşlatmayı, tarihi 'evcilleştirme'yi ve böylelikle insanları evcilleştirmeyi ister. Sekterleşmiş solcu, gerçekliği ve tarihi diyalektik olarak yorumlamaya kalkıştığı zaman tamamen yolunu şaşırır ve asli olarak kaderci görüşlere düşer.

Sağcı sekter, solcu sekterden şöyle ayrılır: Sağcı sekter bugünü evcilleştirmeye kalkar. Öyle ki yarın, bu evcilleştirilmiş bugünü yeniden üretecektir (umduğu budur).  Solcu sekter ise yarının önceden kurulmuş olduğunu düşünür –bir tür kaçınılmaz kader, kısmet veya akıbet.  Sağcı sekter için geçmişe bağlanan “bugün”, verili ve değişmezdir. Solcu sekter için 'yarın' önceden kararlaştırılıp ilan edilmiş, kaçınılmazcasına önceden hükmedilmiştir. Bu sağcı da bu solcu da gericidir çünkü ikisi de yanlış tarih görüşlerinden yola çıkarak özgürlüğü gözardı eden eylem biçimleri geliştirirler. Birinin 'terbiyeli' bir bugün ve ötekinin önceden belirlenmiş bir yarın tasarlaması olgusu, onların kollarını kavuşturdukları ve seyirci (sağcı sekter bugünün süreceğini umarken, solcu sekter zaten 'bilinen' yarının üstün gelmesini bekleyecektir) haline geldikleri anlamına gelmez. Tersine bu kişiler, kendilerini kaçamayacakları 'kesinlik döngüleri'ne kapatarak, kendi gerçeklerini 'yaparlar'. Bu, yarını kurma mücadelesi veren, bu edimde varolan risklere düşen insanların gerçeği değildir. Bu, yan yana savaşan ve bu yarının nasıl kurulacağını birlikte öğrenen insanların gerçeği de değildir -ki böylesi bir gerçek, yarının insanlara sunulması, onların da alması değildir, yarın onlar tarafından yaratılır. Her iki tip sekter de tarihiaynı ölçüde kendi tekeline alır, tarihi halk olmaksızın tamama erdirir – bu da halka karşı olmanın başka biçimidir.

Kendini 'kendi' gerçeğine kapatan sağcı sekter artık doğal rolünü yerine getirmekten başka bir şey yapamazken, sekter ve katı hale gelen solcu kendi doğasını yadsımış olur. Bununla birlikte her biri 'kendi' gerçeğini anlatırken bu gerçeğin sorgulanması halinde kendini tehdit edilmiş hisseder. Böylelikle her biri 'kendi' gerçeği olmayan şeyleri yalan sayar. Gazeteci Marcio Moreira Alves'in vaktiyle bana dediği gibi: 'Her ikisi de kuşku yokluğundan mustaripler.'

İnsanın özgürleşmesine bağlanan radikal, içinde gerçekliği de hapsettiği bir 'kesinlik döngüsü'nün mahkûmu haline gelmez. Tersine, ne kadar radikalse, gerçekliğe o kadar iyi nüfuz eder; öyle ki, gerçekliği daha iyi tanıyarak daha iyi dönüştürebilir. Yalın haldeki dünyayla karşılaşmaktan, onu işitmekten, o dünyayı görmekten korkmaz. Halkla karşılaşmaktan veya halkla diyaloğa girmekten korkmaz. Kendini, tarihi veya halkı tekeline almış olarak görmez veya ezilenlerin kurtarıcı olarak da görmez. Ama-kendini tarih içinde ezilenlerin safında dövüşmekle yükümlü tutar.


Paul Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, Ayrıntı Yayınları, 1991, İstanbul, s. 18-19

27 Şubat 2019 Çarşamba

Seçme Hakkını Savunan Kadınlara (Suffragette) Karşı Yapılan Propaganda Kartpostalları

Seçme Hakkını Savunan Kadınlara (Suffragette) Karşı Yapılan Propaganda Kartpostalları

Suffrage (safriç): Oy Hakkı
Suffragette (safrıcet): Kadınların oy hakkını savunan kadın (Batı'da)
Dolayısıyla bu tek kelimenin (Suffragette) Türkçe karşılığı yok
O nedenle bir cümle ile açıklıyoruz ve çoğu zaman Suffragette'i aynen kullanıyoruz.
Madonna: Meryem Ana, Bakire Meryem, Kutsal Meryem , Kutsal Ana
Yorumu size bırakıyorum..

"Bir kadının yeri kendi evidir" (mealen)


Eril Kadın

Yavaş yürü memur bey, hayatımın zamanını [en mutlu] yaşıyorum.

Seçim Günü

Annesi  bir Suffragette

Karım Suffrage hareketine katıldı.
(O zamandan beri acı çekiyorum!)

Ses/görsel benzerlikten yararlanarak kelime oyunu yapıyor:
suffered: acı çekmek, katlanmak
suffrage: oy hakkı

Yazısız

Bir suffragette'in kökeni ve gelişmesi 
15 yaşında: Küçük bir evcil hayvan
20 Yaşında: Küçük bir koket (yosma)
40 yaşında: Daha evlenmemiş
50 yaşında: (O) bir Suffragette

















6 Aralık 2018 Perşembe

Umberto Eco - Jean-Claude Carriere Konuşuyor: Ateş Vasıtasıyla Sansür

Umberto Eco - Jean-Claude Carriere Konuşuyor: Ateş Vasıtasıyla Sansür


Kısaltmaların açılımı
J. -C. C. : Jean-Claude Carriere
U. E. : Umberto Eco
J. -P. de T. : Jean-Philippe deTonna (yöneten)

Aziz Paulus Efes'te Vaaz Vermesi, 1640, Louvre Müzesi
Ressam: Eustache Le Sueur
J. -P. de T. : Kitap tarihinin en korkutucu sansürcüleri arasında, ateşe özel bir yer ayırmalıyız burada.

U. E. : Elbette, bunun için de hemen, Nazilerin “yoz” kitapları ortadan kaldırdıkları odun yığınlarından bahsetmeliyiz. (bkz. Dışavurumculuk - Ekspresyonizm veya İfadecilik, bunun içinde anlatılıyor)
1966 yapımı filmin afişi

J. -C. C: Fahrenheit 451’de Bradbury kitapların tedirgin edici mirasından kurtulmak isteyip onları yakmaya karar veren bir toplum tahayyül eder. Fahrenheit 451 derece tam da kâğıdın yandığı ısıdır: Zira o toplumda kitapları yakmakla görevlendirilenler itfaiyecilerdir.

U. E. : Fahrenheit 451, İtalyan radyosundaki bir programın adı aynı zamanda. Ancak tam tersi söz konusu: Bir dinleyici falanca kitabı bulamadığını ya da kaybettiğini söylemek için telefon eder. Bunun üzerine hemen bir başkası arayıp kendisinde kitabın bir nüshasının bulunduğunu ve onu elden çıkarmaya hazır olduğunu söyler. Birisinin bir kitabı okuduktan sonra, bir başkası da okuyup mutlu olsun diye kitabı bir yerlerde, sinemada, metroda bırakmasına benziyor bu biraz. Bağlayacak olursam, kazara çıkan veya isteyerek çıkarılan yangın, başlangıcından beri kitabın tarihine eşlik eder. Yanmış olan kütüphanelerin hepsini saymanın imkânı yok.

J. -C. C. : Louvre Müzesi’nin beni davet ettiği bir deneyi getirdi aklıma bu. Yapılacak şey, bir eser seçip bu eseri gece vakti, küçük bir topluluk karşısında yorumlamaktı. Ben XVII. yüzyılın başında yaşamış bir Fransız ressamı olan Le sueur’ün bir eserini seçtim: Aziz Paulus Efes’te Vaaz Verirken. Tabloda Aziz Paulus, bir dikme taşın üstünde ayakta dururken görülür, sakallı ve cüppelidir: Tastamam günümüzdeki bir ayetullahın görüntüsüdür bu, yalnız sarık eksiktir. Gözleri ateş saçar. Birkaç mümin vardır onu dinleyen. Tablonun alt kısmında, seyirciye arkası dönük, dizlerinin üstüne çökmüş siyah bir hizmetkâr kitaplar yakmaktadır. Hangi kitapların yakıldığını görmek için tabloya yaklaştım. Sayfaların arasından görüldüğü haliyle, kitaplar matematik şekilleri ve formülleri içeriyordu. Şüphesiz yeni din değiştirmiş olan köle, Eski Yunan bilimini yakıyordu yani. Ressam, doğrudan ya da gizli olarak, bize hangi mesajı aktarmak istemişti? Bir şey diyemem. Ancak imge olağanüstü gene de. İman gelir, bilim yakılır. Elemenin de ötesinde bir şey bu, alevler vasıtasıyla bir tasfiye işlemi. Hipotenüsün karesi sonsuza kadar yok olmalı.

U. E. : Hatta burada ırkçı bir yan-anlam bile var, çünkü kitapların yok edilmesi işi bir Siyah’a yüklenmiş. En çok sayıda kitap yakanlar mutlaka Nazilerdir diye düşünürüz. Fakat Haçlı Seferleri sırasında neler olup bittiği hakkında tam olarak ne biliyoruz ki? (bkz. https://tarihegitimi.blogspot.com/2018/12/hacl-seferleri-salaheddin.html)

Rivera'nın yorumuyla
İspanyolların Meksika'ya gelişi

J. -C. C. : En büyük kitap mezarcıları, Nazilerden de beter, Yeni Dünya’daki İspanyollardı bence. Öte yandan Moğollar da ellerinden geleni artlarına koymadılar.

U. E. : Modernitenin şafağında [16. yüzyıl], Batı dünyası henüz bilinmeyen iki kültürle karşılaştı: Amerika yerlilerinin kültürü ile Çin kültürü. Ne var ki, Çin fethedilemez ve “sömürgeleştirilemez” büyük bir imparatorluktu ama ticaret yapabilirdik. Cizvitler oraya gittiler, Çinlilerin dinini değiştirmek üzere değil, kültürler ve dinler arası diyalogu kolaylaştırmak üzere. Amerika yerlilerinin diyarlarındaysa, aksine, kan dökücü vahşiler yaşıyor gibi göründüğünden, buralar tam bir talana ve hatta tüyler ürpertici bir soykırıma vesile oluşturdular. Ne var ki, bu ikiyüzlü davranışın ideolojik gerekçesi, birinde ve öbüründe kullanılan dillerin mahiyetine dayanır. Amerika yerlilerinin piktogramları*, şeylerin basit, her türlü kavramsal değerlilikten yoksun bir taklidi olarak tanımlandı; Çin ideogramlarıysa* fikirleri temsil ediyordu, dolayısıyla daha “felsefi”ydiler. Bugün artık, piktografik yazının bundan daha incelikli ve gelişmiş olduğunu biliyoruz. Kim bilir kaç piktografik metin ortadan yok olmuştur böyle!

J. -C. C: Olağanüstü uygarlıkların kalıntılarını yok eden İspanyollar, hâzineleri yaktıklarının farkında değildiler. İçlerinden bazılarıysa, özellikle insanı şaşırtan o keşiş, Bernardino de Sahagun, orada yıkılmaması gereken bir şeyler olduğunu sezdiler; bugün mirasımız diye adlandırdığımız şeyin önemli bir kısmını bunlar oluşturuyor.

U. E. : Çin’e giden Cizvitler kültürlü kişilerdi. Cortes, hele Pizarro, bir kültür kıyımı tasarısının ateşiyle harekete geçen kasaplardı. Onlara eşlik eden Fransiskenler yerlileri vahşi hayvanlar olarak görüyorlardı.
J. -C. C. : Bereket versin, hepsi değil. Sahagun değil, Las Casas ve Duran değil. Yerlilerin fetihten önceki hayatı üzerine bildiğimiz her şeyi onlara borçluyuz. Üstelik, çoğu zaman ciddi tehlikeleri göze almışlar.

U. E. : Sahagun Fransisken’di, Las Casas ile Duran ise Dominikendiler. Klişeler ne kadar yanlış olabiliyor, çok ilginç. Dominikenler Engizisyon’un adamlarıydı, Fransiskenler ise mülayimliği kimselere bırakmazlardı. Gelin görün ki Latin Amerika’da, tıpkı bir westem deki gibi, Fransiskenler bad guys oldular, Dominikenlerse bazen good guys.[54]

J. -P. de T. : Neden İspanyollar Kolomb-Öncesi bazı yapıları yıktılar da bazılarına dokunmadılar?

J. -C. C: O yapıları görmediler de ondan. Yüzyıllar önce terk edilmiş ve cengelin kapladığı büyük Maya şehirlerinin çoğunda durum budur. Daha kuzeydeki Teotihuacan’ın durumu da aynıdır. Aztekler XIII. yüzyıla doğru bölgeye geldiklerinde şehir çoktan ıssızlaşmıştı. Yazılı tüm izleri silmeye yönelik bu saplantı, istilacının gözünde, yazısız bir halkın ebediyen lanetli bir halk olduğunu ifade eder az çok. Geçenlerde Bulgaristan’da MÖ II. ve III. binyıldan kalma mezarlarda kuyum [Değerli metal ve taşlardan yapılan süs eşyası TDK] eşyası bulundu. Ne var ki Traklar, tıpkı Galyalılar gibi, yazı bırakmamışlardı. Ve yazısız halklar, kendilerini adlandırmamış, kendilerini (yalan yanlış bile olsa) anlatmamış olanlar, hiç yaşamamış gibidirler, kuyumculukları muhteşem, son derece incelikli işler olsa bile. Hatırlanmak istiyorsanız, yazmalısınız. Yazmalı ve yazdıklarınız ateşte kaybolmasın diye bir şeyler yapmalısınız. Yahudi kitaplarını yakarken, acaba Nazilerin kafasından ne geçiyordu diye merak ederim bazen. Hepsini, son kitaba varana kadar ortadan kaldırmayı mı düşünüyorlardı? Cinai olduğu kadar ütopik bir girişim değil mi bu? Daha ziyade sembolik bir eylem değil mi?
Çağımızda, gözümüzün önünde yapılan sinsi yönlendirmeler beni şaşırtıp üzüyor. Sık sık İran’a gitme fırsatım olduğundan, tanınmış bir ajansa, günümüz İran'ının, benim bildiğim haliyle filme çekmek için oraya küçük bir ekip götürmeyi teklif ettim. Ajansın yöneticisi beni kabul etti ve bilmediği bir ülke hakkındaki görüşünü bana açıklamakla işe başladı. Neyi filme çekmem gerektiğini söyledi tam olarak. Kendisinin hiç gitmediği bir ülkeden hangi görüntüleri getireceğime karar veren oydu: mesela göğüslerini yumruklayan yobazlar, uyuşturucu müptelaları, fahişeler vs. Söylemeye bile gerek yok, proje gerçekleşmedi.

Görüntünün ne kadar aldatıcı olabileceğini her gün görüyoruz. Çok incelikli çarpıtmalar söz konusu, kendilerini “görüntüler”, yani belgeler gibi sunduklarından çarpıtma olduklarını ayırt etmek daha da zor. Sonuç olarak, ister inanılsın ister inanılmasın, hakikati başka bir kılığa sokup tanınmaz hale getirmekten daha kolay bir şey yok.

Bir televizyon kanalında, bildiğim bir şehir olan Kabil üstüne bir belgesel gösterildiğini hatırlıyorum. Bütün planlar alttan görüş şeklinde filme çekilmişti. Savaşın yerle bir ettiği evlerin tepeleri görülüyordu sadece, ne sokaklar vardı ne sokaktan geçenler ne de dükkânlar. Buna bir de, ağız birliği etmişçesine ülkenin içler acısı halinden bahseden insanlarla yapılmış söyleşiler eklenmişti. Belgesel boyunca tek ses, meşum bir rüzgârın sesiydi, sinemadaki çöllerde duyulan cinsten ama dönüp dönüp baştan başlıyordu. Demek ki, bir ses arşivinden seçilip görüntünün orasına burasına eklenmişti. Aynı rüzgâr sesi olduğunu, bu sefer “eğitimli bir kulak" anlayabilirdi. Hâlbuki filme çekilen kişilerin giydiği hafif giysiler bile kesinlikle kımıldamıyordu. Bu röportaj tam bir yalandı. Bir yalan daha.

U. E. : Lev Kuleşov,** görüntülerin birbirini ne şekilde bozduğunu ve onlara bambaşka şeyler söyletmenin nasıl mümkün olduğunu daha önce göstermişti. Yiyecek dolu bir tabak görüntüsünü takiben gösterilen bir adamın yüzüyle, gayet tiksindirici bir nesne sergilendikten sonra gösterilen aynı adamın yüzü, seyircide aynı izlenimi uyandırmayacaktır. İlk durumda, adamın yüzü açgözlülüğü ifade eder, İkincisindeyse tiksintiyi.
Rosemary'nin Bebeği
Çekimden bir görüntü
Görünenin arka planı
J. -C. C. : Bakış, görüntülerin telkin etmek istediği şeyi görür sonunda. Polanski’nin Rosemary'nin Bebeği’nde, pek çok insan canavar bebeği gördü sonunda, zira beşiğinin üzerine eğilmiş kişiler bebeği öyle tasvir etti. Ama Polanski filmde bebeği hiç göstermedi.

U. E. : Pek çok insan da Gündüz Güzeli’ndeki Doğu işi kutunun içinde ne olduğunu görmüştür muhtemelen.

J. -C. C. : Tabii. Bunuel’e içinde ne olduğu sorulduğunda, şu cevabı verirdi: “Bay Carriere’in bir fotoğrafı. Kızların dehşete kapılması bu yüzden. ” Bir gün gene filmle ilgili olarak tanımadığım biri evime telefon etti ve daha önce Laos’ta yaşayıp yaşamadığımı sordu. Hiç gitmediğimi söyledim. Bunuel için de aynı şeyi sordu, gene hayır dedim. Telefondaki adam şaşırdı. Ona göre, meşhur kutu ona mutlak surette eski bir Laos âdetini hatırlatıyordu. Bunun üzerine ona kutunun içinde ne olduğunu bilip bilmediğini sordum. “Elbette!” dedi. “Lütfen, " dedim, “bana da söyleyin!" Söz konusu âdette, kadınların, sevişme sırasında, iri bokböceklerini gümüş zincirlerle klitorislerine bağladıklarını, böceklerin bacaklarını oynatmalarının onları daha yavaş ve daha hoş bir şekilde orgazma ulaştırdığını açıkladı. Şaşkınlıktan donakaldım ve ona Gündüz Güzelindeki kutuya bir bokböceği koymanın aklımızın ucundan bile geçmediğini söyledim. Adam telefonu kapattı. Ve o anda, sırf bilme fikri bile bana korkunç bir hayal kırıklığı yaşattı! Esrarın o acı tatlı lezzetini kaybetmiştim.

Bunları anlatmamın sebebi şu: Çoğu zaman gösterdiğinden farklı bir şeyi gördüğümüz görüntü, yazılı dilden veya sözden çok daha incelikli bir şekilde yalan söyleyebilir. Görsel hafızamızı bir nebze bozulmamış bir şekilde koruyacaksak, gelecek nesillere, görüntülere bakmayı öğretmeliyiz mutlaka. Hatta bu bir öncelik.

U. E. : Bundan böyle hepimizin maruz kalabileceği başka bir sansür biçimi var. Dünyanın bütün kitaplarını, bütün dijital veri depolama ortamlarını, bütün arşivlerini muhafaza edebiliriz, fakat bu muazzam kültürü muhafaza etmek için seçtiğimiz bütün dilleri bir anda çevrilemez hale getiren bir uygarlık krizi olursa, o zaman bu miras geri dönüşü olmayan bir şekilde kaybolur.

J. -C. C. : Hiyeroglif yazısının başına gelen buydu. 380’de, Theodosius’un fermanıyla birlikte, Hıristiyanlık devlet dini oldu, tüm imparatorluktaki yegâne ve mecburi din. Diğerlerinin yanı sıra, Mısır tapınakları da kapatıldı. Bu yazıyı bilen, bu yazının mutemedi olan rahipler, o andan itibaren bilgilerini aktarma imkânsızlığı içinde buldular kendilerini. Binlerce yıldır birlikte yaşadıkları tanrılarını gömmek zorundaydılar. Tanrılarıyla birlikte tapınma nesnelerini ve dili de. Her şeyin belki de sonsuza dek yitip gitmesine bir nesil yeter.

U. E. : Bu dilin anahtarını yeniden bulmak için on dört yüzyıl gerekti. 

J. -P. de T. : Ateş vasıtasıyla sansüre dönelim yine. Eskiçağ’ın kütüphanelerini yakanlar, bu kütüphanelerin barındırdığı elyazmalarına ait her izi yok ettiklerini zannediyorlardı belki. Fakat matbaanın icadından sonra, böyle bir şeyin imkânı yok artık. Basılı bir kitabın bir, iki, hatta yüz nüshasını yakmakla kitap ortadan kaldırılmış olmuyor. Öbür nüshalar çok büyük sayıda özel kütüphaneye ve kamu kütüphanesine dağılmış olarak kalıyor. O halde, Nazilerin tutuşturduklarına benzer modern odun yığınları ne işe yarar?

U. E. : Sansürcü, yasaklanan kitabın tüm nüshalarını ortadan kaldırmadığını gayet iyi bilir. Ama dünyayı ve dünyayı kavramaya ilişkin koskoca bir düşünceyi ateşle yakıp yok etmeye muktedir yarı-tanrı konumuna yükselmenin bir şeklidir bu. Gerekçe, bazı yazıların kangrenleştirdiği bir kültürü arındırmak, sil baştan oluşturmaktır. Nazilerin “yozlaşmış sanat”tan bahsetmeleri tesadüf değildi. Kitap yakma bir tür tedaviydi.

Kaynak
Tanrı Şiva'nın sözü geçen
görüntüsü

J. -C. C. : Bu yayımlama, yayma, muhafaza etme ve yok etme imgesini Hindistan’daki tanrı Şiva’nın görüntüsü epey iyi örnekler. Dünya, bir ateş çemberinin içinde yer alan tanrının dört elinden birinde tuttuğu davulun ritmine göre yaratılmıştır, öbür elinde tuttuğu ateş bu yaratma uğraşını yok edecektir. İki el de aynı hizadadır.

U. E. : Herakleitos’un ve Stoacıların görüşünden uzaklaşmış değiliz. Her şey ateşten doğar ve ateş her şeyi yok eder, ilerde her şey yeniden varlığa dönüşebilsin diye. Bundan dolayı, heretiklerin (ayrıca bkz. ***) kafasını kesmek yerine onları yakmak tercih edildi hep, hâlbuki kafalarını kesmek daha kolay ve daha az zahmetli olurdu. Aynı fikirleri paylaşanlara ya da aynı kitaplara sahip olanlara yönelik bir mesajdır bu.

J. -C. C. : Goebbels’in durumunu ele alalım, Naziler arasındaki, aynı zamanda bibliyofil de olan tek entelektüeldi muhtemelen. Kitapları yakanlar ne yaptıklarını gayet iyi bilirler diye hatırlatmakta haklıydınız. Yazılı bir şeyi ortadan kaldırmayı istemek için, onun tehlike arz etme niteliğini değerlendirmeyi bilmek gerekir. Kaldı ki, sansürcü deli değildir. Mimlenen kitabın birkaç nüshasını yakmakla kitabı ortadan kaldırmayacaktır. Bunu gayet iyi bilir. Fakat hareket son derece semboliktir. En çok da, başkalarına şunu söyler: Bu kitabı yakmaya hakkınız var, tereddüt etmeyin, doğru bir eylem bu.

J. -P. de T. : Amerika Birleşik Devletleri bayrağını Tahran'da veya başka yerde yakmak gibi bir şey...

J. -C. C. : Elbette. Yakılan tek bir bayrak bir hareketin, hatta bir halkın kararlılığını duyurmaya yeter. Ancak, daha önce defalarca gördüğümüz gibi, ateş her şeyi sessizliğe indirgemeyi hiçbir zaman başaramaz. Birçok kültüre ait izleri kökünden yok etmeye uğraşmış İspanyollar arasından bile, söz konusu kültürlere ait birkaç örneği kurtarmaya çalışan birkaç keşiş çıktı. Daha önce adını andığımız -ama adım ne kadar ansak az- Bernardino de Sahagun, başka yerde ateşe atılmış kitapların kopyalarını, bazen gizlice Azteklere çıkarttırıyordu. Yerli ressamlardan bunları resimlemelerini istiyordu. Ne var ki, bu bahtsız adam, eserinin yayımlandığını hayattayken asla görmedi, çünkü bir gün iktidar yazılarına el konmasını emretti. Saf bir adam olduğundan, müsveddelerini vermeyi bile teklif etti. Bereket versin ki, böyle bir şey olmadı. Aztekler hakkında bildiğimiz neredeyse her şey, iki yüzyıl sonra, esas olarak, bu müsveddelerden hareketle yayımlandı.

U. E. : İspanyollar bir uygarlığın kalıntılarını yok etmekte hiç acele etmediler. Oysa Nazizm, topu topu on iki yıl sürdü!.

J. -C. C. : Napoleon ise on bir yıl hüküm sürdü. Bush şimdilik sekiz. Gerçi kıyaslayamayız, bunu gayet iyi biliyorum. Daha önce de dedim, bir keresinde, Hitler’in iktidara geldiği tarih olan 1933’ten, Stalin’in 1953’teki ölümüne kadar XX. yüzyılın yirmi yılının tarihini ele alarak "eğlenmiş”tim. O yirmi yıl boyunca olanları düşünün. İkinci Dünya Savaşı ve genel çatışma ortamı yetmiyormuş gibi, bir de o dönem öncesinde, sırasında ve sonrasında savaşın uyduları olan yığınla irili ufaklı savaş yaşandı: İspanya Savaşı, Etiyopya Savaşı, Kore Savaşı, unuttuklarım da vardır muhakkak. Şiva’nın geri dönüşü. Dört elinin ikisinden bahsettim. Doğan her şey yok edilecektir. Ama üçüncü eli abaya hareketinde bulunur, bunun anlamı da: “Korkuya mahal yok”, zira -dördüncü el- “zihnimin gücü sayesinde, ayaklarımdan birini yerden kestim". İnsanlığın yorumlamamız için bize sunduğu en karmaşık imgelerden biridir bu. Bu imgeyi çarmıhın üstündeki İsa’yla, kültürümüzün, önünde secdeye vardığı bir can çekişenin imgesiyle kıyaslarsanız, bu sonuncusu çok basit görünür. Paradoksal olarak gücünü meydana getiren de budur belki. [Şiva resmine bkz.]

U. E. : Nazizme döneyim. Nazizmin kitaplara karşı açtığı haçlı seferinde tuhaf bir şey vardır. Nazizmin kültür politikasının yaratıcısı Goebbels’ti; yeni haber alma gereçlerine gayet hâkimdi ve radyonun her türlü iletişimin bir numaralı taşıyıcısı haline geleceğini düşünmüştü. Kitapla sağlanan iletişimi medyanın sağladığı iletişimle alt etmek... Kehanet gibi.

Küçük kırmızı kitapla resmedilmiş
sınıf temsilcileri,
alegorik bir temsil.
J. -C. C. : Nazilerce yakılan kitaplardan Mao’nun Küçük Kırmızı Kitap’ına ve bir milyar insandan oluşan bir halkı birkaç yıl boyunca ayağa kaldıran o şevke nasıl gelindi?

U. E. : Mao’nun dâhiyane fikri, Küçük Kırmızı Kitap’ı bir bayrak haline getirmekti öncelikle, bu bayrağı kaldırıp sallamak yeterliydi. İlle de okumak gerekmiyordu. Dahası, kutsal metinlerin başından sonuna okunmadığını bildiğinden, dağınık seçme parçalar, mantralar ya da dualar gibi ezberden söylenecek aforizmalar önerdi.

J-C. C. : Peki o noktaya nasıl gelindi, kırmızı bir kitabı havaya kaldırıp sallayan koca bir halkın, saçma olduğu aşikâr o saplantısına? Marksist, kolektivist o rejim, kitabı niye her şeyin üstünde tuttu?

U. E. : Kültür Devrimi’ne ve kitlelerin nasıl yönlendirildiğine dair hiçbir zaman tam olarak bilgi sahibi olamadık. 1971’de, Çin’de yayımlanan çizgi romanlarla ilgili kolektif bir kitap çalışmasına katıldım. Çin’deki bir gazeteci bir yığın malzeme toplamıştı, bizse bu malzemeden bihaberdik. İngiliz tarzını taklit eden çizgi romanlardı bunlar ama fotoromanlar da vardı. Kültür Devrimi’nden kalma bu eserlere bakarak, o zamanlar Çin’de olup bitenleri talimin etmek kesinlikle imkânsızdı. Aksine, pasifi her türlü şiddet biçimine karşı, hoşgörüye ve karalıklı anlayışa zemin hazırlayan eserlerdi. Aynı şey Küçük Kırmızı Kitap’ta da oldu, şiddet içermeyen bir simge gibi görünüyordu. Doğal olarak, O küçük kitabın yüceltilmesi, öbür bütün kitapların ortadan kaybolması anlamına geliyor denmiyordu.

Son İmparator'dan bir sahne
J. -C. C. : Bertolucci’nin Son İmparatorunun çekimi sırasında Çin’deydim. Üç haber yapıyordum. Biri filmin kendisi üstüne, bir diğeri Cahiers du Cinema dergisi adına Çin sinemasının yeniden doğuşu üstüneydi, sonuncusuysa bir Fransız müzik dergisinin isteği üzerine geleneksel Çin müzik aletlerinin çalınmasının yeniden öğrenilmesiyle ilgiliydi. En unutulmayacak buluşmam, Geleneksel Müzik Aletleri Enstitüsü’nün müdürüyle olandı. Kültür Devrimi sırasında, bu aletleri çalmaktan tam olarak nasıl vazgeçildiği sorusunu yönelttim ona. Az çok özgürce konuşabilmeye daha yeni başlıyordu. Önce enstitüyü kapattıklarını ve kütüphaneyi yok ettiklerini anlattı. Belki de hayatı pahasına, bazı çalışmaları taşradaki kuzenine yollayarak kurtarmayı başarmış. Kendisine gelince; köylü gibi çalışması için onu bir köye göndermişler. Bir uzmanlık alanı olan ya da başkalarından farklı bir şeyler bilen herkes etkisiz hale getirilmeliymiş. Devrimin temel ilkesiymiş bu: Her bilginin ardında saklı bir güç vardır, dolayısıyla bilgiden kurtulmak gerekir.

Bu adam köylülerin arasına geldiğinde, kazma kürek kullanmayı bilmediğini hemen anlamışlar. Sen en iyisi evde kal, demişler. Ve bu adam, geleneksel Çin müziğinin en büyük uzmanı, bana şöyle dedi: “Dokuz yıl boyunca domino oynadım. ”

Dört beş yüzyıl önce Amerika kıtasındaki İspanyollardan ya da Haçlı Seferleri sırasında Hıristiyanların işlediği katliamlardan bahsetmiyoruz. Hayır. Yaşarken gördüğümüz bir şeyden bahsediyoruz. En kötü şey ille de arkamızda kalmış olan değildir. Historia universal de la destrucciön de libros (Kitap Kıyımının Evrensel Tarihi) adlı çalışmasında, Femando Bâez, Bağdat Kütüphanesi’nin yıkılmasından söz eder, bunun tarihi de 2003’tür. Kaldı ki, Bağdat’ta bir kütüphanenin yıkılmak istenmesi ilk defa olmuyor. Daha önce de Moğollar bunu yapmaya uğraştılar. Defalarca istila edilmiş, defalarca yağmalanmış topraklar oralar, buna rağmen o topraklarda küçük filizler yeniden yeşermiştir sonunda. X. , XI. ve XII. yüzyıllarda, en parlak uygarlık kesinlikle Müslüman uygarlığıydı. Ne var ki, apansız, iki yandan birden saldırıya uğradı. Bir yanda Hıristiyan Haçlı Seferleri ve İspanyada başlayan reconquista [İspanya'daki Yahudi ve Müslüman varlığını ortadan kaldırmayı amaç edinmiş akım, Katoliklerin politikası- Yeniden Fetih] öbür yanda XIII. yüzyılda Bağdat’ı alan ve şehri yerle bir eden Moğollar. Moğollar, daha önce de söyledik, gözleri hiçbir şey görmeden yıkıp yok ettiler, fakat Hıristiyanlar da onlardan daha saygılı davranmadı. Bâez, Hıristiyanların Kutsal Topraklar’da kaldıkları süre zarfında üç milyona yakın kitabı imha ettiklerini anlatır.

U. E. : Gerçekten de Kudüs, Haçlılar şehre girdikten sonra neredeyse tamamen yıkılmış.

J. -C. C. : Aynı şey, XV. yüzyılın sonunda, İspanyada reconquista’nın gerçekleşmesiyle oldu. Kraliçe Kastilyalı Isabel’in danışmanı Cisneros, Granada’da buldukları, Müslümanların eseri olan bütün kitapları yaktırmış, yalnızca birkaç tıp kitabına dokunmamış. Bâez, o devrin Sufî şiirlerinin yarısının o zaman yakılmış olduğunu söylüyor. Kitaplarımızı yok edenlerin başkaları olduğunu her zaman öne sürmemeliyiz. Bilginin ve güzelliğin imha edilmesinde bizim de çok büyük payımız var.
Ardı ardına bu kadar çok felaketi saydıktan sonra biraz neşelenelim; kitap düşmanlarının olması o kadar şaşırtıcı değil, asıl şaşırtıcı olan bu düşmanların bizzat kitap yazanlar arasından çıkması. Üstelik pek uzağımızda da değil. Philippe Sollers Fransa’da, 1968 hareketleri çevresinde, bir Öğrenci-Yazar Eylem Komitesi’nin olduğunu hatırlattı, ben bilmiyordum ama epey gülünç görünüyor. Bu komite, geleneksel öğrenime ateşli bir şekilde karşı çıkıp (buna karşı çıkmak o dönemde mecburiydi) “yeni bir bilgi” çağrısında bulunmuş, lirizmi de elden bırakmadan. Maurice Blanchot, özellikle kitabın ortadan kalkmasına çağrıda bulunan bu komitede mücadele etmiş, bilgiyi tutsak etmekle suçlanmış kitap. Kelimeler kitaptan, nesne olarak kitabın boyunduruğundan kurtulmalı, kaçmalıymış. Kaçıp da nereye sığınacak? Belirtilmemiş. Ama gene de şöyle şeyler yazmışlar: “Kitaplar olmasın, bir daha asla kitaplar olmasın!” Bu sloganları yazıp haykıranlar yazarlarmış!

U. E. : Kitap yakılan odun yığınlarıyla ilgili son bir şey söylemek adına, kendi eserlerini yakmak isteyen ve kimi zaman bunu başarmış yazarların isimlerini anmalıyız burada...

J. -C. C: Yaratılmış olanı yok etmeye yönelik bu tutku, ruhumuzun en derinlerindeki dürtüler hakkında bir şeyler söylüyor şüphesiz. Kafka’nın, ölürken, eserini yakmak için duyduğu delice arzuyu düşünelim. Rimbaud Cehennemde Bir Mevsim’i yok etmek istemiş. Borges ilk kitaplarını gerçekten yok etti.

U. E. : Vergilius, ölüm döşeğindeyken, Aeneis’in yakılmasını istemiş! Bu yok etme hayallerinde, dünyanın yeni bir başlangıcını muştulayacak olan ateşle yok etmeye dayalı arketipik düşüncenin olup olmadığını kim bilebilir? Ya da, ben ölüyorum ve benimle birlikte dünya ölüyor düşüncesi... Dünyayı ateşe verdikten sonra intihar edecek olan Hitler’in bulunduğu nokta buydu...

J. -C. C. : Shakespeare’de, Atinalı Timon ölürken, şöyle haykırır: "Güneş sakla ışıklarını; Timon yok artık yarın!” Dışladığı bu dünyanın bir kısmını kendisiyle beraber, kendi ölümüne sürükleyen kamikazeyi düşünebiliriz. Ama şu da var ki, ister uçaklarıyla Amerikan filosunun içine dalan Japon kamikazeleri, ister intihar saldırıları gerçekleştirenler olsun, mesele daha ziyade bir dava için ölmekte. Tarihin ilk kamikazesinin Samson olduğunu söylemiştim bir yerde. Hapsedilmiş olduğu tapınağı yıkıp çok sayıda Filistinliyi de kendisi gibi yıkıntının altında bırakarak ölür. İntihar saldırısı hem suç hem cezadır. Bir dönem, Japon yönetmen Nagisa Oshima’yla birlikte çalıştım. "Her Japon, hayat yolunda, bir an gelir, intihar fikrinin ve eyleminin mutlaka çok yakınından geçer, ” demişti bana.

U. E. : Guyana’da bin kadar müridiyle birlikte Jim Jones'un intiharı; 1993’te Waco’da, Davidyen Tarikatı mensuplarının toplu ölümü de böyledir.

J. -C. C. : Corneille’in Polyeucte’ünü arada sırada yeniden okumak lazım. Roma İmparatorluğunda din değiştirip Hıristiyanlığa geçmiş birini çıkarır sahneye. Polyeucte din şehidi olmaya giderken karısı Pauline’i de yanında sürüklemek ister. Ona göre bundan daha yüce bir yazgı yoktur. Ne düğün hediyesi ama!

J. -P. de T. : Bir eser yaratmak, yayımlamak, tanıtmak gelecek nesillere kalmanın ille de en iyi yolu değil, bunu anlamaya başlıyoruz...

U. E. : Gerçekten öyle. Kendini tanıtıp ününü yaymak için, yaratma eylemi var elbette (sanatçılarınki, imparatorluk kurucularınki, düşünürlerinki). Fakat yaratma gücü yoksa kişide, o zaman geriye yok etmek kalır: bir sanat eserini ya da bazen kendini. Herostratos’u ele alalım. Geleceğe kalmasının sebebi, Efes’teki Artemis Tapınağı’nı yok etmiş olması. Sırf ismi geleceğe kalsın diye tapınağı yaktığı bilindiğinden, Atina yönetimi isminin bir daha ağza alınmasını yasakladı. Yeterli olmadı elbette. Kanıtı da, Efes’teki tapınağın mimannın ismini unuttuğumuz halde, Herostratos’unkini aklımızda tutmamız. Herostratos’un sayısız mirasçısı var elbette. Bunlar arasında televizyona çıkıp karılarının onları boynuzladıklarını anlatan bütün o insanları anmak lazım. Özyıkımın tipik bir biçimi. Her şeye hazırlar, yeter ki gazetelerin birinci sayfasına çıksınlar. Kendisinden söz edilsin diye sonunda yakalanmak isteyen serial killer'ın durumu da böyle.

J. -C. C. : Andy Warhol bu arzuyu, o meşhur famous for fifteen minutes [onbeş dakikalık ünlü] deyişiyle dile getirmişti.

U. E. : Televizyonda kameraya çekilen kişinin arkasındaki adamı, iyice görüldüğünden emin olmak için elini kolunu sallamaya iten de bu aynı dürtü. Bize alıkça geliyor ama o an, onun şan şöhret anı.

J. -C. C. : Yayın sorumluları, sık sık uçuk kaçık öneriler alırlar. Canlı yayına gelip kendilerini naklen öldürmeye hazır olduklarını ileri sürenler var hatta. Ya da acı çekmeye, kırbaçlatmaya, hatta işkence görmeye. Yahut da karılarını başka biriyle sevişirken göstermeye. Çağdaş teşhircilik biçimleri hiçbir sınır tanımıyor âdeta.

U. E. : İtalyan televizyonunda “La Corrida” diye bir program var, zincirinden boşanmış bir seyirci kitlesinin yuhalamaları eşliğinde kendilerini ifade etmeyi teklif ediyor meraklılara. Her biri oraya çıktığında canına okunacağını biliyor, böyle olduğu halde programı hazırlayanlar her seferinde binlerce adayı geri çevirmek zorunda kalıyorlar. Yetenekleri konusunda kendilerini kandıranlar pek az, fakat milyonlarca kişi tarafından seyredilmek için bir tek şans sunuluyor onlara, bu yüzden de her şeye hazırlar.

Umberto Eco - Jean-Claude Carriere, Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın, Söyleşiyi yöneten: Jean-Philippe deTonnac, Can Yayınları, 2010

Notlar DK
*Piktogram ya da piktograf bir eşyayı, bir objeyi, bir yeri, bir işleyişi, bir kavramı resmetme yoluyla temsil eden semboldür. Bu sembollere dayalı yazı sistemine "piktografi" denir. Piktogram zaman zaman ideogram ile karıştırılır, ideogramda da resmetme yolu kullanılıyorsa da ideogram denilen işaret, yalnızca bir fikri ifade eden semboldür.

** Kuleşov deneyi (Kuleshov effect)

Sinema Sovyet yönetmeni ve kuramcısı Lev Kuleşov'un, kurgunun temel işlemlerini ve kurgu kuramının dayandığı ilkeleri ortaya koyan deneyleri. (Bunlar, özellikle, çekimler arasındaki ilişkiyi ortaya koyan, çekimlerin şu ya da bu yolda sıralanışına göre çekimlerin ortaya çıkardığı bütünün başka başka anlamlar kazanabileceğini gösteren deneyler ile başka başka yerlerde ve zamanlarda çevrilmiş çekimlerle filmsel uzay ve zamanın yaratılabileceğini kanıtlayan deneylerdir). BSTS / Sinema ve Televizyon Terimleri Sözlüğü 1981

*** Heretikler için şunlara da bkz. 
Bogomiller

17 Şubat 2018 Cumartesi

Faşizmin Doğuşu

Faşizmin Doğuşu


Murat Sarıca - Rona Aybay
https://www.discogs.com/Fasci-Di-Combattimento-Camicie-Nere/master/815603
1914 -1915 yıllarında İtalya'da kendilerine Fasci di combattimento » adını veren bir takım topluluklar ortaya çıkmıştı. Bu toplulukların amacı İtalya'nın Birinci Dünya Savaşına katılmasını sağlamaktı. Bunun için, İtalya'nın savaşa katılmasını istemeyenlere karşı zora başvuruyorlar ve karışıklıklar çıkarıyorlardı.


İtalya tarihinde 1893 de Sicilya'da «fasci» adı altında ortaya çıkan, sonuçsuz bir köylü hareketi de vardır. Ama faşizmin kaynağı, «fasci di combattimento» hareketidir. İtalya’nın Birinci Dünya Savaşına girmesini sağlamak için çalışan bu toplulukların yöneticilerinin çoğu, savaştan sonra faşizm hareketinin de yöneticileri olmuşlardır. Nitekim sonradan İtalyan Faşizminin bir numaralı adamı olan Mussolini de bu topluluklarda çalışmıştı.

Mussolini, siyasete ilk olarak bir sosyalist partisi üyesi olarak atılmıştır. Mussolini, Sosyalist Partisi içinde kendine iyi bir yer sağlamış ve partinin başlıca gazetesi olan «Avanti» nin başyazarlığına kadar yükselmiştir.

1914 sıralarında Sosyalist Partisi İtalya’nın savaşa katılmasına karşı idi. Nitekim Mussolini de 1914 Ağustosundan Ekimine kadar Sosyalist Partisinin harbe karşı açtığı kampanyaya katıldı. Ama daha sonra, Bolonya'daki bir parti toplantısında, İtalya'nın savaşa girmesinden yana olduğunu açıkladı. Mussolini’nin bu düşüncesine, Sosyalist Partisi içinde hemen hemen hiç kimse katılmamıştı. Bu durumda Mussolini'ye Sosyalist Partisinden istifa etmek düşüyordu. Mussolini de istifasını verdi.

Mussolini'yi, 15 Kasım 1914'te Popolo d'İtalia gazetesinin başında görüyoruz. Mussolini, Popolo
d'İtalia'da yayınlanan yazılarıyla, İtalya'nın savaşa katılmasının yerinde olacağını savunuyordu. O sıralarda, Fransa ve İngiltere, İtalya’nın kendi yanlarında savaşa katılmasını sağlamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu yüzden, Popolo d'İtalia gazetesinin Fransız sermayesiyle kurulduğu söylenir.

İtalya, 25 Mayıs 1915 de Avusturya - Macaristan'a savaş ilan etti. Böylece Birinci Dünya Savaşına, İngiltere ve Fransa'nın yanında katılmış oldu.

Savaşın bitmesinden sonra, Mussolini eski askerleri, işsizleri, esnafları, bazı işçileri ve üniversite öğrencilerini yine fasci di combattimento'larda toplamıştı. Bu toplanmayı sağlayan etmenler, belirsiz bazı reform istekleri, aşırı milliyetçilik ve özellikle sosyalist komünist hareketine karşı savaş düşüncesiydi.

Bu yıllar, İtaya için büyük güçlükler, sıkıntılar ve uzlaşmaz çekişmeler yıllarıydı. Savaş sonrası, birçok ekonomik sıkıntılar getirmiş, savaştan dönen eski askerler işsizlikle karşılaşmışlardı. Para değeri günden güne düşüyordu. Bu durum, işçilerle kapitalistler arasındaki çekişmeleri arttırıyordu.

1848 tarihli Anayasanın sağladığı sınırlı monarşi ve liberal demokratik kurumların yetersizliği açıkça ortaya çıkmıştı.

Savaş sırasında, savaşın gereklerini sağlayabilmek için geniş bir üretime geçen endüstriyi barış ekonomisine uydurmak, çözümü çok güç bir sorundu. Öte yandan, İtalyanlar, uluslararası konferanslarda ileri sürdükleri isteklerin kabul edilmemiş olmasından dolayı da umutsuzluğa düşmüşlerdi. Bilindiği gibi, İtalya, müttefiklerin yanı sıra Birinci Dünya Savaşına katılmıştı. Ama zaferde kendilerinin de bir payı olduğuna inanan İtalyanlar, barış konferanslarında ileri sürdükleri istekleri elde edememişlerdi. İtalyan halkı, savaşta müttefikleri olan Fransız ve İngilizlerin, barışta kendilerini aldattığına inanıyordu. İtalyanlara göre, İtalya savaşta zaferi sağlamış, ama barış konferanslarında yenilgiye uğramıştı.

İç ve dış politikada başarısızlığa uğrayan hükümetin otoritesi sarsılmıştı. Bütün bunlar, sosyalistlerin günden güne kuvvetlenmesine yol açıyordu. Çünkü Sosyalist Partisi İtalya’nın savaşa girmesine, baştan beri karşıydı. Savaşın getirdiği sıkıntılar, sosyalistleri haklı çıkarıyordu. Sosyalistler, İtalya’nın savaşta sanki bir yenilgiye uğramış olduğunu ve bu durumun Rusya'da olduğu gibi bir devrime yol açacağını ileri sürüyorlardı.

İtalyan Sosyalist Partisi, 1919 Kasımında yapılan genel seçimlerde büyük bir başarı sağladı. Sosyalist partisi gerçekte 500'ü aşan sandalyeden sadece 156’sini kazanmıştı ama en çok oy alan ve en çok sandalyesi olan parti de Sosyalist Partisi idi.

Sosyalist Partisi milletvekilleri Parlâmentonun ilk toplantısına, yakalarına birer kırmızı karanfil takarak girmişler ve Kral açış söylevini vermek üzere içeri girer girmez hep birden dışarı çıkmışlardı.

Sosyalistler, devrimci tutumlarını her yerde gösteriyorlardı. 1920 yılının Eylülünde Kuzey İtalya'da işçilerin fabrikalara el koyması, başlamış bulunan karışıklığı daha da arttırdı. Yarım milyon işçi 600 fabrikayı ele geçirerek silahlı koruyucularla sardılar, denetleme komisyonları kurdular. Bir İtalyan yazarı o çağı şöyle anlatıyor: «Bankerler, büyük endüstriciler ve büyük toprak sahipleri sosyal devrimi kurbanlık koyun gibi bekliyorlardı.»

Ama Sosyalistler için başarı ile başlayan, fabrikalara el koyma kampanyası başarısızlıkla sonuçlandı. Sosyalistler bu yolla iktidarı ele geçirememişlerdi. Bu hareket artık elinden fırsatı kaçırmıştı. Sosyalist Partisi içinde bölünmeler ortaya çıktı. 1921’de Komünistler, 1922’de de Reformcular, Sosyalist Partisi içinde ayrı bölükler olarak görülüyorlardı.

Sosyalist Partisi, barışın kurulduğu 1918 yılından, emekçilerin fabrikalara el koyduğu 1920 Eylülüne kadar İtalyanın tek sağlam örgütlü ve halkça tutulan partisi olduğu halde, niçin iktidara gelememişti? Bunun nedenleri neydi?

İtalyan sosyalist yazarlarından Pietro Nenni, İtalya’nın o sıralarda içinde bulunduğu durumu şöyle yorumlamakta ve Sosyalist Partisinin iktidara gelememesini şöyle açıklamaktadır: 
«Sosyalistler, ülkenin bütün ilerici ve halkçı güçlerini kendi çevrelerinde toplayabilecek yetenekten yoksun bulunuyorlardı. Emekçiler, geniş halk yığınlarının çıkarlarını temsil edecek ve öncü olabilecek olgunluğa erişememişlerdi. Sosyalist Partisi, kendini 1915 yılının polemik havasından kurtaramamıştı. Hala, savaşa girmekten yana olanlar (interventista) ile tarafsızlıktan yana olanlar arasındaki çekişmeleri sürdürüyordu. Oysa savaş artık bitmiş, yeni sorunlar ortaya çıkmıştı.
 Ayrıca, Sosyalist Partisinin gerçekleştirmek istediği şeyler konusunda belirli ve kesin bir programı da yoktu. Sosyalistlerin Reformcu kolu, Cumhuriyetin ve parlamenter bir demokrasinin kurulması dışında belirli bir istek ileri sürmüyordu. Bir grup sosyalistler ise, elde edilebilecek olan her şeyi koparmaktan yanaydılar. Bunlar Sosyalist Partinin Maximalist grubuydu. Maximalistler, proletarya diktatörlüğünü endüstri işçilerinin tek başlarına gerçekleştirebilecekleri gibi dogmatik bir görüş içindeydiler. Komünistler ise, gözlerini Moskova'ya çevirmişlerdi. İçinde bulundukları koşulları kavramaktan uzaktılar.
 Öte yandan, endüstri işçileri ile tarım işçileri arasında da kuvvetli bağlar kurulamamıştı. Özellikle, endüstri işçileri ile yarıcılar ve küçük toprak sahipleri arasındaki bağlar yok gibiydi. Ülkenin kuzeyindeki ve güneyindeki hareketler birbirinden ayrı olarak gelişiyordu. Kısacası, sosyalist hareket birlikten yoksundu.
 İtalyan sosyalistleri, liberal demokratik düzenin işlemesine engel olabilecek güçte olduklarını göstermişlerdi. Ama bu düzeni yıkıp yerine yeni bir düzen de kuramıyorlardı, güçleri buna yetmiyordu.
 Bu durumda, İtalya’yı üçüncü bir çözüm yolu bekliyordu. Bu da sağcı bir diktatörlük getiren karşıdevrim olacaktı.»

Karşı - devrimi yapacak olan faşistler, bir sosyalist devrimi olacağı konusunda uyanan korkuları durmadan işliyorlardı. Faşistler, özellikle, sosyalist devrim korkusunun en yaygın olduğu orta sınıflar üzerinde etkili oluyorlar ve büyük sermayedarlardan yardım görüyorlardı.

İşçilerin fabrikalara el koyması karşısında hükümetin güttüğü politika bir «karışmama» politikasıydı. Bu arada, çoğu Katolik olan işçilerin de başladıkları hareketi sonuna kadar götürmekten çekindikleri, devrimci gücü yitirdikleri göze çarpıyordu.

Bu olaylar işçi sınıfının devriminden korkan sınıfları birleştirmişti. Hükümet ve liberal burjuva çevreler, Faşistlerin kuvvetlenmesini, sosyalist devrimi önleyecek bir çare olarak görüyorlar ve kendi yararlarına kullanmak istiyorlardı.

Faşizmin iktidara gelmesinin, hükümet otoritelerinin yardımı ve desteği ile olduğunu faşistler de kabul etmişlerdir. Özellikle, mahkemeler ve polis örgütü, faşistlerin korkutma ve sindirme hareketlerini hoşgörü ile karşılamışlardır. 1920’de, liberal Giolitti kabinesi faşist saldırganlıklarının, sosyalist ve komünistlerin kuvvetini kıracağını düşünüyordu. Bu yüzden ordu kumandanlarının faşistlere silâh ve kamyon vermelerine ve emekli subayların onlara kumanda etmelerine göz yumdu.

O zamana kadar pek adları duyulmamış olan faşistler yavaş yavaş gelişmeye başladılar. Başlıca dayanakları komünizm korkusu olan faşistler, sürekli olarak korkutma hareketlerine girişiyorlardı. 1921 yılı Ocak ayında Bolonya'da Sosyalist Partisi merkezini basarak yaktılar. Bu olaydan ve polisin bu işe karışmamasından güven kazanan zengin sınıf, faşistlere yardımı daha da arttırdı.

Faşistler düzenli bir örgüt kurarak, yakıp-yıkmalarına devam ettiler ve güçleri günden güne arttı.
1919 da Parlamentoda bir tek üyesi olmayan faşistler, 1921 seçimlerinde 35 sandalye kazandılar. Bu büyük bir başarı değildi. Faşistler için de normal seçim yolları büyük bir önem taşımıyordu.

Faşistler için önemli olan, parlâmento dışı yollardı. Zor kullanarak ve korkutarak mahalli yönetimleri ele geçirmek onlar için daha önemliydi. Polisin göz yummasından yararlanan faşistler, sosyalist toplantılarını dağıtıyor, sendika çalışmalarına engel oluyorlardı. Ayrıca, faşistler işçi sendikalarına sızmak yoluyla da başarı sağlıyorlardı.

O günlere değin az çok dağınık olarak çalışan faşistler, daha sıkı bir birlik kurabilmek için 1921 Kasımında Roma'da bir toplantı yaptılar. Bu toplantıda, sıkı disiplinli «Ulusal Faşist Partisi» kuruldu.

Faşistler, orta sınıftan daha çok destek sağlayabilmek amacıyla bir program yayınladılar. Bu programda, üretimin arttırılması üzerinde duruluyor ve orta sınıfa verilen önem belirtiliyordu.

1921 Aralık ayında Bolonya'da bir komün meclisi toplantısında çıkan bir karışıklıkta, muhariplerin temsilcisi savaş sakatı Giordani tabancayla öldürüldü. Faşistler, Giordani'yi öldürenlerin sosyalistler olduğu düşüncesini yayarak, kendi güçlerini arttırmaya çalışıyorlardı.

Faşistlerin kuvvetli bir milis örgütü vardı. Silahlı faşist milisleri her yerde korkutma ve sindirme hareketlerine girişiyorlardı.
Roma'ya doğru yola çıkan Faşistler

Hükümet, düzeni sağlayamaz bir duruma girmişti. Faşistler, 1922 Ekiminde Roma'ya yürüyeceklerini bildirdiler. Binlerce faşist Roma'nın kuzeyinde Civitaveccia'da toplandılar.

Buna karşı, normal olarak parlâmento desteğini sağlamakta güçlük çeken Başbakan Facta güvenliği ve düzeni kurması için 28 Ekim günü parlâmentoda desteklendi. Hükumet, düzeni sağlamaya kararlı olduğunu belirten bir bildiri yayınladı. Bütün bakanların imzasını taşıyan bu bildiri Roma sokaklarında duvarlara yapıştırıldı.

Öte yandan, ajanslar sıkıyönetimin ilân edilmek üzere olduğunu ve bütün yönetimin askerî otoritelere geçeceğini de bildiriyorlardı.

Roma yürüyüşüne katılmayıp, Milano'da sonucu bekleyen Mussolini, hareketin başarıya ulaşamamasından kuşkulanmaya başlamıştı. Ama bir kaç saat içinde durum değişti. Çünkü Kral, hükümetin düzenlediği sıkıyönetim kararnamesini imzalamaktan kaçınmıştı.

Bu durumda, Roma'ya yürüyecek faşistlerin önünde bir engel kalmamış oluyordu. 29 Ekimde 50 bin faşist milisi Roma'ya girdi. Roma yürüyüşünü yapan faşistler, altı generalin komutası altında bulunuyorlardı. Kral, hükumeti kurmak üzere Mussolini'yi çağırdı. Milano'da sonucu bekleyen Mussolini, Kralın çağrısını alınca «yarın İtalyanın bir kabinesi değil, bir hükumet olacaktır! » diyerek bunu kabul etti. Mussolini, bu sözüyle, parlamenter rejimi ve onun bir öğesi olan kabineyi küçümsediğini gösteriyor, kendisinin sağlam ve güçlü bir «hükumet» kuracağını anlatmak istiyordu.

Mussolini'nin ilk kabinesinde sadece dört faşist bakan vardı. Mussolini kabinesi 90'a karşı 275 oyla güveni sağladı. Mussolini'nin ilk önemli yasa tasarısı, seçim yasasının değiştirilmesi konusundaydı. Bu tasarıya göre, oyların en az % 25'ini almış olmak şartıyla, en fazla oy kazanan parti, meclisteki Sandalyelerin üçte ikisini elde etmiş olacaktı. Meclisteki sandalyelerin geri kalan üçte biri aldıkları oy oranına göre, öbür partiler arasında paylaşılacaktı. Parlamento, bu tasarıyı kabul etti.

Meclisin feshi üzerine, 1924 Nisanında yeni genel seçimler yapıldı. Faşist Partisi bu seçimde, aktif propaganda ve parti milisinin yasa dışı çalışmalarının etkisiyle şaşırtıcı bir başarı sağladı. Faşistler oyların hemen hemen üçte ikisini aldılar. Ancak, faşistlerin sağladığı bu çoğunluk, muhalefet partileri milletvekillerinin Parlamentoda hükümeti tenkit etmelerine engel olamadı. Mussolini, bütün iktidarı
Hükümette toplamak istiyordu.

Parlamento'da faşistlerin bu isteklerine karşı koyan ve 1924 seçimlerinde yapılan yolsuzluklara açıklayan milletvekilleri arasında özellikle sosyalist milletvekili Matteotti göze çarpıyordu. Matteotti, meclis kürsüsünde, faşist milletvekillerinin bütün saldırmalarına karşın seçimlerdeki yolsuzlukları parlak bir biçimde ortaya koydu. Seçimlerin yenilenmesini istedi.

1924 Haziranında Matteotti öldürüldü. Polis buna seyirci kaldı.

Bu olay üzerine, İtalya'da yine karışıklıklar çıktı. Muhalefet grupları parlamentodan çekildiler.

Mussolini tutumunu sertleştiriyordu. Muhalefet arasında ayrılıklar çıkmasından da yararlanarak faşist yönetimi tam olarak gerçekleştirme yoluna girdi. Basına sansür konuldu, muhalefet ezildi.

1925 den başlayarak artık Mussolini'nin fiilen gerçekleşen diktatörlüğünü hukuken de gerçekleştiren bir sıra yasa çıkarıldı. Ama 1848 Anayasası ve krallık rejimi görünüşte yine yürürlükte kaldı.

Mussolini’nin 1929 da Katolik Kilisesi ile anlaşmayı gerçekleştirmesi faşizmin siyasî gücünü arttırdı. Faşizmle kilise arasındaki anlaşmazlık da böylece ortadan kalkmış oldu.

Faşist yönetim altında İtalya Habeşistan’a savaş açtı. Saldırganlık, faşist dış politikasının temel ilkesi oldu. İtalya, İkinci Dünya Savaşına Almanya’nın yanında katıldı.

İkinci Dünya Savaşının İtalya’nın yenilgisiyle sona ereceğinin açıkça belli olduğu bir sırada, 1943’te Mussolini görevden uzaklaştırıldı. Kral onun yerine Müttefiklerle İtalya’nın teslim anlaşmasını yapan Mareşal Bodoglio'yu tâyin etti.

Mussolini, nezaret altına alındığı bir dağ otelinden Alman paraşütçülerince kaçırıldı. Almanların desteğiyle, İtalya’nın kuzeyinde, başında Mussolini’nin bulunduğu «Cumhuriyetçi Faşist Partisi» kuruldu. 1945 Nisanında, Mussolini’yi İtalyan partizanları ele geçirdiler ve öldürdüler.

Böylece, yirmi yıldan fazla bir süre İtalya’yı tek başına yöneten Mussolini ortadan kalkmış oldu. İkinci Dünya Savaşından sonra İtalya'da cumhuriyet kuruldu. 1948 İtalyan Anayasası Faşist Partisinin ne biçimde olursa olsun yeniden kurulmasını yasak etti. Anayasanın «Geçici ve Son Hükümler»  bölümündeki XII. maddesi faşist rejimin sorumlu şeflerinin, kanunla, beş yıllık bir süre için seçme ve seçilme haklarından yoksun bırakılabileceklerini de belirtmiştir.


Murat Sarıca & Rona Aybay, Faşizm, İzlem Yayınları1962, s. 13-24

20 Ekim 2017 Cuma

Meşrutiyet'in İlanı Sırasında Bir Subay Kürtlere Sesleniyor

Meşrutiyet'in İlanı Sırasında Bir Subay Kürtlere Sesleniyor

Jandarma Yüzbaşısı Mahzar Efendi 
Peyman, Diyarbakır
1908



Kürtler, İT [İttihat Terakki] döneminde Meşrutiyet adıyla bir de Kürt mektebi açarlar. Burada, Osmanlıcılık egemen ve etkendi.

Dönemin etkin Kürtlerinden olan Bediüzzaman Said-i Kürdi, Meşrutiyet ilan edildiğinde, Sadaret (Başbakanlık) yoluyla Kürt aşiretlerine çektiği telgraflarda, onların "Meşrutiyet"e sahip çıkmalarını istiyordu ve en çok "biz" (Kürtler) mutlakıyetten zarar görüyoruz diyordu. Kürt hamallara da benzeri çağrılarda bulundu. Bir yıl geçmeden Said-i Kürdi karşıt konum aldı. Bu, dinsel duygulardan ötürü olmalı.

I. Dünya Savaşı içinde Talat Paşa, Seyyid Abdülkadir'in Rusya'ya karşı, Kürdistan'a gidip ayaklanma başlatmasını istedi. Seyyid Abdülkadir'in gizlice Rusya ile anlaşarak hareket ettiğini Rus tarihçi Lasaref söylüyor.

Diyarbakır'daki İT'cilerin yardım ve özendirmeleri ile Diyarbakır Vilayet Matbaası'nda basılan Peyman gazetesindeki yazıların çoğunu İT'liler yazdı ve bunlarda Kürtlerin konumlarına ilişkin ilginç belirlemeler yer aldı.

Meşrutiyet'in ilanı üzerine, 79 tutuklu ve hükümlü af yasasından yararlanacaktır. Jandarma Yüzbaşısı Mahzar Efendi bir konuşma yapar ve Peyman'ın sorumlu müdürü de konuşmanın Kürtçe’sini yineler. Kürtleri bekleyen daha demokratik ve modern yaşamı dile getirirler. Kürtçe yazıların Ziya Gökalp tarafından yazıldığı iddia edildi.

1908 yılı özgürlük ve görece demokrat arayış ve çaba yılıdır. Özellikle Diyarbakır'da bu anlayışla, ileri görüşlü şeyler yazıldı ve söylendi. Yaşanan durumu ve geleceğe ilişkin beklentileri göstermesi bakımından bu konuşma ve yazıyı önemli gördüğüm için aktarmak istedim:
Kardaşlar!
Bugün nasıl bir gündür biliyor musunuz? Bugün aff-ı umumi günüdür, bugün büyük bir bayramdır. Şimdiye kadar böyle bir gün görmemişsiniz. Bu mübarek günün kadrini biliniz, sizin için bilmesini şiddetle lazım gelen diğer bir şey daha vardır. O da ne için hapsolmuş olduğunuzu bilmektir. İşte ben bu hususu size bildireceğim. İçinizde kiminiz ağalık yüzünden hapse girmişsiniz. Evet ağalık, fukarayı soymaksızın yapılmaz. Soymak ise korkutmaksızın, öldürmeksizin icra olunmaz.


Meşrutiyet ağalığı lağvetti, beyliği kaldırdı. Bugünden itibaren beyle hamal  birdir. Ağalık yoktur. Aşiret yoktur. Hayır, hayır aşiretlik var fakat eskisi gibi değildir. Şimdi her millet bir aşirettir. Biz de Osmanlı Aşiretiyiz. Artık Milli, Silivi, Zırıki, Pencinari, Reşkoti yoktur. Yalnız Osmanlı vardır. Biz bütün Osmanlılar birbirimizin kardeşiyiz, yoldaşıyız. Dekşuri, Hewerki yoktur. Xelil Begi, İsa Begi yoktur. Sıleman Begi, İsmail Begi yoktur. Karşı karşıya yalnız Osmanlı ile Yunanlı vardır. Bizim aşiretimiz Osmanlılıktır. Moskof, İngiliz, Fransız gibi diğer aşiretler dostlarımızdır. Alman, Nemse (Avusturya), İtalya gibi aşiretler ise bunlara karşıdır. Aşiretimiz yani milletimiz evvelce zayıftı, şimdi kuvvetlidir. Niçin?

Çünkü o zaman Padişahımız Abdülhamit'ti. Abdülhamit bahtsızdı. Abdülhamit haindi, zalimdi. Bugün padişahımız Sultan Mehmet Reşat Han'dır. Sahib-i din ü imandır. Sahib-i baht ü vicdandır. Adildir. Adalet- efşandır. Doğrudur. Hami-i müstakimandır.


Biz şimdi büyük bir aşiretiz. İslam, Hıristiyan her kim gönülden vicdandan Osmanlı ise bizim aşiretimize mensubdur. Yalnız bir reisimiz ve babamız vardır ki o da Padişahımızdır. Ondan başka ne reis; ne beg, ne efendi ve ne aga yoktur. Kim ki ağa olmak, büyük olmak isterse iyilik yapsın, doğruluk göstersin.

Bazılarınız ağalar yüzünden hapse girdiğinizi de söylemiştim, evet doğrudur. Çünkü ağa dediğimiz adamlar bir takım avcılardır. Avcıların tazılara ihtiyaçları vardır. Bazıları ağaların emirleriyle adam öldürmüşler, hırsızlık etmişler, talan götürmüşler. Evet, bunları yapmışlar da öyle hapse girmişlerdir. Bazıları ise ağaların kurbanları olmuşlardır. Daha doğrusu kendi arazilerinin kendi servetlerinin yüzünden hapse girmişlerdir. Çünkü ağalar ve beyler kendilerinden başka hiçbir kimsenin arazi ve mülk sahibi olmasını, bağlara ve koyunlara malik olmasını çekmezler. Onların fikrince bütün arazi ve emlak ağalarındır. İşte bu sebeple bütün servet onların eline geçmiştir.

Kardaşlar, amcazadeler.
Arazi rencberlerindir. Koyun, keçi, bağ ve tarla köylülerindir. Beyler ve ağalar insaf etsinler. Fukaranın mallarını geri versinler. Bugünden itibaren herkes rençberlik ediniz, çift sürünüz. Birbirinizden vazgeçiniz. Buğz ve adaveti terk ediniz. İşinizle gücünüzle uğraşınız. Çiftlik Hz. Adem Aleyhüsselamın sanatıdır. Eskisi gibi askerlerden kaçmayınız. Askerlik Farıza-i Cihaddır. Kürtlerin aşiret hesabına gazveye gittikleri zaman "ölüm var, dönmek yok" derler. Halbuki aşiret döğüşleri şeytan işidir. Askerlik ise Allah içindir. Namusumuzu, dinimizi, vatanımızı muhafaza içindir. Bundan böyle yiğit olanların kendi gönül ve arzularıyla, şevk ve sevinçleriyle mukaddes (bir kelime okunmadı) gitmelidirler. Asker ya gazi ya şehittir. Her ikisi de büyük fazilettir. Indellah son derece makbuldur. Kışla kudsiyete mabed gibidir. Muharebe korkulacak bir yer değildir. Allahın hıfz ve himayesi doğrulara hami ve nigehbandır. Devr-i istibdadda olduğu gibi vergiye derd ü bela demeyiniz. Aşar ve ağnama zülm te'adi demeyiniz de, bunlar zekat-ı şeriyedir. Hepsi milletin ihtiyacına sarf olunacaktır. Her köyde medrese, mekteb lazımdır. Bilen insan kuvvetlidir. Bilmeyen adam zebundur. Okuyanlar bilenler kendilerini hapse sokacak hiçbir iş işlemezler. Mahpusların umumuna bakınız, hepsi cahildir. Hiçbiri okumak yazmak bilmez. Cahil oldukları için Allah'a karşı isyan, hükümete karşı tuğyan ederler. Cezaya müstehak olurlar. Kürdlerin yalnız bir derdi vardır, o da cehalettir. Bu derdi dermanı okumak yazmak ve dünyayı öğrenmektir. Bundan böyle Kürdçe kitaplar yazılacak, Kürdçe gazeteler neşrolunacak. Mekteblerde Kürd lisanıyla ilim ve marifet öğretilecek. O zaman Kürdler de zengin olacaklar, bahtiyar olacaklar, iyi yaşamak usulüne agah olacaklardır.

Vatan ve millet ne demek olduğunu bilecekler, anlayacaklar ki aşiret dedikleri şey vatan ve milletten başka bir şey değildir. Bütün Osmanlıların yalnız bir aşiret olduğunu hepsinin birbirine dost ve kardeş olduğunu idrak edecekler. Bilecekler ki düşmanımız ancak Yunan'dır. Girit, vatanımızın bir köşesi, canımızın bir parçasıdır. Biz hep askeriz. Ne zaman bizi [...] vazifeye canı gönülden Yunanlılara doğru hücum etmeye hazırız.

Kulak veriniz. Dikkatle dinleyiniz. Padişahımız, milletimize merhamet ettiler, sizi affettiler. Fakat gafil olmayın, unutmayın ki o günden itibaren artık katiyen af yoktur. Ceza gayet ağırdır. Katlin cezası darağacıdır. Bir daha pençe-i hükümetten firar etmek mümkün değildir. Hükümet kuvvet ve satvetine tamamiyle malik olmuştur. Nevm-i gafletten kamilen uyanmıştır. Bugünkü hükümet adildir. Artık fukaraya zulm yapılmaz ve katiyen meydan vermeyecek.

Yaşasın Padişahımız. Yaşasın millet, yaşasın hürriyet, yaşasın Meşrutiyet, yaşasın İttihat ve Terakki Cemiyeti.

Alıntılayan ve sunum Naci Kutlay, s: 98-100, II. Meşrutiyeti Yeniden Düşünmek içinde “İttihad Terakki ve Kürtler” makalesi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2009


 Aşağıdaki manzume de aynı tema çerçevesinde Ziya Gökalp tarafından yazılmış.
http://dergipark.gov.tr/download/article-file/8165