Emiru’l-Adil Şehid Nureddin Zengi
“Müslümanlar, frenk elinde esir iken Hak Teâlâ’nın beni tebessüm ederken görmesinden hayâ ederim.” İslam tarihinde, kahramanlar ve destanlar o kadar çoktur ki, çokluğundan mı yoksa artık öylelerinin yokluğundan mı bilinmez unutulmuşlardır. Bazılarının sadece ismi hafızalarda vardır o kadar. İşte öyle büyük kahramanlardan biri de Zengilerin sultanı Nureddin Mahmud Zengi’ye değinmeye gayret edeceğiz mahdud sayfalarda. Zira en temel tarih kaynaklarımızdan olan el-Kamil fi’t-Tarih’te kendisi “İkinci Ömer bin Abdülaziz” olarak vasfedilmiş bu yüce sultanın ancak ideallerine, karakterine, mücadelesine ve en önemlisi uğruna yanıp tutuştuğu İslam Birliği hayaline vurgu yapacağız. Bu sayfalar, onun hem Mısır’ın fethedilip Şia Fatimilerin elinden kurtarmasını, hem Kudüs’ün fethine giden yolda pürüz ve mânia teşkil eden elliden fazla kaleyi fethedip Şarkın sevgili sultanı Salahaddin Eyyubî’ye işi âsân kıldığını anlatmaya kâfi gelmez.
Dedesi Aksungur Selçuklu’ya çok değerli hizmetler yapmış bir validir. Babası da kendisi gibi Haçlılara kan kusturmuş bir fatih olan İmadüddin Zengî’dir ve Urfa Haçlı Kontluğunu tarihin derinliklerine gömmüş bir komutandır. İmadüddin, Müslümanları zillete düçar eden çekişmeleri bir kenara bırakıp unutulan cihad anlayışına çağrı yapmış ve hayatını bir mücahid olarak tamamlamıştır. Fethettiği her yerde hemen şer’i kaideleri hayata geçiren ve bu hususta oldukça hassas olan İmaduddin Zengî için İmad el İsfahanî, “Zaman senin etrafında dönüyor artık ve sen İslam’ın muhafızı ve gözbebeğisin.” demişti.
Kâfirlerle ve ehl-i bidata daha iyi mücadele yapabilmek için spor yapmaktan başka eğlencesi bulunmayan İmadüddin’in oğlu Nureddin de tıpkı babası gibi küffara ve mudillere karşı cihad aşkıyla yanıp tutuşuyordu ve babasından sonra ağabeyi Seyfeddin Gazi’yle ve daha sonra onun vefatıyla kendisi Hilafetin gölgesinde İslam birliği hedefine ulaşmak için adım adım ilerliyordu.
Ehl-i Sünnet akidesini yaymak için, Bâtınilerle ve Fatımilerle mücadele etmek için Nizamiye medreselerinden yetişenleri devlette istihdam eden, Nuriye Medreselerini tesis eden ve özellikle Kudüslü çocukları Abdülkadir Geylani hazretlerinin tekkelerine gönderip yetiştiren ve Hayat el Harrani hazretlerini de ziyaret edip destek isteyen, Hafız İbn Asakir’den yol haritası isteyen Nureddin Zengi her daim Selçuklularla iyi ilişkiler içinde olmuş ve Bağdat’ta bulunan halifeye her daim bağlılık arz etmiş ve fethettiği her yerde onun adına hutbe okutmuştur. Hem Selçuklular olsun hem diğer küçük büyük İslam devletleri olsun hepsini cihada ve birlikte mücadeleye davet etmiştir. Hatta onlara yazdığı mektuplardaki asr-ı saadet havası muhatapları üzerinde oldukça müessir olmuştur.
Anadolu Selçuklu Sultanı Kılıçarslan, Danışmendlilere saldırmıştı. Bunun üzerine Nureddin, Haçlı ve Batıni tehlikesi mevcutken kendi kardeş devletine saldıran Kılıçarslan’ın üzerine ordusuyla hareket etmişti. Kılıçarslan barış teklif ettiğinde Nureddin Zengî barış için şunları şart koşmuştur:
“Senden şu üç şeyi istiyorum, birincisi Müslümanlara saldırdığın için tevbe edeceksin ve bizden de özür dileyeceksin. Ayrıca tecdid-i iman yapacaksın. Zira yaptıkların Müslüman bir devlet adamına hiç yakışmıyor. İkincisi, Allah İslam topraklarının büyük kısmını sana nasip etmiş fakat sen Bizans ve diğer İslam düşmanlarıyla mücadele etmeyi bırakıp başka işlere yönelmişsin. Şu halde tekrar cihada başlayacaksın ve haçlılara karşı ihtiyaç duyduğumda bana destek olacaksın. Üçüncüsü kızını yeğenim Seyfettin Gazi ile evlendireceksin.”
İbnü’l-Esir diyor ki: “Nureddin toplantılarında Efendimiz Aleyhisselam’ın sünnetine riayet ederdi. Oturup kalkmasında hep edep ve haya vardı. Haramlara ve mekruhlara dikkat ederdi. Onun yanında hep âlimler konuşur, ilmi sohbetler yapılır ya da devlet işleri istişare edilirdi, ya da hep cihat planları yapılırdı.”
Âlimler ve sufiler huzuruna geldiğinde hep ayağa kalkan Nureddin Zengî ilimde bir fakih, özel hayatında bir zahid, harp meydanında ise bir mücahid idi. Fetihlerde elde edilen ganimetlerden kendisine helal olanlardan bile çok az alır ve sadece iaşesini sağlardı. Kendisine gelen hediyelerin tamamını kadıya teslim eder ve onları sattırarak tasadduk ederdi. Sadece Şeriatın haram kıldığı ipek ve altından değil mübah olan gümüşten bile sakınır ve hiç kullanmazdı.
Hanımı Razi Hatun kendisinden nafakasını arttırmasını talep edince öfkesinden yüzü kıpkırmızı olan Nureddin şöyle demiştir: “Bu hazinede olan paranın bizim mi olduğunu zannediyorsun? Yazıklar olsun sana! Bu para ümmetindir. Onda bütün insanların hakkı vardır. Biz sadece bu paranın bekçisiyiz.”
Mücahid ve kudretli bir sultan olmasına rağmen kendisine sadece “emir” diye hitap edilmesini emredip, diğer sıfatları kullanmaktan yanındakileri men etmesi ve bir yazışmada böyle lakaplar kullanan kâtibi azarlayarak mektubu yırtmasını, bütün yazışmalarda besmele-hamdele-salvele ile başlanmasını emretmesi bile sanırım onun takvasına en büyük delildir.
Tam bir cihad aşığı olan Nureddin’e, meşhur Şafii âlimi Kutbeddin Nişaburî “Sen savaşa bizzat katılma. Allah muhafaza sen şehid düşersen ümmeti kim muhafaza edecek?” diye nasihatte bulununca Nureddin hüngür hüngür ağlayarak şöyle cevap verir: “Öyle deme. Bu Allah’a isyan olur. Zira cihad herkese farz değil midir?” Ve Nureddin ömrü boyunca bu konuşmayı ne zaman hatırlasa hep ağlar, yanındakileri de ağlatırdı.
Kendisini Allah yolun da öylesine feda etmiş ve hiçliğe bürünmüştü ki, Tel-Harim savaşında şöyle dua etmişti: “Ya Rabbi Müslümanlar da senin kulun kâfirler de. Ama Müslümanlar dostun, kâfirler ise düşmanın. Düşmanlarına karşı dostlarına yardım et. Ben zafer kazanınca şımaracağım diye Müslümanları zelil etme. Nureddin’i rezil et ama Müslümanları zelil etme!”
Nureddin, 1162 senesinde bir rüyâ görür Peygamber Efendimiz Aleyhisselamı rüyasında kendisine iki adamı işaret ederek,”Nureddin! Bu adamlardan beni kurtar!” diye emreder. Uykudan uyanır, abdest alıp tekrar uyur, aynı rüyayı tekrar görür. Bu hal üç defa tekrar edince, yatağından fırlayan Sultan, bu rüyanın hak olduğunu anlar. Rasülûllah Efendimiz tehlikede olduğunu düşünerek, sabahı beklemeden, süratle giderek on altı günde Medine-i Münevvere’ye varır. Bütün halkı toplarlar, yalnızca o iki kişi gelmemiştir. Onları arattırır ve bulur. Onları sorguya çekince, Katolik olduklarını, Efendimiz Aleyhisselam’ın kabrine tünel kazdıklarını, mübarek naaşlarını alıp kaçıracaklarını itiraf ederler. Efendimiz Aleyhisselam’ın naşını kurtaran Nureddin Zengî surlar yaptırarak muhafazayı kuvvetlendirir.
Ömrü boyunca şehid olmayı arzuladığı için harplerde en önde hatta iki elinde ayrı kılıçlarla savaşan Nureddin ömrünün sonuna doğru “çok istediğim halde bana şehidlik nasip olmadı” der ve ağlardı. 11 Şevval 569 (15 Mayıs 1174)’da hastalıktan yatağında vefat etmiş olmasına rağmende İmam Zehebi ondan hep Nureddin eş-Şehid olarak bahsetmiştir.
Hayatı boyunca sürekli Halifeye bağlılığını arz ederek İslam birliğini tesis etmeye gayret etmesi, Haçlılarla hem Bâtıniler ve Fatımilerle mücadeleler edip, tüm İslam devletlerine ve emirlerine cihada davet etmesi, hayatını bir sultan gibi değil de derviş bir mücahid hayat sürmesi, Ehl-i Sünneti devlet politikası haline getirmesi ona İkinci Ömer bin Abdülaziz sıfatını kazandırmıştır.
Allah ona rahmet eylesin ve şu iki sözünü sultanlara kanun eylesin:
-“Biz nasıl devleti, devlete ait yolları ve arazileri, halkın malını ve canını muhafaza ediyorsak; dinin emirlerini de korumalı, Allah’ın emirlerine aykırı işlerle mücadele etmeliyiz.”
-“Biz yolları hırsızlardan ve yan kesicilerden korumakla görevliyiz. İnsanları, başlarına gelecek diğer şeylerden de muhafaza etmeliyiz. Peki o zaman Allah’ın emirlerine nasıl riayet etmeyiz? Biz Allah’ın kanunlarına aykırı her şeye şiddetle karşı çıkarız. Aslolan bu emirlere uymaktır. BİZ ŞERİATIN HİZMETKÂRI VE TARAFTARIYIZ.”