Osmanlı'ya Karşı Arap-İngiliz Tezgâhı
Harem-i Nebevî müderrislerinden Abdurrahman b. İlyas tarafından kaleme alınıp, Sadaret'e takdim edilen raporda, İngilizlerle işbirliği yapan İbn-i Suud ailesi ve Kuveyt Emîri Mubarek el-Sabah'ın faaliyetleri ve onlara karşı İbn-i Reşid ailesinin mücadeleleri anlatılmaktadır. Binbir gâileyle uğraşan Osmanlı Devleti ise, bu gelişmeler karşısında denge politikası takip etmek zorundaydı.
Bugün dünyanın hemen hemen en sıcak çekişmelere açık bölgelerinden birisi olan Basra Körfezi ve civarı, geçen (Yirminci) yüzyılın başında da hayli hareketliydi. Bir taraftan, Osmanlı hakimiyetini yıkıp kendi nüfuzunu arttırma çabasındaki İngilizlerin faaliyetleri, diğer taraftan birbirlerine üstünlük sağlamak üzere çeşitli entrikalar çeviren mahallî güçlerin ve kabilelerin çıkar kavgaları, Basra Körfezi'ni, Orta Arabistan'ı, hattâ Hicaz'ı cadı kazanına çevirmişti.
Osmanlı Devleti, son yüzyılında yaşadığı binbir türlü gâileye paralel olarak, buralarda da güç ve nüfuz kaybına uğramıştı. Ve durumun farkında olan II. Abdülhamid, hattâ ondan sonraki II. Meşrutiyet dönemi yöneticileri, bölgenin bir oldu bittiyle elden çıkmaması için, daimî teyakkuz halinde bulunuyorlardı. Gerçi, takip edilen politikalar, doğurdukları sonuçlar itibariyle tartışılır olmakla birlikte biz, konunun bu yönünü anlatmak değil, bölgenin o günkü durumunu özetleyen bir raporu sunmak istiyoruz.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde bulunan söz konusu rapor (BOA, DH-MUİ 17/4-22, Lef 5/1), 21 Aralık 1909'da, Medine'de Harem-i Nebevî müderrislerinden Abdurrahman b. İlyas tarafından kaleme alınarak Sadaret'e takdim edilmiştir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde bölge ile ilgili, benzeri binlerce belge olmasına rağmen, bu belgenin önemi, eksikleri de olsa, adeta o coğrafyanın 19. yüzyıl tarihini özetlemesinden kaynaklanmaktadır.
Kutsal mekânlar yağmalanıyor
Basra Körfezi ve Orta Arabistan tarihinde önemli rol oynayan dış faktörlerin yanısıra, burada, oldukça güçlü ve bedevî Arap kabileleri üzerinde hayli etkili olan Suud, İbn-i Reşid, ve Kuveyt'teki el-Sabah aileleri ve özellikle bunlardan Suud ailesiyle özdeşleşmiş bulunan Vehhabîlik mezhebi de ayrı bir ağırlık taşımaktaydı.
İşte Abdurrahman b. İlyas, bu hususları dikkate alarak, raporunda önce İbn-i Suud ailesinin Vehhabîlik ile ilişkilerini dile getirmektedir:
"İbn Suud (Muhammed b. Suud), köklü bir Arap kabilesi olan Aneze urbanından olup, Benî Temîm diyarı denilen Necid kıtasında Dır'iyye namıyla bir köyün emîri idi ve yaygın bir nüfuza sahip değildi. Şeyh Muhammed b. Abdilvehhab, Mısır'da öğrenim gördükten sonra (genelde bu kanaat yanlıştır; onun, her ne kadar Mısır'a gitmiş ise de burada tahsil gördüğüne dair pek bilgi bulunmamaktadır) kendi adına ihdas ettiği mezhebi, Hicaz'da neşretmek [yaymak] istemiştir. Ancak, orada emeline ulaşamayınca, Necd içlerindeki Dır'iyye'ye giderek, buradaki ahalinin dinî konulardaki cehaletinden de istifadeyle, Vehhabî mezhebini neşretmeye muvaffak olmuştur. Bir süre sonra Emîr İbn Suud'a bu mezhebi kabul ettirmiştir. İttifakları akabinde bu ikili, çevredeki Bedevî kabileleri arasında da mezheblerini yaymağa başlamışlardır. 1785 senesinde Muhammed b. Abdilvehhab, İbn Suud ile birlikte, Vehhabîlik sayesinde Hicaz, Şam ve Irak havalisindeki bir hayli halkı idareleri altına almışlardır."
İbn Suud - Muhammed b. Abdilvehhab işbirliğiyle bölgede gerçekleştirilen ve özellikle gerek Sünnî ve gerekse Şiî Müslümanların kıymet vermedikleri, ancak Vehhabîler'in bunları şirk alâmeti saydıkları kutsal mekânların yağmalanması ve soyulmasından bahseden rapor şöyle devam etmektedir:
"O esnâda Necef ve Kerbelâ'ya tecavüz ile Vehhabîler, mübarek makamların kubbelerini yıkarak, buralarda mevcud olan kutsal emanetler ile kıymetli eşyaları gasb eylemişlerdir. Haremeyn'e (Mekke ve Medine'ye) tecavüz ederek, kısa bir muhasaradan sonra Mekke'yi ve Medine'yi zaptetmiş ve Hz. Peygamber'in kabrini yağma ve Ashâb-ı Kirâm hazretlerinin kabirlerini yerle bir etmişlerdir. Vehhabîler, Mekke ve Medine'yi istilâları sırasında, mahmel-i şerîfin ve hacıların da Hicaz'a girmesine engel olmuşlardır.
İbn Suud'un, kendilerine uymayan Mekke ve Medine ahalisini "mezhebi muktezasınca şirk ile ittiham ederek tecdid-i imana davet ettiğini" kaydeden Harem-i Nebevî müderrisi Abdurrahman, daha sonra "Yapılan münazara ve görüşmelerden elde edilen bilgilere göre; Vehhabîler, bu mezhebe mensub olmayan diğer ehl-i İslâm'a müşrik nazarıyla bakmakta ve bunların mezheblerine girmeleri için zorlanmalarını kendilerine vacib görmektedirler. Ayrıca, davetlerine uymayanların katlinin de gerekliliğine inanmaktadırlar"demektedir.
Osmanlı Devleti ve Vehhabîlik
Bilindiği gibi, Vehhabîlik hareketi başlar başlamaz, Osmanlı Devleti bölgedeki idarecilerini uyarmıştı. Ancak, maalesef güçlü bir merkezî kontrolden uzak olan bu idareciler, zamanında gerekli tedbirleri alamadıkları için, tehlike Mekke ve Medine'ye kadar uzandı. Osmanlı Devleti, o sıralarda pek çok iç ve dış gâile ile boğuştuğundan, doğrudan müdahale edemeyecek ve meseleyi Bağdat ve Şam valilerinin birlikte çözmelerini isteyecekti. Ne var ki, bundan da netice alınamayınca, Mısır üzerinden yapılacak müdahale, tek çıkar yol olarak kalacaktı. Raporda bu husus şöyle aktarılmaktadır:
"Medine-i Münevvere ahalisinin sürekli şikâyetleri ve Bâbıâlî'ye müracaatları üzerine Vehhabîler'in te'dib ve terbiyesi, Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'ya havale olundu. Mehmed Ali Paşa'nın Mısır'dan gönderdiği kuvvetler, Vehhabîler'i, merkezleri olan Dır'iyye'ye kadar takib etmiş ve burayı tahribden sonra Vehhabî emîrinin oğlu Faysal ve Abdullah b. Suud yakalanarak Mısır'a götürülmüş ve orada haps olunmuşlardır." (Abdullah b. Suud, bilâhare İstanbul'a getirilerek idam edilmiştir.)
Bâbıâlî'nin kerhen görev verdiği Mehmed Ali Paşa, elde etiği başarıyla hem Mısır'daki itibarını pekiştiriyor, hem Mısır dışında söz sahibi olacak duruma geliyordu. Devlet ise, hizmetlerine muhtaç bulunmakla birlikte, onun özellikle Hicaz'da nüfuz kazanmasını istemiyordu. Bu sebeple, Abdurrahman b. İlyas'ın haklı olarak yaptığı tesbite göre, "Hicaz bölgesinin Mısır'a bağlı ve Mehmed Ali Paşa'nın idaresi altında bulunduğu müddet zarfında dahî, kadı ve şeyhu'l-haremin İstanbul'dan tayinine devam edilmiştir."
Osmanlı Devleti ile Mehmed Ali Paşa arasındaki hâdiselerin 1841 Londra Protokolüyle bir neticeye bağlanması üzerine, Mısır kuvvetleri, Hicaz ve Suriye'den geri çekilmişlerdi. Ancak, durumu hazmedemeyen Mehmed Ali Paşa, Mısır'da hapiste bulunan Faysal b. Suud'u serbest bırakmıştır. Raporda bu gelişmeler de şöyle aktarılmaktadır:
"Bölgenin geri alınmasından muğber olan Mehmed Ali Paşa tarafından, Faysal salıverilmişti. O da Dır'iyye'nin tahrib edilmiş olmasından dolayı, Riyad denen mevkie giderek, burayı kendisine idare merkezi yapmıştır. Faysal'ın Necid'e dönmesinden sonra, Vehhabî mezhebinde bulunanlar, yeniden kendisine bağlılıklarını arz etmişlerdir. O da güç kazanarak Ahsa ile sair birtakım bölgeleri idaresine alarak gittikçe güç kazanmağa başlamıştır ki, Ahsa, ancak merhum Midhat Paşa'nın Irak valiliği sırasında Vehhabîler'in elinden geri alınabilmiştir (1871).
Faysal, üç evlâd bırakarak vefat etmiştir. Büyüğü Abdullah, ortancası Suud ve en küçükleri Abdurrahman'dır. (Faysal'ın ayrı eşten Muhammed isminde bir oğlu daha vardı.) Faysal'dan sonra, kendilerine tâbi kabilelerin idaresi, 1873 senesine kadar Abdullah'ın elinde kalmıştı. Ancak, aynı sıralarda iki kardeş arasında meydana gelen muhalefet yüzünden, Abdullah ve Suud birbiriyle savaşmaya başladılar. Yine de idare bir süre daha Abdullah'ın uhdesinde ve idare merkezi de Riyad'da kalmıştır."
İbn Reşid sahneye çıkıyor
Rapor, bundan sonra aile içi çekişmelere dikkati çekmekte, bölgede önemli bir güç olarak ortaya çıkan diğer bir aileden, yani İbn Reşid'den söz etmektedir:
"Faysal'ın ikinci oğlu Suud'un vefatından sonra, oğulları, amcaları aleyhine ayaklanırlar ve onu yenip azlettikten sonra da hapsederler. O sıralarda İbn Suud'un nüfuzu zaafa dûçar olmasına paralel, Reşidîler ailesinden Muhammed b. Reşid, bölgede kuvvet ve nüfuz sahibi olmuştu. İşte Faysal'ın oğlu Abdullah, ona müracaat ederek, yeğenlerine karşı yardım istemiştir. Muhammed İbn Reşid de onu bu gailelerden kurtarıp, Riyad emîri olarak kalmasını sağlamıştır. Ancak Abdullah, yeğenlerinin tekrar kendisine karşı ayaklanması üzerine, artık mukavemet edemeyeceğini anlayarak, hâmîsi olan İbn Reşid'e sığınmıştır. Bunun üzerine Muhammed İbn Reşid, büyük kuvvetler ile hareket ederek, Riyad ve etrafını zaptetmiş ve söz konusu Suud'un oğullarını da ortadan kaldırmak suretiyle bölgede Suud ailesinin nüfuzuna son vermiştir (1881)."
Abdurrahman b. İlyas'ın ifadesine göre, Necid'den çıkarılan Abdurrahman b. Faysal'ın maiyetindeki Suud ailesi perişan vaziyette, Kuveyt Emîrine sığınmıştır. "Abdurrahman dahî (o sıralarda Suud ailesinin reisi) Kuveyt'e Emîr Muhammed el-Sabah nezdine iltica etmiştir. Osmanlı Devleti ise Muhammed el-Sabah'ın delaletiyle, sürgündeki Abdurrahman b. Faysal ve maiyetindekilere beş bin kuruş maaş bağlamıştır."
Kuveyt Emîrinden ve Kuveyt'in stratejik öneminden de bahsedilen raporda, bu konuda şu bilgilere yer verilmektedir:
"Kuveyt Emîri Muhammed el-Sabah'ın üç kardeşi bulunmaktaydı. Bunlardan Mübarek, diğer kardeşleri ile işbirliği halinde, Muhammed el-Sabah'ı öldürerek Kuveyt emirliğini ele geçirir.
Kuveyt, Basra vilâyetinin güneyinde ve Umman sahilinde, Basra'ya yakın ufak bir iskele ise de, mevki bakımından haiz-i ehemiyettir. Bir kaç sene evvel, Necd Kıtası ahalisinin ayaklanıp anarşi meydana getirdikleri sıralarda, Hindistan'dan gelen ticarî eşya; Kuveyt'ten ithal edilmeye başlanmıştır. Bu ithalattan gümrük resmi alınmıyordu. Öte yandan Kuveyt'in Necd'e yakın olması münasebetiyle herkes buradan gelen mallara, ucuz olduğu için rağbet etmeğe başlamış ve bu yüzden de Kuveyt kasabası, günden güne gelişerek Necd'in iskelesi makamında fevkalade büyümüş ve her yönüyle önem kazanmıştır. Diğer taraftan Necd, Irak ve Şam taraflarındaki Bedevî Arap kabile ve aşiretlerinin ellerindeki yasak silahlar da buradan ithal ve tevzi edildiğinden, bölge ayrı bir önem kazanmıştır.
İngilizler'in entrikaları
Mubarek el-Sabah ise, ithal edilen her tüfekten 2 riyal vergi alarak geçişine müsaade etmektedir. Mubarek el-Sabah'ın, büyük biraderi Muhammed'i ve diğer kardeşini öldürmekten maksadı, yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Necd kıtasında nüfuz kazanarak bu yolla servetini arttırmaktı. Hattâ kardeşini öldürmesinden evvel, İngiliz gemileriyle bazı yabancılar Kuveyt'e gelerek Mubarek ile görüşmüştür."
Raporda, Kuveyt Emîri Mubarek'in, siyasî cinayetlerini, İngilizlerin teşvikiyle işlediği, yukarıdaki ifadelerle ima edildikten sonra, Mubarek el-Sabah'ın, esas hedefine varabilmek için Necd içlerinde giriştiği diğer faaliyetleri anlatılmaktadır:
"Mubarek, arzularına ulaşmak maksadıyla tedarik eylediği kuvvetler ile karadan onbeş gün yolculuk yaparak Kasîm yakınlarına ulaşmış ve o sıralarda bölgede nüfuz sahibi olan İbn Reşid ile çatışmaya girmiştir. İbn Reşid, kendisine mensup Şammar ve diğer kabileler ile birlikte Mubarek'in üzerine hücum ederek onları yenmiş ve Kuveyt'e kadar takip eylemiştir. Akabinde de Kuveyt'i istilâ etmek için devlete müracaat etmiştir. Nedense, Basra Valisi Muhsin, kumandan Feyzi Paşalar ile Basra Nakîbi ve Ebu'l-Huda'nın aracılığıyla bu iş önlenmiş ve nihayet Mubarek el-Sabah da İngiliz himayesine müracaat ederek kurtulmuştur." Raporda bahsedilmemekle birlikte, İbn Reşid'in bu arzusunun, bölgede özellikle İngilizlerle daha büyük problemlerin doğmaması için, II. Abdülhamid tarafından önlendiği, başka belgelerde zikredilmektedir.
İşte, Mubarek ile Necd Emîri bulunan İbn Reşid'in bu çekişmeleri sırasında, Kuveyt'te babası Abdurrahman ile birlikte mülteci durumunda bulunan, bugünkü Suudî Arabistan'ın kurucusu Abdülaziz İbn Suud yeniden siyaset sahnesine çıkmıştır. Rapora göre, Mubarek, Osmanlı Devleti'nin kararlılığından ve siyasî şartların elvermemesinden dolayı, gerçek niyetlerini açığa vuramıyor, her vesileyle Abdülaziz İbn Suud'u kullanmayı tercih ediyordu. Nitekim, onu teçhiz ederek, atalarının geldiği yer olan Necd içlerine gazvelere göndermiş ve birkaç yıl içinde Riyad, Kasîm, Uneyze ve civarını ele geçirmesini sağlamıştır. Böylece, düşmanı olan İbn Reşid'in nüfuz sahasını daraltmıştır.
Suud-İbn Reşid çekişmesi
Bundan sonra bölgede yeniden başgösteren Suud-İbn Reşid çekişmeleri de şöyle özetlenmektedir:
"Abdülaziz İbn Reşid, Suud ile her ne kadar uğraşmış ise de muvaffak olamamış, hattâ savaş sırasında Suud'un adamları tarafından öldürülmüştü (1906). Onu müteakib, büyük oğlu Mut'ab, Emîr-i Necd namıyle yerine geçmiştir. Bir sene icra-yı nüfuzdan sonra, aynı aileden Ubeyd'in oğlu, bazı tarafların teşvikleri üzerine Mut'ab'ı ve iki kardeşini katletmiştir. Bunun üzerine Abdülaziz'in küçük oğlunu, dayıları olan Essubhan kabilesi, Medine'ye kaçırarak, muhtemel bir ölümden kurtarmışlardır.
Bir müddet sonra da, topladıkları birtakım kabileler ile Necd içlerine giderek, eski idare merkezleri olan Hail'i ele geçirirler. Dayılarının teşebbüsleriyle, küçük yaştaki Suud İbn Reşid, geleneksel gücü de dikkate alınarak, Osmanlı Devleti tarafından kaymakam tayin edilerek, kendine ve etbaına maaş tahsis edilir. Anca, idare onun adına dayıları tarafından yürütülür. Hattâ bunlar devlete müracaat ederek, Muhammed ve Abdülaziz b. Reşid zamanlarında kendilerine verilmiş olan silahların kaybolmasından dolayı İbn Suud'a karşı mukavemet etmek için, 2000 tüfek isterler. Devlet, bu isteklerine olumlu yaklaşmakla birlikte, arzu ettikleri tüfekleri verememiştir."
Bütün yukarıdaki ifadelerden sonra şu neticelere varılmaktadır:
"Hulasa-i kelâm, İbn Suud, İngilizlerin nüfuzu altında, Kuveyt Şeyhi Mubarek el-Sabah'ın bir icra vasıtasıdır. Serveti bütün bu teşebbüslerine müsait olmadığı halde, İbn Reşid'e karşı kendi güvenliğini sağlamak isteyen Mubarek el-Sabah'ın serveti, İbn Suud'un faaliyetlerine kaynak teşkil etmektedir. Onun bu faaliyetlerinden maalesef Osmanlı Devleti değil, İngilizler istifade edecektir. Öte yandan, bağlı bulunduğu mezhebin mahiyeti itibariyle de İslamlar ve belki Osmanlı hükümeti aleyhinde bulunmasının sebebi pek aşikârdır. Çünkü, İslam olmak, ancak kendilerinin mezhebinde bulunmakla olur. Kendi mezhepleri dışındakiler, İslam sayılmamaktadır. Kendi itikadlarına göre, bu gibilerin katli bile vacibdir."
Bölgede sürdürülen bu faaliyetleri yakından takip eden birisi olduğu anlaşılan Harem-i Nebevî müderrisinin, dönen dolapların sonuçlarını da iyi kestirdiği anlaşılmaktadır. Nitekim, ileriki yıllarda -raporda da belirtildiği gibi- bütün bu entrikalardan İngilizler istifade etmişlerdir. Raporun müteakip satırlarında, İbn Reşid'in, İbn Suud'a karşı desteklenmesi gerektiği vurgulanmaktaydı. "Zîra, İbn Reşid, hiçbir zaman hükûmet-i İslamiye aleyhinde faaliyetlerde bulunmadığı gibi, İbn Suud gibi de imamet iddiası gütmemişti. Ayrıca, yabancı bir hükûmete de temayül etmemiş ve taraftar olmamıştı.
Bu ifadelerden, rapor sahibinin İbn Reşid taraftarı olduğu anlamı da çıkabilir, Ancak, gerçekte de, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Osmanlı Devleti, Necd'de zaman zaman, İbn Suud'a karşı, siyasî bir iddiası bulunmayan İbn Reşid'i desteklemiştir. İlk anda, bu siyasetin birçok mahzurları olduğu akla gelse bile, yine raporda idia edildiği gibi: "şayet, İbn Reşid ve ona bağlı kabileler olmasaydı, Necd bölgesi ile birlikte Mekke ve Medine'nin, tıpkı 19. yüzyılın başında olduğu gibi, tekrar İbn Suud'un eline geçmesi muhakkaktı."
Denge politikası
Öte yandan, Osmanlı Devleti, hiçbir zaman iki tarafın da büyük bir güç haline gelmesini istememiş ve daima birbirlerini dengeleyecek şekilde kalmalarını sağlamıştır. Bunun en bariz örneklerinden biri, daha önce zikredildiği gibi, İbn Reşid ailesi Suud ailesini Necd'en çıkardığı zaman, Osmanlı Devleti'nin bu ailenin tamamen ortadan kalkmasına rıza göstermemesi ve Kuveyt'te yaşamalarına izi vererek, sefalete düşmemeleri için de ayrıca maaş tahsis etmesiydi.
Abdurrahman b. İlyas, zamanın nezaketinden bahsederek, devletin bölgede gücünü iyice göstereceği güne kadar iki tarafı da idare edecek politikaların güdülmesini tavsiye ettikten sonra, bu işte en büyük rolü Mekke Emîrinin oynayabileceğini söylemektedir:
"İşte bu noktada da nazar-ı dikkate alınacak zat, Mekke Emîri hazretleridir. Emîr'in iyi idaresi ve defalarca Bedevîlere karşı icra eylediği gazvelerin neticesinde, Necd bölgesinde hükûmetin nüfuzu vücud bulmuştur. Aynı şekilde bunun gelecekte de görülmesi tabiîdir. Birkaç sene evveline gelinceye kadar, Vehhabî mezhebinin Mekke-i Mükerreme yakınlarına kadar sirayet eylediği görülmüştü. Mekke Emîri, geçenlerde üzerlerine yaptığı gazvesinde, bunlar müzmahil olmuşlardır. Öte yandan, Mekke Emîri, bu hususa yetkili kılınması halinde, hükûmetce de masraf yapmaya ve bölgeye asker sevkine gerek kalmayacaktır."
Raporda, öteden beri birbirlerine karşı gazve suretiyle elde ettikleri malları aralarında paylaşarak geçinmekte olan kabilelerin bağlı olduğu İbn Suud'a, hükümetin emaret namıyla bir nüfuz vermesi de tehlikeli bulunmakta ve bunun hükümet aleyhinde onun silâhlandırılması anlamına geleceği zikredilmektedir. Zîra, İbn Suud'un, İngiliz taraftarı ve Osmanlı hükümetinin düşmanı olduğu ısrarla vurgulanmaktadır.
Esasında Osmanlı Devleti, 1904 yılında, Abdülaziz'in babası Abdurrahman'ı Riyad kaymakamı olarak tayin etmişti. Ancak, işler fiilen, oğlu Abdülaziz'in elinde idi. Anlaşılan, raporun sahibi, Abdülaziz'in de tıpkı babası gibi, bir devlet makamını işgal etmemesini istiyordu. Raporun ne kadar etkili olduğu bilinmemekle birlikte, II. Meşrutiyet'in başlarında, gerçekten de İbn Suud'a karşı takınılan tavrın aynı çerçevede olduğu, diğer belgelerde görülmektedir.
1909 yılında kaleme alınan bu raporda dile getirilen hususların haklılığı, kısa bir zaman sonra ortaya çıkmıştır. Önce, İbn Suud, Necd içlerinde teşkilatlanmasını tamamlayarak, 1913'te, Osmanlı hükümet merkezi olan Ahsa'yı ele geçirmiştir. Osmanlı Devleti, kendisini bölgenin vali ve kumandanı olarak ilan etmesine rağmen, o, I. Dünya Savaşı sırasında, İbn Reşid'i bahane ederek, tarafsız kalıp devlete yardım etmemekle, İngilizlerin arzularına yardımcı olmuştur. Aynı şekilde Kuveyt Şeyhi Mubarek de İngilizlerle dostluğunu sürdürmüş ve onların himayesine girmiştir. İbn Reşid ise, savaş boyunca Osmanlı Devleti'nin yanında yer almış ve Irak cephesinde Osmanlı ordusuna hayli hizmetlerde bulunmuştur.
6 Şubat 2011 Pazar
Birinci Dünya Savaşı'ndan Önce Arabistan....
Related Posts
Tarihçi
Lorem ipsum is simply dummy text of the printing and typesetting industry.
Comments