Yavuz Bahadıroglu
Osmanlı insanı
Tarih : 07.01.2006
Kaht-ı rical (adam kıtlığı) içinde kıvranan canım Türkiyem”e iki “Osmanlı insanı” portresi sunacağım. Bunlardan biri kadındır, biri erkek. Yani gencecik bir karı-kocadan söz edeceğim” Şimdilerde bu insanın ve tabii ki bu idrakın neresinde bulunduğumuzu artık siz hesaplarsınız. “
1912 yılının Aralık ayı başlarıydı. Edirne, aylardan beri Bulgar ordusunun kuşatması ve tazyiki altında yaşama mücadelesi veriyordu. Bu arada, Edirne”nin bazı birliklerle irtibatı kesilmişti. Padişah, Edirne Müstahkem Mevki Kumandanı Şükrü Paşa”ya gönderdiği telgrafta, cansiperane savunmasını tebrik ediyor, Selimiye”yi düşmana bırakmamak için elinden geleni yapacağına inandığını belirtiyordu. Telgrafı okuduktan sonra, Şükrü Paşa, pencereye gitti. Bir zaman Selimiye Camii”nin mahzun minarelerine baktı, yumruklarını sıktı:
“Yok Selimiyem, yok” diye hıçkırdı, “Seni düşmana vermektense, canımı veririm daha iyi! Bu ecdat yadigârı beldeyi düşmana verecek alçak düşünemiyorum. Kanımın son damlasına kadar dayanacağım!”
Toparlandı. Bağlantısı kesilen birliklerden birine önemli bir haber göndermesi gerekiyordu. Emri çoktan yazdırmıştı. Fakat bu sırrı taşıyacak cesarette ve dirayette biri lazımdı. İş kolay değildi. Bu işi üstlenecek olan, hayatından olabilirdi. Çünkü şehir amansız bir kuşatma altında bulunuyordu.
Genç ve gözü pek subaylarını bir bir gözünün önüne getirdi: Mülâzımıevvel Ali, Mülâzımıevvel Cafer, Mülâzımısâni Sadık, Mülâzımısâni Şevket” Hepsi de gözünü budaktan sakınmaz yiğitlerdi. Şimdiye kadar verdiği her göreve tereddütsüz koşmuşlar, gerektiğinde canlarını dişlerine takmaktan çekinmemişlerdi. Ama acaba hangisini seçmeliydi” Emir subayını çağırıp fikrini sordu.
“Paşa Hazretleri” dedi, Emir Subayı, “Bu arkadaşların hepsi de çok iyi. Ama bendeniz, Mülâzımısâni Sadık Efendi”yi münasip bulurum.”
” Neden bu tercihi yapıyorsunuz Binbaşı”.. Bunun özel bir sebebi var mı”"
“Evet, Paşa Hazretleri… Bir kere Sadık Efendi Edirnelidir. Şehri için seve seve canını verir. Üstelik bütün çocukluğu buralarda geçtiği için tüm bölgeyi avucunun içi gibi bilir.”
Şükrü Paşa biraz düşündükten sonra,
“Çağırın gelsin, görüşelim” diye emretti. Mülâzımısâni Sadık Efendi, az sonra Şükrü Paşa”nın huzurundaydı. Paşa”yı askerce selamladı:
“Emrinizdeyim, Paşa Baba!..” Şükrü Paşa, Sadık Efendi”yi karşısına oturttu:
” Oğlum, sana son derece güç bir vazife vereceğim. Öyle güç bir vazife ki, sonunda canından olmak da var. Ne dersin”
“Ne denir, Paşa Baba, can ne gün içindir” Memleketim uğruna şehit olmak, rütbelerin en büyüğüne ulaşmaktır. Bu şerefi benden esirgemeyiniz.”
Hayatından olabileceğini bile bile göreve talip oluyor, hatta yalvarıyordu. Bu ne büyük bir vatan sevgisiydi! Şükrü Paşa”nın gözleri yaşarmış, gözyaşlarını göstermemek için pencereden dışarısını seyretmeye koyulmuştu.
“Pekâlâ, Sadık…” diye konuştu titreyen sesiyle, “Sana bu vazifeyi veriyorum. Allah muinin olsun.” Kucaklayıp alnından öptü: “Hava kararınca yola çıkarsın.” Mülâzımısani Sadık Efendi, gencecik yüzünü ışıl ışıl aydınlatan bir tebessümle topuklarını birbirine vurup selâm durdu:
“Başüstüne, Paşa Baba!..” Sert adımlarla odadan çıktı. Ve ertesi gün acı haber Edirne”ye geldi. Mülâzımısani Sadık Efendi, vazifesini başarmış, fakat geri dönerken yaylım ateşine tutulup şehit edilmişti. Şükrü Paşa, kır karışık sakalını çekiştire çekiştire,
“Vah yavrum, vah ciğerparem” diye ağlıyordu. Birden başını kaldırdı, sertleşti. “Hayır!” diye âdeta bağırdı yanındakilere,
“O büyük şehide acımaya hakkımız yok. Rütbelerin en büyüğüne erişti. Böylesine ancak gıpta etmeliyiz.”
Birkaç gün öğle üzeri, kucağında bir çocuk olan genç bir kadının kendisiyle görüşmek istediğini, Şükrü Paşa”ya bildirdiler. Genç kadın Mülâzımısani Sadık Efendi”nin dul eşiydi. Hemen Paşa”nın odasına aldılar.
“Buyur kızım… Hoş geldiniz.” Çok gençti. Ancak 17-18 yaşında gösteriyordu. Kollarının arasında sevgiyle tuttuğu bebek ise henüz 10 aylıktı.
“Paşa Baba!..” dedi ağlayarak, “Sizi fazla rahatsız etmeyeceğim. Sadık”ım dinim, vatanım için şehit oldu. Ahirette yeniden ona kavuşmak umuduyla ölümü bekleyeceğim. Size asıl şunu söylemeye geldim” ” Kollarının arasında özenle tuttuğu bebeğini, Paşa”ya doğru uzattı: “İşte Sadık”ımın yadigârı!.. Bunu böyle günler için büyütüyorum. Mahzun olmayınız, Paşa Baba… Sadık”ım şehit olduysa, oğlu büyüyüp vatan müdafaasına koşacaktır. Analar daha ne Sadık”lar dünyaya getirir! Sadık”ım da, oğlum da, ben de dinim, vatanım için feda oluruz!”
Paşa hıçkırıklarla sarsılırken kesik kesik bir şeyler mırıldanıyordu: “Selimiye”me artık giremezler, Edirne”mi alamazlar, milletimi esir edemezler!”
Osmanlı insanı
Tarih : 07.01.2006
Kaht-ı rical (adam kıtlığı) içinde kıvranan canım Türkiyem”e iki “Osmanlı insanı” portresi sunacağım. Bunlardan biri kadındır, biri erkek. Yani gencecik bir karı-kocadan söz edeceğim” Şimdilerde bu insanın ve tabii ki bu idrakın neresinde bulunduğumuzu artık siz hesaplarsınız. “
1912 yılının Aralık ayı başlarıydı. Edirne, aylardan beri Bulgar ordusunun kuşatması ve tazyiki altında yaşama mücadelesi veriyordu. Bu arada, Edirne”nin bazı birliklerle irtibatı kesilmişti. Padişah, Edirne Müstahkem Mevki Kumandanı Şükrü Paşa”ya gönderdiği telgrafta, cansiperane savunmasını tebrik ediyor, Selimiye”yi düşmana bırakmamak için elinden geleni yapacağına inandığını belirtiyordu. Telgrafı okuduktan sonra, Şükrü Paşa, pencereye gitti. Bir zaman Selimiye Camii”nin mahzun minarelerine baktı, yumruklarını sıktı:
“Yok Selimiyem, yok” diye hıçkırdı, “Seni düşmana vermektense, canımı veririm daha iyi! Bu ecdat yadigârı beldeyi düşmana verecek alçak düşünemiyorum. Kanımın son damlasına kadar dayanacağım!”
Toparlandı. Bağlantısı kesilen birliklerden birine önemli bir haber göndermesi gerekiyordu. Emri çoktan yazdırmıştı. Fakat bu sırrı taşıyacak cesarette ve dirayette biri lazımdı. İş kolay değildi. Bu işi üstlenecek olan, hayatından olabilirdi. Çünkü şehir amansız bir kuşatma altında bulunuyordu.
Genç ve gözü pek subaylarını bir bir gözünün önüne getirdi: Mülâzımıevvel Ali, Mülâzımıevvel Cafer, Mülâzımısâni Sadık, Mülâzımısâni Şevket” Hepsi de gözünü budaktan sakınmaz yiğitlerdi. Şimdiye kadar verdiği her göreve tereddütsüz koşmuşlar, gerektiğinde canlarını dişlerine takmaktan çekinmemişlerdi. Ama acaba hangisini seçmeliydi” Emir subayını çağırıp fikrini sordu.
“Paşa Hazretleri” dedi, Emir Subayı, “Bu arkadaşların hepsi de çok iyi. Ama bendeniz, Mülâzımısâni Sadık Efendi”yi münasip bulurum.”
” Neden bu tercihi yapıyorsunuz Binbaşı”.. Bunun özel bir sebebi var mı”"
“Evet, Paşa Hazretleri… Bir kere Sadık Efendi Edirnelidir. Şehri için seve seve canını verir. Üstelik bütün çocukluğu buralarda geçtiği için tüm bölgeyi avucunun içi gibi bilir.”
Şükrü Paşa biraz düşündükten sonra,
“Çağırın gelsin, görüşelim” diye emretti. Mülâzımısâni Sadık Efendi, az sonra Şükrü Paşa”nın huzurundaydı. Paşa”yı askerce selamladı:
“Emrinizdeyim, Paşa Baba!..” Şükrü Paşa, Sadık Efendi”yi karşısına oturttu:
” Oğlum, sana son derece güç bir vazife vereceğim. Öyle güç bir vazife ki, sonunda canından olmak da var. Ne dersin”
“Ne denir, Paşa Baba, can ne gün içindir” Memleketim uğruna şehit olmak, rütbelerin en büyüğüne ulaşmaktır. Bu şerefi benden esirgemeyiniz.”
Hayatından olabileceğini bile bile göreve talip oluyor, hatta yalvarıyordu. Bu ne büyük bir vatan sevgisiydi! Şükrü Paşa”nın gözleri yaşarmış, gözyaşlarını göstermemek için pencereden dışarısını seyretmeye koyulmuştu.
“Pekâlâ, Sadık…” diye konuştu titreyen sesiyle, “Sana bu vazifeyi veriyorum. Allah muinin olsun.” Kucaklayıp alnından öptü: “Hava kararınca yola çıkarsın.” Mülâzımısani Sadık Efendi, gencecik yüzünü ışıl ışıl aydınlatan bir tebessümle topuklarını birbirine vurup selâm durdu:
“Başüstüne, Paşa Baba!..” Sert adımlarla odadan çıktı. Ve ertesi gün acı haber Edirne”ye geldi. Mülâzımısani Sadık Efendi, vazifesini başarmış, fakat geri dönerken yaylım ateşine tutulup şehit edilmişti. Şükrü Paşa, kır karışık sakalını çekiştire çekiştire,
“Vah yavrum, vah ciğerparem” diye ağlıyordu. Birden başını kaldırdı, sertleşti. “Hayır!” diye âdeta bağırdı yanındakilere,
“O büyük şehide acımaya hakkımız yok. Rütbelerin en büyüğüne erişti. Böylesine ancak gıpta etmeliyiz.”
Birkaç gün öğle üzeri, kucağında bir çocuk olan genç bir kadının kendisiyle görüşmek istediğini, Şükrü Paşa”ya bildirdiler. Genç kadın Mülâzımısani Sadık Efendi”nin dul eşiydi. Hemen Paşa”nın odasına aldılar.
“Buyur kızım… Hoş geldiniz.” Çok gençti. Ancak 17-18 yaşında gösteriyordu. Kollarının arasında sevgiyle tuttuğu bebek ise henüz 10 aylıktı.
“Paşa Baba!..” dedi ağlayarak, “Sizi fazla rahatsız etmeyeceğim. Sadık”ım dinim, vatanım için şehit oldu. Ahirette yeniden ona kavuşmak umuduyla ölümü bekleyeceğim. Size asıl şunu söylemeye geldim” ” Kollarının arasında özenle tuttuğu bebeğini, Paşa”ya doğru uzattı: “İşte Sadık”ımın yadigârı!.. Bunu böyle günler için büyütüyorum. Mahzun olmayınız, Paşa Baba… Sadık”ım şehit olduysa, oğlu büyüyüp vatan müdafaasına koşacaktır. Analar daha ne Sadık”lar dünyaya getirir! Sadık”ım da, oğlum da, ben de dinim, vatanım için feda oluruz!”
Paşa hıçkırıklarla sarsılırken kesik kesik bir şeyler mırıldanıyordu: “Selimiye”me artık giremezler, Edirne”mi alamazlar, milletimi esir edemezler!”