İslamiyet Tariihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İslamiyet Tariihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mayıs 2019 Cumartesi

Cahiliye Araplarına Göre Ölüm

Cahiliye Araplarına Göre Ölüm




Cahiliye Araplarına Göre Ölüm 

Ölümün Cahiliye Arabı için neyi ifade ettiği, bir yok oluşu mu yoksa yeni bir başlangıcı mı simgelediği sorusuna verilecek doğru cevaplar konunun netleşmesine ciddi anlamda katkı sağlayacaktır. Öncelikle Cahiliye Arabı kendilerine takdir edilen bir ömrün bulunduğunu ve bunun bir sonunun da olduğuna inanıyorlardı. Adına "ecele" denilen bu kaziyeye inanan dönemin insanlarına göre her bir yaratılmışın bir vadesi vardır. Bir adamın vadesi dolmadan ölmesi mümkün olmadığı gibi vadesi dolduktan sonra da bu dünya da varlığını sürdürmesi de imkansızdı.(59) Ölümü "sükün" olarak isimlendiren Cahiliye Arapları bunu söylerlerken de "ruhun" bedenden ayrılmasından sonra "bedenin" dinginliğe kavuşmasını kastederlerdi. Dolayısıyla "bedenin rahatladığı" anlamında "ölümü" "sükun" olarak isimlendiriyorlardı. (60) Onlara göre insan "ruh" ve "beden" olmak üzere iki parçadan oluşmaktaydı. Adına "nefs" denilen "ruh", son nefes ile bedeni terk ettiği için adını da nefesten almıştı. (61) Son nefesle ağız ve burundan bedeni terk  eden ruh, ölümsüz olup vücuttan çıktıktan sonra bir kuşa dönüşür ve yaşardı.(62)Eğer ölen insan, biri tarafından yaralanmış veya öldürülmüşse nefs bedenin yaralanan kısmından çıkmak suretiyle vücudu terk eder ve adına "hamme" denilen bir kuşa dönüşerek yaşarken (63) her yüz yılda bir mutlaka kabrinin başına döner ve "Beni sulayınız, beni sulayınız!" diyerek intikamının alınmasını isterdi. (64) İbn Side ise herhangi bir adam bir musibete uğradığı zaman başından çıkan kuşa "hamme" denildiğini söylemektedir.(65) Cahiliye Arabına göre vücuttan ayrılan ruh, önceleri kü­çücük bir kuş halinde iken zamanla büyür ve büyükçe bir baykuşa dönüşürdü. Bu kuş aynı zamanda beden ile aile arasındaki ilişkiyi de sürdürürdü. Ailenin erkek üyelerinin durumunu düzenli bir şekilde bedene ulaştırdığına da inanı­lırdı. (66) Dolayısıyla Cahiliye Arabının bu inancı zaten ölümden sonra farklı bir şekilde olsa bile bir yaşamın varlığını kabul ettiğini açıkça göstermektedir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber birçok hadiste bu anlayışın İslam ile çeliştiğini söylemektedir. Hz. Peygamber İslam'ı tebliğ etmeye başladığı zaman Cahiliye Arapları onu sıkıştırmak için bu "hamme"yi sordukları rivayet edilmektedir. "Sana ruhtan sorarlar. De ki ruh rabbimin emrindedir. Size ondan çok az bir bilgi verilmiştir." şeklindeki İsra suresi 85. ayeti kerimesinin bununla ilgili nazil olduğu nakledilmektedir.

Görüldüğü gibi Cahiliye Arabı öldükten sonra bir yok olu­şa inanmamaktadır. Aksine ölünün bedeni terk eden ruhunun ölümsüz olduğunu, değişik bir şekilde olsa bile yaşamını sürdürdüğüne inanmaktaydılar. Bu da onların ölüm sonrası hayatın varlığına inandıklarına dair bir başka kanıt olarak karşımızda durmaktadır.

59 Cevad Ali, Mufassal, V, 1 18. 
60 Cevad Ali, Mufassal, VI, 97. 
61 Cahiliye Arabına göre kan, hayatın kaynağıydı. Ona göre kan yani dem "nefsin" ikamet mahalli idi. Bir başka ifade ile Cahiliye Araplarına göre ruhun bulunduğu mahal, kandır. Kan deveranı devam ettikçe vücutta canlılık da sürmektedir. Kan bedeni terk ettiği an beden artık ölmüş olmaktadır. (Bk. Cevad Ali. Mufassal, V, 1 17 vd; Vl, 108) Muhtemelen bu inanç bir gözleme dayanmaktadır. Zira çoğunlukla hayvancılıkla uğraş­tıkları için hayvanlarını kestikleri zaman veya yaralandıkları zaman kanlarının akmasından sonra öldüklerini görmüş ve dolayısıyla bu sonuca varmış olmalıdırlar. Yine hanımların kanama haline de buradan üretilerek "nifas" demişlerdi. 
62 Alusi, Buluğu'l-ereb, II, 311. 
63 "Mesh" yani bir başka varlığa dönüşmek Cahiliye döneminde kabul edilen bir durumdu. Nitekim İsaf ve Naile'nin insan oldukları, Kabe'nln içinde günah işlemek suretiyle taşa dönüştüklerine inanırlarken, Lat'ın da bir taşın içine girerek orada yaşamını sürdürdüğüne inanıyorlardı. 
64 Şehristiini, 433; Alusi, Buluğu'l-ereb, II, 31 l; Cevad Ali, Mufassal, Vl, 107. 
65 İbn Side, el-Muhkem, JV, 442. 66 Alusi, Buluğu'l-ereb, il, 311.


Cahiliye Arapların Ahiret İnancı
Mehmet Mahfuz SÖYLEMEZ




10 Mart 2017 Cuma

E-Kitap THE CAMBRIDGE HISTORY OF ISLAM -BERNARD LEWIS -ANN K. S. LAMBTON-P. M. HOLT (iNGİLİZCE)

E-Kitap THE CAMBRIDGE HISTORY OF ISLAM -BERNARD LEWIS -ANN K. S. LAMBTON-P. M. HOLT (iNGİLİZCE)


EDITED BY 
P. M. HOLT 
Emeritus Professor of Arab History in the University of London 
ANN K. S. LAMBTON 
Emeritus Professor of Persian in the University of London 
BERNARD LEWIS 
Institute for Advanced Study, Princeton 

30 Aralık 2016 Cuma

Mekke'nin Fethi, 11 Ocak 630 (Hicrî: 8 Ramazan 8)

Mekke'nin Fethi, 11 Ocak 630 (Hicrî: 8 Ramazan 8)





Hz.Muhammed ve ashabını Mekke'ye ilerlerken gösteren bir betimleme. Kanatlı betimlenen varlıklar İslam'daki Dört Büyük Melek olan Cebrail, Azrail, Mikâil ve İsrafil'dir. Kur'an'da yasak edilmemesine rağmen, İslam'da meleklerin betimlenmesi pek hoş karşılanmaz ve sıklıkla rastlanmaz. Siyer-i Nebi; 1595.

 Kaynak ; http://www.ee.bilkent.edu.tr/~history/ottoman33.html :Siyer-i Nebi: The Life of the Prophet 1595., Hazine 1223, folio 298a






28 Aralık 2016 Çarşamba

Hz. Peygamber’in Hilfu’l-Fudûl: Erdemliler Birliğine Katılması

Hz. Peygamber’in Hilfu’l-Fudûl: Erdemliler Birliğine Katılması

Ficar Savaşlarına Katılması

Câhiliye döneminde Arap kabileleri arasında çeşitli sebeplerle sık sık savaşlar çıkmaktaydı. Bu savaşlar bazen kan dökmenin yasak olduğu haram aylara (zilkade, zilhicce, muharrem, receb) da denk gelirdi. Genel olarak Eyyâmü’l-‘Arab diye isimlendirilen bu savaşların, kan dökmenin yasak olduğu haram aylarda cereyan edenlerine Ficâr savaşı adı verilirdi. Hz. Peygamber de gençliğinde Ficar savşlarından birine katılmak durumunda kalmıştı. Onun müttefik Kureyş-Kinâne ve Kays-Aylân kabileleri arasında çıkan şiddetli savaşa amcalarıyla birlikte katıldığı, ancak fiilen savaşmayıp amcalarına ait eşyaları koruduğu, ayrıca gelen okları da kalkanla karşılayıp toplamak suretiyle amcalarına verdiği bu konudaki farklı rivayetler içinde tercih edilen bir görüştür. Bu sırada yaşının on dört, on beş, on yedi veya yirmi olduğu zikredilmektedir.

5.2. Hilfu’l-Fudûl: Erdemliler Birliğine Katılması

Mekke’de kabileler arasında yaşanan ve bazan kan dökülmesinin yasak olduğu haram aylarda dahi meydana gelen çekişme ve çatışmalar, şehrin güvenli bir belde olmasına gölge düşürmüştü. Öte yandan hac ve ticaret amacıyla Mekke dışından gelen zayıf ve güçsüz kimseler birçok defa haksızlık ve zülme uğramakta idiler. Şehirde mal, can, ırz ve namus güvenliği kalmamıştı. Haram aylardan zilkâdede yaşanan bir olay bardağı taşıran son damla oldu ve vicdan sahibi hakperest insanları harekete geçirdi: Yemenli Zübeyd kabilesinden bir tâcir Mekke’ye mal getirmiş ve belirli bir fiyat karşılığında Mekke ileri gelenlerinden Âs b. Vâil es-Sehmî ile pazarlık yapıp malı teslim etmişti. Ancak Âs b. Vâil borcuna sadık kalmayıp oldukça düşük bir para teklif etti ve satıcıyı oyalayıp durdu. Sonunda borcunu inkâr ettiği gibi aldığı malları iade etmeye de yanaşmadı. Zor durumda kalan Yemenli tâcir aralarında Mekke ileri gelenlerinin de bulunduğu birçok kişiye müracaat edip yardım istedi. Ancak bir kısmı Âs b. Vâil’in düşmanlığını kazanmaktan, bir kısmı da dostluğunu kaybetmekten çekindiği için yardım etmediler. Çaresizlik içinde ne yapacağını düşünen tâcir ertesi gün güneşin doğmak üzere olduğu ve Kureyş ileri gelenlerinin de Kâbe etrafında küme küme oturdukları bir sırada Ebû Kubeys dağına çıktı. Herkesin duyacağı yüksek sesle acıklı bir şekilde mağduriyetini dile getirdi ve yardım istedi. Hilfü’l-ahlâf’a mensup kabilelerin aldırış etmemelerine karşılık Hilfü’l-mutayyebîne mensup kabileler bundan rahatsızlık duyarak harekete geçtiler. Bunların başında son Ficâr savaşında Hâşimoğulları’na kumanda eden ve savaşa katılmış olmaktan da pişman olduğu anlaşılan Zübeyr b. Abdülmuttalib gelmekteydi. Hz. Peygamber’in amcası olan Zübeyr b. Abdülmuttalib şehrin en zengin, yaşlı ve nüfuzlu kabile reisi durumundaki Abdullah b. Cüd‘ân et-Teymî’ye başvurarak onu bu işin görüşülmesi için bir toplantı yapmaya iknâ etti. Kureyş’in kollarından Benî Hâşim, Benî Muttalib, Benî Zühre, Benî Teym ve Benî Esed ileri gelenleri, Abdullah b. Cüd‘ân’ın evinde yapılan yemekli toplantıya iştirak ettiler. Toplantıya o sırada yirmi yaşında olan Peygamberimiz de amcası Zübeyr b. Abdülmuttalib ile birlikte katıldı. Kaynakların bildirdiğine göre çağrılanlar arasında Hilfü’l-ahlâf mensuplarından kimse yoktu. Toplantıda hazır bulunanlar uzun tartışmalardan sonra haksızlığı önlemek için yemin ettiler ve bu iş için gönüllülerden oluşacak bir gurup kurmayı kararlaştırdılar.
Bu harekete “Erdemli insanların yemini” anlamında Hilfü’l-fudûl adı verildi. Kaynaklar göre yemin ve antlaşmanın muhtevası genel hatlarıyla şöyledir: “Allah’a and olsun ki, Mekke şehrinde birisi zülum ve haksızlığa uğradığı zaman hepimiz o kişi ister iyi ister kötü, ister bizden ister yabancı olsun kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz; deniz süngeri ıslattığı ve Hira ile Sebîr dağları yerlerinde kaldığı sürece bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize mâlî yardımda bulunacağız”. Hilfü’l-fudûl mensupları toplantıdan sonra Kâbe’ye gidip Haceru’l-esved’i yıkadılar ve bu mukaddes sudan teker teker içtiler. Hilfü’l-fudûl’un ilk icraatı topluca Âs b. Vâil’in yanına gidip Zübeydli tâcirin hakkını geri almak ve mazluma hakkını iade etmek oldu. Mekke ileri gelenlerini karşısında gören Âs b. Vâil borcundan kaçamadığı gibi Hilfü’l-fudûl’a katılmayanlardan hiç kimse de onu destekleyip bu harekete karşı çıkamadı. Yemin yapıldıktan sonra yeni katılıma açık olmayan bu antlaşma İslâm döneminde de bir süre devam etmiş ve son mensubunun Emevî hilâfetinin başında ölümüyle tarihe karışmıştır.
Hilfü’l-fudûl’ün nasıl çalıştığını gösteren bazı olayları şöyle sıralamak mümkündür: Sümâle kabilesine mensup bir tâcir Mekke ileri gelenlerinden Übey b. Halef’e mal satmış, fakat parasını alamamıştı. Çaresiz kalan tâcir Hilfü’l-fudûl’a başvurdu. Teşkilât mensupları ona Übeyy’e gidip parasını tekrar istemesini, vermediği takdirde kendilerinin bizzat alacaklarını bildirmesini söylediler. Bunun üzerine Übey parayı hemen ödedi. Has‘am kabilesinden Yemenli bir tâcir Katûl adlı kızı ile birlikte hac için Mekke’ye gelmişti. Şehrin ileri gelenlerinden Nübeyh b. Haccâc kızı zorla babasının elinden alıp evine götürdü. Feryatlar içinde yardım isteyen babaya Hilfü’l-fudûl’a başvurması tavsiye edildi. Adam Kâbe’ye gidip “Yetişin ey Hilfü’l-fudûl mensupları, yardım edin!” diye bağırdı. Çok geçmeden hareket mensupları kılıçlarını çekmiş olarak geldiler. Olayı dinleyip kızının kaçırılmış olması karşısında babanın düştüğü çaresizliği bizzat gözleriyle gördüler. Babayı da yanlarına alarak Nübeyh’in evini sardılar ve onu ayıplayarak kızı teslim etmesini istediler. Nübeyh kızı vermemek için bir süre direndi ise de aldığı sert tepki karşısında teslim etmekten başka çıkar yol bulamadı.
Hz. Peygamber İslâm döneminde de Hilfü’l-fudûl ittifakından övgüyle bahsetmiş ve şöyle demiştir: “Ben Abdullah b. Cüd‘ân’ın evinde yapılan antlaşmaya amcalarımla birlikte katılmıştım. Bu ittifakta yer almış olmanın mutluluğunu güzel ve kızıl develere değişmem. Bugün de böyle bir antlaşmaya çağrılsam tereddüt etmeden giderim.*

DOÇ. DR. CASİM AVCI İslam Tarihi

*İbn Hişâm, I, 134. Hilfü’l-fudûl hakkında derli toplu bilgi için bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 52-54; aynı yazar, “Hilfü’l-fudûl”, DİA, XVIII, 31-32.

19 Aralık 2016 Pazartesi

Hz. Muhammed’in  Soyu

Hz. Muhammed’in Soyu


Hz. Peygamber’in soyu yirmi birinci kuşaktan atası olan Adnân vasıtasıyla Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’e dayanmaktadır. Bu sebeple Hz. Peygamber’in soyunun da mensup olduğu Kuzey Araplar’ına İsmâilîler veya Adnânîler gibi isimler de verilmektedir (Araplar’ın diğer ana kolu, anayurdu Güney Arabistan olan Kahtânîler’dir). Hz. Peygamber’in Adnân’a kadar soy kütüğü kesin olarak bilinmekte olup şöyledir: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib (Şeybe) b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Kâ‘b b. Lüey b. Gâlib b. Fihr (Kureyş) b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyâs b. Mudar b. Nizâr b. Mead b. Adnân. Bu tabloya göre Hz. Peygamber, Araplar’ın, Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’in soyundan gelen Adnânîler kolundan, Kureyş kabilesinin Hâşimoğulları sülâlesine mensup Abdullah b. Abdülmuttalib’in oğludur.
Hz. Muhammed’in babası, Kureyş’in Benî Hâşim kolundan Abdullah b. Abdülmuttalib, annesi ise Kureyş kabilesinin Benî Zühre koluna mensup Vehb b. Abdümenâf’ın kızı Âmine’dir. Hz. Peygamber onların evliliklerinden dünyaya gelen tek çocuklarıdır.
Hz. Peygamber’in babası Abdullah akranları arasında çok beğenilen yakışıklı bir gençti. Yüzünde diğer gençlerde bulunmayan bir güzellik ve parlaklık vardı. Bunun Hz. Peygamber’e ait “nübüvvet nûru” (peygamberlik nuru, Nûr-i Muhammedî) olduğu kabul edilir. Abdullah’ın babası (Hz. Peygamber’in dedesi) Abdülmuttalib, Zemzem Kuyusu’nu yeniden ortaya çıkarıp onardığı sırada Kureyş’in bazı ileri gelenleri ona engel olmak istemişler, onu alaya alıp küçük düşürmek istemişlerdi. O sırada Hâris’ten başka oğlu olmayan Abdülmuttalib onlara karşı savunmasız bir durumda olduğundan on oğlu olursa birini kurban edeceğine dair adakta bulunmuştu. Bir süre sonra duâsı gerçekleşip on oğlu dünyaya geldiğinde gördüğü bir rüyada kendisine adağı hatırlatılmış, o da oğullarından hangisini kurban edeceğini belirlemek için kuraya başvurmuştu. Abdülmuttalib’in Hübel putu önünde çektirdiği kura * o sırada en küçük oğlu olan Abdullah’a çıkınca İsâf ve Nâile putlarının önünde oğlunu kurban etmeye karar vermiş, ancak buna başta kızları olmak üzere pek çok kimse karşı çıkmıştı. Adağını yerine getirebilmek için bir çözüm arayan Abdülmuttalib kendisine yapılan bir tavsiye doğrultusunda Hicâz bölgesinin meşhur kâhinine (arrâfe) danışmak üzere Medine’ye, kadının Hayber’de olduğu bilgisi üzerine de buraya gitmişti. Kâhin kadın Abdülmuttalib’e örfe göre bir insan diyeti olan on deve ile Abdullah arasında kura çekmesini ve kura develere çıkınca o kadar deveyi kurban etmesini tavsiye etmişti. Mekke’ye dönen Abdülmuttalib, Abdullah ile on deve arasında kura çektirmiş, fakat ilk kura Abdullah’a çıkmıştı. Abdülmuttalib deve sayısını onar onar artırarak kuraya devam etmiş, sayı yüze ulaşınca kuranın develere çıkması üzerine 100 deve kurban etmişti. Böylece çok sevdiği oğlu Abdullah’ı da kurtarmıştı. Bundan dolayı Hz. Peygamber, hem babası Abdullah’ın hem de büyük atası Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmâil’in kurban edilmekten kurtulmuş olduğunu kastederek, “Ben iki kurbanlığın oğluyum” demiştir. Abdullah gençlik çağına ulaştığında kendisine gelen birçok evlilik teklifini kabul etmemiş, nihayet babasının teşebbüsüyle Vehb’in kızı Âmine ile evlenmiştir. Abdullah’ın bu sırada on sekiz (veya yirmidört)** yaşında olduğu anlaşılmaktadır.
Abdullah, Âmine ile evlendikten bir süre sonra ticaret için Suriye’ye giden kafileye katılarak Gazze’ye gitti. Dönüş yolunda o zamanki adı Yesrib olan Medine’ye ulaştıklarında hastalandı. Burada babasının dayıları olan Adî b. Neccâr oğullarını ziyaret etti. Akrabalarının yanında bir ay kadar hasta yattıktan sonra vefat etti ve Medine’de defnedildi. Abdülmuttalib Abdullah’ın hastalığını haber alınca büyük oğlu Hâris’i Yesrib’e göndermiş, ancak Hâris şehre ulaşmadan kardeşi vefat etmiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber yetim olarak dünyaya gelmiştir.
Hz. Peygamber’in doğduğu yıl Mekke’de çok önemli bir olay meydana gelmiş ve Allah’ın kutsal evi Kâbe’nin yıkılmasına teşebbüs edilmiştir. Tarihe Fil Vak‘ası adıyla geçen bu olay şöyledir:
Habeş Krallığı’nın Yemen valisi Ebrehe Arapların Kâbe’yi ziyaretlerini engellemek üzere San‘a’da büyük bir kilise (Kalîs, Kulleys) yaptırdı. Kabilelere elçiler göndererek bundan böyle hac için bu mabedin ziyaret edilmesini istedi. Ancak Araplar onun beklentisinin aksine ciddî bir ilgi göstermediler. Üstelik bu arada kiliseye karşı bazı saygısız davranışlar sergilendi, hatta Ebrehe’nin halkı hac için Kâbe yerine San‘a’ya çağırmasına öfkelenen Kinâne kabilesine mensup bir Arap, kiliseye girip oraya pislemişti. Yaptırdığı kiliseye büyük önem veren Ebrehe amacına ulaşamamanın getirdiği hayal kırıklığıyla Kâbe’yi yıkmaya karar verdi. Mekke şehrini zaptederek dinî merkez olma özelliğini ortadan kaldırmayı ve Mekkeliler’in ticarî faaliyetlerine son vermeyi planladı. Çok sayıda askerden oluşan ordusuyla birlikte Yemen’den yola çıktı. Ordusunun önünde büyük bir fil yürüyordu. Ebrehe Kâbe’yi yıkmaya o kadar kararlıydı ki, yolda önüne çıkıp kendisini bundan vazgeçirmek isteyenlere şiddetle tepki gösteriyordu. Ebrehe’nin ordusu Mekke yakınlarında Mugammes adı verilen yere kadar gelip konakladı. Bu sırada Ebrehe’nin Mekke’ye doğru gönderdiği öncü süvari birlikleri Mekkelilere ait sürüleri gasbetti. Bunlar arasında Abdülmuttalib’in 200 devesi de bulunuyordu.
Ebrehe, Mekke’ye elçi göndererek hedefinin sadece Kâbe olduğunu ve kendisine karşı gelinmedikçe halka dokunmayacağını, ayrıca Mekkelilerin lideri ile görüşmek istediğini bildirdi.
O sırada Kureyş’in Hâşimoğulları kolunun reisi olan Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib Ebrehe’nin elçisiyle birlikte onunla görüşmeye gitti. Ebrehe, boylu-boslu ve heybetli bir görünümü olan Abdülmuttalib’i karşısında görünce ayağa kalkarak onu selamladı ve yanına buyur ederek birlikte oturdular. Ebrehe ile Abdülmuttalib arasında şu konuşma geçti.
Ebrehe: Ne istiyorsun?
Abdülmuttalib: Askerleriniz tarafından gasb edilen 200 devemin geri verilmesini istiyorum.
Ebrehe şaşkınlık ve hayal kırıklığını gizlemeyerek: “Ben seni ilk gördüğümde azamet ve heybetinden etkilenip sana karşı bir saygı hissetmiştim. Ancak bu cevabını duyunca senin hakkındaki kanaatimde yanıldığımı anladım. Ben, senin ve ataların için dinî bakımdan hayatî önem taşıyan Kâbe’yi yıkmaya gelmişim. Sen ise bunu bildiğin halde, sizin için bir şeref meselesi olan bu konuda tek kelime söylemiyorsun, fakat askerlerimin ele geçirdiği develerinden bahsedip onları istiyorsun”. Abdülmuttalib Ebrehe’nin alaycı ve küçümseyici bir üslûpla tahakküm edercesine söylediği bu sözler karşısında gayet kararlı bir şekilde şu tarihi cevabı verdi: “Ben develerimin sahibiyim. Bu sebeple onları istiyorum. Kâbe’nin sahibi ise Allah’tır ve şüphesiz onu koruyacak olan da O’dur.” Bu konuşmalardan sonra Ebrehe develeri iade etti. Mekke’ye dönen Abdülmuttalib şehir halkına durumu anlattı ve Ebrehe’nin saldırısından herhangi bir zarar görmemeleri için şehirden uzaklaşıp dağ başlarına doğru çıkmalarını istedi. Ardından Mescid-i Haram’a gitti ve Kâbe kapısının halkasına yapışarak şöyle duâ etti:
“Allah’ım her kul kendi evini tehlikelere karşı korur. Sen de Kâbe’yi ve hareminde güvenliği tehlikeye düşmüş olan bizleri Ebrehe’ye ve askerlerine karşı koru. İnanıyoruz ki, onların gücü Senin güç ve kuvvetine asla üstün gelemez.” Kureyş’ten bazıları da Abdülmuttalib’le birlikte Kâbe’ye gidip Allah’a duâ ettiler. Sonra da olup bitenleri görebilecekleri şekilde dağlara çekildiler.
Kâbe’yi yıkmaya kararlı olan Ebrehe ertesi sabah hücum emri verdi; ancak ordusunun önünde bulunan Mahmûd adlı büyük fil, olduğu yerde kaldı ve Kâbe’ye doğru bir adım dahi atmadı. Bu sırada deniz tarafından sürüler hâlinde gelen kuşlar gaga ve ayaklarıyla taşıdıkları nohut ve mercimek büyüklüğünde taşları Ebrehe ve askerlerinin üzerine atmaya başladı. Ebrehe ordusunun büyük bir kısmı oracıkta helak oldu. Kendisine isabet eden bir taş yüzünden ağır yaralanan Ebrehe, sağ kurtulan az sayıda asker tarafından San‘a’ya götürüldü. Ancak vücudu parça parça döküldüğünden bir süre sonra acılar içinde kıvranarak can verdi. Mekke’de Ebrehe’nin ordusu helâk olmuş, cesetleri ortada kalmıştı. O sırada sağanak hâlinde yağan yağmurların oluşturduğu seller cesetleri alıp götürdü ve ortalık temizlendi.
Ebrehe’nin ordusuyla Kâbe’ye saldırısı ve helâk oluşu Fîl sûresinde şöyle anlatılır: “Görmedin mi Rabbın neler etti fil sahiplerine? Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı? Onların üstüne sürü sürü kuşlar saldı. O kuşlar onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyorlardı. Böylece onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.” (el-Fîl 105/1-5). Bu olaya Fil Vak‘ası, meydana geldiği yıla da Fil yılı adı verilmiştir. Belirli bir takvimleri olmadığı için tarih tespitinde, meydana gelen önemli olayları esas alan Araplar bundan itibaren zaman hesabını Fil Vak‘asını dikkate alarak “Fil yılında”, “Fil yılından önce” veya “Fil yılından sonra” şeklinde yapmaya başladılar. Ebrehe’nin girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması Araplar’ın Kâbe’ye ve hac ibadetine daha önce görülmemiş derecede değer vermeye başlamalarına yol açtı; Mekke ve Kureyş’in itibarı arttı.
DOÇ. DR. CASİM AVCI İSLÂM TARİHİ

* İbnü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Asnâm (nşr. Ahmed Zeki Paşa, Türkçe trc. Beyza Düşüngen), Ankara 1969, s. 18; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye (nşr. Mustafa es-Sekâ v. Dğr.), 1375/1955 I-II, 152
12 Abdullah’ın yirmi beş yaşında vefat ettiğine dair rivayetten hareketle evlendiğinde yirmidört yaşında olduğu söylenebilir. Bk. İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-kübrâ (nşr. İhsan Abbas), Beyrut 1388/1968 I, 99.

18 Aralık 2016 Pazar

E- Kitap- Kitap Topkapı Sarayı Müzesi – İslâm Minyatürleri

E- Kitap- Kitap Topkapı Sarayı Müzesi – İslâm Minyatürleri



Osmanlı Padişahları kitaba, özellikle sanat eseri niteliğindeki el yazma ve minyatürlü eserlere büyük ilgi göstermişlerdir. Bir yandan Saray atölyelerinde eşsiz minyatürlerle, süslü eserler hazırlanırken diğer yandan da İslam dünyasının diğer bölgelerinde hazırlanmış eserler alınarak Sarayda toplanmıştır. Dolayısı ile burada İslam dünyasının çeşitli minaytür örneklerine rastlamak mümkündür. İlhanlı, Celayirli, Tirmulu, Safevi ve Türkmen minyatürlerinin son derece önemli örnekleri mevcuttur.
Minyatür ve yazma eser olarak dünyanın sayılı koleksiyonlarından birini barındıran Topkapı Sarayı’ndaki bu eserler Saray müze olduğunda çeşitli yerelere dağılmış bulunuyordu. Daha sonra Sarayın 3. avlusunda “Yeni kütüphane” adıyla oluşturulan bölümde tasnif edilerek geldiklere yere ve kategorisine göre bölümlendirilmişlerdir.
Eserde 15. asırın 2. yarısından itibaren 19. asır başlarına kadar Osmanlı Sarayındaki minyatürler belirli bir gelişim çizgisinde yer almaktadır. Ayrınca minyatür üslübu konusunda özlü bilgiler buşunmaktadır.



14 Aralık 2016 Çarşamba

İslâm’dan Önce Arabistan’da Kurulan Devletler

İslâm’dan Önce Arabistan’da Kurulan Devletler


En eski yerleşim yerlerinin başında gelen Arap Yarımadası’nın güney ve kuzeyinde İslâm öncesi dönemde çeşitli devletler kurulmuştur. Orta Arabistan’daki Hicaz bölgesinde ise İslâm dönemine kadar herhangi bir devletin kurulmadığı, bölgede insanların çeşitli kabileler hâlinde yerleşik veya göçebe olarak yaşadığı bilinmektedir.



1.Güney Arabistan’da Kurulan Devletler Güney Arabistan’da Maînliler, Sebeliler ve Himyerîler hüküm sürmüş, ardından bölgeye Habeşliler ve Sâsânîler hâkim olmuştur.

Maînliler

M. Ö. 1400-650 yılları arasında Yemen’de hüküm süren Maîn krallığının merkezi San‘a’nın doğusunda harabeleri bulunan Maîn şehri idi. Daha ziyade ticarete önem veren Maînliler Arabistan ürünleriyle Hindistan ve Çin’den gelen ticaret mallarını Suriye, Filistin ve Mısır’a satarak büyük gelir elde ederlerdi.

Sebeliler

Güney Arabistan’da kurulan devletlerin ikincisi Maîn Devleti’nin yıkılmasından sonra tarih sahnesine çıktığı tahmin edilen Sebe Devleti’dir. Merkezi Me’rib şehri olan Sebeliler ticaretin yanında tarıma önem vermiş ve bu amaçla bazı su bendleri inşa etmişlerdir. Bunların en meşhuru Me’rib Seddi’dir (Sebe Seddi, Arim Seddi olarak da bilinir). M. Ö. 750-115 yılları arasında hüküm süren Sebeliler Himyerîler tarafından yıkılmıştır.

Himyerîler

Sebeliler’den sonra Güney Arabistan’da hüküm süren Himyerîler, Araplar’ın Kahtânîler koluna mensuptur. Maînliler ve Sebeliler’in aksine savaşçı bir politika izleyen Himyerîler sınırlarını m. s. III. Yüzyılın sonlarına doğru Hadramut ve Orta Arabistan’a kadar genişlettiler. Askeri bakımdan Arabistan’ın en güçlü devleti hâline gelen Himyerîler Habeşliler ve İranlılarla da mücadele ettiler. Arabistan’da Hıristiyanlıkla Yahudiliğin rekabet ettiği IV. yüzyılda Himyerîler Yahudileri desteklerken Habeşliler ve Bizanslılar Hıristiyanları desteklemekteydi. Yahudiliği kabul eden son Himyerî hükümdarı Zû Nüvâs, Hıristiyanları da Yahudiliği kabul etmeye zorladı ve kabul etmeyen birçok Necran’lı Hıristiyanı “uhdûd” adı verilen ateş çukurlarında diri diri yaktı. Kur’ân-ı Kerim’de bu acı olaya işaret edilmekte ve bunu yapanlar şiddetle kınanmaktadır (Burûc Sûresi 85/4-9). Himyerîler’in zülmüne uğrayan Hıristiyanların yardım çağrısı üzerine Habeş Aksum krallığına bağlı büyük bir ordu Eryat kumandasında Yemen’e girdi ve Himyerî hâkimiyetine son verdi. Zû Nüvâs öldürüldü (m. 525). Bundan sonra Yemen’de yarım yüzyıl süren Habeş hâkimiyeti başladı. Habeşistan’ın Yemen valisi Ebrehe ileride anlatılacağı gibi San‘a’da büyük bir kilise yaptırarak Araplar’ın hac için Kâbe yerine buraya gelmelerini sağlamak istedi, ancak başarılı olamadı. Bunun üzerine büyük bir orduyla Mekke’ye gelip Kâbe’yi yıkmak istedi. Fakat Fîl sûresinde de anlatıldığı gibi amacına ulaşamadı; ordusu ve kendisi helâk oldu. Habeşliler’in kötü idaresi Yemen’de memnuniyetsizliği artırdı. Himyerî hükümdar ailesinden Seyf b. Zû Yezen Sâsânî hükümdarı Enûşirvân’ın yardımını temin ederek Habeş hâkimiyetine son verdiyse de bir suikast sonucu öldürüldü ve Sâsânîler ülkeyi ele geçirdiler. Yemen’de Sâsânî idaresi İslâm dönemine kadar sürdü. Hz. Peygamber zamanında Sâsânîler’in son Yemen valisi Bâzân İslâm’ı kabul etti (7/629) ve İslâm devletinin ilk valisi olarak görevi sürdürdü.

2. Kuzey Arabistan’da Kurulan Devletler Kuzey Arabistan’da İslâm’dan önce Nabatîler, Tedmürlüler, Gassânîler, Hireliler (Lahmîler) ve Kindeliler devlet kurmuşlardır.

Nabatîler

Nabatî krallığı muhtemelen m. ö. IV. yüzyılın sonlarında kurulmuş, Filistin’in güneyinde Akabe körfezi ile Lût gölü arasında hüküm sürmüştür. Devletin merkezi Akabe körfezinin biraz kuzeyindeki Petra şehriydi. Bir ara Fırat nehri ile Kızıldeniz arasında geniş bir alana yayılan Nabatîler Kuzey Hicaz’a da hâkim olmuştur. Roma İmparatorluğu ile çöl arasında tampon devlet görevi üstlenen Nabatîler kuzey ve güney Arabistan arasındaki kervan ticaretini de elinde bulundurmakta idiler. Nabatîler bir süre Roma İmparatorluğu ile iyi ilişkiler içerisinde olmuşlarsa da zamanla siyasî ve ekonomik sebepler yüzünden ilişkiler gerildi. M.s. 106 yılında İmparator Traianus Nabatî devletini ortadan kaldırdı.

Tedmürlüler

Kuzey Arabistan devletlerinin ikincisi Tedmür Krallığı’dır (Palmirliler). Tedmür şehri Suriye çölünün ortasındaki bir vahada, Humus’un 145 km. doğusunda, Şam’ın 260 km. kuzeydoğusunda yer alır. Palmyra adıyla da anılır. II. ve III. Yüzyıllarda en parlak dönemini yaşayan Tedmürlüler günümüze kitâbeleriyle birlikte harabeleri ulaşan birçok görkemli yapı inşa etmişlerdir. Başkent Tedmür uluslararası ticaretin önemli duraklarından biriydi. III. yüzyılda Sâsânî ve Roma imparatorlukları arasındaki mücadeleyi fırsat bilerek Tedmür’de bağımsız bir Arap devleti kuran ve Sâsânîler’e karşı başarılı mücadele veren Uzeyne (Grek ve Latin kaynaklarında Odenathus) ile onun ardından yönetimi ele alan eşi Zeyneb (Grek ve Lâtin kaynaklarında Zenobia; Arap edebiyatında Zebbâ) en meşhur hükümdarlarıdır. Tedmür krallığı 272 yılında Roma İmparatoru Aurelien’in Tedmür’ü ele geçirip kraliçe Zeyneb’i esir almasıyla sona erdi. Bizans İmparatorluğu döneminde Tedmür’de Hıristiyanlık yayılmış, şehri imar eden I. Iustinanos (527-565) burada bir kilise inşa ettirmiştir. İslâm döneminde Tedmür, Hâlid b. Velîd tarafından sulh yoluyla fethedilmiştir (13/634).

Gassânîler

Gassânîler, Arapların Kahtânîler koluna mensup olup III. Yüzyılda Yemen’den Suriye bölgesine göç ettiler ve burada Cefne b. Amr liderliğinde devlet kurdular. Bizans İmparatorluğu’nun etkisiyle Hıristiyanlığı kabul ettiler ve Bizans’ın vassalı oldular. Hem kendi hem de Bizans İmparatorluğu lehine Sâsânîler’le ve Hire’de devlet kurmuş olan Lahmîler’le mücadele ettiler. Gassânîler’in en ihtişamlı dönemi II. Hâris b. Cebele (529-569) zamanıdır. Bizans’la ilişkiler bu dönemde zirveye ulaşmıştır. Daha sonra zaman zaman Bizans’la ciddi gerginlikler yaşanmakla birlikte Gassânîler genel itibariyle Bizans müttefiki olarak kaldılar. VII. Yüzyıl başında Bizans-Sâsânî mücadelesi sürecinde ciddi güç kaybına uğrayan Gassânîler, İslâm dönemindeki Suriye fetihleri sırasında Bizans saflarında savaştılar. Hz. Ömer zamanında Bizans’la yapılan Yermük Savaşı’nda (15/636) Gassânî emirlerinden Cebele b. Eyhem 12. 000 kişilik bir ordunun kumandanı olarak Bizans’a destek verdi. Ardından bölgenin fethiyle Gassânîler’in hâkimiyeti de sona erdi.

Hireliler (Lahmîler)

Kuzey Arabistan’da kurulan diğer bir devlet Hireliler veya Lahmîler adıyla bilinmektedir. Kahtânîler’in bir kolu olup Me’rib seddinin yıkılmasından sonra güneyden kuzeye göç eden ve Irak’a yerleşen Lahmîler tarafından III. Yüzyıl ortalarında Hire’de kurulmuştur. Hire hükümdarlarından üçü Münzir adını taşıdığı için Arap kaynaklarında bu hanedana Menâzire de denilmiştir. Sâsânîler’in vassalı olan Hireliler Bizans ve göçebe Araplar’dan gelecek saldırılara karşı tampon görevi üstlendiler ve bu sayede kendilerini de güven altına aldılar. En önemli hükümdarları arasında İmruülkays (288-328), III. Münzir (506-554) ve III. Nu‘man b. Münzir (580-602) yer almaktadır. Putperestlik, Yahudilik, Mecûsîlik, Maniheizm ve Mazdeizm’in yaygın olduğu Hire’ye Hıristiyanlık erken dönemden itibaren nüfuz etmeye başlamış ve yöneticilerin çoğu bu dine mensup olmuştur. VI. Yüzyıl sonlarında Hire Nestûrî Hıristiyanlığın merkezi hâline gelmiştir. Lahmîler tarım ve hayvancılığın yanında uluslararası ticaretle de uğraşırlardı. Lahmîler döneminde Hire ve Enbâr şehirlerinde Arap dili, edebiyatı ve yazısı büyük gelişme göstermiştir. Hire Hz. Ebû Bekir döneminde Hâlid b. Velîd tarafından fethedilmiştir (12/633).

Kindeliler

Kuzey ve Orta Arabistan’da hüküm süren Kindeliler’in genellikle Kahtânîler’den oldukları kabul edilmektedir. Kindeliler III. Yüzyıldan itibaren güneyden kuzeye doğru ilerleyerek Orta Arabistan’a Necid bölgesine geçmişler, ardından Mezopotamya, Filistin ve Suriye’yi içine alan geniş bir alana dağılmışlardır. Kinde devleti 480 yılı civarında Âkilü’lmürâr lakaplı Hucr b. Amr tarafından Himyerîler’e tabi olarak kuruldu. VI. Yüzyılın başında Himyerîler’den muhtariyet kazanarak gelişti ve hanedanın başında bulunan Hâris b. Amr Bizans İmparatoru Anastasios ile 502’de bir antlaşma imzaladı. 525’te Hire’yi hakimiyet altına alan Hâris b. Amr 528’de Hire kralı III. Münzir’e yenilince tahttan çekildi ve Kinde topraklarını dört oğlu arasında paylaştırdı. Kindeli Câhiliye şairi İmruü’l-Kays’ın (İbn Hucr), İstanbul’a giderek İmparator I. Iustinianos’la görüştüğü ve dönüşte Ankara’da öldüğü 18 nakledilir. Kindeliler VI. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren belirgin ölçüde güç kaybına uğramakla birlikte İslâm fetihlerine kadar Bizans müttefiki olmaya devam ettiler
DOÇ. DR. CASİM AVCI İslam Tarihi