şiddet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şiddet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Şubat 2017 Cuma

Sivil İtaatsizlik Üzerine

Sivil İtaatsizlik Üzerine

Yakup Coşar
Kasım 1996
İlgili kitabın önsözünden


Cumartesi Anneleri 600. Hafta


I. SİVİL İTAATSİZLİK OLGUSUNUN TEMEL UNSURLARI

A. Yasadışılık


Sivil itaatsizlik, haksız bir uygulamaya karşı bütün yasal yollar denendikten sonra girişilen yasadışı bir eylemdir. Ancak yasadışı eyleme girişmek ilke olarak yasadışı örgütlenmeyi ya da eylemi savunmak anlamına gelmez. Bu yola ancak sonuç getirecek yasal yollar denenip tüketildikten sonra başvurulur. Çünkü sivil itaatsizlik eylemcisi, var olan anayasal düzenin temel ilkelerine ya da toplumsal sözleşmeye esastan bir itirazda bulunmaz. Tersine, bu temel anlaşmanın ilkelerinin çiğnenmesinden duyduğu kaygıyı dile getirmek için bu yola başvurur. Bu anlamıyla sivil itaatsizlik yasadışı ancak meşru bir eylemdir.



B. Alenilik, hesaplanabilirlik
Yasadışı olmasına rağmen sivil itaatsizlik gizli değil, açık/aleni bir eylemdir. Alenilik sadece eyleme katılanların kendilerini gizlememelerini değil, yapılan eylemin kamuoyunca algılanabilir özellikte olmasını gerektirir. Ancak alenilik kavramıyla ilgili bazı sınırlamalar, istisnai durumlar vardır. Bunların en önemlisi eylemin başından beri aleni olmasının sivil itaatsizliği tümüyle başarısız kılacağı yolundaki endişedir. Ronald Dworkin böyle bir duruma örnek olarak, sahibinden kaçan köleyi saklayan (2) bireyin tavrını vermektedir. Böyle bir durumda eylemin gerçekleştirildiği sırada gizli kalması her şeyden daha önemlidir. Ancak saklama eylemi sona erdikten sonra bunun mutlaka kamuoyuna duyurulması gerekir.

Hesaplanabilirlik ise eylemin seyri ve sonuçlarının eylemin başında söylenenlere uygun olmasıdır. Örneğin sessiz oturma eylemi yapılacaksa, yapılacak olan sadece budur, ardından bir başka eylem gelmeyecektir. Hesaplanabilirlik ayrıca eylemcinin samimiyeti ve inandırıcılığının, söyledikleriyle yaptıklarının uyum içinde olmasının ifadesidir. Aynı zamanda, eylemin terörize edilmesi, başka şekilde sunulmasının önünde ciddi bir engel oluşturur.

C. Politik ve hukuki sorumluluğun üstlenilmesi
Sivil itaatsizlik eylemcisi birey ya da grup eyleminin politik sorumluluğunu üstlenir. Sivil itaatsizlik eylemcisi açısından kamuoyunun gözleri önünde olmak esastır. Başından itibaren hedefin, eylemin akışının tespit edilmiş ve açıklanmış olması da öngörüldüğünden, eylemin sonunda politik sorumluluktan kaçınmak, eylemi inkar etmek söz konusu edilemez.

Hukuki (cezai) sorumluluk konusunda ise farklı görüşler bulunmaktadır.
Kimi teorisyenler hukuki sorumluluğu üstlenmenin eylemcilerin samimiyetlerinin bir ifadesi olarak algılanıp, eylemin çağrı etkisini güçlendireceği gerekçesiyle böyle bir şeyi savunurlarken, diğerleri meşru düzeyde girişilen bir eylemden dolayı cezalandırmayı kabul etmenin doğru olmadığını savunurlar.

D. Şiddetin reddedilmesi
Sivil itaatsizliğin asli özelliklerinden biri de şiddeti reddetmesidir.
"Sivil itaatsizlik eyleminde ifadesini bulan ihlal, sembolik özelliktedir; buradan da protestonun barışçı (şiddeti içermeyen) araçlarla sınırlanması kuralı çıkar." (Habermas, elinizdeki kitap s. 121) Ancak şiddetin ne olduğu, sınırının nerede başladığı tartışmalıdır. Örneğin her tür zor uygulaması şiddet midir? 

Psikolojik baskı aynı kategori altında tartışılabilir mi? Bu konuda genel kabul gören anlayış, eylemin, karşıtlarının ya da olayın dışındaki üçüncü kişilerin fiziki ve psikolojik bütünlüklerine zarar vermemesidir. Gandhi'nin teorisinde daha da ileri gidilerek yaralayıcı ve zarar verici eylemlerin yanında yaralayıcı ve zarar verici sözlerden dahi kaçınılması, karşıtının malına bile zarar verilmemesi önerilmektedir. Sivil itaatsizlik genelde düşmanlıkları derinleştirmenin değil, düşmanlığı gidermenin, karşıtını yok etmenin değil, ikna etmenin bir yöntemi olarak düşünüldüğü için, şiddet kullanmak sivil itaatsizliğin hedefleriyle uyuşmaz.

E. Ortak adalet anlayışına, kamu vicdanına yönelik bir çağrı
Sivil itaatsizlik çoğunluğa yapılan bir çağrı, gönderilen bir mesajdır.
Bu çağrı toplumda kamusal (ortak) bir adalet anlayışının varlığını temel alır. "Bu anlayışın temel ilkelerinin uzun dönem devam eden kasıtlı ihlali, özellikle de eşit temel özgürlükler ilkesinin ayaklar altına alınması ya teslimiyete ya da başkaldırıya yol açar. 

Sivil itaatsizliklik yoluyla bir azınlık grup, çoğunluğu yaptıklarının bu şekilde anlaşılmasını isteyip istemediğini gözden geçirmeye ya da ortak adalet anlayışına uygun olarak azınlığın taleplerini
tanımak isteyip istemediğini incelemeye zorlar." (Rawls, elinizdeki kitap s. 58-59) Rawls'ın burada sözünü ettiği ortak adalet anlayışı kavramı, kurduğu toplumsal sözleşme modelinden kaynağını almaktadır. Ancak böyle bir sözleşmenin ya da tüm temel hakları garanti altına alan bir anayasanın mevcut olmadığı durumlarda da böyle bir kavramın anlamlı olduğunu ve mutlak diktatörlük dönemleri dışında genelde söz konusu edilebileceğini düşünüyorum.

Sorun " ... var olan adalet duygusunun belli bir başarı beklentisiyle başvurulabilecek kadar güçlü olup olmadığıdır ... Haklı gösterilebilecek sivil itaatsizliğin sadece söz konusu toplumda güçlü bir adalet duygusunun varlığı durumunda, makul ve etkin bir nonkonformizm biçimi olabileceği akıldan çıkarılmamalıdır." (Rawls, elinizdeki kitap s. 71) 

Türkçe'de kullanılan kamu vicdanı kavramı benzer bir durumu/fikri ifade etmektedir. Kendisine ortak adalet anlayışını/kamu vicdanını temel alan sivil itaatsizlik edimi bireysel çıkarlar ya da toplumun diğer üyelerinin haklarının gaspına yol açacak grup çıkarlarıyla gerekçeledirilemez. Örneğin dini özgürlükleri ihlal edilen bir mezhebin haklarını savunmak için sivil itaatsizliğe başvurmak mümkünken, dini inançları ya da dini kuralları toplumun geneli için geçerli kurallar haline getirmek amacıyla böyle bir yola başvurulamaz. Çünkü kimseden başkasının inançlarına göre yaşaması talep edilemez.

F. Sistemin geneline değil tekil haksızlıklara karşı ortak eylem
Sivil itaatsizlik eylemi az ya da çok adil olduğu varsayılan toplumsal ilişkiler sistemine karşı değil tek tek haksızlıklara karşı yapılır. Yani sistemin tümüne yönelik bir karşı çıkış söz konusu değildir. Sistemin genel anlamda adaletli olduğu varsayılır. Bu anlamda sivil itaatsizlik ideolojik birliktelikleri gerektirmez. Aslolan karşı çıkılan ya da istenen şeylerde ortaklıktır. Farklı bir deyişle düşünsel düzeyde genel bir örtüşmenin değil kısmi bir çakışmanın varlığı yeterlidir. Çünkü, çok farklı ideolojilerden yola çıkarak somut bazı sorunlarla ilgili aynı sonuçlara varmak mümkündür.

Örneğin nükleer silahların konuşlandırmalarına karşı Avrupa' da yapılan eylemlerde sosyalistlerin, yeşillerin yanında kimi dini gruplar da yer alıyorlardı. Daha yakın bir örnek olarak -henüz sivil itaatsizlik eylemlerine dönüşmüş olmasa da- Kürt meselesinin çözümü konusunda solun bir kesimiyle İslamcı bazı gruplar arasındaki yakınlaşma ve ortak çabalardan söz edilebilir. Zaten ,sivil itaatsizlik örgütlenmelerinin başarısı, "farklı eğilimlerin çabalarını ortak bir hedefe yöneltme kapasitesiyle" doğru orantılıdır. "Bu kapasitesini ya da isteğini yitiren cemiyet eylem yetisini de yitirmiştir." (Arendt, elinizdeki kitap s. 112)

Tekil haksızlıklara karşı ortak eylem ilkesinden çıkarılabilecek bir sonuç da sivil itaatsizlik örgütlenmelerinin ömürlerinin genelde söz konusu haksızlığın giderilmesiyle sınırlı oluşudur. Yani insanlar ortak ve somut bir hedef etrafında geçici olarak bir araya gelir, sorun çözülünce de dağılırlar. 

İkinci bir sonuç ise farklı dünya görüşlerinin temsil edildiği bu tür örgütlenmelerin genelde ademi merkeziyetçi, taban inisiyatifine dayanan, demokratik örgütlenmeler olacağıdır. Böyle bir koşul sivil itaatsizlik örgütlenmelerinde yer alan insanların partilerde yer almaları önünde engel teşkil etmez. Daha çok sivil itaatsizlik eyleminin "klasik" partiler aracılığıyla yürütülemeyeceğini ifade eder. Çünkü bu partiler insanları ortak bir dünya görüşü etrafında bir araya getiren kalıcı örgütlenmelerdir. Parti çerçevesinde yapılabilecek bir çağrı başka grup ve bireylerin katılımı önünde en azından psikolojik bariyerler oluşturacak, böylece de "farklı eğilimlerin çabalarını ortak bir hedefe yöneltmekte" başarısız olunacaktır.

G. Eylem ciddi haksızlıklara karşı yapılır ve haksızlıkla makul bir ilişki içindedir
Sivil itaatsizliğe ancak ciddi haksızlıklara, daha ötesi diğer haksızlıkların bertaraf edilmesinin önünde engel teşkil eden haksızlıklara karşı başvurulur. Yani yasal yollarla sonuç alınamayan her durumda yasadışı yola, sivil itaatsizliğe başvurulmaz.

Böyle bir şey sivil itaatsizliği işlevsiz hale getirecek, katılanların inandırıcılığını azaltacaktır. Ciddi haksızlıkların ne olduğu ise tartışmalıdır. John Rawls kurduğu adalet teorisinden yola çıkarak, eşit özgürlükler ve eşit şans (3) ilkelerinin ihlal edilmiş olmasının ve haksızlığın politik muhalefete rağmen uzun süredir devam etmesinin gerekliliğini şart koşar.

Bu çerçevede yapılması gereken bir vurgu da eylemlerin ölçülü, amaca uygun, karşı çıkılan haksızlıkla makul bir ilişki içinde olmasıdır. "Çatışma sürecinde hangi eyleme karar verilirse verilsin, bunun hedefe yönelik, çatışmanın sona ermesinden sonra ortaya çıkması istenen duruma uygun olması gerekir" (Galtung, elinizdeki kitap s. 212)

H. Haksızlıklarla ilgili çifte standart kullanılamaz
Kamu vicdanına/ortak adalet anlayışına çağrı amacını güden sivil itaatsizlik eylemcisi haksızlıklarla ilgili çifte standart kullanmaz. Örneğin işkenceye karşı çıkılıyorsa kime yapıldığına, kimin yaptığına bakılmaksızın karşı çıkılır.

Sivil itaatsizliğin genelde kabul gören özelliklerini aktarmaya çalıştıktan sonra sivil itaatsizliği farklı politik eylem biçimleri ile kıyaslayarak yapılan bir tanımla bu bölümü bitirmek istiyorum:

"Sivil itaatsizlik, yasal protesto biçimlerine karşı bir hukuki normun çiğnenmesiyle; bencil ve olağan hukuk ihlallerine karşı dikkate ve saygıya değer bir ahlaki-siyasi motivasyonla işlenmesiyle; gizlice işlenen kriminal fiillere karşı kamuya açık olmasıyla; gelenekselklasik direnme hakkı, devrim, ihtilal, hükümet darbesine karşı duruma göre kamuya açıklığı ve şiddetsizliğiyle; siyasi teröre ve dinsel fanatizme karşı, protesto edilen devlet ediminin haksızlığının diğer üçüncü kişilerce de görülebilir, anlaşılabilir ve yine kendisinin kaba güçten arınmış olmasıyla; ileri sürülebilecek samimiyetsizlik iddialarına karşı edimin sonuçlarına katlanmaya hazır bulunma tutumuyla temelde ayrılmaktadır." (4)


II. NASIL BİR HUKUK DÜZENİ?
Sivil itaatsizlik genel olarak hukuk düzenine karşı değil, hukuk düzeni içerisinde var olan ya da ortaya çıkabilecek haksızlıklara ya da hukuk düzeninin soysuzlaşması, bozulması tehlikesine karşı bir araç olarak tartışılır. Bu, genel anlamda adil bir hukuk düzeninin var olduğu, ancak bu hukuk düzeninin ek denetim ve düzeltme mekanizmalarına gereksinimi olduğu varsayımına dayanır. Zaten mutlak anlamda adil olan hiçbir hukuk düzeninden, hiçbir demokrasiden söz edilemez. Habermas, sivil itaatsizliğin hukuk düzeninde öngörülen, ihtiyaç duyulduğu için anayasada da yeri olan, yasaların bir kereden fazla görüşülmesi, anayasa mahkemesi yolunun açık olması gibi kontrol mekanizmalarından biri olabileceğini söyler ve devamla, " ... kendinden emin her demokratik devlet, politik kültürünün zorunlu bir unsuru olduğu için sivil itaatsizliği kendi yapısının ayrılmaz bir parçası olarak görür" der. (Habermas, elinizdeki kitap, s. 119) 

Sözü edilen hukuk düzeninin nasıl ortaya çıkabileceği konusunda farklı tasarımlar vardır. Örneğin Hannah Arendt sivil itaatsizliğin Amerika'ya özgü olduğunu iddia ederken bunun yatay bir sözleşme temelinde kurulduğunu, yani insanların kendi aralarında anlaştıktan sonra bu anlaşmanın koşullarına uygun bir devlet oluşturduklarını, bu devletin farklılık ilkesini kabul ettiğini söyleyerek gerekçelendirir.

John Rawls'ın adil toplum tasarımı ise doğal durumdaki insanların kendi aralarında anlaşarak bir toplumsal sözleşme yapacaklarını, bu sözleşmenin birtakım kurallarının özel olarak da eşit özgürlükler ve eşit şans ilkelerinin ihlal edilmesine karşı sivil itaatsizlik gibi bir tedbiri öngöreceklerini varsayar.

Ortaya çıkış biçimi konusunda farklı yaklaşımlar olsa da günümüzde 
demokratik hukuk devletinin özellikleri konusunda genel bir görüş birliğinin varlığından söz edilebilir. Bu özelliklerin önemlilerini şöyle sıralayabiliriz: 

*seçme ve seçilme özgürlüğü,
*ifade ve örgütlenme özgürlüğü, 
*yasa önünde eşitlik, 
*mahkemelerin bağımsızlığı, 
*kuvvetler ayrılığı, 
*kişinin bedeni ve psikolojik bütünlüğünün
dokunulmazlığı (işkence ve eziyet yasağı), 
*gelir farklılıklarına rağmen insanların genel olarak kendilerini geliştirme, gerçekleştirme koşullarının varlığı, 
*azınlık hakları (farklılıkların kabul edilmesi, çoğulculuk) 
*ve çoğunluk kuralı.

Aşağıda, bu özeliklerden sivil itaatsizlik konusu açısından özel önem taşıyan farklılık ilkesi ve çoğunluk kuralının işleyişini kısaca tartışmak istiyorum.

A. Farklılık ilkesi
Hannah Arendt, Tocqueville'den aktararak Amerikan demokrasisinin "dehşet verici bir gerçekliğinin" (Arendt, elinizdeki kitap s. 106) siyahların ve kızılderililerin başlangıçtaki sözleşmenin dışında tutulmalarının olduğunu söyler. Arendt'e göre bu, Amerika'nın ancak Yurttaş Hakları Hareketi ile açık biçimde gözler önüne serilen çıkmazıdır. Göçmen ülkesi Amerika'ya sonradan gelen bütün insanlar için "hoşgeldin" törenleri yapılmış ancak siyahlar
ve kızılderililer, yani o toprakların yerlileri bu "kabul/
tanıma jestinin" dışında tutulmuşlardır. (5)

Martin Luther King
O halde sivil itaatsizliğin düzeltme mekanizmalarından birini oluşturacağı bir demokraside dışlanan, toplumsal sözleşmenin 
dışında tutulan, tanınmayan azınlıkların olmaması gerekmektedir. Yani böyle bir toplumsal sözleşme farklılığı kabul eden, farklılığın kurumlaşmasına izin veren bir sözleşme olmalıdır. 


Azınlık kavramı denince ilk akla gelen dini, etnik ve bölgesel azınlıklardır. Ancak günümüzde azınlık kavramı çerçevesinde farklı yaşam biçimleri, farklı davranış biçimleri olan gruplar da tartışılmaktadır. "Aktarılan ortak kültürel değerler ve kolektif kimlikler bölünürken yaşamsal sorunlarda çoğunluk prensibi aynen geçerliliğini sürdürüyorsa, ulusal, etnik ya da dini azınlıklarda olduğu, 
gibi bölünmeler olacak, yani çoğunluk prensibinin asli işleyiş ve geçerlilik koşullarının zedelendiğinin göstergesi olan ayrımcılık gündeme gelecektir." (Habermas, elinizdeki kitap s.133-134) Bu anlamda devlet sadece etnik, dini azınlıkları değil, farklı yaşam biçimleri olan fikri azınlıkları, farklı cinsel tercihleri olan azınlıkları da dikkate almak zorundadır.

Burada kimin azınlık ya da farklı olduğuna karar verme hakkının çoğunluğun elinde olmaması gerektiğini önemle belirtmek gerekiyor. "Bu nedenle herhangi bir topluluk, istediği herhangi bir özelliğe dayanarak farklı olduğunu iddia edebilmelidir.


'Ben başkayım' diyen, bu başkalığı temelinde bir grup

sayılabilmelidir. 'Bu özellik bir farklılığa denk düşer mi?' gibi izin verici bir tartışma yapılmamalıdır." (6) Bir araya gelen insanlar dilleri, dinleri, mezhepleri, cinsel tercihleri ya da dünya görüşleri, yaşam tarzları itibariyle kendilerini farklı, azınlık bir grup olarak görüyorlarsa, onlara toplumsal sözleşmenin sınırları çerçevesinde istedikleri biçimde yaşama hakkı tanınmalıdır.

Azınlık hakları tartışılırken bireyin hakları göz ardı edilmemelidir. Ne bütün insanları gruplara bölmek mümkündür ne de insanların kendilerini bir grup mensubiyetiyle tanımlamak zorunlulukları vardır. Bu anlamda en küçük birim olarak bireyin haklarının devlete ve söz konusu gruplara karşı korunması önemlidir.


B. Çoğunluk kuralının işleyişi  


Peki azınlıklarını dikkate almak isteyen bir demokratik rejimde çoğunluk kuralı nasıl işlemelidir? Öncelikle belirtilmesi gereken, demokratik devlet tasarımlarının tümünde çoğunluk kuralının genel kabul gören bir bir kural olduğudur. Heinz Kleger'e göre çoğunluk kuralı " ... demokrasilerin sadece karar alma ve uygulama yeteneğinde olmaları için değil, ayrıca politik eşitlik ilkesinin ifadesi olması nedeniyle de" (7) olmazsa olmaz bir özelliğidir. Çünkü bütün oyların değeri eşittir.


Sorun bu ilkenin varlığı, genel olarak kabulü değil, bu ilkenin tek başına yeterli olmayışıdır. Heinz Kleger adı geçen kitabında çoğunluk kuralını demokrasinin üzerinde yükseldiği iki temel direkten birisi olarak nitelemektedir. Kleger'e göre ikinci temel direk diyalogdur. "Bu temel karar alma direğinin (çoğunluk kuralı)
yanında her demokrasi açısından hayati önemde olan kamuoyu yaratıcı, gerçeği aramaya yönelik diyalog (wahrheitsorientierte Kommunikation) direği vardır. (8) Yani ancak karar alma süreçlerinde yeterli iletişime herkesin düşüncesini açıklamasına izin veren, bunun mekanizmalarını/kanallarını oluşturan ve ifade edilen düşünceleri dikkate alan, gelişmeye ve öğrenmeye açık ve yetenekli olan bir demokraside çoğunluk kuralı anlamlıdır.

Habermas elinizdeki kitaba alınan makalesinde, demokrasinin

tamamlanmış bir proje olmadığını, daha ötesi tamamlanamayacağını, sürekli revizyona gereksinimi olduğunu, bu nedenle de çoğunluk kuralı son tahlilde kabul edilse de bunun argümanlara dayalı fikir oluşturma süreçlerinin sonunda gündeme gelmesini ve yukarıda belirtilen sınırlamaların yani temel insan haklarının, azınlık haklarının dikkate alınması gerektiğini söyler.

Levent Köker, Habermas'ın bu diskursif demokrasi tartışmasına gönderme yaparak, demokrasinin iletişim boyutunu şöyle ifade ediyor: "Toplumda bağlayıcı nitelikte olan kararların alınması sürecinde, bu bağlayıcı kararlardan etkilenecek ya da bu bağlayıcı kararların uygulanmasından potansiyel olarak etkilenme ihtimali içinde olan tüm kesimler, birey olarak da, grup olarak da, aktif olarak bu kararların alınmasındaki tartışma sürecine kendi ilgilerini, kendi istemlerini katabilme özgürlüğüne, katabilme olanaklarına sahip olmalıdırlar." (9)


Sonuçta çoğunluk karar verecektir, ama çoğunluk;birinci olarak azınlık haklarının da dahil olduğu dokunulamaz ve devredilemez insan haklarına aykırı kararlar veremez. İkinci olarak da, karar verme sürecinde herkesin sözünü söylemesine olanak tanır. Bu özelliklere sahip demokrasi, kendini mutlak doğrunun cisimleşmesi olarak görmeyen, daha da ötesi mutlak doğrunun varlığına inanmayan, kendine güvenen, gelişmeye, öğrenmeye açık demokrasidir. Bu nedenle de sivil itaatsizlikçi ile arasında ilkesel bir sorun yoktur. Bu koşullarda sivil itaatsizlik demokrasinin kendini geliştirmesinin, yurttaşların kendilerini sorgulamalarının bir aracı, atılan adım üzerinde bir kez daha ciddi biçimde düşünülmesinin, doğruya bir adım daha yaklaşılmasının bir  imkanı olarak görülebilir.


II. DEMOKRATiK OLMAYAN ÜLKELERDE

SİVİL İTAATSİZLİĞİN ANLAMI

Şimdi de esas olarak demokratik ilişkilerin var olduğu toplumlar için geçerliliği savunulan sivil itaatsizliğin, bu özellikleri taşımayan sistemlerde ve dönemlerde geçerliliğini, diğer bir deyişle uygulanabilirliğini ve işlevini tartışmak istiyorum.

Burada totaliter rejimlerle, totaliter olarak nitelenemeyecek, demokratik hukuk devletine ilişkin sayılan özelliklerin kısmen var olduğu ülke ve de dönemleri ayırt etmek gerekmektedir.
Bu eylemin sivil itaatsizlik sayılıp sayılmayacağı tartışılabilir. Değilse nedir? (DK)

A. Totalitarizm ve bireysel itaatsizlik


Totalitarizmin ne olduğu konusunda çeşitli yaklaşımlar bulunmaktadır.

Örneğin Hannah Arendt totaliter rejimierin asli iki özelliğinin evrensel geçerlilik iddiası ile istikrarsızlık olduğunu söylemektedir.

Arendt'e göre bu rejimler kendilerini yer ve zamanla sınırlamazlar; ilkelerinin dünyanın her tarafında ve ebediyete kadar, geçerli, mutlak doğrular olduğunu iddia ederler.


Ancak bu evrensel yasalar/mutlak doğrular liderlerin ya da partilerin kararlarına göre sık sık değişirler. Bu anlamda totalitarizmin ikinci özelliği istikrarsızlıktır. Bugün beyaz olan yarın siyah, ,bugün kahraman olan yarın hain olabilir. Örneğin Hitler'in sözleri Nazi Almanyası'nda kanun hükmündeydiler. Bunların yazılı hale getirilmiş olmaları bile gerekmiyordu.


"Reel sosyalist" ülkelerle ilgili verilecek çarpıcı bir örnek, çeşitli dönemlerde girişilen temizlik hareketleridir. İnsanların bugünden yarına hain ilan edilip öldürülmeleri sadece totalitarizmin keyfilik (istikrarsızlık) unsuruyla açıklanabilir.

Totaliter rejimleri karakterize eden üçüncü bir unsur, devletin halk üzerinde topyekün bir egemenlik kurabilmiş olmasıdır. Bu egemenliğin manipülasyon 
sonucu gönüllü bir itaate mi dayandığı, yani örneğin, Almanların "Hitler'in Gönüllü Cellatları" mı oldukları yoksa baskı ve zulmün onları tümüyle hareketsiz hale mi getirdiği tartışmaları günümüzde de yoğun bir biçimde devam etmektedir. Ancak sonuçta toplumsal muhalefetin tümüyle susturulmuş ve denetim altına alınmış olması totaliter rejimlerin asli bir özelliğidir.

Totaliter rejimlerde farklı eğilimlerin, azınlık haklarının sözü edilemez. Hedeflenen, yüce bir davanın peşinde kaynaşmış bir kitledir. Çeşitlilik, çoğulculuk yasadışıdır. "Birey 'omlet' yapmak için kırılması gereken 'yumurtadır', hayata geçirilmesi ya da işlenmesi, tekil bireyin yaşamı karşısında öncelik taşıyan bir Mutlak'ın Trager'i, yani taşıyıcısıdır."(10)


Totaliter rejimlerde bireylerin ya da grupların kamuoyuna çağrı niteliğindeki aleni eylemler olan sivil itaatsizlik eylemlerine girişmeleri düşünülemez. Bu tür rejimlerde insanlardan ancak "caniyane eylemlere katılmamaları ve baskıyı içten onaylamamaları yolunda genel bir sorumluluk beklenebilir." (H. Saner, elinizdeki kitap, s. 171) Hannah Arendt'e göre totaliter rejimlerde insandan beklenebilecek tek şey kötülüğün ortağı olmamak, bu anlamda kamusa! alandan çekilmektir.


Kısacası totaliter rejimlerde sivil itaatsizlik eylemlerinin koşulları yoktur. Direnme sorumluluğu kötülüğe ortak olmamakla sınırlıdır. Kötülüğe ortak olmaktan, çarkın dişlisi olmaktan kaçınma yolundaki bireysel itaatsizlik, sivil itaatsizlik olarak tanımlanamaz. Yukarıda belirtildiği gibi sivil itaatsizlik kamuya yönelik açık bir çağrı, aleni bir girişimdir.


B. Demokratik de, totaliter de olmayan rejimlerde sivil itaatsizlik


Peki diğer ülkelerde, yani tanımlandığı biçimiyle "şu ya da bu ölçüde adil" olmayan ancak totaliter olarak da tanımlanamayacak ülkelerde sivil itaatsizliğe başvurulabilir mi ve eğer başvurulabilirse bu eylemler nasıl bir işlev üstlenebilirler?


Birinci soruya sınırlı bir "evet" yanıtının verilebileceğini düşünüyorum:

İlk olarak, bu ülkelerin birçoğunun anayasalarında pratikte uygulanmasa da temel hakların bir bölümü mevcuttur ve bu haklar sivil itaatsizlik eylemlerine başvurmak için referans olarak alınabilirler.

İkinci olarak ise bu ülkelerde de başvurulabilecek, en azından toplumun belirli kesimleri için ortak bir adalet duygusunun, diğer bir deyişle kamu vicdanının varlığından söz edilebilir ve sivil itaatsizlikçi için başvuru mercii olarak önemli olan kamu vicdanının hükümet/devlet açısından da belli bir önemi vardır. Devletin aleni haksızlıklara karşı yapılan yasadışı eylemlere birçok durumda sessiz kalması, yazılı hiçbir metinde yeri olmayan bu kamu vicdanına 

göstermek zorunda olduğu dikkat ile açıklanabilir. Çünkü bu tür
ülkelerde devletin şeklen de olsa kendini demokratik gösterme,
belli bir meşru zemine oturma çabası vardır. Sözleri evrensel olarak
geçerli kanun hükmünde olan Hitler'in meşruluk derdi yokken, şu ya da bu şekilde demokratik olduğunu iddia eden her hükumetin böyle bir ihtiyacı vardır.

Ortak adalet anlayışı ya da kamu vicdanı kavramlarının herkesçe farklı yorumlanabilecek özellikte olduğunun farkındayım. Hele de bu kavramlar kaynağını bir sözleşme ya da anayasadan almıyorlarsa, sorun daha da büyüktür. Ancak kaynağını tarihten, dinden, geleneklerden, geçmiş mücadelelerden, diğer bir deyişle ortak bellekten alan bir kamu vicdanından, kamusal adalet 

anlayışından söz edilebileceğini düşünüyorum. "Gemisini yürüten kaptan" 
zihniyetinin tüm iletişim araçlarıyla pompalandığı; hak, adalet, eşitlik kavramlarının neredeyse tedavülden kaldırıldığı bir dönemde kamu vicdanından söz edilebilir mi? diye sorulabilir elbette. Bence de kamu vicdanı her dönem aynı şekilde başvurulabilecek bir sabit değer değildir. Ancak insanlarda içselleşmiş
bazı özelliklerin, geriye itilip bastırılsa da, farklı koşullarda yeniden yüzeye çıkabileceğini unutmamak gerekmektedir.

Sivil itaatsizliğin belirli sınırlamalarla geçerli olabileceğini kabul ettikten sonra, bu edimin demokratik hukuk devletinin özelliklerini taşımayan ama totaliter de olmayan rejimlerde ne tür bir işlevi olabileceğini tartışabiliriz.  


Demokratik rejimlerde sivil itaatsizliğin esas olarak düzeltici bir fonksiyonu vardır. Buralarda sivil itaatsizliğe başvuranlar, karşı çıkılan devlet İcraatının herkesi bağlayan anayasaya, ya da toplumsal sözleşmeye aykırı olduğunu, bunun için değiştirilmesini, düzeltilmesini isterler. Başarılı olmaları durumunda da bu düzeltme gerçekleşir ve sistem asli unsurlarıyla işlemeye devam eder.

Bu çerçevede sivil itaatsizliğin, bu rejimierin anayasalarında öngörülen
değişik düzeltme mekanizmalarının işlevine benzer bir işlevi vardır.

Bu tür anayasal meşruiyetin söz konusu olmadığı ülkelerde ise sivil itaatsizliğin esas olarak bu tür bir meşruiyeti yaratıcı, yani yapıcı/kurucu bir işlevi olabileceğini düşünüyorum. Doğru hitap biçimlerinin bulunup, eylemlerde belli bir tutarlılık sağlanması durumunda, adalet duygusuna hitap eden eylemin zaman içinde belli bir meşruiyet yaratması beklenebilir. Yani bir taraftan kamuya başvurulurken, bu başvurunun kendisi zaman içinde bir kamusallık yaratacak,

ortak adalet anlayışını/kamu vicdanını geliştirecek, yeniden şekillendirecektir. Bu tür rejimlerde sivil itaatsizlik gelecekte yaşanması, var olması istenen ilişkilerin ilk adımlarını oluşturabilir. Yoğun kamplaşmaların yaşandığı bu tür toplumlarda
atılacak sembolik özellikteki adımlar toplumda belli bir yumuşamanın 
yaratılmasına, bir diyalog imkanının ortaya çıkmasına katkıda bulunabilir.

Şüphesiz bu tür rejimlerde eylemcilerin niyetlerinden bağımsız olarak yapılan eylem terörize edilebilir. Önceden ilan edilmiş barışçı bir eylem devletin resmi güçlerinin ya da sivil güçlerin müdahalesiyle dağıtılıp, sonra da işbirlikçi basın aracılığıyla, katılanlar şiddet yanlısı, terörist olarak gösterilebilir ve sivil itaatsizliğin pratiğe geçirilme koşulları tümüyle ortadan kalkabilir.


Ama bu tehlikeye karşı da tek ilaç, ısrarlı biçimde ilan edilen hedeflere

sadık kalmaktır. Kendi içinde tutarlı, çifte ölçüler kullanmayan, kendini dar ideolojik çerçevelere hapsetmeyip, haksızlığa kime karşı olduğuna bakmaksızın karşı duran ve de haksızlığa karşı olan herkesle birlikte davranmaya hazır olan çevrelerin, grupların, örgütlenmelerin zaman içinde kabul görme, ilkelerini ya da sahip oldukları adalet anlayışını yaygınlaştırma şansları vardır.

IV. TÜRKİYE'DE SİVİL İTAATSiZLİK


Peki, Türkiye'nin sunulmaya çalışılan bu çerçevede yeri nedir?


Türkiye'nin siyasal sistemi, yukarıda sözü edilen ve demokratik hukuk devletinde aranması gereken özelliklerden birçoğuna sahip değildir: Tanımlanan anlamda bir ifade ve örgütlenme özgürlüğü yoktur, mahkemelerin bağımsızlığı (en azından DGM'ler için) söz konusu değildir, kişinin bedeni ve psikolojik bütünlüğünün dokunulmazlığı ilkesi günlük olarak ihlal edilmekte, farklılık ilkesi

(azınlıkların tanınması ve haklarının güvenceye alınması) kabul edilmemektedir. Göreli olarak serbest seçimler yapılmasına rağmen, "M.G.K. hükümet içinde asli konularda karar yetkisini haiz en önemli grubu" (11) oluşturmaktadır. Düzen mutabakata değil, ne olduğunu esas olarak ordunun ya da ordu içinde bir çevrenin tespit ettiği Kemalizm adlı resmi ideolojiye dayanmaktadır. İnsel'e göre,
"Resmi bir ideolojinin egemen olduğu siyasal düzenlerin her zaman totaliter oldukları elbette söylenemez. Ama demokrasiden oldukça uzak oldukları ve bir totalitarizm nüvesini içinde barındırdıkları evrensel bir gerçektir."(12) Resmi ideolojinin egemenliğinin tezahürleriyle ilgili çok sayıda örnekten birisi, önemli
addedilen her konuda MGK kararlarının "devlet politikaları" olarak sunulmasıdır. 1996 Temmuz-Ağustos aylarında PKK ile dolaylı görüşme tartışmaları sırasında Demirel bütün tartışmaları, "Devletimizin bu konudaki politikası bellidir" diyerek sonra erdirirken, ne siyasal partiler ne de parlamento bu devletin kim olduğu
sorusunu sormamış, politika tespiti konusunda yetkili tek kurum olması gereken hükumet ise bunun üzerine bütün girişimlerini Erbakan'ın ağzından yalanlamak zorunda kalmıştır.

Öte yandan Türkiye Devleti kendine güvenen, gelişmeye açık bir yapıda değildir. "Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu ülkedeki en huzursuz ve güvensiz mercidir. Kendisine huzur ve güven sağlama ihtiyacındadır, ancak bu yolda şimdiye kadar yaptığı her şey toplumun huzurunu bozmak ve güvenini sarsmaktan başka bir işe yaramamıştır. ( ... ) Devlet zaten, toplumundan sürekli kuşkulanan,

içten içe korkan, sopasını hep hazır bulunduran bir devletti. 16 yıldır devlet artık hep sopasıyla geziyor. Bu herhalde mevcut yapıların tükenişi/çürümesi temelinde bir çaresizliğin ve dolayısıyla paradoksal biçimde, iktidarsızlığın göstergesi"dir (13). Bu güvensizliğinden dolayı Türkiye devleti hırçındır. Duvara yazı yazan 15 yaşındaki çocuğu bile "devlete karşı suç işleyenler" kategorisine koyabilmekte ve atılan her adımı kendisine yönelik bir tehdit olarak algılayabilmektedir.

Ancak bütün bu totaliter tezahürlere rağmen Türkiye Cumhuriyeti kendisini anayasal bir devlet olarak sunmakta, hükümet yasa ve anayasa dışı birçok eyleme rağmen, meşruiyetini bu anayasallığa, seçimlere dayandırmaktadır.


Öte yandan totaliter sistemlerin asli özelliklerinden biri olan halkın üzerinde mutlak egemenlik, her şeye rağmen sağlanamamıştır. Resmi ideoloji ile özdeşleşmeyi reddeden, çağrı yapılabilecek, başvurulabilecek geniş bir kesim bulunmakta ve bu kesim kendisini farklı biçimlerde ifade etmektedir. Resmi ideolojinin organı gibi yayın yapan gazetelerin bazı köşelerinde bile bu ideolojiye

açık biçimde karşı olan yazılar yayınlanabilmesini, gazetelerin satış
kaygılarından çok, farklı duyarlılıklara sahip göz ardı edilemeyecek
bir kamuoyunun varlığının ifadesi olarak değerlendiriyorum.

Sonuç olarak, içinde totalitarizmin öğelerini barındırsa da Türkiye'deki

sistemin, açık askeri diktatörlük dönemleri bir yana bırakılırsa, sivil itaatsizliği tümüyle olanaksız kılacak ölçüde totaliter olmadığını (belki de alamadığını demek daha doğru) söylemek gerekmektedir.






-Türkiye' de sivil itaatsizlik eylemleri ve "Cumartesi Anneleri"


Türkiye' de, adı konmasa da öteden beri, sivil itaatsizlik diye adlandırılabilecek eylemler gündeme gelmektedir. Bunlar arasında genişliği ve etkisi açısından ilk önemli eylem TÖS'ün 1969 yılındaki öğretmen boykotudur. Sonraki yıllarda yapılan bazı işçi eylemlerini, KESK'in eylemlerini bu kategori içinde değerlendirebiliriz.

Ses getiren eylemlerden birisi de, 1995 Mart ayında "Düşünceye Özgürlük" adlı kitabın, aralarında, okuduğunuz kitabın yayınlandığı Ayrıntı Yayınları'ndan Ömer Faruk'un da bulunduğu bin seksen kişinin imzasıyla yayınlanmasıdır. Kitap daha önce yirmi dört yazarın yazılarını bir araya getiren "Düşünce Özgürlüğü ve Türkiye" adlı kitabın toplatılması ve yayıncısı Erdal Öz ile yazar Yaşar Kemal'in hakkında dava açılmasına tepki olarak hazırlanmış ve bin seksen kişi aynı "suça" imzalarıyla ortak olarak, "yasadışı" bir sivil itaatsizlik eylemine girişmişlerdir.

Bunlara, başta İsmail Beşikçi olmak üzere, her tür cefaya rağmen düşüncelerini söyleyerek ya da yazarak sürekli "suç" işleyen, "zarif inatçı"ların (14) sivil itaatsizlik eylemlerini eklemek gerekiyor. 


Cumartesi Anneleri'nin eylemi ise ortaya çıkış biçimi, örgütlenmesi, hedefleri açısından sivil itaatsizliğin hemen tüm unsurlarını içinde barındıran, uzun vadeli sonuçları olabileceğini düşündüğüm bir eylemdir:


27 Mayıs 1995 tarihinde küçük bir grubun girişimiyle başlatılan ve hala (Kasım 1996) sürdürülen eylem izinsiz olarak yapılmaktadır. Bu anlamda sivil itaatsizliğin yasadışılık unsurunu içinde barındırmaktadır. Kayıp yakınları ve onları destekleyenler bütün yasal yolları denedikten sonra, başka çareleri kalmadığı için bu yola başvurmuşlardı. Bu anlamda eylemleri yasadışı, ancak

tartışılamayacak düzeyde meşrudur.

Yasadışı, ama aleni ve gidişatı hesaplanabilir bir eylemdir yapılan. Eylem hem açık biçimde örgütleniyor, hem de kamuoyunun algılayabileceği bir biçimde yapılıyor. Açıklanan hedef, her cumartesi günü yarım saat oturma eylemidir ve buna hep sadık kalınmaktadır. Hedef açıklandığı, herkes tarafından bilindiği halde, binlerce polisle Beyoğlu'nun kontrol altına alınması sadece ve sadece

devletin "şiddetin dilinden başka bir dili bilmemesinin" (15) çarpıcı bir örneğini oluşturuyor.

Eylemciler "kayıplara karşı olmak, kayıplar için kamuoyu oluşturmak" (16) amacıyla hareket ediyor ve kendilerini bu taleple sınırlıyorlar. Yani eylem sistemin bütününe karşı değil, tekil bir haksızlığa karşı yapılıyor. Eylemciler, "Otururken kayıplar dışındaki başka sorunlardan söz etmek isteyenleri, 'O sorun için de birlikte başka işler yaparız, burada sadece kayıpları dile getirelim'
diyerek durduruyorlar." (17)

Eylem "hiçbir grubun ismini, etiketini taşımayan, yoldan geçen herhangi birinin ben de onların yanında olmalıyım diyebileceği bir şey(di)". (18) Hatta "cumartesi eylemlerinin bir özelliği örgütlü olmamasıdır. İsteyen oraya gelir, oturur ve gider. Bu eylemin sorumlusu, yetkilisi, bilmem nesi yoktur". (19) Böylelikle eylem her grup ve çevreden insanın katılmasına olanak veriyor, farklı eğilimlerin çabalarını

ortak bir hedefe yöneltme kapasitesini içinde taşıyor.

Eylemciler eylemlerinin sorumluluğunu üstleniyor, devlete, "Biz meşru bir şey yapıyor, kayıplan arıyoruz, bu nedenle bizi zaten yargılayamazsınız" mesajı veriyorlar. Birçok kez gündeme gelen gözaltılara rağmen, bildiğim kadarıyla, eylemcilere dava açılamamış olması, burada vurgulanması gereken önemli bir olgudur. Kamu vicdanına seslenen, meşru zeminde kalmaya dikkat eden bir

sivil itaatsizlik eyleminin, kitaplarla ve türkülerle çoğalabileceğinin ve zamanla kazanılabileceğinin çok etkili bir örneğidir Cumartesi Anneleri.

Eylemde sivil itaatsizliğin diğer unsurları olan, ciddi bir haksızlığa (yaşama hakkının ihlilline) karşı olma, şiddetin reddedilmesi gibi unsurları içinde barındırdığı ise tartışılmayacak kadar açıktır.


Sivil itaatsizlik eylemi, eylemcilerin başka çıkar yol kalmadığını hissettikleri anda başvurdukları bir zorunluluk eylemi, çoğunluğa, kamu vicdanına yapılan bir çağrıdır. Eylemciler devleti protesto ediyor, ancak bunu, devletin alışkın olduğu dille, yani şiddetin diliyle değil, "barışın diliyle" yapıyorlar.


Kendini esas olarak şiddete göre düzenlemiş olan devlet "barışın dili" karşısında kekeliyor ve kışkırtmalara girişip, eylemleri terörize etmeye çalışıyor. Ancak, "barışın dilini konuşanlar, devletin bu kışkırtmaları ve zorbalıkları karşısında dillerinden ödün vermezlerse ve bu dili toplumun en geniş kesimlerine yaygınlaştırabilirlerse, kazanan tüm toplum olacak" (20) sivil itaatsizlik, farklı olana tahammülü savunan bir kültürün, daha adil bir siyasal yapının yaratılmasında yapıcı, kurucu bir işlev üstlenecektir.


Kamu Vicdanına Çağrı Sivil İtaatsizlik,  Almancadan çeviren
Yakup Coşar, Ayrıntı Yayınları, 1997/1
Önsöz: Yakup Çoşar s: 10-30


***Siyahlar ve görseller bana aittir (DK)


Dip Notlar
("2" numaradan başlıyor, birinci not benim buraya almadığım bölümde kaldı)

2. Tek bir bireyin eyleminin sivil itaatsizlik olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı
bir tartışma konusudur. Örneğin Hannah Arendt sivil itaatsizliğin ancak bir grup
eylemi olabileceğini savunur. Ona göre sahibinden kaçan köleyi saklayan bireyin
davranışı da vicdani retçinin davranışı da sivil itaatsizlik olarak anlaşılamaz.
Hatta sivil itaatsizlik konusunda yazanların mutlaka başvurdukları Thoreau'nun
eylemini de sivil itaatsizlik olarak tanımlamaz.
Ben, sıraladığım diğer özellikleri taşıyan, özellikle de aleni olan, çağrı amacı
güden bireysel eylemlerin de sivil itaatsizlik olarak tanımlanmasının uygun olacağını düşünüyorum. Örneğin askere, savaşa gitmeyişini kamuoyuna açıklayan bireyin davranışı sivil itaatsizlik olarak adlandırılabilir. Çünkü söz konusu kişi, sonuçlan itibariyle mutlak bir edime, öldürme eylemine katılmak istememekte ve belli bir anlayış, kabul beklentisiyle kamusal adalet duygusuna başvurmaktadır.

3. Rawls, eşit özgürlükler ilkesiyle seçme ve seçilme hakkını, ifade ve toplanma,
vicdan ve inanç özgürlüğünü, bedensel bütünlüğün dokunulmazlığını, kişisel
mülkiyet hakkını, eşit şans ilkesi çerçevesinde ise iktidar ve sorumluluk pozisyonlarının herkese açık olmasını ifade eder.

4. Gisela Raupach-Strey, "Widerstand und ziviler Ungehorsam, ein Beitrag zur
Klarung der Begriffe", b.y.: "Widerstand in der Demokratie, s. 166 vd.; Fleisch,
N." Ziviler Ungehorsam oder gibt es ein Recht auf Widerstand im schweizerischen Rechtstaat (doktora tezi, Bern) Grüsch 1989. Aktaran Hayretlin Ökçesiz, Sivil itaatsizlik, s. 113, Afa Bilim Dizisi, 1994, istanbul

5. Hannah Arendt sanki Türkiye'yi anlatır gibidir: Balkanlar'dan ya da Kafkaslar'dan gelen bütün göçmenlere "hoşgeldin" denilirken, bu toprakların yerlileri Kürtlerden, Alevilerden bu tanıma/kabul jestinin esirgenmesi Türkiye'nin de "dehşet verici gerçeğini" oluşturmaktadır. (Buradan Balkan ya da Kafkaslar'dan gelen azınlıklara ya da mültecilere "hoşgeldin" denilmesine karşı olunduğu biçiminde yanlış bir sonuç çıkarılmamalıdır)

6. Taner Akçam, "Türkiye'yi Yeniden Düşünmek", s. 127, Birikim yay., 1995, istanbul.

7. H. Kleger, a.g.y. , s. 446.


8. A.g.y, s.446.


9. Levent Köker, bkz. Abel, Arkoun, Mardin, "Avrupa' da Etik, Din ve Laiklik:', s.

56, Metis 1995, istanbul.

10. A.g.y., s. 252.


11. A insel, "Düzen ve Kalkınma Kıskacında Türkiye", çev.: Ayşegül Sönmezay,

Ayrıntı yay., 1996, s. 26.

12. A.g.y. s. 31.


13. Murat Paker, Şimdi utanmazsak, ne zaman?, Birikim dergisi, sayı 88, s. 17-19.


14. Lale Mansur'un kardeşi Şanar Yurdatapan'la ilgili yazısı, Cumhuriyet Hafta,

8 Kasım 1996.

15. Murat Paker, Şimdi utanmazsak ne zaman?, Birikim dergisi, sayı 88.


16. Asya Dereli, Sessizliğin çığlığı duyuldu, Söz dergisi, s. 75.


17. Filiz Koçali, Galatasaray'ın Kadınları, Pazartesi dergisi, s. 16.


18. Nadire Mater, Erkekler yüksek politikayı tercih ediyorlar, Pazartesi, s. 16.


19. Ahmet Çakmak, Tırnaklarını nerede çıkaracaklarını biliyorlar, Pazartesi dergisi,

s. 16.

20. Murat Paker, a.g.y.