31 Mart Olayı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
31 Mart Olayı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Temmuz 2017 Salı

1909 Yılında Birgün Bir Ailenin Başına Gelenler

1909 Yılında Birgün Bir Ailenin Başına Gelenler

Amin Maalouf

1909 yılı ortalarında*, tüm eyaletlerde gerilim yükselir ve art arda olaylar patlak verirken, önemli bir Osmanlı devlet görevlisi, kanını beynine sıçratan bir olay üzerine, bir daha dönmemecesine İstanbul'u terk etmeye karar verdi.

Bir Osmanlı yargıcıydı bu adam; Sayda kökenliydi ama ailesi -Hıristiyan Marunî bir aile- yıllardır Boğaziçi kıyılarına yerleşmişti. Yazın, bir pazar günü, geleneksel aile yemeğinin sonunda, sakin bir edayla karısına ve on üç çocuğuna, neleri var neleri yoksa sandıklara yerleştirmelerini emretti. Hem onlar, hem de evdeki tüm çalışanlar için, İskenderiye'ye giden ilk gemiye bilet almıştı.

Yargıcın adı İskender'di; kızlarının en küçüğü Virginie, bu göç sırasında yedi yaşındaydı. İstanbul' da doğmuştu ve Türkçe dışında bir dil konuşmuyordu. Daha sonra Mısır'da Arapça ve Fransızca öğrenecek ama Türkçe, ömrünün sonuna dek anadili olarak kalacaktı. Aile, uzun yıllar Nil deltasında yaşayacak ve Virginie, orada, Lübnan dağından gelen, Amin adında bir göçmenle evlenecek, ilk kızını da -benim annemi- orada doğuracaktı.

Anne tarafından büyükannem, elli dört yaşında kanserden öldü ve Kahire'nin bir mezarlığına, kocasının yanına gömüldü. Ona zar zor yetiştim ve belleğimde tek bir görüşmemizin hayal meyal anısı var ancak.

Çocuklarına tek Türkçe sözcük öğretmemiş, yolculuktan ve göçten de pek az söz etmişti. Ama zaman zaman, İstanbul'daki evlerini anlatırdı onlara, gözyaşları boğazını düğümleyene dek. Ondan bana, hem bu gizleme eğilimi, hem de bu nostalji miras kaldı. Onca atamın gururla konuştuğu Türkçeden, bugüne dek Lübnan lehçesinde kalmış birkaç sözcük biliyorum yalnızca; ama tüm çocukluğum, düşlerimde yer eden "İstanbul'daki evimiz"le geçti; beyaz sütunlu bir saray gibi hayal ettim onu hep -büyük olasılıkla da böyle değildi- ve uzun zaman, bu serabın bir çiy gibi dağılıp gitmemesi için İmparatorluğun eski başkentine gitmekten kaçındım. Oldukça geç bir tarihte gittiğimde de ilk günlerimi, atalarımın izlerini sürmekle, özellikle de yüzyıl başlarının telefon rehberlerinden "evimizin" adresini aramakla geçirdim. Neyse ki bir süre sonra bu takıntıyı söküp atabildim içimden ve kenti, bir yetişkinin gözleriyle dolaşabildim.

Babasının, yurdunu bırakıp gitme nedenleri konusunda büyükannem pek bir şey söylemezdi; çocukları da, bu konuda söylenen her sözcüğün ona bir işkence gibi geldiğini hissetmişlerdi ve soru sormaktan kaçınıyorlardı. Kimi zaman, bu denli genç ölmeseydi bana anlatırdı diyorum kendi kendime. Ama bundan da pek emin değilim. Ne de olsa öbür büyükannem, ne aklını ne de belleğini yitirmeden doksan bir yaşına dek yaşadı ama ona sorma fırsatını bulamadığım binlerce şey var hala. Ölümü suçlamak kolay! Bu olayda da, başkalarında da, öğrenmeyi gerçekten istediğim zaman, her istediğimi öğrendim ben. Gerçek, çok ender toprağa gömülür; utanma, acı ya da kayıtsızlık perdelerinin arkasına sinmiştir sadece; öte yandan sizin de bu perdeleri aralamayı tutkuyla istemeniz gerekir.

Aslında bu tür istekler bende daha önce, çok daha önce, kısa pantolonla dolaştığım zamanlarda uyanmalıydı. Günün birinde ailemin bu kanadından bir kuzenimiz köye, annemle babamı ziyarete gelmişti. Daha önce onu hiç görmemiştim, sonra da görmedim. Tatlı dilli, sevecen, nazik, biraz utangaç bir adamdı ve Beyrut'un yoksul mahallelerinden birinde doktorluk yapıyordu. Çocuk gözlerimle bugün de görür gibiyim onu, salonda babamla konuşurken ki halini. Ansızın, söylediği bir tümcenin tam ortasında, ziyaretçi kısa ama son derece etkileyici bir titremeyle sarsıldı; sanki güçlü bir elektrik akımı verilmişti bedenine. Annemle babam, bu tike alışık görünüyorlar ve hiçbir şey fark etmemiş gibi davranmaya çalışıyorlardı. Bense büyülenmiş gibiydim; gözlerimi ondan, çenesinden, ellerinden ayıramıyor, bir sonraki sarsıntıyı bekliyordum; o sarsıntı da, hiç sektirmeden, her iki üç dakikada bir yineleniyordu.

Kuzen gittiğinde annem durumu açıkladı: Çocukluğunda, Türkiye'de, "kıyımlar sırasında" bir asker, onu saçlarından yakalamış ve boğazlamak üzere boynuna bir bıçak dayamıştı. Neyse ki oradan geçen bir Osmanlı subayı, çocuğu tanımış ve bağırmıştı:
 "Bırak onu, alçak herif! Doktorun çocuğu o!"
Kıyıcı da bıçağını atıp kaçmıştı. Gerçekten de bu kuzenin babası, tıpkı onun gibi, yoksul bir mahallede doktorluk yapıyor ve insanlara özveriyle, çoğu zaman tek kuruşlarım almadan bakıyordu. Böylece kurtulmuştu çocuk; ama o gün yaşadığı korku, kalıcı izler bırakmıştı. Bu facianın yaşandığı 1909 yılında altı yaşındaydı. Bizimkilere yaptığı o tek ziyaret sırasında en az bir elli yaş fazlası olmalıydı. Ama bedeni unutmamıştı.

Ölümden kurtulan bu çocuk, büyükannemin yeğeniydi ama neredeyse onunla aynı yaştaydı, çünkü onun büyük kız kardeşinin oğluydu. Bu ayrıntı önemli: Bir sonraki kuşağın ilk erkek çocuğuydu ve büyükbabası, tam bir Doğulu büyükbaba gibi, taparcasına seviyordu onu. İşte bu çocuk yüzünden, bu kıl payı atlatılmış facia yüzünden, tüm ailesiyle birlikte İstanbul'u terk etmeye karar vermişti büyük büyükbabam. Torununun boğazına dayanan bıçak, bir uyarıydı; onu duymazlıktan gelmek istemiyordu.

Anlatılanlara bakılırsa, o dönemde, onun gibi önemli birinin, etkin, zengin ve saygın bir yargıcın böyle kaçıp gitmesi, birçok insanı kaygılandırmıştı. Maruni topluluğundan onun gibi birçok insan, çok geç olmadan gitmeleri gerekip gerekmediğini sormaya başlamışlardı kendi kendilerine. Can çekişen imparatorluğu sarsan onca çırpınma arasından yalnızca bir örnekti bu.

*Bahsi geçen olay, 31 Mart ayaklanması (12-13 Nisan 1909) sırasında yaşanmış olmalı. bkz. https://tr.wikipedia.org/wiki/31_Mart_Vakas%C4%B1


Yolların Başlangıcı, Özgün adı: Origincs, Amin Maalouf, Yapı Kredi Yayınları, 2004/3, s. 142-145

14 Mart 2017 Salı

II. Abdülhamid Dönemine Kısa Bir Bakış

II. Abdülhamid Dönemine Kısa Bir Bakış


18 Ekim 1908 tarihli kapağında Le Petit Journal gazetesi Bosna Bunalımı'na değinerek kapağında I. Ferdinand'ı Bulgar Prensliği'ni, Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Joseph'i Bosna-Hersek'i ele geçirirken, II. Abdulhamid'i Bosna-Hersek'i ararken tasvir etmiştir.

Osmanlı padişahlarından Abdülmecid'in ve Tir-i Müj­gan Kadınefendi"nin oğluydu. 21 Eylül 1842 tarihinde doğan II.Abdülhamid'in iyi bir eğitim gördüğü söylenemez. Büyük kardeşi V. Murad'ın devlet işlerini yürütme­sine engel olan bir sinir bunalımı geçirmesi üzerine, kendisinden meşrutiyeti ilan edeceğine dair söz alınarak 31 Ağustos 1876"da tahta çıkarıldı.
II. Abdülhamid tahta çıktığında Osmanlı Devleti, iç ve dış borçların ödenmesi, dış baskılardan da kaynakla­nan Osmanlı devlet adamları arasındaki çatışmalar, Balkanlardaki milliyetçi hareketler bağlamında Sırbistan ve Karadağ'ın açtığı savaş gibi sorunlarla karşı karşı­yaydı. 
Abdülhamid"in tahta çıkmasından sonra Osmanlı orduları Sırpları ve Karadağlıları yenilgiye uğratıp Belg­rad'a doğru ilerlemeye başlayınca, başta Rusya olmak üzere tüm Avrupa devletleri bu ilerlemeyi durdurmak ve gerek Osmanlı Devletinin durumunu gerekse de Or­tadoğu politikalarını yeniden belirlemek üzere İstanbul'­da bir konferansın toplanmasını sağladılar. 25 Aralık 1876'da toplanan Tersane Konferansı Osmanlı Devlet'ini, Balkanlarda önemli ödünler vermeye zorlayan karar­lar aldıysa da, Osmanlı yönetimi bu kararlara uymayı reddetti. Bu karşı çıkış 24 Nisan 1877'de Osmanlı-Rus Savaşı'nın patlak vermesine yol açtı. Osmanlıların yenik düştüğü bu savaş sonrasında Temmuz 1878'de Berlin'de yapılan barış görüşmeleri Osmanlı topraklarının bir
bölümünün Avrupa Devletleri tarafından işgaliyle so­nuçlandı. II. Abdülhamid, tahta çıkmadan önce kendisiyle vekil­ler heyeti adına görüşen Mithat Paşa'ya verdiği sözü
tutarak 1876 Anayasası'nın ilanına ve Meclis-i Mebusan'ın iki dönem boyunca toplanmasına izin verdi. An­cak Anayasa'nın Osmanlı devlet adamları ve aydınları arasındaki tartışmalar sonucu ortaya çıkmış olan bir uzlaşma olması niteliği, II. Abdülhamid'in aldığı bazı kararları pek bir direnişle karşılaşmadan uygulayabilme­sine yol açtı. 
Nitekim önce Anayasa'nın mimarı olarak kabul edilen Mithat Paşa'yı sürgüne gönderdi; bir süre sonra da Meclis-i Mebusan'ı feshetti. Bundan sonra oto­riter ve kişisel bir yönetime yönelen II. Abdülhamid"in iç politikası şu noktalardan oluşuyordu: 
1)İktisadi altya­pının geliştirilmesiyle ülkenin üretim ve vergi potansiyelini artırmak, 
2) Müslüman tebaaya yönelik eğitim politi­kasıyla desteğinin kazanılması, 
3) Asayiş ve güvenlik başta olmak üzere adalet düzenini yerleştirirken devlet denetiminin de pekiştirilmesi. 

Dış politika alanında Abdülhamid'in izlediği yolzaman  kazanma amacına yönelik bir barış politikasıydı. Çifte tutumu itibariyle Osmanlı Devleti için en büyük tehlikeyi
oluşturan İngiltere'ya karşı diğer Avrupa ülkeleriyle ya­kınlaşmalar yaşandı. Ancak tüm bu yakınlaşmalar da Osmanlı Devleti'nin parçalanmasını geciktirmekten baş­ka bir işe yaramıyordu. 
Berlin Konferansı ile küçümse­nemeyecek kayıplar veren Osmanlı yönetimi, iktisadın
ıslahı doğrultusunda uygulamaya konulan imtiyaz usulüyle birlikte yabancı şirketlere bağımlı iktisadi nüfuz bölgelerinin oluşmasını engelleyemedi. 

Bu gelişmeye Abdülhamid devrinde, baskıcı yönetime karşı muhale­fet yine bu dönemde açılmış olan eğitim kurumlarındaki öğrencilerden geldi. Nitelikli uzman-memur yetiştiren okulların öğrencileri bu başkaldırının başını çekiyor, mali sıkıntılarla birlikte memur maaşlarının zamanında ödenememesine ve devletin baskıcı politikalarına karşı çıkıyorlardı. Genç uzman-bürokratlar arasında ortaya çıkan muhalefet, devlet yetkilerinin denetlenmesini savunan subaylara da sıçradı. Yaygınlaşan muhalefeti denetim altına almak için polis, hafiye, sansür gibi zaten var olan kurum ve uygulamalar daha da katılaştırıldı. 
1900'lere gelindiğinde Abdülhamid yönetimi gitgide derinleşen toplumsal çelişkilerle karşı karşıyaydı. İktisadi önlemler gerçi belli bir büyüme sağlamış, ancak yabancıların denetimlerinin kırılması şöyle dursun, ülkenin kaynakları da­ha da fazla onların denetimine geçmişti. Diğer yandan belirli bir birikim gerçekleştiren eşraf da yönetimde da­ha fazla söz sahibi olmak için zaman zaman toplumsal muhalefetten yana tavır alıyordu. 

Aydın ve memurların devlet eliyle yetiştirilmesini daha da geliştirip yaygınlaş­tırmak için kurulan sivil meslek okulları ise aydın ve memurların, resmen hala geçerli sayılan 1876 Anayasa'­sını sahiplenmesini engelleyemiyordu. Bunlara bir de, Avrupa'daki rejim muhalifi Jön Türklerin eylemlerini yoğunlaştırmaları ve ülkeye soktuları gizli yayınlarla memur ve subaylar arasında belli  bir güce erişmeleri eklenince, Abdülhamid'in olayları artık istediği gibi yön­lendirmesi olanaksızlaştı. 

Jön Türk hareketinin etkisiyle kurulan derneklerin en etkilisi İttihat ve Terakki Cemiye­ti idi. Haziran 1908'e gelindiğinde, önce Manastır ve Selanik'te birlikler arasında baş gösteren huzursuzluk yayılarak bir ayaklanmaya dönüştü ve iç savaşı engellemek için Abdülhamid 23 Temmuz 1908'de II. Meşruti­yet'i ilan etmek zorunda kaldı. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte başlangıçta olayların yatışması sağlandıysa da, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin etkinlikleri gitgide toplum içindeki desteğini kaybetmesine yol açtı. 
Tarihe 31 Mart Olayı olarak geçen kitle gösterileri ve I.Ordu'ya mensup er, erbaş, "alaylı" subayların ayaklanmasını bastırmak saraya kalmıştı. 13 Nisan 1909'da başlayan olaylar Meclis üyelerinin çoğunun ortadan kaybolmasına ve hükumetin istifasına yol açmıştı. 

Ayaklanma haberini alan "Hareket Ordusu" da Selanik'ten yola çıkarak 23/24 Nisan tarihlerinde İstanbul'a girdi. Ayaklananların bir kısmı teslim olurken diğer bir kısmı kanlı çatışmalar sonucunda etkisiz hale getirildiler. Olaylarla bir ilgisi bulunmadığı halde II.Abdülhamid tahttan indirildi.  İttihat ve Terakki Cemiyeti böylelikle ordu içindeki gücünü kanıtlamış ve devlet iktidarındaki iktidarındaki yerini sağlamlaştırmıştı.
Önce; Selanik'te iki buçuk yıl kalan II.Abdülhamid  daha sonra getirildiği Beylerbeyi Sarayı'nda 10 Şubat 1918'de öldü.

Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, s: 1796-97

ayrıca