21 Ağustos 2010 Cumartesi

İngilizce nasıl dünya dili oldu ?

“Dilimizin hazinelerini yabancı sahillere gönderebilir miyiz? Batı ufkunda henüz tanımlanmamış ülkelere, bu en büyük gururumuzla ulaşabilir miyiz? Oraları bizim aksanımızla güzelleşir mi?”
Samuel Daniel’in 1590’lı yıllarda yazdığı şiirinde sorduğu bu soruların cevabını alamadan öldü. Aksan kısmı dışında rüyaları gerçek oldu. Bugün, batı ufkunda beliren dünyanın süper gücü İngilizce konuşuyor. Dünyada ana dili İngilizce olan 400 milyona yakın insan var. Çince ve İspanyolca’dan sonra üçüncü sırada ama etkisi onlarla kıyaslanmayacak derecede fazla. Yeryüzünde İngilizce bilen insan sayısının 1,5 milyarı aşkın olduğu tahmin ediliyor. 2020 yılında İngilizce konuşan ya da öğrenen insan sayısı 2 milyarı geçecek ve bunların sadece yüzde 15’ini anadili İngilizce olanlar oluşturacak.

Her toplumda, "why (neden)" diyenler de var, "why not? (neden olmasın)" diyenler de... Vay natçı Samuel Daniel ile de aynı dönemde yaşayanların çoğu için bu ulaşması imkansız bir rüyaydı. İngilizcenin bilinen ilk gramercilerinden Richard Mulcester, “Dilimiz İngilizce, bu adanın dışına yayılamaz” diye ahkam kestiğinde tarihler 1582’i gösteriyormuş. Bu söz söylendiğinde Şekspir 16 yaşında olmalı. Ama onun da İngilizce’nin yerine bakışı çok farklı değil. Venedik Tüccarı adlı eserinin kadın karakteri Portia, genç İngiliz Baron Falconbridge’den bahsederken, “Ona bir şey demiyorum. Ne o beni anlar ne de ben onu. Çünkü ne Latince biliyor, ne Fransızca ne de İtalyanca...” diye yakınıyor. İngilizce, 18’nci yüzyıla kadar Fransızca, Almanca, İspanyolca, Rusça ve İtalyanca’nın gerisindedir. Avrupa akademileri, İngilizce’den başka bir dil bilmeyen yazara, akademisyene acımaktalar.

Peki ne oldu da, İngilizce bugünkü etkinliğine ulaştı?
Bu soruya çok net cevaplar verenler var. Bir uçtakilere göre elbetteki sadece emperyalizm ve sömürgecilik sayesinde İngilizce bu kadar etkin hale geldi. Diğer uçtakilere göre ise İngilizce’nin bir dil olarak potansiyel ve yetenekleri, diğer Avrupa dillerine göre öğrenme kolaylığı sayesinde bu gerçekleşti.

Gri sahalarda top koşturan bir oyuncu olarak böylesine net iki cevaptan da tatmin olmamı beklemeyin lütfen. İki görüşün de kısmen doğrular içermekle beraber fena halde eksik olduğunu düşünüyorum. İngilizce’nin uluslararasılaşmak için gerçekten de zaman içinde edindiği kendine özgü yetenekleri var. Ancak bir bilimsel gerçek de var: “Ne kadar özel ve güzel olursa olsun hiçbir dil, durup dururken uluslararasılaşmaz!”. Bu noktaya geleceğim ama önce adadan çıkıp okyanuslara açılmak lazım.

Sömürgecilik ve emperyalizmi denkleme katmadan İngilizce’nin bugün ulaştığı noktayı açıklamak büyük cehalet, fazlasıyla etnosentrik. Ayıptır günahtır. Var böyle 'kıl' Anglosaksonlar... Hikayeyi biliyorsunuz, Britanya Krallık Donanması, dünyanın dörtte üçünün su ile kaplı olduğunu erken farketti ve denizlerin hakimi haline geldi. 1588 senesinde “Armada” olarak bilinen İspanya Donanmasını bozguna uğrattı ve sonra da dünyaya açılmaya başladı. 1607 senesinde ilk İngiliz kolonisi Kuzey Amerika’da kuruldu. 1652 yılından itibaren kabul edilen İngiliz Seyrüsefer Kanunları(Navigation Acts) İngilizlerin denizlerdeki hakimiyetini pekiştirdi. Britanya İmparatorluğu bu kanunlarla, İngilizlere ait olmayan ve İngiliz müretebattan oluşmayan hiçbir geminin, imparatorluğun ve kolonilerinin limanlarını kullanamayacağını ilan etti. Bu kanunlar, o zamana kadar açık denizlerde İngilizlerle başa baş giden Hollandalıların, denizlerdeki hakimiyetini bitiren süreci başlattı. Artık, Hong Kong’tan, Port Said’e, New York’tan Ümidin Burnuna İngiliz gemileri ve İngiliz lisanı dolaşıyordu.
Ancak İngilizce sadece Britanya’nın eski ya da yeni kolonilerinde yayılmadı. Örneğin, Çin, Polonya ve Japonya hiç İngiliz kolonisi olmadıkları halde, İngilizce’nin yoğun etkisi altına girdiler. Ben Lincoln Barnett'in 1945 tarihli kitabında okudum, Tokyo’da yayınlanan English Journal’ın 1928 Nisan ayı sayısında yayınlanan makalesinde Sanki Ichikawa, son 3 ayda yayınlanan bütün Japon dergi ve gazetelerini taradığında 1400 İngilizce kelime tespit ettiğini yazıyormuş. İngilizce konuşan nüfus oranı, örneğin İskandinav ülkelerinde, eski İngiliz kolonileri ile kıyaslanamayacak oranda yüksek.
Üçüncü dünyada modern devletlerin ortaya çıkışı da İngilizce’ye yaradı. Bazı ülkelerde nerdeyse yüzlerce dil konuşulunca, bu ülkelere bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da resmi dil olarak İngilizce’den uzun süre vazgeçemedi. Çünkü kimse kimseyi anlamıyordu (Bakınız Zambiya ya da bakınız Hindistan).

Amerika icat oldu, dilin terazisi bozuldu

19’ncu yüzyılda ise İngilizce’nin tarihinin diğer önemli aktörü ABD sahne almaya başladı. ABD nüfusu İngiltere nüfusunu 1860 yılında geçti.
19’ncu yüzyıl İngilizce’nin ilk büyük sıçramasını yaptığı asırdır. Yüzyılın başında yani 1800’de İngilizce, Avrupa dilleri arasında hala beşinci sıradaydı. 1900 yılında ise, İngilizce, en yakın rakibi olan Almanca’nın neredeyse iki katına ulaşmıştı. 20’nci yüzyılın başında Avrupa tamamen büyük savaşın cenderesine girdi. Birçok muteber linguistik uzmanı, her iki dünya savaşının İngilizce'yi dünya dili haline getiren sıçramalar olarak görüyor. Dünyanın süper güçleri olan İngiltere, Fransa, Osmanlı, Almanya ve Rusya bu savaşta birbirini tüketti. Savaşa son dakikada girerek hem ekonomik zayiattan kendini koruyan hem de Avrupa’nın hamisi rolüne soyunan ABD, artık ağırlığını dünya sahnesine koymaya başlar. İcatların, teknolojik gelişmelerin, modern medyanın döl yatağı olmakla da dünyaya, "gözden uzak olanın gelişmeden ırak olmayacağı" sözünün hakikatini öğretir. 1919 yılında toplanan Versailles Konferansı ise, İngilizce’nin diplomasi dili olmadaki ilk sıçramasıdır. Konferansın üç büyüğünden ABD Başkanı Woodrow Wilson ve İngiltere Başbakanı Lloyd George, İngilizce’den başka bir dil bilmiyordu. Üçüncü büyük Fransa’nın Başbakanı Clemencau ise, akıcı şekilde İngilizce konuşabiliyordu. İngilizce konferansın resmi dili oldu. Diplomasiye rengini vermeye başladı. 1930’lere kadar dünyanın 'lingua franca’sı Fransızcaydı. Daha 1931 yılında bile, bir ya da birden fazla resmi dili olan 330 uluslararası organizasyonun yüzde 78’inde bu dillerden biri Fransızca, yüzde 58’inde İngilizce’ydi. O tarihten sadece yarım yüzyıl önce, resmi dili Fransızca olmayan tek bir uluslararası kuruluş yoktu. O tarihten sadece yarım yüzyıl sonra ise tam tersi...

Futbol asla sadece futbol değildir

İngilizce’yi dünyanın "de facto" dili haline getiren en önemli etkenlerin bana göre en önemlilerinden biri de, İngilizce konuşan ülkelerin, bilim ve teknoloji sonra da başta Hollywood olmak üzere eğlence, spor ve entelektüel alanlardaki baş döndüren üretkenlikleri oldu. 1970’lerin sonu, 1980’li yılların başında Anadolu’nun ücra bir köşesinde geçen ilk çocukluğumun “favori” oyununu hatırlayınca hayret ederim. Sokakta tarlada bahçede oynadığımız oyunda, top ele çarpınca “ent (hand)” , kenardan dışarı gidince “taç (touch)”, dışarı gidince “avut (out)” , köşe atışı olunca “korner (corner), kaleye topu göndermeye “şut (shot)”, topun gelişine vurmaya “vole (volley)” , tersten çift ayak vurmaya “rövaşata (reverse-shot)”, serbest vuruşa “frikik (free-kick)”, ceza alanı dışında kural ihlaline “faul (foul)”, ceza alanı içindekine “penaltı (penalty)” , sayıya “gol (goal)”, golcüye “forvet (forward)” , devre arasına “haftaym (half-time)”, bütün bu faaliyete “maç (match)” ve hepsine birden futbol (foot-ball) derdik de İngilizce konuştuğumuzu bilmezdik.

Bugün günlük İngilizce gazetenin yayınlanmadığı bir dünya başkenti yok gibi. Radyo da İngilizcenin yayılmasında rol oynadı. 1940’lı yıllarda yani radyonun altın çağında dünyadaki radyo yayınlarının yüzde 60’ı İngilizceydi. Aynı yıllar mektubun da dünyadaki en yaygın iletişim aracı olduğu yıllardı ve dünyadaki mektupların yüzde 70’inden fazlası İngilizce yazılıyordu.
İngilizce günümüzün teknolojik hükümdarı internetin de en yaygın dili. Dünyadaki internet kullanıcılarının yüzde 40’a yakını İngilizce kullanıyor. Bilgisayar programlarının ve video oyunlarının ezici çoğunluğu İngilizce. Hiçbir gemi kaptanı biraz İngilizce bilmeden denize açılamaz. Yine 1920’lerde basireti olan “istikbalin göklerde” olduğunu görüyordu. İngilizce göklerin de dili olunca istikbalin de dili oldu. Evet, havacılık dünyasının da resmi haberleşme dili o gün bugündür İngilizce.

Kelime fethi mi kelime istilası mı?

İngilizce’nin kendine özgü bazı yetenekleri de bugünkü seviyesine ulaşmada rol oynadı. Beni en çok büyüleyen özelliği ise yabancı dillerden kelime almada ve farklı ağızlara uyum göstermedeki esnekliği. İngilizce’ye yabancı dillerden geçmiş kelimelere “loanwords” deniyor. Önce, kısa bir paragraf daha açacağım.

Bugün birçok ülkede konuşulan dilin kurallarını koyan, gramerini ve yabancı kelime girişini kontrol eden resmi ya da özerk kurumlar var. Franszıca (L’Academia Française), İspanyolca (Real Academia Espanola), Almanca(Rat für Deutsche Rechtschreibung), İtalyanca (Academia della Crusca), Türkçe (Türk Dil Kurumu) ve daha birçok büyük dil için bu tür kurumlar var. Bunun dışında birçok dilde, "yabancı kelime" hassasiyeti üst seviyede. Fransa’da günlük hayatta art arda İngilizce kelimeler başgösterince, 1963 yılında ünlü Fransız akademisyen Rene Etiemble, yıllarca çok satan listesinde kalacak “Parlez Vous Franglais? (Franglizce konuşur musunuz?)” adlı kitabını yazarak savaş başlattı. Kitabı okumadım ama bizdeki ‘Bye Bye Türkçe’nin erken bir versiyonu olsa gerek.

Yeryüzündeki bütün büyük diller içinde, dilin kurallarını ve gramerini koruyan, ve yabancı dillerden kelime girişini kontrol eden bir kuruma sahip olmayan tek dil hangisi biliyor musunuz? İngilizce!
İngilizce ta gelişme dönemlerinden beri hiç bu tür çabaların içinde olmadı. Aksine, yabancı kelimeyi gördüğü yerde kapıp onu da İngilizceleştiren bir felsefeye sahip. Fransızca’nın bütün gelişimi, Akademi üyesi 40 tutucu entelektüelin ufkuyla ve üretimiyle sınırlı. İngilizce ise tamamen doğal akışı içinde büyüyen bir dil. Sokaktaki zenci de dilin üretiminde rol oynuyor, yeni İngilizce öğrenmeye çalışan Çinli de, ve hatta Amerika’ya karşı savaşan Iraklı direnişçi de� Sadece geçen yıl 20 bin yeni kelime eklenmiş dile. Geçen yıl Pekin Olimpiyatı sırasında, Çin’de her yere asılan İngilizce uyarı tabelalarının bilinen dil ve gramere aykırılığı ile ilgili tartışma çok ilgimi çekmişti. Kendini dil polisi gibi gören birkaç kişi, Çin’den bu tabelaları düzeltmesini isteyince, en büyük tepki Amerikalı entelektüellerden geldi. Gerekçeleri çok ilginçti; “Bunun yanlış, sizinkinin doğru olduğunu nerden biliyorsunuz?”. İngilizce bu adaptasyon yeteneğiyle şimdiden birçok yavru dil üretmiş durumda. Çinglizce (Chinglish), İspanglizce (Spanglish), Singapur İngilizcesi (Singlish), henüz zayıf olsa da Türk İngilizcesi (Turklish), Hint İngilizcesi (Hinglish), Japon İngilizcesi (Engrish) vs� Bu yan lisancıklardan geçen birçok dünyalı, ana akım İngilizce’ye kendi kendine ulaşıyor. Ve herkes yanında gelirken üç beş kelime de getiriyor. Fransızca'nın etnosentrik bakışına taban tabana zıt. Anglosakson dil anlayışı, kurumsal bir otorite marifetiyle dili güya sadeleştirerek ve özüne döndürerek, "dünya dili" olmanın imkansız olacağını savunanların ağırlığı altında. Bu iki görüşten hangisi doğru elbette tartışılır ama hangisinin başarılı olduğunu tartışmaya gerek var mı?

İngilizcenin kökenini oluşturan Keltik ve Anglo Sakson dillerinden günümüze ulaşan kelimeler İngilizce’nin dörtte birini ancak oluşturuyor. İngilizce’deki kelimelerin yüzde 30’unu nerdeyse tamamen Hıristiyanlık ile beraber Latince’den geçmiş kelimeler oluşturuyor. Eski Fransızca, Viking Dili ve Anglo-Norman Fransızcasından gelen kelimeler de nerdeyse yüzde 30’u oluşturuyor.

Ben daha tek bir İngilizce filolugundan, Fransız Akademisinin tutucu üyeleri gibi, “Dilimiz Fransızca'nın Latince'nin istilasına uğradı, temizleyelim safkan dilimize dönelim” gibi tarihsel gelişim açısından gülünç olacağı açık bir itiraz duymadım, okumadım, görmedim.

Daha tek bir ateist İngilizce filolugunun, dili Hıristiyansızlaştırma ve bu kapsamda tüm Latince kelimeler yerine, tarih öncesi Germen kavimlerin dilindeki kelimelerden ya da karnımızdan yeni kelimeler üretme” gibi ultra modern bir çağdaşlaşma çabası görmedim, duymadım, okumadım.

Daha tek bir muteber İngilizce uzmanından, “İspanyolca, Kızılderili dilleri, göçmenlerin ana dilleri, dilimize tehdit. Onları yasaklayalım” dediğini, görmedim, okumadım, duymadım. Aksine, bu dillerin hepsini ana nehre durmadan kaynak taşıyan çaylar gibi görüyorlar.

But you know very well you're talking bosh

ABD’ye geldiğimden beri en büyük merakım, “18’nci, 19’ncu ve 20’nci yüzyılın ilk yarısında buralarda ne oldu?” sorusuna cevap aramak. "Biz neden bu haldeyiz, buralar neden bu halde" sorusuna kendimce yanıtlar arıyorum. Bu sebeple, kütüphanelerin kitapçıların köşelerinde kalmış tozlu 19’ncu yüzyıl, 20’nci yüzyılın ilk dönem kitaplarıyla yatıp kalkıyorum uzunca bir süredir. Ve sıklıkla tanıdık dostlara rastlıyorum bu kitaplarda. Bir dönem, yani bizim de dünyaya katkı yaptığımız dönemlerimizde, Türkçe’den de epey kelime girmiş İngilizce’ye. Dilde sadeleştirmeyle Türkçe’yi yaşayan bir tarihin birikimi olmaktan çıkarıp, etnik bir dile dönüştürme yoluna girdiğimizden beri dünyanın önde gelen dillerine kattığımız kelime sayısı bir elin parmağını geçmez her halde. Sadece Türkçe kökenli kelimeler değil, İngilizce’deki Arapça, Farsça, hatta bazen Hintçe ve Rusça kelimeler bile Osmanlılar aracılığıyla İngilizce’ye geçmiş. Bazı Türkçe kelimeler ise, değişik Avrupa dillerine uğradıktan sonra İngilizce’ye ulaşmış.
“Airan’ı (ayran), yoghurt’u (yoğurt), shish kebab’ı çoğumuz duymuşuzdur. Ama, mesela, özellikle ABD’de okumuşların, hoşçakal yerine kullandığı “so long” kalıbının, aslında “selam”ın zaman içinde değişmiş hali olduğunu pek bilmeyiz. Yeni nesil bilmez ama atalarımız sadece bir yere girdiklerinde değil, ayrıldıklarında da “selamun aleyküm” ya da "selam" derdi. ABD’de bugün bile, özellikle okumuş çevrelerde “kismet (kısmet)” cari bir kelime. Biz bile tomurcuk çayının meşhur meyvesine bergamut diyoruz ama hangi İnglizce sözlüğü açarsanız, kökeninin Tükrçe “bey armudu” olduğunu söyleyecek size.

Özellikle İngiltere İngilizcesinde bir dönem sıkça kullanılmış, “bosh” da bizim ‘boş’tan başkası değil. Mesela George Gissing’in 1884 tarihli The Unclassed adlı romanının 16’ncı bölümünde, Abraham, “But you know very well you're talking bosh (Ancak çok iyi biliyorsun ki boş konuşuyorsun)” diye bağırır muhatabına. Bunu dedikten sonra, İngilizce’de saçma anlamına gelen “kibosh” kelimesini de hatırlatmaya gerek kalır mı bilmem. Bir dönem burda kafelere “cafeneh” derlermiş. Bizim kahvane’nin bozulmuşu. İki cümle önce kahvehane yerine kafe dediğimi de görmüşsünüzdür. Bu neyin bozulmuşu bilmiyorum.

Yine bir dönem İngilizce’nin en önemli eksikliklerinden birini tamamlamaya çok yaklaşmışız. Bu dilde amcaya da dayıya da “uncle” diyorlar. Biz Türklerin günlük konuşmada huzurumuzu bozan bir durum. Bana nedense hep farklı tatları var gibi gelen dayı sevgisi, amca sevgisini ayrı ayrı vurgulayamam, tıkanırım. 19’ncu yüzyıl İngiliz edebiyatını dayıyı, Kuzey Afrika üstünden “dey” olarak sokmayı başarmışız ancak, dayılık günlerimiz geride kalınca kelime de revaçtan düşmüş.
İzmir’in eleme incir’i bir zamanlar o kadar popülermiş ki, “eleme fig” olarak yerleşmiş İngilizce’ye.

Terimin 19’ncu yüzyıla ait olduğunu hemen baştan belirteyim de her hangi bir alınganlığa yol açmıyayım, “bashawism” diye bir politik tanımlama bile olmuş. Artık bazı Osmanlı paşaları nasıl bir izlenim bırakmışsa paşavizm kavramını, hiyerarşik tiranizme karşılık olarak kullananlar olmuş Anglo Sakson dünyada. Gavur işte, torba değil ki bi tarafını büzesin. Gavur dedim de, Lord Byron’ın meşhur The Giaour şiirini bilirsiniz. Gavur, giaour kimliğiyle geçmiş bu dile. Biz de gavuru bir zamanlar sadece ateşe tapanlar, putperestler için kullanırmışız da, uygarlığımızla beraber hayatın ve hakikatin nezaket, detay ve inceliklerini de kaybettikçe “ha gavur ha kafir ha gayrı müslim deyip” Müslüman olmayan herkes için kullanmaya başlamışız. Kalyon kelimesini İtalyanlardan almışız ama, kalyoncu bizim malımız. İngiliz gemicilerde kalyon mürettabatını galiongee (kalyoncu) diye çağırımış, hey gidi Ordu kelimesi de Polonya üzerinden İngilizce’ye geçmiş, bir başka askeri sözcük. “Horde”, ordunun bozulmuş hali. “H” harfi bölüğe Polonya nizamiyesinde katılmış.

Eğer birgün Amerikan anayasasının yazılması aşamasında yayınlanan ünlü Federalist Makaleleri (The Federalist Papers), okurken Alexander Hamilton’un bazı bazı janizaries’tan verdiği örneklere rastlarsanız, sözlük karıştırmayın. “Janissary” bizim “yeniçeri” ve bazen “seraglio” dedikleri bizim “saray” işlerine bazen de elitizme atıfla kullanırlar.
Bunlar, dalkavuk ya da uşak anlamına kullandıkları “lackey” kelimesini, Fransızlardan onlar da İspanyolların ‘lacayo’sundan almışlar. İspanyollar ise bizim “ulak”tan almış bu haberi.
Bakır kalayına, yaldıza “latten” derler ya, bunun hikayesini okumaya korkuyorum. Bizim tüccarlar, “altın” diye satmışlar muhtemelen kaplama madeni.
Yine bizim “odalık” kelimesi, Fransızca’da “odalisque” olmuş, İngilizce’ye de aynen geçmiş.

New York’a yolunuz düşerse, birbirinden nefis “pastrami” mekanları var. Bir de pastırmanın hasını tatsalar, akılları başlarından gider. Kısmetse birgün Kayseri'de Eğer pastrami açlığınızı bastırmazsa, tavuk “shawarma” da yiyebilirsiniz. Ya da tavuk “çevirme” demeliydim ama Amerikalılar böyle deyince anlamıyor. Yanına da “tzatziki (cacık)”
‘Bashi- bazouk’tan (başıbozuk) , chibouk’a (çubuk), lavash’tan paklava’ya, kielbasa’ya (külbastı) kadar daha sayması epey vakit alacak birçok kelime...

Bu kelimeleri kuru gurur ya da hamaset olsun diye saymadım. İki şeye dikkat çekmek istedim; Birincisi konumuz olan İngilizce’nin kelime almadaki iştah ve yeteneği. Diğeri Osmanlı döneminde, benyelmilel planda daha etkili bir kültürel varlığa sahip olduğumuz gerçeği... Bu noktada yiğidin hakkını vermek de boynumun borcu olsun; Dünyanın kelimesini derme ve kendi kovanında bal yapma hususunda dünyada İngilizce kadar yetenekli tek dil Osmanlıca olmuş. Osmanlı’nın “küresel” olma iddiasına ve yeteneğine bu kadar erken çağlarda uyanmasına hayranlık duymamak mümkün değil. Beş para etmez ucuz bir hamaset ve anakronik bir entelektüalizmin, ondan da anakronik bir hümanizmin değersiz ve sığ tartışmalarıyla yabancılaştığımız Osmanlı, “kayıp bir uygarlık” gibi orda yeniden keşfedilmeyi bekliyor. Elbette, Osmanlı’nın yeniden ihyasından bahsetmiyorum. Ama o adamların ufkunun, çoğulculuğunun, kültürel genişliklerinin, entelektüel rahatlıklarının onda birine ne sağcımız ne solcumuz ne de futbolcumuz sahip. Ve ben maalesef bu gerçeği, İstanbul'da değil Amerikan kütüphanelerinde yuttuğum tozlarda keşfettim maalesef.

Maalesef, bu mektupta da İngilizce’nin geleceği, küresel tek dil haline dönüşüp dönüşmeyeceği hakkında paylaşacaklarımı aktarmayı başaramadım ve mücadeleyi kaybettim. Bu mektup geride kaldı. Artık Çarşamba günü yazacağım mektuba bakıyorum. Kısmet!

Lorem ipsum is simply dummy text of the printing and typesetting industry.

Comments


EmoticonEmoticon