19 Mart 2019 Salı

Anabasis: Onbinler Kardukların Ülkesinden Geçerken...

Ksenefon


Kardukh kelimesinin geçtiği ilk yerden itibaren birebir, kesintisiz alıntıladım. Açıklama notları, ekler, görseller ve alt yazıları bana aittir.

Bu yazının içeriğinde şunlar var: 
1. Giriş
2. Anabasis'in Türkçe çevirisinin Karduklarla ilgili bölümü
3. Ek 1: Anabasis ve yazarı hakkında bilgi
4. Ek 2: Anabasis'te geçen Tarihi Karduk bölgesinin günümüz haritalarına göre çözümlenmesi 
5. Ek 3 : Anabasis'in İngilizce çevirisinin Karduklarla ilgili bölümü

Giriş
Eski kroniklerin çoğunda olduğu gibi burada da bölümler, kısımlar ve hatta bağlama uygun küçük bölümler (belki sekans demek lazım) tek tek numaralandırılarak belirtilmiştir. Okurken bunların karışılık yarattığını bildiğim için anlaşılırlığı arttıracağını düşünerek her numarayı satırbaşına yerleştirirek yazdım. Uzun açıklama başlıkları da yine eski dönemlerin bilinen bir geleneği. Böyle yazıyorlar. Neler olduğunu, bir başlık şeklinde adeta özetleyerek daha baştan gösteriyorlar. Karşılaştırılması amacıyla Türkçe çeviriden sonra ilgili kısmın İngilizce çevirisini de koydum.
Ksenefon’u (Xenophon)  Zenefon olarak okuyoruz. Anabasis, Grekçe’de “yürümek, ilerlemek” anlamına gelen bir kelime.

Kardukh ismine gelince... Şüphesiz Kürtlerden bahsediyorlar. Bu konuda ayrıntılı bilgiyi ek 2'de yazdım.

Kaynak
Bu harita Ksenefon'un anlattığı seferi ve geri dönüş yolculuğunu göstermektedir
Yolculuk Perslere ait bir satraplık olarak yönetilen Lidya topraklarında başlar.
Satrap aynı zamanda kralın kardeşi olan Kyros ki bu bildiğimiz büyük Kyros değildir, topladığı paralı askerlerle
kardeşini tahtan indirmek için Lidyalıların başkenti olan Sardes'ten yola çıkar.
Sardes, Manisa'ya bağlı bir ilçe olan Salihli'ye çok yakın, bugün de bilinen ve gezilen antik bir şehirdir.
Harita ve yolculukla ilgili açıklamalarım için Ek 2'ye bkz.  


Kitabın bir özetini vermek gerekirse:
Macera Pers İmparatorluğu'nun batı anadolu valisi bulunan genç Kyros'un; tahtı ele geçirmek için kral olan abisi II. Artaxarxes e karşı ayaklanmasıyla başlar. Kyros, yanına topladığı, sayısı onbinlerle ifade edilen paralı askerleriyle Mezopotamya’ya doğru yola çıkar. Askerlerin arasında çok sayıda Yunanlı ve Yunanlıların “barbar” dediği çok sayıda Yunanlı olmayan halklardan askerler de vardır.  MÖ 401 yılında yapılan Kunaxa (haritaya bkz.) savaşında Kyros öldürülür, ortada kalan Yunanlı askerler ülkelerine geri dönmek için yürümeye başlar (anabasis). Komutanların çoğu ölünce aslında komuta kademesinde bulunmayan Ksenephon bu mevkiye getirilir.  Dicle nehrinin doğu yakasını takip ederek ve Doğu Anadolu’yu geçerek Trabzon’a ulaşmaya çalışırlarken yollarda başlarına çeşitli olaylar gelir. Kendileri de çeşitli olaylara yol açarlar, aralarından çoğu ölür, onlar da öldürüp, yakıp yıkarak, yiyecek yağmalayarak Trabzon'a kadar gelirler. Buradan gemilerle ülkelerine geri dönerler.


Aşağıdaki kısımda yenilgiden sonra Yunanlılar Dicle nehrine varıyor ve batıya doğru nehri geçmenin yollarını araraken Kardukh ülkesine girmekten başka yol olmadığını görüyorar. Çok da istemeden bu yola sapıyorlar ve doğal olarak karşılarına Karduklar çıkıyor…

***
Onbinler Trabzon'da
"Thálatta! 
Thalatta!" (Yunanca), "Deniz Deniz!"
Denizi gören Onbinler bir ağızdan böyle bağırmış olabilir.
19. yüzyıl illüstratörü Herman Vogel bu anı böyle betimlemiş.

ANABASİS 

III. Kitap, V. Kısım (Üçüncü kitabın son kısmı)

Barbarlar bölgeyi ateşe veriyor. Yunanlılar Dicle’yi aşmanın imkânsızlığını görünce Kardukhların dağlarına tırmanmaya karar veriyorlar.

1. Bunun üzerine, Yunanlılar doruğu ele geçirirken, Barbarlar geri dönüp kaçtılar. Tissaphernes ile Ariaios'un birlikleri, başka bir yoldan geri çekildi. Khirisophos'un birlikleri tepeden inip yiyeceği bol bir köyde konakladılar. Bu ovada, Dicle boyunca, daha pek çok başka zengin köy vardı.
2. Öğleden sonra düşman ansızın ovada belirip yağma için (gerçekten çok sayıda sürü Dicle'nin öbür yanına aktarılmak istendiği sırada ele geçirildi) dağılmış olan Yunanlılardan birkaçını öldürdü.
3. Sonra, Tissaphernes ile adamları köyleri yakmağa başladılar. Yunanlılardan bazılan her şey yakılırsa yiyecek sağlayacak yer bulamayacaklarını düşünerek büyük bir umutsuzluğa kapılmışlardı.
4. Khirisophos'un askerleri, arkadaşlarının yardımına koştuktan sonra ordugâha dönmekteydiler; dağdan inmiş olan Ksenophon arkadaşlarının yardımına koşmaktan dönen bu askerlerin sıraları arasından atıyla geçip şunları söyledi:
5. «Yunanlılar, onların ülkeyi bize bıraktıklarını, bizim malımız gözüyle baktıklarını görüyorsunuz. Bizimle mütareke yaparken Kralın topraklarını yakmamız koşulunu ileri sürmüşlerdi; oysa bu topakları düşman toprağıymış gibi kendileri yakıyorlar şimdi; ama kendileri için nerede erzak bıraksalar bizim oraya yürüyeceğimizi görecekler.» Sonra ekledi:
6. « Khirisophos! Ben, ülke bizim ülkemizmiş gibi bu kundakçılara saldırmayı öneriyorum.» Khirisophos: «Ben aynı fikirde değilim, iyisi mi biz de yakalım; böylece işleri daha çabuk bitmiş olur,» diye cevap verdi.
7. Çadırlara dönüldüğü zaman askerler yiyeceklerle uğraşıyarken komutanlada yüzbaşılar toplandılar. Durum çok sıkıcıydı: Bir yanda çok yüksek dağlar, öte yanda bir mızrak batırılınca dibi bulunmayan derinlikte bir ırmak vardı.
8. Ne yapacaklarını bilmezlerken bir Rodos'lu:  “Baylar! Gerekli gereci sağlar, ödül olarak da bir talanton verirseniz bir seferde dört bin ağır piyadeyi karşıya geçiririm.” dedi.  Bunun için ne gerektiği sorulunca da «İki bin tulum gerekli» diye cevap verdi. «Birçok koyun, keçi, öküz ve eşek görüyorum; derilerini yüzüp şişirirsek kolayca geçebiliriz.
10. Ayrıca hayvanları koşmakta kullandığımız kayışlara ihtiyacım olacak; tulumları bağlayacağım; sonra her birinin ucuna taş bağlayıp çapa gibi suya atacağım; tulumlar bir kıyıdan öbürüne varınca, iki yana sıkıca bağlayacağım; üstüne çalı demetleri yerleştirip en üstüne de toprak döktüreceğim.
11.  Bu koşullar altında, sizin de hemen anlayacağınız gibi batmazsınız; çünkü, her tulum batımadan iki kişiyi taşır; çalı da toprak da, kaymalarını önler.»
12. Komutanlar onu dinledikten sonra fikrini çok zekice buldular, ama uygulanmasının imkansız olduğu ortaya çıktı; çünkü, öbür kıyıda buna benzer bir girişime hemen engel olacak pek çok süvari vardı.
13. Bunun üzerine ertesi gün ordu çıktığı her köyü yakarak Babil ülkesi yönünde yakılmamış köylere geri döndü. Düşmanlar bu yüzden yaklaşmadılar; şaşkın şaşkın bakıyıor, Yunanlıların hangi yöne ilerleyeceklerini ve ne yapmayı tasarladıklarını düşünüyorlardı.
14. O sırada askerler yeniden yiyecek hazırlarken, komutanlar da yeniden toplanıp tutsakları getirttiler ve onlardan çevredeki bölgelerle ilgili bilgi alımağa uğraştılar.
15. Tutsaklar Güneydeki bölgelerin Babil ülkesine ve Media'ya [1](71) giden yol üstünde olduğunu, doğuda yolun Susa'ya ve kralın yazlarını geçirdiği söylenen Ekbatana'ya [2](72) ulaştığını ırmak aşılıp batıya doğru ilerlenince Lydia ve İonia'ya ulaşıldığını ve kuzeyde dağlar aşılınca Kardukh'lar ülkesine varıldığını bildirdiler.
16. Bu halkların dağlarda oturduklarını, çok savaşçı olduklarını ve Krala bağımlı bulunmadıklarını söylüyorlardı. Hatta eskiden Kralın gönderdiği yüz yirmi bin kişilik bir ordunun onların ülkesine girdiğini, ama geriye tek bir kişinin bile dönmediğini söylemekteydiler. Bununla birlikte Kardukh'lar, ovayı yöneten satrapla barış halindeymişler; iki ülke ar·asında ilişkiler varmış.
17. Komutanlar bu bilgileri aldıktan sonra, falanca ya da filanca yolun nereye ulaştığını bildiklerini söyleyen tutsakları bir kenara ayırdılar; ama hangi yola sapacaklarını açıklamadılar. Dağlara ilerleyip Kardukh'lar ülkesine girmeleri gerektiğini düşünüyorlardı; çünkü 'tutsaklar o ülkeyi aştıktan sonra Orontas'ın yönettiği zengin ve kalabalık bir eyalet olan Armenia'ya varacaklarını ordan da diledikleri yere kolayca gidebileceklerini söylemişlerdi.
18. Bunun üzerine komutanlar uygun saatte yola koyulabilmek için kurbanlar kestiler·; çünkü düşmanın dağlara giden geçidi ele geçirmesinden korkuyorlardı. Askerlere yemeklerini yedikten sonra yükleri hazırlamalarını, dinlenmelerini ve ilk işarette kendilerini izlemelerini buyurdular.
Pers İmparatorluğu, I. Darius zamanınında sınırlar (MÖ 500'lü Yıllar)
Onbinlerin Dönüşü'nde anlatılan siyasal  coğrafya da aşağı yukarı böyleydi.
Sefere MÖ 401 yılında çıkıp (5. yüzyılın sonu)
MÖ 399'da geri dönüşü tamamlıyorlar.

IV. Kitap, I. Kısım

Yunanlılar, Kardukh'lar ülkesine giriyorlar. Onların saldırısına uğrayınca hızlı gitmelerine engel olan yüklerini atıyorlar. Kardukh'ların elindeki bir geçite varıyorlar. Bir tutsak onları çevirmek için yol gösteriyor. Bir gönüllü müfrezenin kurulması.

1. (Savaşa kadar yukarı ülkeye yürüyüşte ortaya çıkan bütün olaylar, savaştan sonra Kral ile Kyros’a eşlik etmiş Yunanlılar arasındaki mütarekeye kadar olup biten her şey, daha sonra, Kral ile Tissapharnes mütarekeyi bozunca peşlerindeki Pers ordusunun Yunanlılara yaptıkları saldırılar, bundan önceki bölümlerde anlatılmıştır.)
2. Yunanlılar Dicle’nin derinliği ve genişliği dolayısıyle aşılmasının imkânsız olduğu yere varınca ve sularına dimdik inen Kardukh dağları yüzünden kıyısının izlenmesi de söz konusu olmayınca, komutanlar, dağlardan ilerlemeğe karar verdiler.
3. Tutsaklar onlara Kardukh dağlarını aştıktan sonra isterlerse Dicleyi Armenia’daki kaynağından aşacaklarını, isterlerse de çevresini dolanacaklarını söylemişlerdi. Ayrıca, Fırat’ın kaynağının, Dicle’nininden uzak olmadığı söyleniyordu; ve bu doğruydu.
4. Kardukh’lar ülkesini şöyle istilâ ettiler: Hem niyetlerini onlardan gizlemeğe hem de tepeleri ele geçirmede onlardan çabuk davranmağa karar verdiler.
5. Gecenin son nöbet vaktine doğru, ovayı karanlıkta aşmak için gerekli zaman kalınca kalkış buyruğu verildi, yürüyüşe geçildi ve gün doğarken dağa varıldı.
6. Khirisophos tümeniyle ve tüm hafif silâhlı askeriyle ordunun başında ilerliyordu. Ksenophon, yanında bu tür bir tek asker olmadan, artçı ağır piyadelerle geriden gelmekteydi; çünkü dağ yolunda kovalanmak tehlikesi olmadığını düşünüyordu.
7. Khirisophos, düşman fark etmeden dağdaki geçide ulaştı. O andan sonra ağır ağır ilerledi; ordunun geri kalan kısmı da geçidi aştıkça onu izliyor, küçük vadilerde ve dağın kıvrımlarında kurulmuş köylere giriyordu.
8. Bunun üzerine Kardukh’lar köylerini boşaltıp karıları ve çocuklarıyla tepelere kaçtılar. Alınacak pek çok yiyecek vardı; evlerde de bir yığın tunç kap kacak bulunuyordu. Yunanlılar hiç birini almadılar, köylüleri de kovalamadılar. Kralın düşmanı oldukları için ülkeden dostça geçmelerine izin verileceğini umarak onlara biraz iyi davranıyorlardı.
9. Ama herkes eline geçen yiyeceği aldı, çünkü ihtiyaçları vardı. Ne kadar seslenildiyse de Kardukh’lar cevap vermediler ve hiç bir barış eğilimi göstermediler.
10. Dağdan inen son Yunanlılar da köylere ulaştığında gece olmuştu bile; çünkü yol öyle dardı iki dağa tırmanış ve iniş bir gün sürmüştü. O sırada bir araya toplanan birkaç Kardukh, arka sıralara saldırıp birkaç askeri öldürdüler, birkaçını da taş ve oklarla yaraladılar. Sayıları kalabalık değildi, Yunanlılar da hiç beklemedikleri bir anda gelmişlerdi.
11. Daha kalabalık olsalardı, ordunun büyük kısmı yok olabilirdi. O gece Yunanlılar köylerde açık ordugâh kurdular. Kardukh’lar da dağlarda bir çember halinde pek çok ateş yakıp, bu ateşlerle haberleştiler.
12. Gün doğarken komutanlarla yüzbaşılar toplanıp ancak en gerekli ve en sağlam yük hayvanlarıyla yola çıkılmasına, geri kalanların terk edilmesine ve alınan tutsakların serbest bırakılmasına karar verdiler.
13. Yük hayvanlarının ve düşmandan alınan eşyanın çokluğu yürüyüşü ağırlaştırıyor, onların korunmasıyla görevlendirilen birçok asker, savaşa katılamıyordu ve insan çokluğu yüzünden iki kat erzak sağlayıp taşımak gerekiyordu. Bu karar alınınca, münadilerle orduya bildirildi.
14. Yemekten sonra yürümeğe başlandı; ama en dar geçitte, komutanlar, askerleri durduruyor, ellerinde belirtilmiş eşyalardan bulurlarsa alıyor, askerler de karşı koymuyorlardı: bununla birlikte tutuldukları bir kadın ya da bir güzel çocuğu geçitten gizlice geçirenler oldu. O gün bazen çarpışılarak bazen dinlenilerek ilerlendi.
15. Ertesi gün büyük bir fırtına oldu; buna karşın, ilerlemek gerekiyordu; çünkü yeterli yiyecek yoktu. Khirisophos öncülere, Ksenophon artçılara komuta etmekteydi.
16. Şiddetli bir saldırıya uğradılar; bulundukları yer dar olduğundan, çok yakından kovalayan -düşmanlar Yunanlılara ok ve taş yağdırıyor, Yunanlılarsa saldırıya geçince ancak ağır ağır ilerleyebiliyorlardı. Düşman şiddetle saldırdığında Ksenophon sık sık durmaları haberini gönderiyordu.
17. Khirisophos, ne zaman durması söylense dururdu; ama o gün duracağına hızlanıp peşinden gelinmesini buyurdu. Bir şeyler olup bittiği belliydi, ama gidip bu hızlanmanın sebebini görmeğe vakit yoktu; bu yüzden artçılar kaçışa benzer bir hızla ilerliyorlardı.
18. Bu sırada, kalkanını ve manda derisi zırhını delip böğrüne saplanan bir okla yiğit bir asker olan Lakonialı Kleonymos ve başı ortadan ikiye yanlan Arkadia’lı Basias kaybedildi.
19. Ksenophon konak yerine varınca, hemen Khirisophos'un yanınma koşup, kendilerini beklemediği ve kaçarken dövüşmek zorunda bıraktığı için kınadı. «İki iyi askerimizi kaybedip, ne ölülerini alabildik ne de gömebildik,» dedi.
20. Khirisophos, «Dağlara bir göz at da aşılmalarının imkânsızlığını gör,» diye cevap verdi. «Şu gördüğün sarp yoldan başka yol yok; bu yolda da girişi kesip koruyanları görebilirsin.
21. İşte bu yüzden acele edip seni beklemedim. Düşman geçiti ele geçirmeden, ondan önce davranıp davranamayacağımı anlamak istiyordum. Kılavuzlarımızsa başka yol olmadığını söylüyorlar.»
22. Ksenophon, «Bense iki tutsak aldım,» dedi. «Düşman bizi rahatsız ettiğinden bir pusu kurduk; bu biraz soluk almamızı sağladı; içlerinden bazılarını öldürdük, elimizde bölgeyi bilen kılavuzlar olması için birkaçını canlı yakalamak uğruna elimizden gelen çabayı harcadık.»
23. İki adam hemen getirtilip gördükleri yoldan başka yol bilip bilmedikleri soruldu. Biri tüm tehditlere karşın bilmediğini söyledi. Ondan hiç bir yararlı bilgi alınamadığı görülünce arkadaşının gözü önünde boğazlandı.
24. Öbürü, arkadaşının, kızı bu köyde biriyle evli olduğu için hiç bir yol bilmediğini söylediğini, kendisinin yük hayvanlarının bile geçebileceği bir yol göstereceğini söyledi.
25. Bu yolda geçilmesi güç bir yer olup olmadığı sorulunca, önce ele geçirilmesi gereken bir tepe olduğunu yoksa geçmenin imkânsız olduğunu bildirdi.
26. Bunun üzerine hafif ve ağır piyade yüzbaşılarının çağrılıp durumun açıklanmasına ve aralarından yiğitliklerini gösterip gönüllü ilerlemek isteyenler bulunup bulunmadığının sorulmasına karar verildi.
27. Önce, ağır piyadeler arasından, Arkadia’dan Methydrion’lu[3] (73) Aristonymos ile Arkadia’dan Stympihalos’lu Agasias ortaya çıktı, sonra gene Arkadia’dan Parrasia’lı Kallimakhos da onlarla rekabet ederek tüm ordudan çıkacak gönüllülerle ilerlemeğe hazır olduğunu bildirdi. «Komuta eden ben olursam pek çok genç askerin geleceğine eminim,» diye ekledi.
28. Sonra hafif silâhlı askerlerin komutanlarından birinin de müfrezeye katılıp katılmayacağı soruldu. Khios’lu Aristeas katılmak istedi: böyle durumlarda orduya değerli yararlıklarda bulunmuş bir insandı.
Bir klasik Yunanca el yazması (manuscript)
Yunanca el yazmalarının iki kaynağı var: Bizanslılardan gelen arşiv
ve Mısır'da bulunmuş, papirüslere yazılmış olan kopyalar.
Aslında yazarın kendi yazdığı bir esere, orijinal el yazmasına  (hele bunlar görece daha eskiyse)
neredeyse hiç ulaşamıyoruz.
Elimize geçenler o eserin zaman içinde defalarca yapılmış kopyalarıdır.
 Fazla kopyası yapılmış eserleri; takdir edilen, sevilen bir eser olarak görmek lazım.
Tıpkı günümüzde bazı kitapların çok sayıda baskı yapması gibi. 

II. Kısım

Gönüllüler gizli bir yoldan geçite varıyorlar. Khirisopos da onların yanına gidiyor. Ama yüklerle birlikte gönüllülerin yolunu izleyen ksenophon, birçok kez çarpışıp önemli kayıplar veriyor. Düşmanla pazarlığa oturuluyor.

1. Akşam, yaklaştığından, komutanlar, yemek yiyip yola koyulmalarını gönüllülere buyurdular. Bağlanan kılavuzu onlara vererek, tepeyi ele geçirirlerse sabaha kadar tutup gün ışıyınca boru sesiyle işaret vermelerini, sonra yüksekteki yerlerinden geçiti elde tutan düşmana saldırmalarını, ordunun da yolu elden geldiğince hızla aşarak onlara yardıma koşmasını kararlaştırdılar.
2. Bu karar verildikten sonra iki bin kişi kadar olan gönüllüler yola koyuldular. Gökten bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Artçıların başında olan Ksenophon da, düşmanın dikkatini bu yola çekip gönüllülerin gizli yoldan ilerleyişini elden geldiğince belli etmemek için geçite doğru ilerledi.
3. Ama artçılar sarp yola ulaşmak için aşılması gereken bir ırmak yatağına vardıklarında, Barbarlar bir arabayı dolduracak büyüklükte kayalar yuvarlamağa başladılar; yuvarladıkları taşlar kayalara çarpıp parçalanarak sapan taşları gibi sekiyordu; öyle ki, yolun girişine yaklaşmak bile imkânsızdı.
4. Bazı yüzbaşılar oradan geçmenin imkânsızlığını görünce, başka yerden geçmeyi denediler; çabalama geceye kadar devam etti, sonra göze çarpmadan geri çekilebileceklerini anlayınca akşam yemeği yemek için geri döndüler; içlerinde artçı olanlar gündüz de yemek yememişlerdi. Bu sırada düşmanlar gece boyunca taş yuvarlamağa bir an bile ara vermediler, gürültüden anlaşılıyordu böyle yaptıkları.
5. Kılavuzu yanlarına almış olan gönüllüler tepeyi dolanarak, bir ateş çevresinde oturan nöbetçilere baskın verdiler; bir kısmını öldürdüler öbürlerini kaçırdılar ve tepeyi ele geçirdiklerini sanarak mevzilendiler.
6. Oysa geçirmiş değillerdi; çünkü üstlerinde de bir tepe vardı, bu tepe boyunca nöbetçilerle tutulmuş dar bir yol uzanıyordu. Ne var ki, gözle görünen yol üstündeki düşmanların yanına ulaşan bir başka yol da vardı.
7. Geceyi orda geçirdiler; gün ışımağa başlayınca düzenli bir biçimde ve sessizce düşmanın üstüne yürüdüler. Sis olduğundan görünmeden yaklaşabildiler; iki taraf birbirini görecek kadar sokuldukları zaman boru çalındı. Yunanlılar savaş çığlığını atarak Barbarlara saldırdılar. Barbarlar onları beklemediklerinden yolu bırakıp kaçtılar. İçlerinden pek azı öldü, çünkü çevik insanlardı.
8. Khirisophos’la birlikleri boru sesini işitince hemen, görünen yola saldırdılar. Öbür komutanların her biri bulunduğu yere göre açılmamış yollardan ilerledi; askerler ellerinden geldiğince tırmanıyor, birbirlerini mızraklarıyla çekiyorlardı.
9.Mevziyi ele geçirmiş olan gönüllülerin yanına önce onlar ulaştılar. Ksenophon artçıların yarısıyla, kılavuzun ardından gidenlerle aynı yolu izlemişti; çünkü yük hayvanlarının izlemesine en elverişli yoldu bu; artçıların öbür yarısını yüklerin arkasına yerleştirmişti.
10. İlerlerken, yola hakim olan ve düşmanın elinde bulunan bir tepeciğe vardılar. Ya düşmanı ordan atmak ya da öbür Yunanlılardan kopmak gerekiyordu. Öbür Yunanlıların izlediği yola sapılabilirdi, ama yük hayvanları ancak öbür yoldan ilerleyebilirdi.
11. Bunun üzerine Yunanlılar birbirlerini cesaretlendirerek bölükler halinde tepeciğe saldırdılar; ama düşman isterse kaçabilsin diye kuşatmadılar.
12. Herbiri elinden geldiğince tırmanırken Barbarlar onlara taş ve ok atıyorlardı; ama yaklaştıklarını görünce onları beklemeyip kaçtılar. Yunanlılar tepeciği aştıktan sonra karşılarında gene düşmanın elinde olan başka bir tepecik bulunduğunu gördüler, ona da saldırmağa karar verdiler.
13. Ama alınmış olan tepeciği savunacak kimse bırakılmazsa yeniden düşmana geçmesinden ve düşmanların yolun darlığı yüzünden uzun bir dizi halinde yayılan yüklere saldırmasından korkan Ksenophon, o tepeciği Atinalı Kephisophon oğlu Kephisodoros’u, Atinalı Amphidemos oğlu Amphikrates’i ve Argos’tan sürgün edilmiş olan Arkhagoras’ı bıraktı. Kendisi de birliklerinin geri kalan kısmıyla ikinci tepeciğe yürüyüp, birincisi gibi onu da aldı.
14. Çok daha sarp olan üçüncü bir tepecik kalmıştı; gönüllülerin gece ateş çevresindeki düşmana baskın verdikleri mevziye hakimdi.
15. Yunanlılar yaklaşınca düşmanın bu tepeciği çarpışmaksızın bırakması herkesi şaşırttı; kuşatılmaktan ve abluka altına alınmaktan korktuğu için tepeyi boşalttığına inanıldı. Ama aslında, bulundukları yüksek yerden geride olup biteni görünce tümü artçılara saldırmıştı.
16. Ksenophon en genç askerlerle tepeciğin doruğuna tırmanıp öbür askerlere, arkadaki birliklerin yetişebilmesi için yavaş yürümelerini, yolu izleyerek yaylaya varınca da orada durmalarını söyledi.
17. O anda kurtulmayı başaran Argos’lu Arkhagoras’ın geldiği görüldü. Tepecikten atıldıklarını, Kephisodoros ile Amphikrates’in ve artçılara kavuşmak için kayadan aşağı atlamayan herkesin öldürüldüğünü söyledi.
18. Barbarlar bu başarıdan sonra gelip, tepeciğin karşısındaki bir yüksekliğe yerleştiler. Ksenophon bir ateşkes yaparak, ölüleri toplamak için bir tercüman aracılığıyla onlarla yüzyüze görüştü.
19. Barbarlar, evleri ateşe verilmezse, ölüleri vereceklerini söylediler. Ksenophon kabul etti. Ama ordunun geri kalan kısmı geçer ve öngörüşmeler yapılırken o bölgedeki tüm düşmanlar geldiler
20. Ve Yunanlılar ordunun geri kalan kısmıyla konakladığı yerde birleşmek için tepeden indiklerinde, düşmanlar büyük güçlerle ve büyük gürültüyle ilerlediler; Ksenophon’un inmekte olduğu tepeciğin doruğuna varınca taş yuvarlamağa başladılar. Askerlerden birinin bacağı kırıldı, Ksenophon’un kalkanını taşıyan asker de kaçtı.
21. Arkadia’daki Lusoi[4](74) şehrinden ağır piyade Eurylokhos, Ksenophon’un yardımına koştu; kalkanıyla ikisini birlikte koruyarak onunla geri çekildi. Artçıların geri kalan kısmı da savaş düzenine girmiş olan orduya kavuştu.
22. O andan sonra tüm Yunan ordusu bir araya toplanmış oldu; orada yiyecek dolu bir sürü güzel evde konakladı. Şarap öyle boldu ki, duvarları sıvalı sarnıçlarda saklanıyordu. 
23. Ksenophon ile Khirisophos, Kardukh’larla bir anlaşma yapıp ölülerini topladılar; buna karşılık kılavuzu geri verdiler. Ölülerine cesur askerlere gösterilmesi âdet olan saygıların tümünü imkânları ölçüsünde gösterdiler.
24. Ertesi gün Yunanlılar kılavuzsuz yola koyuldular. Düşman hep çarpışarak ve tüm dar geçitleri önceden ele geçirerek yollarını kesmeğe uğraşıyordu.
25. Öncülerin yolu kesildiği zaman Ksenophon, sapadan giderek yüksekliklere doğru ilerliyor ve tıkayanlardan daha yükseğe tırmanmağa çalışarak yolu açıyordu.
26. Saldırı artçılara yapılırsa, aynı biçimde, Khirisophos yoldan ayrılıyor, düşmandan daha yükseğe tırmanmağa çalışıyor engeli dağıtıyor ve artçıların yolunu açıyordu; hep böyle birbirlerine yardım etmekte ve etkili bir biçimde göz kulak olmaktaydılar.
27. Bazen da, yükseklere tırmananlar inerlerken Barbarlardan zarar görüyorlardı; çünkü Barbarlar öyle ayağına tez insanlardı ki, çok yakından kaçsalar bile kurtuluyorlar üstelik bir yay ve bir sapandan başka silâh taşımıyorlardı.
28. Ok atmada çok ustaydılar. Yaylarının uzunluğu dört beş ayaktan, oklarının ki ise üç ayaktan daha fazlaydı. Oklarını sol ayaklarıyla yayın aşağı kısmına basıp kirişi kendilerine doğru çekerek fırlatıyorlardı. Okları, kalkanları ve zırhları deliyordu. Yunanlılar bu oklardan topladıklarını, bir kayış bağlayarak harbe gibi kullanıyorlardı. Bu bölgede Giritliler büyük yararlık gösterdiler. Başlarında Giritli Stratokles vardı.

III. Kısım

Armenia'yı, kardukh’lar ülkesinden ayıran kentrites’in kıyısına varan yunanlılar, peşlerinden kovalayan Kardukh'larla karşı kıyıda bekleyen Armen’ler arasında kalıyorlar. Irmakta bir geçit yeri bulup Ksenophon, Armen süvarilerinin dikkatini başka yöne çekerken geçiyorlar. Ksenophon Kardukh’lara saldırıyor. Irmağı aşmak için çarçabuk dönüyor.

1. Yunanlılar o gün de, Kentrites[5](75) ırmağının aştığı ovaya hakim köylerde açık ordugâh kurdular; iki yüz ayak genişliğinde olan bu ırmak, Armenia’yı Kardukh’lar ülkesinden ayırır. Yunanlılar orada ovayı yeniden gördüklerine sevinerek soluklandılar. Irmak, Kardukh dağlarından altı yedi stadion uzaklıktaydı.
2. Yunanlılar yiyecekleri olduğundan ve atlattıkları felâketleri hatırladıklarından, büsbütün büyük bir zevkle açık ordugâh kurdular. Çünkü Kardukh ülkesini aştıkları yedi gün boyunca tek bir gün bile savaşsız geçmemişti ve başlarına gelen felâketler, Kral ile Tissaphernes'in yüzünden gelenlerin tümünden fazlaydı. Artık bunlardan kurtulduklarını düşünmeleri rahat bir uyku uyumalarını sağladı.
3. Gün doğunca, ırmağın öbür kıyısında geçmelerine engel olmağa hazır tepeden tırnağa silâhlı süvariler, bu süvarilerin arkasında da Armenia’ya girmelerine engel olmak için sıralanmış piyadeler gördüler.
4. Bunlar Orontas'ın ve Artukhas’ın emrindeki paralı askerler olarak çalışan Armen’ler, Mard’lar[6](76) ve Khaldai’alılardı [7](77). Sonuncuların özgür ve cesur bir halk oldukları söyleniyordu; sorgun ağacından büyük kalkanlar ve mızraklarla silâhlıydılar.
5. Üstünde sıralandıkları tepeler, ırmaktan üç dört yüz ayak uzaklıktaydı; buraya çıkan tek bir yol görünüyordu ve insan eliyle yapılmışa benziyordu. Yunanlılar bu noktadan geçmeyi denediler.
6. Geçerken, suyun göğüslerine geldiğini; ırmağın dibinin engebeli, kaygan büyük taşlarla dolu olduğunu; kalkanlarını akıntıya kapılmadan suyun içinde tutarak yürüyemeyeceklerini; başlarının üstünde taşırlarsa da oklardan ve savrulan öbür şeylerden korunamadıklarını gördüler. Bu yüzden, geri dönüp ırmak kıyısındaki bu yerde ordugâh kurdular.
7. Ama bir gece önce dağda kendilerinin bulunduğu yer de, çok sayıda silâhlı Kardukh toplanmış olduğunu gördüler. Bunun üzerine ırmağı geçmenin güçlüğünü düşünen ve bir yandan geçmelerine engel olmağa hazır insanlar; öbür yanda da geçecekleri anda onlara arkadan saldırmağa hazır Kardukh’lar bulunduğunu gören Yunanlılar büyük bir umutsuzluğa kapıldılar.
8. O gün ve ertesi gece ne yapacaklarını bilmez halde orada kaldılar. Ama Ksenophon düşünde, kendini, ayakları kösteklenmiş, sonra bu köstekler kendiliğinden düşerek serbest kalmış, dilediğince uzun adımlarla ilerleyebiliyor gördü. Gündoğmasına yakın Khirisophos'un yanına gitti, ona her şeyin iyi gideceğini umduğunu söyleyip gördüğü düşü anlattı.
9. Khirisophos buna çok sevindi ve şafakta bütün komutanların önünde kurbanlar kestirdi; ilk kurbanınkinden başlayarak bağırsaklar iyi belirtiler gösterdi. Kurbanlar kesilince, komutanlarla yüzbaşılar birliklere kahvaltı etmelerini buyurdular.
10. Ksenophon kahvaltı ederken iki genç ona doğru koştu; çünkü herkes onunla savaşla ilgili konularda konuşmak için yanına kahvaltı ederken de akşam yemeği yerken de gidilebileceğini ve uyuyorsa uyandırılabileceğini biliyordu.
11. Gençler, ateş yakmak için kuru dal toplarken öbür kıyıdaki ırmağa kadar inen kayalarda yaşlı bir adam, bir kadın ve genç kızların içi oyuk bir kayaya giyecek torbasına benzer şeyler koyduklarını gördüklerini anlattılar.
12. Bunu görünce, oraya düşman süvarilerinin ulaşması imkânsız olduğu için, ırmağın güvenlik içinde aşılabileceğini düşünmüşlerdi; bunun üzerine giyeceklerini çıkardıklarını ellerinde bir hançerle çırılçıplak ve yüzmeğe hazır bir halde suya girip ırmağı su dizlerini aşmadan geçtiklerini söylüyorlardı; bundan sonra da giyecekleri alıp geri dönmüşler.
13. Ksenophon hemen saçılar yapıp, gençlere şarap verilmesini ve kendisine gördüğü düşü gönderip girişimlerini iyi bir sonuca ulaştırmaları için ırmağın geçidini gösteren tanrılara dua edilmesini buyurdu. Saçılar yapılınca Khirisophos’a götürdüğü gençler, ona da aynı şeyi anlattılar. Khirisophos da onları dinledikten sonra saçılar yaptı.
14. Saçılardan sonra askerlere yükleri toplama buyruğunu gönderdi ve komutanları çağırtıp ırmağı aşmak için, karşılarındaki düşmanı yenmek ve arkalarındaki düşmanın kendilerine zarar vermesine engel olmak için alınması gereken en iyi tedbirleri görüştü.
15. Khirisophos'un önden yürüyerek ordunun yarısıyla ırmağı geçmesine, öbür yarının Ksenophon’un yanında kalmasına, yük hayvanlarıyla onları koruyanların da arada geçmesine karar verildi.
16. Her şey iyice kararlaştırılınca harekete geçildi; ırmağı sollarına alan iki genç yol gösteriyorlardı; geçit yeri aşağı yukarı dört stadion uzaklıktaydı.
17. Ordu ilerlerken, düşman bölükleri de paralel olarak karşı kıyıdan ilerlemekteydiler. Geçit yerine ve ırmağın yüksek kıyılarına varınca ordu durdu ve başına bir çelenk koyan Khirisophos, ilk önce soyunup silâhlarını alarak öbürlerine de aynı şeyi yapmalarını buyurdu; sonra yüzbaşılara, bölüklerini tek sıra dizerek bir kısmının solundan bir kısmının da sağından kendisini izlemeleri buyruğunu verdi.
18. Bu sırada kâhinler ırmak kıyısında kurbanlar kesiyor, düşman da ok ve taş yağdırıyordu; ama bunlar henüz Yunanlılara erişemiyordu.
19. Kurban falları elverişli çıktığından ordu hep bir ağızdan zafer türküleri söyleyip savaş çığlığı attı; buna tüm kadınların ince sesleriyle attıkları çığlıklar cevap verdi; çünkü orduda pek çok fahişe vardı.
20. Khirisophos askerleriyle suya girdi. Ksenophon artçılardan en ayağına tez askerlerle hemen Armenia dağlarının karşısındaki geçite döndü: Kentrites’in kıyısını izleyen süvarilerin yolunu kesmek için ordan geçmek istiyormuş gibi yapıyordu.
21. Khirisophos ile askerlerinin suyu kolayca geçtiklerini Ksenophon’un müfrezesininse arkalarına doğru koştuğunu gören düşmanlar, çembere alınmaktan korkup dolu dizgin ırmak kıyısından tepelere ulaşan yola doğru kaçtılar; yola ulaşınca da dağa yöneldiler.
22. Süvari bölüğüne komuta eden Lykios ile Khirisophos’un birliğindeki hafif piyadelere komuta eden Aiskhines, süvarilerin büyük bir hızla kaçtıklarını görünce peşlerine düştüler. Öteki piyadeler de orada bırakılmamalarını, kendilerinin de onlarla birlikte dağa ulaşmak istediklerini haykırıyorlardı.
23. Ama Khirisophos suyu geçince, süvarileri kovalayacağına bir an bile kaybetmeden ırmağın yüksek kıyılarına tırmandı ve tepelerdeki düşmanların üstüne yürüdü. Bunlar süvarilerin kaçtığını, Yunan ağır piyadelerinin de onlara doğru ilerlediğini görünce ırmağa hakim tepeleri boşalttılar.
24. Ksenophon, ırmağın öbür kıyısında işlerin yolunda gittiğini görünce, çarçabuk suyu geçmekte olan ordunun yanma geri döndü; çünkü Kardukh’ların, en arkada kalanlara saldırmak için ovaya inmeğe başladıkları görülüyordu.
25. Khirisophos tepeleri ele geçirmiş, bir avuç askerle düşmanın peşine düşen Lykios ise arkalarında bıraktıkları eşyayı (bunlar arasında çok güzel giyecekler ve kupalar vardı) ele geçirmişti.
26. Seyislerin ve ordunun yanındaki kalabalığın suyu geçtikleri sırada, Ksenophon geri dönüp askerlerini Kardukh’lara karşı dizdi ve yüzbaşılara, bölüklerini soldan tek sırayla dört bölüm halinde, yüzbaşılar ve takım komutanları düşman yönünde, sıra başları da ırmak yönünde dizilecek biçimde ilerletmelerini buyurdu.
27. Kardukh’lar artçıların ordunun geri kalan kısmından ayrıldığını ve sayılarının pek azalmışa benzediğini görünce türkü halinde kimbilir neler söyleyerek hızlandılar. Bu sırada kendi tarafında her şeyin yolunda gittiğini gören Khirisophos, hafif piyadeleri, sapancıları ve okçuları, Ksenophon’un her dediğini yerine getirmelerini buyurarak gönderdi.
28. Onların suya girdiğini gören Ksenophon bir haberci göndererek ırmağı aşmadan kıyıda beklemelerini bildirdi. «Biz ırmağı aşmağa başlayınca, karşı kıyıdan ve iki kanadımızdan ırmağı geçecekmişçesine, harbeciler silâhları hazır durumda ve okçular yaylarını germiş halde suya girsinler, ama akıntıda fazla ilerlemesinler,» dedi.
29. Yanındakilere de, bir sapan atılıp herhangi bir kalkan çınlayınca, zafer türküleri söyleyerek düşmana doğru koşmalarını; sonra düşman kaçmağa başlayıp ırmak kıyılarında borazan saldırı işaretini çalınca sağdan geri dönüp dizi başlarını izlemelerini, hep birlikte koşar adım ilerlemelerini ve her birinin öbürlerini rahatsız etmemek için sırasının bulunduğu yerden ve elden geldiğince çabuk ırmağı aşmasını buyurdu. Karşı kıyıya en önce varan en yiğit sayılacaktı.
30. Kardukh’lar karşılarında ancak bir avuç insan kaldığını görünce (çünkü kalması söylenenlerden birçoğu yük hayvanlarıyla ötekileri ağırlıklarıyla, başkaları da kadınlarıyla ilgilenmek için gitmişlerdi) cesaretle yaklaşıp taş ve ok atmağa başladılar.
31. Ama Yunanlılar, zafer türkülerini söyleyip koşar adım onlara saldırdılar. Kardukh’lar onları karşılamadılar; dağlarda düşmana saldırıp, sonra kaçma için yeterince silâhlanmışlardı, ama bu silahları göğüs göğüse çarpışmağa yeterli değildi.
32. O anda borunun çalması düşmanın daha hızlı kaçmasına yol açarken, Yunanlılar tersine geri dönüp çarçabuk ırmağı aştılar.
33. Kardukh'lar dan birkaçı bunu fark edip koşarak ırmağa yaklaştılar ve birkaç askeri okla yaraladılar; ama onların büyük kısmı hâlâ kaçarken Yunanlılar öbür kıyıya çıkmışlardı bile.
34. Cesaretlerinin coşkunluğuna kapılıp onları karşılamağa çıkanlar, gerektiğinden fazla ilerleyip ırmağı Ksenophon’ un birliklerinin arkasından yeniden geçtiler; bunlardan birkaçı yaralanmıştı.

IV. Kısım

Batı Armenia valisi Tribazos, Yunanlılarla anlaşma yapıyor. Karın yağmağa başlaması. Bir tutsaktan Tribazos’un saldırmak için onları bir geçitte beklediğini öğrenen Yunanlılar, Tribazos’u kovalayıp kaçırıyorlar.

1. Irmak aşılınca Yunanlılar sıraya dizilip öğlene doğru Armenia’da ilerlemeğe başladılar; dümdüz, pek hafif engebeli bir bölge olan bu yörede beş fersenge yakın yol aldılar; çünkü Kardukh’larla bölge ilişkilerinin düşmanca olması yüzünden ırmak yakınında şehir yoktu.
2. Ulaştıkları şehir büyük bir şehirdi; satrapın burda bir sarayı vardı, evlerin çoğunun üstünde de kuleler yükseliyordu; yiyecek içecek boldu.
3. Ordan iki konakta on beş fersenk aşarak Dicle’nin[8](78) kaynaklarından geçtiler. Ordan üç günde on fersenk yol alıp küçük ama güzel bir ırmak olan Teleboas’ın[9](79) kıyılarına vardılar. Irmak kıyılarında pek çok köy vardı.
4. Bu bölgeye Batı Armenia adı veriliyordu. Satrapın generallerinden Tribazos tarafından yönetilmekteydi. Bu Tribazos, Kralın gözdesi olmuştu ve Kralın yanında olduğu sıralarda atına binmesine ondan başka kimse yardım edemezdi.
5. Yanında bir süvari topluluğuyla yaklaşıp konuşmak istediğini bildirmek için Yunanlılara bir tercüman yolladı. Komutanlar onu dinlemeğe karar verip, sesini işitebilecek kadar yaklaşarak ne istediğini sordular.
6. Şu koşullarla anlaşma yapmak istediğini söyledi: Kendisi Yunanlılara zarar vermeyecek, Yunanlılar da evleri yakmayacak, kendilerine gerekli herşeyi alabileceklerdi. Komutanlar bu önerileri beğendiler ve bu koşullarla anlaşma yapıldı.
7. Ordan üç günde on beş fersenk aşarak ovada ilerlediler; Tribazos ile ordusu da on stadion kadar uzaklıktan onlara paralel ilerliyordu. Her çeşit yiyecek dolu köylerle çevrili bir saraya vardılar.
8. Orda konakladıkları sırada, gece pek çok kar yağdı. Sabah olur olmaz, birliklerin, başlarında komutanlarıyla, ayrı ayrı köylere gidip konaklamalarına karar verildi; çünkü çevrede hiç bir düşman görülmüyordu ve karin fazlalığından ötürü güvenlikte olunduğuna inanılabilirdi.
9. Orda her çeşit nefis içecek, davar, buğday, şarap (hoş kokulu yıllanmış şaraplar) kuru üzümler her çeşit sebze buldular. Ne varki, konak yerinden uzaklaşan birkaç asker, gece karanlığında parlayan bir sürü ateş gördüklerini haber verdiler.
10. O andan sonra komutanlar konak yerinden ayrılmanın güvenli olmadığını ve orduyu bir araya toplamak gerektiğini düşündüler. Bu yüzden ve hava da güzel göründüğünden, orduyu topladılar.
11. Ama gece öyle çok kar yağdı ki, silâhları ve yatan adamları örttü. Yük hayvanları kara gömüldü. Kimse pek kalkmak istemiyordu; gerçekten kar tabakası bedenlerinden kaymadıkça yatanları sıcak tutuyordu.
12. Bununla birlikte Ksenophon kalkmağa ve üzerine kalın bir şey giymeden odun yarmağa cesaret etti; hemen bir asker, sonra bir asker daha kalkıp elinden baltayı alarak onun yerine odun yarmağa başladılar. Ondan sonra öbürleri de kalktılar, ateş yaktılar ve bedenlerine yağlı maddeler sürdüler.
13. Gerçekten bölgede pek bol yağlı madde vardı (domuzyağı, susam, acıbadem, sakızyağı) ve bunlar zeytinyağı yerine kullanılıyordu. Ayrıca gene bu ürünlerden elde edilen hoş kokulu bir sıvı buldular.
14. Sonra köylerde barınmak için yeniden ayrılmağa karar verdiler. Bunun üzerine askerler sevinç çığlıklarıyla erzak dolu barınaklarına döndüler. Daha önce bulundukları yerden ayrılırken dikkatsizlik yüzünden, kaldıkları evleri ateşe verenler, bunun cezasını yetersiz barınaklarda kalarak çektiler.
15. Geceleyin, Temnos’lu [10](80) Demokrates’in yanına bir müfreze verilerek çapula giden askerlerin ateş gördüklerini söyledikleri yere gönderildi; Demokrates, bunun gibi birçok durumda doğruyu doğru, yanlışı yanlış olarak söylemekle tanınmıştı.
16. Görevinden dönünce ateşleri görmediğini söyledi; ama yanında bir Pers yayı, bir sadak ve Amazonlarınkine benzer bir balta taşıyan bir tutsak getiriyordu.
17. Hangi ülkeden olduğu soruldu. Pers olduğunu, yiyecek bulmak için Tribazos’un ordugâhından uzaklaştığını söyledi. Sonra bu ordunun mevcudu ve neden toplanmış olduğu kendisine soruldu.
18. Tribazos’un kendi birliklerinden başka, Khalyb ve Taokh’lardan kuvvetleri de olduğunu ve dağı geçerlerken tek bir yolu olan boğazlarda Yunanlılara saldırmağa hazırlandığını ekledi.
19. Generaller bu sözleri işitince orduyu toplamağa karar verdiler. Geri kalanlara komuta etmek Stymphalos'lu Sophainetos’u muhafızlarla bırakıp, tutsağı kılavuz alarak hemen yola koyuldular.
20. Dağlar aşılırken hafif piyadeler öne geçtiler ve düşman ordugâhını görünce ağır piyadeleri beklemeden çığlıklar atarak saldırdılar.
21. Gürültüyü işiten Barbarlar hemen kaçmaya başladılar; bununla birlikte birkaçı öldürüldü, yirmi kadar at, Tribazos’un içinde gümüş ayaklı karyolalar bulunan çadırı ve Tribazos’un ekmekçileriyle sakileri olduklarını söyleyen adamlar ele geçirildi.
22. Ağır piyadelerin komutanları olup bitenleri öğrenince, ordugâhta bırakılanlara saldırılmasından korkarak elden geldiğince çabuk geri dönmeğe karar verdiler. Hemen geri çekilme borusunu çaldırdılar; yola çıkılıp aynı gün ordugâha varıldı.
Anabasis, Ksenephon, Çeviren Tanju Gökçöl, Hürriyet Yayınları, 1974, İstanbul



EKLER


EK 1 

Ksenophon’un Kimliğine ve Anabasis’e Dair..

Ksenophon, i.ö. 430 yılında, Atina yakınlarında doğdu. Genç yaşta, ünlü filozof Sokrates'in öğrencileri arasına katıldı. i.ö. 404 yılında, Peloponez Savaşı sona ermiş, Isparta'ya yenilen Atina, çok kötü şartlada bir barış imzalamak zorunda kalmıştı. Üç yıl sonra, İran kralı Artakserkses'in kardeşi genç Kyros[ünlü Kyros değil] lspartalı kuvvetler ve paralı askerler yardımıyla, tahtı zorla ele geçirmek amacını güderek harekete geçti.

Ksenophon, Kyros'un düzerılediği bu sefere katıldı  (i.ö. 401- 400). Anabasis'te, Yunanlı olmayan başka kuvvetlerin yani Yunanlıların deyimiyle  “Barbarların" da katıldığı ve Bıltı Anadolu'daki Sardes'den başlayarak Güney Mezapotamya'daki Kunaksa'ya kadar varan ve burada Krala, yani Artakserkses'e karşı verilen meydan savaşında Kyros'un ölümüyle ama Yunanlıların zaferiyle sonuçlanan; daha sonra Yunan ordusunun yani Onbinlerin, tek başına, Anadolu içinden geçip Kuzeydoğuya yürüyerek yeniden Karadeniz kıyılarından anayurtlarına dönerken geçirdikleri akıl almaz serüvenler dile getirilmiştir.

Ksenophon'un, Peloponez Savaşının son yııllarında, Atina'nın düşmanı ve lspartalıların dostu olan Kyros'un hizmetine girmesi, yurttaşları yani Atinalılar tarafından hoş karşılanmamıştı. Seçkin ve zengin bir ailenin çocuğu olan Ksenophon'un bu biçimde davranışının çeşitli nedenleri olduğu ileri sürülmüştü. Bunlar arasında, dostu olan bir Yunan komutanının, ona, Kyros'un yakınlığını sağlayacağı konusunda söz vermesini; ayrıca Ksenophon'un geziler yapıp yabancı ülkeler görmeye; serüvene, savaşa, heyecana ve kendisini gösterip ün kazanmaya düşkün oluşunu saymak gerekir.
Büyük seyyah ve yazar Herodotos'a hayranlık duyan Ksenophon'un, ülkeler gezerken görüp öğrendiklerini, güzel bir eser halinde yazmak amacını güttüğü de söylenebilir. Nitekim, bu seferi, daha sonra anlatmak amacıyla, Ksenophon, gün gün not tutmuştur. Ama başlangıçta, bir çeşit «Savaş muhabiri» görevini yerine getiren Ksenophon, Yunan ordusunun komutanları tuzağa düşürülüp öldürülünce, biriliklerin başına seçilen beş kişi arasında yer alır ve paralı askerler ordusunun, çeşitli ülkelerden geçerek, tehlikeler ve güçlüklerle karşılaşmasına rağmen, başarıyla geri dönmesine büyük çapta katkıda bulunur.

i.ö. 399 yılında, Atinalı yurttaşları, Ksenophon'a sürgün cezası verirler; o da, lspartalıların yanında görevde kalır. Üç yıl sonra, Isparta kralı Agesilas'ın yanında, Anadolu seferine katılır. Daha sonra geri dönerek, lspartalı'ların, Güney Yunanistan'da kendisine verdikleri küçük bir malikâneye yerleşir; burada yirmi yıl geçirir; bu süre içinde eserlerinin birçoğunu yazar. Bunlar arasında Sokrates'le ilgili diyaloglar (Sokrates'in Savunması, Şölen); Kyros'un hayatını anIatan romanlaştırılmış bir biyografi; teknik eserler (Ata Binme Sanatı Üzerine, v.b; ekonomi, politika ve tarih yazıları ve Anabasis yer almaktadır. i.ö. 371'de, savaş yüzünden malikanesinden ayrılmak zorunda kalan Ksenophon'un surgün cezası 364 yılına doğru kaldırılır. Doğduğu yerlere geri dönüp dönmediği bilinmeyen Ksenophon'un, i.ö. 355 yılına doğru öldüğü sanılmaktadır.

(Ayrıca belirtilmemiş ama bu metin eserin çevirmenine ait olmalı)
Anabasis, Çevirmen Tanju Gökçöl, Hürriyet Yayınları, 1974, s. 7-10

EK 2: 
Anabasis'te geçen Tarihi Karduk bölgesinin günümüz haritalarına göre çözümlenmesi 

Fiziksel özellikleri de gösteren bir haritada Onbinlerin yolculuğu gösterilmiş
Bu haritaya göre yolculuk Efes'ten başlamış görünüyor. Sonra sırasıyla; Lidya, Frigya, Konya,
Klikya eyaletlerinden geçerek Mezopotamya'ya ulaşmışlar. Bu gidiş rotasında bir noktadan sonra daima
Fırat'ı takip etmişler. Savaş ve yenilgiden sonra güneyde bir "U" dönüşü yaparak Dicle'nin sağ (doğu)
yakasını takip ederek kuzeye çıkmaya başlıyorlar. Bir yerde Dicle'nin karşı kıyısına geçip yönlerini
batıya dönmek istemişler. Ama derin nehri geçemiyorlar bunun üzerine mecburen kuzeye yönelip önce
Fırat havzasına (Ermeni ülkesi) sonra da Trabzon limanına ulaşmayı hedeflemişler.
İşte Karduklarla tanışmaları böyle bir tercihin sonunda gerçekleşmiş. 
Metinde geçen ve nerede olduklarını anlamamızı sağlayan en önemli ipucu, Kentrites çayı. Bugünkü adıyla söyleyecek olursak: Botan Çayı.

Botan çayının  (Kentrites Çayı)  bugünkü adı Uluçay'dır

Google Earth'te Onbinlerin ilerlediği coğrafya ve kitapta anlatılan Kardukh bölgesi
Metinden ve haritalardan anladığımıza göre "onbinler" 
Cizre, Şırnak, Siirt bölgesinden geçip kuzeye doğru ilerliyorlar

Google Earth'te Onbinlerin ilerlediği coğrafya ve kitapta anlatılan Kardukh bölgesi
https://earth.google.com/web/@37.82585423,41.8759629,481.08067579a,15038.51945117d,35y,0h,0t,0r
Bu linke giderek ayrıntılı gözlem/saptama yapabilir isterseniz 3D görünümünde gezinebilirsiniz. 


Google Earth'te Onbinlerin ilerlediği coğrafya ve kitapta anlatılan Kardukh bölgesi ve
kuzey noktasında Trabzon görünüyor. 

Kardukhlar veya Kardoukhoslar hakkında Bilge Umar şu açıklamaları yazmış:
"Van Gölü güneyinde kalan dağlık ülke parçası Gord(a)wana/Gorduana/Gordyana halkına şimdi Kürt deniliyor. Aynı yörenin halkını, Byzantionlu Stephanos, Gordokhoslar, Gordoslar diye; Strabon, Gordyaios (Gorduwalılar) diye; Ploutarkhos, (Lucullus'un Yaşamı, 26 ve 29) Gordyenoi, (Gordyenoslar, yani gordwana /Gorduanalılar, (Gorda'sal ülke halkı) diye; Plinus  (VI  44 ) Cordueni (Corduana/Kordwanalılar, Kordasal ülke halkı diye; Xenephon da (Anabasis, 4 1 2 ve sonrakiler), Kardoukhoi, (Kardoukhoslar) diye anmaktadır.
Bütün bu adların ülkenin olağanüstü dağlı,  bol doruklu durumuna işaret ettiği, ve Anadolulu Karda/Korda/Gorda kök sözcüğünden türediği açıktır. Kardoukhos biçiminde Hellen ağzına uydurulan adın aslı hiç kuşkusuz Kardukh'tur ve Karda sözcüğüne Ermenice'nin ethnika (ulus adı halk adı) türetme takısı -ukh'un eklenmesiyle türetilmiştir, dolaysısıyla Karda halkı demektir.
Bugün Kürt denen halkın adı ile yukarıda sayılan adlar arasında bağlantı bulunduğu çok açık ise de; Kardukh/Kardoukhos/ halkını Kürtlerin asıl ve başlıca atası sayan eski görüş daha 19. yüzyılın sonunda Hartmann ve Nöldeke tarafından çürütülmüştür (Weissbach, RE Kardoukhoi maddesi sonu)."
Kaynak: Türkiye'deki Tarihsel Adlar, Bilge Umar, İnkılap Kitabevi, 1993, İstanbul, s. 387
Botan Mağaraları
Fark edileceği gibi isimlendirmeyi yapanlar Kürtlerin komşuları... Ve o komşular yazılı kaynak bıraktıkları için bu bilgiler günümüze kadar gelmeyi başarmış. Şurası bir gerçek ki biz, Kardukhların kendilerine ne dediğini, kendilerini nasıl isimlendirdiklerini bilmiyoruz. Aynı sorun Türk tarihinde de vardır.
Botan çayı
EK 3

Alıntılanan Bölümlerin İngilizce Çevirisi  (Anabasis, İngilizce)
III. Kitap, V. Kısım ile başladım
V
There and then the barbarians turned and fled as best they might, and the Hellenes held the summit, while the troops with Tissaphernes and Ariaeus turned aside and disappeared by another road. The main body with Cheirisophus made its way down into the plain and encamped in a village filled with good things of divers sorts. Nor did this village stand alone; there were others not a few in this plain of the Tigris equally overflowing with plenty. It was now afternoon; and all of a sudden the enemy came in sight on the plain, and succeeded in cutting down some of the Hellenes belonging to parties who were scattered over the flat land in quest of spoil. Indeed, many herds of cattle had been caught whilst being conveyed across to the other side of the river. And now Tissaphernes and his troops made an attempt to burn the villages, and some of the Hellenes were disposed to take the matter deeply to heart, being apprehensive that they might not know where to get provisions if the enemy burnt the villages.
Cheirisophus and his men were returning from their sally of defence when Xenophon and his party descended, and the latter rode along the ranks as the rescuing party came up, and greeted them thus: "Do you not see, men of Hellas, they admit that the country is now ours; what they stipulated against our doing when they made the treaty, viz. that we were not to fire the king's country, they are now themselves doing—setting fire to it as if it were not their own. But we will be even with them; if they leave provisions for themselves anywhere, there also shall they see us marching;" and, turning to Cheirisophus, he added: "But it strikes me, we should sally forth against these incendiaries and protect our country." Cheirisophus retorted: "That is not quite my view; I say, let us do a little burning ourselves, and they will cease all the quicker."
When they had got back to the villages, while the rest were busy about provisions, the generals and officers met: and here there was deep despondency. For on the one side were exceedingly high mountains; on the other a river of such depth that they failed to reach the bottom with their spears. In the midst of their perplexities, a Rhodian came up with a proposal, as follows: "I am ready, sirs to carry you across, four thousand heavy infantry at a time; if you will furnish me with what I need and give me a talent into the bargain for my pains." When asked, "What shall you need?" he replied: "Two thousand wine-skins. I see there are plenty of sheep and goats and asses. They have only to be flayed, and their skins inflated, and they will readily give us a passage. I shall want also the straps which you use for the baggage animals. With these I shall couple the skins to one another; then I shall moor each skin by attaching stones and letting them down like anchors into the water. Then I shall carry them across, and when I have fastened the links at both ends, I shall place layers of wood on them and a coating of earth on the top of that. You will see in a minute that there's no danger of your drowning, for every skin will be able to support a couple of men without sinking, and the wood and earth will prevent your slipping off."
The generals thought it a pretty invention enough, but its realisation impracticable, for on the other side were masses of cavalry posted and ready to bar the passage; who, to begin with, would not suffer the first detachment of crossers to carry out any item of the programme.
Under these circumstances, the next day they turned right about face, and began retracing their steps in the direction of Babylon to the unburnt villages, having previously set fire to those they left, so that the enemy did not ride up to them, but stood and stared, all agape to see in what direction the Hellenes would betake themselves and what they were minded to do. Here, again, while the rest of the soldiers were busy about provisions, the generals and officers met in council, and after collecting the prisoners together, submitted them to a cross-examination touching the whole country round, the names, and so forth, of each district.
The prisoners informed them that the regions south, through which they had come, belonged to the district towards Babylon and Media; the road east led to Susa and Ecbatana, where the king is said to spend summer and spring; crossing the river, the road west led to Lydia and Ionia; and the part through the mountains facing towards the Great Bear, led, they said, to the Carduchians (1). They were a people, so said the prisoners, dwelling up on the hills, addicted to war, and not subject to the king; so much so that once, when a royal army one hundred and twenty thousand strong had invaded them, not a man came back, owing to the intricacies of the country. Occasionally, however, they made truce or treaty with the satrap in the plain, and, for the nonce, there would be intercourse: "they will come in and out amongst us," "and we will go in and out amongst them," said the captives.
 (1) See Dr. Kiepert, "Man. Anc. Geog." (Mr. G. A. Macmillan) iv. 47.
    The Karduchians or Kurds belong by speech to the Iranian stock,
    forming in fact their farthest outpost to the west, little given
    to agriculture, but chiefly to the breeding of cattle. Their name,
    pronounced Kardu by the ancient Syrians and Assyrians, Kordu by
    the Armenians (plural Kordukh), first appears in its narrower
    sense in western literature in the pages of the eye-witness
    Xenophon as {Kardoukhoi}. Later writers knew of a small kingdom
    here at the time of the Roman occupation, ruled by native princes,
    who after Tigranes II (about 80 B.C.) recognised the overlordship
    of the Armenian king. Later it became a province of the Sassanid
    kingdom, and as such was in 297 A.D. handed over among the
    regiones transtigritanae to the Roman empire, but in 364 was again
    ceded to Persia.
After hearing these statements, the generals seated apart those who claimed to have any special knowledge of the country in any direction; they put them to sit apart without making it clear which particular route they intended to take. Finally the resolution to which they came was that they must force a passage through the hills into the territory of the Kurds; since, according to what their informants told them, when they had once passed these, they would find themselves in Armenia—the rich and large territory governed by Orontas; and from Armenia, it would be easy to proceed in any direction whatever. Thereupon they offered sacrifice, so as to be ready to start on the march as soon as the right moment appeared to have arrived. Their chief fear was that the high pass over the mountains must be occupied in advance: and a general order was issued, that after supper every one should get his kit together for starting, and repose, in readiness to follow as soon as the word of command was given.



BOOK IV
 (In the preceding portion of the narrative a full account is
given of the incidents of the march up to the battle, and of
the occurrences after the battle during the truce which was
established between the king and the Hellenes, who marched up
with Cyrus, and thirdly, of the fighting to which the Hellenes
were exposed, after the king and Tissaphernes had broken the
treaty, while a Persian army hung on their rear. Having
finally reached a point at which the Tigris was absolutely
impassable owing to its depth and breadth, while there was no
passage along the bank itself, and the Carduchian hills hung
sheer over the river, the generals took the resolution above
mentioned of forcing a passage through the mountains. The
information derived from the prisoners taken along the way led
them to believe that once across the Carduchian mountains they
would have the choice either of crossing the Tigris—if they
liked to do so—at its sources in Armenia, or of going round
them, if so they preferred. Report further said that the
sources of the Euphrates also were not far from those of the
Tigris, and this is actually the case. The advance into the
country of the Carduchians was conducted with a view partly to
secrecy, and partly to speed, so as to effect their entry
before the enemy could occupy the passes.)



I
It was now about the last watch, and enough of the night remained to allow them to cross the valley under cover of darkness; when, at the word of command, they rose and set off on their march, reaching the mountains at daybreak. At this stage of the march Cheirisophus, at the head of his own division, with the whole of the light troops, led the van, while Xenophon followed behind with the heavy infantry of the rearguard, but without any light troops, since there seemed to be no danger of pursuit or attack from the rear, while they were making their way up hill. Cheirisophus reached the summit without any of the enemy perceiving him. Then he led on slowly, and the rest of the army followed, wave upon wave, cresting the summit and descending into the villages which nestled in the hollows and recesses of the hills.
Thereupon the Carduchians abandoned their dwelling places, and with their wives and children fled to the mountains; so there was plenty of provisions to be got for the mere trouble of taking, and the homesteads too were well supplied with a copious store of bronze vessels and utensils which the Hellenes kept their hands off, abstaining at the same time from all pursuit of the folk themselves, gently handling them, in hopes that the Carduchians might be willing to give them friendly passage through their country, since they too were enemies of the king: only they helped themselves to such provisions as fell in their way, which indeed was a sheer necessity. But the Carduchians neither gave ear, when they called to them, nor showed any other friendly sign; and now, as the last of the Hellenes descended into the villages from the pass, they were already in the dark, since, owing to the narrowness of the road, the whole day had been spent in the ascent and descent. At that instant a party of the Carduchians, who had collected, made an attack on the hindmost men, killing some and wounding others with stones and arrows—though it was quite a small body who attacked. The fact was, the approach of the Hellenic army had taken them by surprise; if, however, they had mustered in larger force at this time, the chances are that a large portion of the army would have been annihilated. As it was, they got into quarters, and bivouacked in the villages that night, while the Carduchians kept many watch-fires blazing in a circle on the mountains, and kept each other in sight all round.
But with the dawn the generals and officers of the Hellenes met and resolved to proceed, taking only the necessary number of stout baggage animals, and leaving the weaklings behind. They resolved further to let go free all the lately-captured slaves in the host; for the pace of the march was necessarily rendered slow by the quantity of animals and prisoners, and the number of non-combatants in attendance on these was excessive, while, with such a crowd of human beings to satisfy, twice the amount of provisions had to be procured and carried. These resolutions passed, they caused a proclamation by herald to be made for their enforcement.
When they had breakfasted and the march recommenced, the generals planted themselves a little to one side in a narrow place, and when they found any of the aforesaid slaves or other property still retained, they confiscated them. The soldiers yielded obedience, except where some smuggler, prompted by desire of a good-looking boy or woman, managed to make off with his prize. During this day they contrived to get along after a fashion, now fighting and now resting. But on the next day they were visited by a great storm, in spite of which they were obliged to continue the march, owing to insufficiency of provisions. Cheirisophus was as usual leading in front, while Xenophon headed the rearguard, when the enemy began a violent and sustained attack. At one narrow place after another they came up quite close, pouring in volleys of arrows and slingstones, so that the Hellenes had no choice but to make sallies in pursuit and then again recoil, making but very little progress. Over and over again Xenophon would send an order to the front to slacken pace, when the enemy were pressing their attack severely. As a rule, when the word was so passed up, Cheirisophus slackened; but sometimes instead of slackening, Cheirisophus quickened, sending down a counter-order to the rear to follow on quickly. It was clear that there was something or other happening, but there was no time to go to the front and discover the cause of the hurry. Under the circumstances the march, at any rate in the rear, became very like a rout, and here a brave man lost his life, Cleonymus the Laconian, shot with an arrow in the ribs right through shield and corselet, as also Basias, an Arcadian, shot clean through the head.
As soon as they reached a halting-place, Xenophon, without more ado, came up to Cheirisophus, and took him to task for not having waited, "whereby," he said, "we were forced to fight and flee at the same moment; and now it has cost us the lives of two fine fellows; they are dead, and we were not able to pick up their bodies or bury them." Cheirisophus answered: "Look up there," pointing as he spoke to the mountain, "do you see how inaccessible it all is? only this one road, which you see, going straight up, and on it all that crowd of men who have seized and are guarding the single exit. That is why I hastened on, and why I could not wait for you, hoping to be beforehand with them yonder in seizing the pass: the guides we have got say there is no other way." And Xenophon replied: "But I have got two prisoners also; the enemy annoyed us so much that we laid an ambuscade for them, which also gave us time to recover our breaths; we killed some of them, and did our best to catch one or two alive—for this very reason—that we might have guides who knew the country, to depend upon."
The two were brought up at once and questioned separately: "Did they know of any other road than the one visible?" The first said no; and in spite of all sorts of terrors applied to extract a better answer—"no," he persisted. When nothing could be got out of him, he was killed before the eyes of his fellow. This latter then explained: "Yonder man said, he did not know, because he has got a daughter married to a husband in those parts. I can take you," he added, "by a good road, practicable even for beasts." And when asked whether there was any point on it difficult to pass, he replied that there was a col which it would be impossible to pass unless it were occupied in advance.
Then it was resolved to summon the officers of the light infantry and some of those of the heavy infantry, and to acquaint them with the state of affairs, and ask them whether any of them were minded to distinguish themselves, and would step forward as volunteers on an expedition. Two or three heavy infantry soldiers stepped forward at once—two Arcadians, Aristonymus of Methydrium, and Agasias of Stymphalus—and in emulation of these, a third, also an Arcadian, Callimachus from Parrhasia, who said he was ready to go, and would get volunteers from the whole army to join him. "I know," he added, "there will be no lack of youngsters to follow where I lead." After that they asked, "Were there any captains of light infantry willing to accompany the expedition?" Aristeas, a Chian, who on several occasions proved his usefulness to the army on such service, volunteered.



II
It was already late afternoon, when they ordered the storming party to take a snatch of food and set off; then they bound the guide and handed him over to them. The agreement was, that if they succeeded in taking the summit they were to guard the position that night, and at daybreak to give a signal by bugle. At this signal the party on the summit were to attack the enemy in occupation of the visible pass, while the generals with the main body would bring up their succours; making their way up with what speed they might. With this understanding, off they set, two thousand strong; and there was a heavy downpour of rain, but Xenophon, with his rearguard, began advancing to the visible pass, so that the enemy might fix his attention on this road, and the party creeping round might, as much as possible, elude observation. Now when the rearguard, so advancing, had reached a ravine which they must cross in order to strike up the steep, at that instant the barbarians began rolling down great boulders, each a wagon load (1), some larger, some smaller; against the rocks they crashed and splintered flying like slingstones in every direction—so that it was absolutely out of the question even to approach the entrance of the pass. Some of the officers finding themselves baulked at this point, kept trying other ways, nor did they desist till darkness set in; and then, when they thought they would not be seen retiring, they returned to supper. Some of them who had been on duty in the rearguard had had no breakfast (it so happened). However, the enemy never ceased rolling down their stones all through the night, as was easy to infer from the booming sound.
 (1) I.e. several ton weight.
The party with the guide made a circuit and surprised the enemy's guards seated round their fire, and after killing some, and driving out the rest, took their places, thinking that they were in possession of the height. As a matter of fact they were not, for above them lay a breast-like hill (2) skirted by the narrow road on which they had found the guards seated. Still, from the spot in question there was an approach to the enemy, who were seated on the pass before mentioned.
 (2) Or, "mamelon."
Here then they passed the night, but at the first glimpse of dawn they marched stealthily and in battle order against the enemy. There was a mist, so that they could get quite close without being observed. But as soon as they caught sight of one another, the trumpet sounded, and with a loud cheer they rushed upon the fellows, who did not wait their coming, but left the road and made off; with the loss of only a few lives however, so nimble were they. Cheirisophus and his men, catching the sound of the bugle, charged up by the well-marked road, while others of the generals pushed their way up by pathless routes, where each division chanced to be; the men mounting as they were best able, and hoisting one another up by means of their spears; and these were the first to unite with the party who had already taken the position by storm. Xenophon, with the rearguard, followed the path which the party with the guide had taken, since it was easiest for the beasts of burthen; one half of his men he had posted in rear of the baggage animals; the other half he had with himself. In their course they encountered a crest above the road, occupied by the enemy, whom they must either dislodge or be themselves cut off from the rest of the Hellenes. The men by themselves could have taken the same route as the rest, but the baggage animals could not mount by any other way than this.
Here then, with shouts of encouragement to each other, they dashed at the hill with their storming columns, not from all sides, but leaving an avenue of escape for the enemy, if he chose to avail himself of it. For a while, as the men scrambled up where each best could, the natives kept up a fire of arrows and darts, yet did not receive them at close quarters, but presently left the position in flight. No sooner, however, were the Hellenes safely past this crest, than they came in sight of another in front of them, also occupied, and deemed it advisable to storm it also. But now it struck Xenophon that if they left the ridge just taken unprotected in their rear, the enemy might re-occupy it and attack the baggage animals as they filed past, presenting a long extended line owing to the narrowness of the road by which they made their way. To obviate this, he left some officers in charge of the ridge—Cephisodorus, son of Cephisophon, an Athenian; Amphicrates, the son of Amphidemus, an Athenian; and Archagoras, an Argive exile—while he in person with the rest of the men attacked the second ridge; this they took in the same fashion, only to find that they had still a third knoll left, far the steepest of the three. This was none other than the mamelon mentioned as above the outpost, which had been captured over their fire by the volunteer storming party in the night. But when the Hellenes were close, the natives, to the astonishment of all, without a struggle deserted the knoll. It was conjectured that they had left their position from fear of being encircled and besieged, but the fact was that they, from their higher ground, had been able to see what was going on in the rear, and had all made off in this fashion to attack the rearguard.
So then Xenophon, with the youngest men, scaled up to the top, leaving orders to the rest to march on slowly, so as to allow the hindmost companies to unite with them; they were to advance by the road, and when they reached the level to ground arms (3). Meanwhile the Argive Archagoras arrived, in full flight, with the announcement that they had been dislodged from the first ridge, and that Cephisodorus and Amphicrates were slain, with a number of others besides, all in fact who had not jumped down the crags and so reached the rearguard. After this achievement the barbarians came to a crest facing the mamelon, and Xenophon held a colloquy with them by means of an interpreter, to negotiate a truce, and demanded back the dead bodies. These they agreed to restore if he would not burn their houses, and to these terms Xenophon agreed. Meanwhile, as the rest of the army filed past, and the colloquy was proceeding, all the people of the place had time to gather gradually, and the enemy formed; and as soon as the Hellenes began to descend from the mamelon to join the others where the troops were halted, on rushed the foe, in full force, with hue and cry. They reached the summit of the mamelon from which Xenophon was descending, and began rolling down crags. One man's leg was crushed to pieces. Xenophon was left by his shield-bearer, who carried off his shield, but Eurylochus of Lusia (4), an Arcadian hoplite, ran up to him, and threw his shield in front to protect both of them; so the two together beat a retreat, and so too the rest, and joined the serried ranks of the main body.
 (3) To take up position.

 (4) I.e. of Lusi (or Lusia), a town (or district) in Northern Arcadia.
After this the whole Hellenic force united, and took up their quarters there in numerous beautiful dwellings, with an ample store of provisions, for there was wine so plentiful that they had it in cemented cisterns. Xenophon and Cheirisophus arranged to recover the dead, and in return restored the guide; afterwards they did everything for the dead, according to the means at their disposal, with the customary honours paid to good men.
Next day they set off without a guide; and the enemy, by keeping up a continuous battle and occupying in advance every narrow place, obstructed passage after passage. Accordingly, whenever the van was obstructed, Xenophon, from behind, made a dash up the hills and broke the barricade, and freed the vanguard by endeavouring to get above the obstructing enemy. Whenever the rear was the point attacked, Cheirisophus, in the same way, made a detour, and by endeavouring to mount higher than the barricaders, freed the passage for the rear rank; and in this way, turn and turn about, they rescued each other, and paid unflinching attention to their mutual needs. At times it happened that, the relief party having mounted, encountered considerable annoyance in their descent from the barbarians, who were so agile that they allowed them to come up quite close, before they turned back, and still escaped, partly no doubt because the only weapons they had to carry were bows and slings.
They were, moreover, excellent archers, using bows nearly three cubits long and arrows more than two cubits. When discharging the arrow, they draw the string by getting a purchase with the left foot planted forward on the lower end of the bow. The arrows pierced through shield and cuirass, and the Hellenes, when they got hold of them, used them as javelins, fitting them to their thongs. In these districts the Cretans were highly serviceable. They were under the command of Stratocles, a Cretan.



III
During this day they bivouacked in the villages which lie above the plain of the river Centrites (1), which is about two hundred feet broad. It is the frontier river between Armenia and the country of the Carduchians. Here the Hellenes recruited themselves, and the sight of the plain filled them with joy, for the river was but six or seven furlongs distant from the mountains of the Carduchians. For the moment then they bivouacked right happily; they had their provisions, they had also many memories of the labours that were now passed; seeing that the last seven days spent in traversing the country of the Carduchians had been one long continuous battle, which had cost them more suffering than the whole of their troubles at the hands of the king and Tissaphernes put together. As though they were truly quit of them for ever, they laid their heads to rest in sweet content.
 (1) I.e. the Eastern Tigris.
But with the morrow's dawn they espied horsemen at a certain point across the river, armed cap-a-pie, as if they meant to dispute the passage. Infantry, too, drawn up in line upon the banks above the cavalry, threatened to prevent them debouching into Armenia. These troops were Armenian and Mardian and Chaldaean mercenaries belonging to Orontas and Artuchas. The last of the three, the Chaldaeans, were said to be a free and brave set of people. They were armed with long wicker shields and lances. The banks before named on which they were drawn up were a hundred yards or more distant from the river, and the single road which was visible was one leading upwards and looking like a regular artificially constructed highway. At this point the Hellenes endeavoured to cross, but on their making the attempt the water proved to be more than breast-deep, and the river bed was rough with great slippery stones, and as to holding their arms in the water, it was out of the question—the stream swept them away—or if they tried to carry them over the head, the body was left exposed to the arrows and other missiles; accordingly they turned back and encamped there by the bank of the river.
At the point where they had themselves been last night, up on the mountains, they could see the Carduchians collected in large numbers and under arms. A shadow of deep despair again descended on their souls, whichever way they turned their eyes—in front lay the river so difficult to ford; over, on the other side, a new enemy threatening to bar the passage; on the hills behind, the Carduchians ready to fall upon their rear should they once again attempt to cross. Thus for this day and night they halted, sunk in perplexity. But Xenophon had a dream. In his sleep he thought that he was bound in fetters, but these, of their own accord, fell from off him, so that he was loosed, and could stretch his legs as freely as he wished (2). So at the first glimpse of daylight he came to Cheirisophus and told him that he had hopes that all things would go well, and related to him his dream.
 (2) It is impossible to give the true sense and humour of the passage
    in English, depending, as it does, on the double meaning of
    {diabainein} (1) to cross (a river), (2) to stride or straddle (of
    the legs). The army is unable to cross the Centrites; Xenophon
    dreams that he is fettered, but the chains drop off his legs and
    he is able to stride as freely as ever; next morning the two young
    men come to him with the story how they have found themselves able
    to walk cross the river instead of having to swim it. It is
    obvious to Xenophon that the dream is sent from Heaven.
The other was well pleased, and with the first faint gleam of dawn the generals all were present and did sacrifice; and the victims were favourable in the first essay. Retiring from the sacrifice, the generals and officers issued an order to the troops to take their breakfasts; and while Xenophon was taking his, two young men came running up to him, for every one knew that, breakfasting or supping, he was always accessible, or that even if asleep any one was welcome to awaken him who had anything to say bearing on the business of war. What the two young men had at this time to say was that they had been collecting brushwood for fire, and had presently espied on the opposite side, in among some rocks which came down to the river's brink, an old man and some women and little girls depositing, as it would appear, bags of clothes in a cavernous rock. When they saw them, it struck them that it was safe to cross; in any case the enemy's cavalry could not approach at this point. So they stripped naked, expecting to have to swim for it, and with their long knives in their hands began crossing, but going forward crossed without being wet up to the fork. Once across they captured the clothes, and came back again.
Accordingly Xenophon at once poured out a libation himself, and bade the two young fellows fill the cup and pray to the gods, who showed to him this vision and to them a passage, to bring all other blessings for them to accomplishment. When he had poured out the libation, he at once led the two young men to Cheirisophus, and they repeated to him their story. Cheirisophus, on hearing it, offered libations also, and when they had performed them, they sent a general order to the troops to pack up ready for starting, while they themselves called a meeting of the generals and took counsel how they might best effect a passage, so as to overpower the enemy in front without suffering any loss from the men behind. And they resolved that Cheirisophus should lead the van and cross with half the army, the other half still remaining behind under Xenophon, while the baggage animals and the mob of sutlers were to cross between the two divisions.
When all was duly ordered the move began, the young men pioneering them, and keeping the river on their left. It was about four furlongs' march to the crossing, and as they moved along the bank, the squadrons of cavalry kept pace with them on the opposite side.
But when they had reached a point in a line with the ford, and the cliff-like banks of the river, they grounded arms, and first Cheirisophus himself placed a wreath upon his brows, and throwing off his cloak (3), resumed his arms, passing the order to all the rest to do the same, and bade the captains form their companies in open order in deep columns, some to left and some to right of himself. Meanwhile the soothsayers were slaying a victim over the river, and the enemy were letting fly their arrows and slingstones; but as yet they were out of range. As soon as the victims were favourable, all the soldiers began singing the battle hymn, and with the notes of the paean mingled the shouting of the men accompanied by the shriller chant of the women, for there were many women (4) in the camp.
 (3) Or, "having doffed it," i.e. the wreath, an action which the
    soldiers would perform symbolically, if Grote is right in his
    interpretation of the passage, "Hist. of Greece," vol. ix. p. 137.

 (4) Lit. "comrade-women."
So Cheirisophus with his detachment stepped in. But Xenophon, taking the most active-bodied of the rearguard, began running back at full speed to the passage facing the egress into the hills of Armenia, making a feint of crossing at that point to intercept their cavalry on the river bank. The enemy, seeing Cheirisophus's detachment easily crossing the stream, and Xenophon's men racing back, were seized with the fear of being intercepted, and fled at full speed in the direction of the road which emerges from the stream. But when they were come opposite to it they raced up hill towards their mountains. Then Lycius, who commanded the cavalry, and Aeschines, who was in command of the division of light infantry attached to Cheirisophus, no sooner saw them fleeing so lustily than they were after them, and the soldiers shouted not to fall behind (5), but to follow them right up to the mountains. Cheirisophus, on getting across, forbore to pursue the cavalry, but advanced by the bluffs which reached to the river to attack the enemy overhead. And these, seeing their own cavalry fleeing, seeing also the heavy infantry advancing upon them, abandoned the heights above the river.
 (5) Or, "to stick tight to them and not to be outdone"; or, as others
    understand, "the (infantry) soldiers clamoured not to be left
    behind, but to follow them up into the mountains."
Xenophon, as soon as he saw that things were going well on the other side, fell back with all speed to join the troops engaged in crossing, for by this time the Carduchians were well in sight, descending into the plain to attack their rear.
Cheirisophus was in possession of the higher ground, and Lycius, with his little squadron, in an attempt to follow up the pursuit, had captured some stragglers of their baggage-bearers, and with them some handsome apparel and drinking-cups. The baggage animals of the Hellenes and the mob of non-combatants were just about to cross, when Xenonphon turned his troops right about to face the Carduchians. Vis-a-vis he formed his line, passing the order to the captains each to form his company into sections, and to deploy them into line by the left, the captains of companies and lieutenants in command of sections to advance to meet the Carduchians, while the rear leaders would keep their position facing the river. But when the Carduchians saw the rearguard so stript of the mass, and looking now like a mere handful of men, they advanced all the more quickly, singing certain songs the while. Then, as matters were safe with him, Cheirisophus sent back the peltasts and slingers and archers to join Xenophon, with orders to carry out his instructions. They were in the act of recrossing, when Xenophon, who saw their intention, sent a messenger across, bidding them wait there at the river's brink without crossing; but as soon as he and his detachment began to cross they were to step in facing him in two flanking divisions right and left of them, as if in the act of crossing; the javelin men with their javelins on the thong, and the bowmen with their arrows on the string; but they were not to advance far into the stream. The order passed to his own men was: "Wait till you are within sling-shot, and the shield rattles, then sound the paean and charge the enemy. As soon as he turns, and the bugle from the river sounds for 'the attack,' you will face about to the right, the rear rank leading, and the whole detachment falling back and crossing the river as quickly as possible, every one preserving his original rank, so as to avoid tramelling one another: the bravest man is he who gets to the other side first."
The Carduchians, seeing that the remnant left was the merest handful (for many even of those whose duty it was to remain had gone off in their anxiety to protect their beasts of burden, or their personal kit, or their mistresses), bore down upon them valorously, and opened fire with slingstones and arrows. But the Hellenes, raising the battle hymn, dashed at them at a run, and they did not await them; armed well enough for mountain warfare, and with a view to sudden attack followed by speedy flight, they were not by any means sufficiently equipped for an engagement at close quarters. At this instant the signal of the bugle was heard. Its notes added wings to the flight of the barbarians, but the Hellenes turned right about in the opposite direction, and betook themselves to the river with what speed they might. Some of the enemy, here a man and there another, perceived, and running back to the river, let fly their arrows and wounded a few; but the majority, even when the Hellenes were well across, were still to be seen pursuing their flight. The detachment which came to meet Xenophon's men, carried away by their valour, advanced further than they had need to, and had to cross back again in the rear of Xenophon's men, and of these too a few were wounded.


IV
The passage effected, they fell into line about mid-day, and marched through Armenian territory, one long plain with smooth rolling hillocks, not less than five parasangs in distance; for owing to the wars of this people with the Carduchians there were no villages near the river. The village eventually reached was large, and possessed a palace belonging to the satrap, and most of the houses were crowned with turrets; provisions were plentiful.
From this village they marched two stages—ten parasangs—until they had surmounted the sources of the river Tigris; and from this point they marched three stages—fifteen parasangs—to the river Teleboas. This was a fine stream, though not large, and there were many villages about it. The district was named Western Armenia. The lieutenant-governor of it was Tiribazus, the king's friend, and whenever the latter paid a visit, he alone had the privilege of mounting the king upon his horse. This officer rode up to the Hellenes with a body of cavalry, and sending forward an interpreter, stated that he desired a colloquy with the leaders. The generals resolved to hear what he had to say; and advancing on their side to within speaking distance, they demanded what he wanted. He replied that he wished to make a treaty with them, in accordance with which he on his side would abstain from injuring the Hellenes, if they would not burn his houses, but merely take such provisions as they needed. This proposal satisfied the generals, and a treaty was made on the terms suggested.
From this place they marched three stages—fifteen parasangs—through plain country, Tiribazus the while keeping close behind with his own forces more than a mile off. Presently they reached a palace with villages clustered round about it, which were full of supplies in great variety. But while they were encamping in the night, there was a heavy fall of snow, and in the morning it was resolved to billet out the different regiments, with their generals, throughout the villages. There was no enemy in sight, and the proceeding seemed prudent, owing to the quantity of snow. In these quarters they had for provisions all the good things there are—sacrificial beasts, corn, old wines with an exquisite bouquet, dried grapes, and vegetables of all sorts. But some of the stragglers from the camp reported having seen an army, and the blaze of many watchfires in the night. Accordingly the generals concluded that it was not prudent to separate their quarters in this way, and a resolution was passed to bring the troops together again. After that they reunited, the more so that the weather promised to be fine with a clear sky; but while they lay there in open quarters, during the night down came so thick a fall of snow that it completely covered up the stacks of arms and the men themselves lying down. It cramped and crippled the baggage animals; and there was great unreadiness to get up, so gently fell the snow as they lay there warm and comfortable, and formed a blanket, except where it slipped off the sleepers' shoulders; and it was not until Xenophon roused himself to get up, and, without his cloak on (1), began to split wood, that quickly first one and then another got up, and taking the log away from him, fell to splitting. Thereat the rest followed suit, got up, and began kindling fire and oiling their bodies, for there was a scented unguent to be found there in abundance, which they used instead of oil. It was made from pig's fat, sesame, bitter almonds, and turpentine. There was a sweet oil also to be found, made of the same ingredients.
 (1) Or, as we should say, "in his shirt sleeves." Doubtless he lay
    with his {imation} or cloak loosely wrapped round him; as he
    sprang to his feet he would throw it off, or it would fall off,
    and with the simple inner covering of the {khiton} to protect him,
    and arms free, he fell to chopping the wood, only half clad.
After this it was resolved that they must again separate their quarters and get under cover in the villages. At this news the soldiers, with much joy and shouting, rushed upon the covered houses and the provisions; but all who in their blind folly had set fire to the houses when they left them before, now paid the penalty in the poor quarters they got. From this place one night they sent off a party under Democrates, a Temenite (2), up into the mountains, where the stragglers reported having seen watchfires. The leader selected was a man whose judgement might be depended upon to verify the truth of the matter. With a happy gift to distinguish between fact and fiction, he had often been successfully appealed to. He went and reported that he had seen no watchfires, but he had got a man, whom he brought back with him, carrying a Persian bow and quiver, and a sagaris or battleaxe like those worn by the Amazons. When asked "from what country he came," the prisoner answered that he was "a Persian, and was going from the army of Tiribazus to get provisions." They next asked him "how large the army was, and for what object it had been collected." His answer was that "it consisted of Tiribazus at the head of his own forces, and aided by some Chalybian and Taochian mercenaries. Tiribazus had got it together," he added, "meaning to attack the Hellenes on the high mountain pass, in a defile which was the sole passage."
 (2) Reading {Temeniten}, i.e. a native of Temenus, a district of
    Syracuse; al. {Temniten}, i.e. from Temnus in the Aeolid; al.
    {Temeniten}, i.e. from Temenum in the Argolid.
When the generals heard this news, they resolved to collect the troops, and they set off at once, taking the prisoner to act as guide, and leaving a garrison behind with Sophaenetus the Stymphalian in command of those who remained in the camp. As soon as they had begun to cross the hills, the light infantry, advancing in front and catching sight of the camp, did not wait for the heavy infantry, but with a loud shout rushed upon the enemy's entrenchment. The natives, hearing the din and clatter, did not care to stop, but took rapidly to their heels. But, for all their expedition, some of them were killed, and as many as twenty horses were captured, with the tent of Tiribazus, and its contents, silver-footed couches and goblets, besides certain persons styling themselves the butlers and bakers. As soon as the generals of the heavy infantry division had learnt the news, they resolved to return to the camp with all speed, for fear of an attack being made on the remnant left behind. The recall was sounded and the retreat commenced; the camp was reached the same day.
Başka bir kaynaktan İngilizce çeviri daha: https://sourcebooks.fordham.edu/ancient/xenophon-anabasis.asp







Kitabın Dipnotları

[1] 71.    Ksenophon, Asur ülkesine Media diyor.
[2] 72.    Susa, Dicle'nin doğusunda yer alır; Susiana'nın başkentidir. Burada, Dara ve Kserkses’in saraylarından önemli kalıntılar bulunmuştur. Ekbatana, asıl Media’nın başkentidir; Susiana’nın sınırında ve Hazar denizinin güneyinde yer alır.
[3] 73.    Methydrion, Arkadia’da iki ırmak arasında yer alan bir şehirdir; adını da bu durumdan (iki su arası) almıştır.
[4] 74.    Lusoi: Arkadia’nın kuzeyinde küçük bir şehir.
[5] 75.    Kentrites: bugünkü Botan çayı.
[6] 76.    Mard’lar güney Armenia’da yaşayan bir halktı.
[7]77. Bu Khaldaia’Iılar,  Babil ülkesinde yaşayanlar değildir; bunlar Fırat’ın yukarı çığırında yaşayan bağımsız bir aşiretti. [editör, Kaldelilerle karıştırmayın demek istemiş DK]
[8] 78.    Ksenophon’un burada Dicle'yi, Kentrites’in kolu olan Bitlis ırmağıyla karıştırdığı sanılmaktadır.
[9] 79. Teleboas, muhtemelen Karasu'dur (Murat suyuna dökülür).
[10]  80.    Temnos, Aiolia’da (Batı Anadolu), Hermos (Gediz nehri) kıyısında, Smyrna (İzmir) yakınında bir şehirdir.                                          
[Kitabın dipnot numaralarını da belirtmek için bu şekilde düzenledim)


Kaynaklar ve ayrıca bkz.


Lorem ipsum is simply dummy text of the printing and typesetting industry.

Comments


EmoticonEmoticon