Terry Eagleton etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Terry Eagleton etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Mart 2016 Pazar

Kötülük Üzerine Bir Deneme

Kötülük Üzerine Bir Deneme

Terry Eagleton
2010 

Giriş

Sineklerin Tanrısı filminden bir sahne. 1963 tarihli filmin yönetmeni Peter Brook
On beş yıl önce İngiltere'nin kuzeyinde on yaşında iki çocuk, bir bebeğe işkence edip öldürdü. Halk dehşetle ayağa kalktı. Oysa bu cinayeti niye özellikle korkutucu buldukları tam açık değildi. Neticede çocuklar, kimi zaman oldukça vahşice davranmaları doğal karşılanan sadece yarı ehlileşmiş yaratıklardır. Eğer Freud haklıysa, çocuklar büyüklerinden çok daha zayıf birer süper egoya ve ahlak duygusuna sahiptirler. Bu yüzden asıl şaşırtıcı olan böyle korkunç olayların daha sık yaşanmamasıdır. Belki de çocuklar sürekli birbirlerini öldürüyorlar da bunu bize çaktırmıyorlardır. Aşağıda romanını ele alacağımız William Golding, Sineklerin Tanrısı'nda, ıssız bir adada kendi başlarına kalmış bir grup öğrencinin haftasına kalmadan birbirlerini katledeceklerini iddia eder.


Belki de Golding'in iddiasının sebebi hepimizin çocuklarla ilgili bütün kötü fikirlere inanmaya pek teşne olmamızdır çünkü onların aramızda dolaşan yarı uzaylı bir ırk olduklarına inanıyoruz. Çalışmadıkları için, ne işe yararlar bilinmez.


Seks yapmazlar, belki yapıyorlardır ve yine bize çaktırmıyorlardır. Sadece belli yönlerden bize benzeyen ama başka yönlerden benzemeyen bir tekinsizlikleri var. John Wyndham'm The Midwich Cuchoos romanında anlattığı gibi hepsinin, gizlice bize karşı bir komplo hazırladıklarını hayal etmek o kadar da zor değil. Toplumsal oyuna tamamen karışmadıkları için çocukların masum olduğu düşünülebilir; ama aynı sebeple şeytanın dölü diye de nitelenebilirler. Bu yüzden Viktorya Çağı'nda insanlar kendi çocuklarının melek veya şeytan olmaları fikirleri arasında sürekli gidip geldiler.

Öldürülen bebek davasında çalışan bir polis memuru, suçlulardan birine bakar bakmaz onun kötü olduğunu anladığını beyan etti. Bu tür olaylar kötülüğün adını kötüye çıkarıyor. Çocuğu bu şekilde şeytanileştirmenin sonucu, yufka yürekli liberalleri zor bir duruma düşürmek oluyor. Çocukların yaptıkları şeyin sebeplerini anlamak için toplumsal şartlara başvuracak olanlara karşı önleyici bir darbe oluyor bu polisin söyledikleri. Ve böyle bir anlayış er ya da geç affetmeyi getirir. Bir eyleme kötü demek, onun anlayışımızın ötesinde olduğunu söylemektir. Kötülük anlaşılmazdır.

O sadece kendisi için bir eylemdir, tıpkı bir banliyö trenine çıplak ten üzerine sarılmış bir boa yılanıyla binmek gibidir.  Bu eylemi anlaşılır kılacak bir bağlam yoktur.

Günümüzde Sherlock Holmes ve Moriarty, eski tiplemelerden oldukça farklı canlandırılmıştır
Sherlock Holmes'un büyük düşmanı, kötülerin kötüsü Profesör Moriarty, böyle bir bağlamdan neredeyse tamamen yoksundur. Ancak Moriarty'nin bir İrlanda ismi olması manidardır: Conan Doyle'un yazdığı zamanlarda İngiltere' de İrlanda Fenianizm devrimciliği ciddi bir endişe yaratıyordu. Belki de Fenianlar Doyle'a, bir tımarhaneye kapatılan sarhoş ve asabi İrlandalı babasını hatırlatıyordu. Bu yüzden, Moriarty adında birini kötülüğün saf imgesi haline getirmek böylece göründüğünden daha anlaşılırdır. Böyleyken bile kötü, akıldan ve mantıktan uzak addedilir. 1991 yılında Protestan bir İngiliz piskopos, uygunsuz kahkahayı, kaynağı açıklanamaz bilgiyi, sahte gülüşü, lskoçya kökenli olmayı, kömür madeninde çalışan akrabaları ve giysi ile araba rengi olarak siyaha düşkünlüğü bir insanın bedenine şeytanın girdiğini gösteren işaretler arasında sayıyordu. Bu özellikler anlamlı değil ama zaten kötülük de öyle bir şeydir. Bir eylem anlamdan ne kadar uzaksa o kadar kötüdür. Kötülüğün, bir sebep ya da amaç gibi, kendinin ötesinde var olan hiçbir şeyle bağlantısı yoktur.

Aslında bu kelime öteki şeylerin yanı sıra zamanla "sebepsiz" anlamına da gelir olmuştur. Eğer çocuk katiller, cinayetleri (polisin korktuğu gibi) can sıkıntısı, kötü barınma şartları ya da ebeveyn ihmali yüzünden işlemiş olsaydı, şartlar onları cinayete zorlamış olurdu ve sonuç olarak o polisin istediği kadar büyük bir ceza almazlardı. Bu durum şu yanlış çıkarımla sonuçlanır: Sebebi olan bir eylem hür iradeyle gerçekleştirilemez. Bu görüşe göre sebepler bir tür zorlamadır. Eğer eylemlerimizin sebepleri varsa, eylemlerimizden sorumlu değilizdir. Kafanı bir şamdanla parçaladığım için suçlanamam çünkü buna sebep senin beni uyarmak için yanağıma dokunmandır. Kötülüğün, öte yandan, sebepsiz olduğunu ya da kendi kendini yarattığını düşünürüz. Bu da, daha sonra göreceğimiz üzere, kötülüğün iyilikle ortak yanıdır. Kötülüğün dışında sadece Tanrı'nın kendi kendini yarattığı söylenir.

Polisin bakış açısında gizli bir totoloji veya dairesel argüman var. insanlar kötü şeyler yapar çünkü kötüdürler. Bazı nesneler çivit mavisidir, bazı insanlar da kötüdür. Onlar bir hedefe ulaşmak için değil, işte o tür insanlar olduklarından kötü eylemlerini gerçekleştirirler. İyi de bu, yaptıkları şeyin
önüne geçemedikleri anlamına gelmez mi? Polis için kötülük fikri böylesi bir determinizm fikrinin alternatifidir. Ama öyle görünüyor ki çevresel determinizmi sadece yerine kişiliği koymak için bir kenara atıyoruz. Artık seni ağza alınmaz kötü eylemlere iten toplumsal şartlar değil, kişiliğindir. Ve çevrenin iyileştirilebileceğini tahayyül etsek de -gecekondular yıkıhr, gençlik kulüpleri açılır, uyuşturucu satıcıları mahalleden kovulur- iş insan doğasına gelince, kökten bir değişime inanmak çok daha zordur. Nasıl tamamen değişip yine de ben olmayı sürdürebilirim ki? Ama eğer ben kötüysem, sadece kökten bir değişim işe yarayabilir.

Bunu itiraf ettiremezsiniz ama öldürülen bebek davasındaki polis gibi, insanlar hakikaten kötümserdirler. Eğer şeytan, olumsuz sosyal şartlarda değil de insanın içindeyse, o zaman kötülük yenilmezdir. Ve bu da (diğer bazı insanlar gibi) polis için iç karartıcı bir durumdur. Çocuklara kötü demek, suçlarının ciddiyetini dramatikleştiriyor ve toplumsal şartları irdeleyen yufka yüreklilerin önünü kesiyor. Suçluların affedilmesini zorlaştırıyor. Ama bunlar, habis davranışların kalıcı olduğu fikrini kabul etme pahasına yapılıyor.

Öte yandan, eğer bebek katili çocuklar kötü olmalarının önüne geçemiyorlarsa, işin aslı, masumdurlar. Çoğumuz, hiç şüphesiz, çocukların boşanamayacağına ve ticari sözleşme imzalamayacağına nasıl inanıyorsak kötü olamayacaklarına da aynı şekilde inanıyoruz. Kötü kan ya da habis gen fikrine inanan birileri hep olmuştur ama eğer bazı insanlar kötü doğuyorsa, kendileri bu durumdan, sistik fibrosisli doğmaktan daha fazla sorumlu değildirler. Lanetlenmelerini öneren durum, onların kefaretinden başka bir şey değildir. Yani aynı durum, üst düzey bir İngiliz güvenlik danışmanının yaptığı gibi teröristlere deli denmesi için de geçerlidir. insan bu adam işinin ehli mi diye düşünmeden edemiyor. Eğer teröristler gerçekten deliyse, ne yaptıklarının farkında değildirler ve dolayısıyla ahlaken masumdurlar. Bu durumda teröristlerin Fas'taki gizli hapishanelerde testislerinin kerpetenle sıkıştırılması değil, akıl hastanelerinde şefkatle tedavi edilmeleri gerekir.

1973 tarihli filmin afişi
Kötü insanların vücutlarına şeytanın girdiği ve şeytan tarafından "ele geçirildikleri" söylenir bazen. Gerçekten de şeytani güçlerin çaresiz kurbanıysalar  lanetlemeyi bırakıp acımalıyız kötülere. Şeytan filmi, küçük kahramanından nefret mi etmeliyiz yoksa ona acımalı mıyız konusunda ilginç bir belirsizlik sergiler. İnsanların ele geçirilme inancı, Nuh Nebi'den kalma özgürlük ve determinizm meselesini sansasyonel bir dramatizmle gündeme getirir. Ele geçirilmiş çocuğun içindeki şeytan onun gerçek özü müdür (ki bu durumda ondan korkmalı ve nefret etmeliyiz), yoksa yabancı bir istilacı mıdır (ki bu durumda ona acımalıyız)? Bu gücün elinde savunmasız bir kukla mıdır, yoksa bu güç onun içinden mi gelmektedir? Yoksa kötülük bir kendine yabancılaşma durumu mudur? Yani bu iğrenç güç, hem sensin hem de değil misin? Belki de kötü, bir sarı basın yazarıdır ve aynı zamanda kişiliğinin tam yüreğine yerleşmiştir. Bu durumda, Aristo'ya göre trajedi izlerken yapmamız gerekeni yapıp hem acıma hem de korku hissetmeliyiz.

Başkalarını kötü oldukları için cezalandırmak isteyenler, kendi özgür iradeleriyle kötü olduklarını kabul etmek zorundadır. Belki de Shakespeare'in "Kötü olduğumu kanıtlamaya kararlıyım," diyen cüretkar III. Richard'ı, Milton'ın Kayıp Cennetinde "Kötülük, benim iyiliğim ol!" diye haykıran Şeytan veya Jean-Paul Sartre'ın Şeytan ve Tanrı oyununda "Ben kötülüğü kötülük için yapıyorum," diye itirafta bulunan fiyakacı Goetz gibi kötülüğü özellikle amaç edinmişlerdir. Yine de her zaman kötülüğü bilinçli seçen insanların, böyle bir şey yapmaları için zaten kötü olmaları gerektiğini iddia edebilirsiniz. Belki de Sartre'ın garsonu oynamayı seçen garsonu gibi, kötüler zaten oldukları şey olmayı seçiyorlardır. Belki de yepyeni bir kimliğe bürünmüyorlardır da sadece gizli sığınaklarından çıkıyorlardır kötüler.

III. Richard oyunu için afiş.
Başrolde Thomas Keane 1884
Bebek ölümü davasındaki polis, öyle görünüyor ki, liberallerin "Birini tanımak, onu affetmektir," doktrinini çürütmeye çalışıyordu. Bu inanış insanların davranışlarından mesul tutulabileceği ama onların durumlarını göz önüne aldığımızda, yargımızın daha hoşgörülü olacağı anlamına gelebilir. Ama eğer eylemlerimiz akılla açıklanabilirse, o zaman onlardan sorumlu olmadığımız anlamına da gelebilir. Oysa işin aslı akıl ve özgürlüğün sıkı bir şekilde bağlantılı olduğudur. Bu noktayı anlamayanlar için kötücül eylemleri açıklamaya çalışmak, failleri ipten kurtarmak için düzenlenmiş şeytani bir girişimdir. Ancak hafta sonlarımı porsukları neden canlı canlı haşlayarak geçirdiğimi keyifle açıklamamın sebebi yaptığım şeyi telafi etmek olamayabilir. Tarihçilerin Hitler'in yükselişini açıklamaya çalışırlarken amaçlarının onu daha çekici kılmak olduğunu düşünen çok insan yoktur. Kimi yorumculara göre, örneğin Gazze Şeridi'nde yaşanan umutsuzluk ve yıkıma dayanarak İslamcı intihar bombacılarının eylem sebeplerini anlamaya çalışmak onları suçlarından azat etmek demektir. Ama Allah adına küçük çocukları bombalarla parçalayanları, yaptıkları korkunç şeylerin hiçbir açıklaması olmadığını, insanları sırf zevk için yok ettiklerini düşünerek lanetleyebilirsiniz. Söz konusu açıklamanın yaptıkları şeyi haklı çıkaracağına inanmak zorunda değilsiniz. Açlık, sabahın ikisinde bir fırının kapısını kırmak için yeterli bir sebeptir ama bizim polis gibi çoğu insan bunu geçerli bir sebep olarak görmez. Bu arada İsrail-Filistin meselesini çözmenin ya da Müslümanların taciz edildiği ve hor görüldüğü durumları gidermenin İslami terörü bir anda bitireceğini iddia ediyor falan değilim. Acı gerçek şu ki böyle bir şey için artık çok geç. Sermaye biriktirmenin de, terörizmin de momentumu vardır. Ama taciz ve horgörü olmasa terörün baş göstermeyeceğini söylemek makul bir yargıdır.

Başkalarını anlamanın daha çok hoşgörüye yol açacağını varsaymak da garip. Aslında tam tersi geçerlidir. Birinci Dünya Savaşı'nın anlamsız katliamları hakkında daha çok bilgi sahibi oldukça, örneğin, katliamları açıklanabilir görmekten daha da uzaklaşırız. Açıklamalar ahlaki yargılarımızı bilediği gibi körleştirebilir de. Hem ayrıca, eğer kötülük açıklamanın, aklın ötesindeyse -eğer anlaşılmaz bir gizemse- bu konuda kötülük yapanları lanetlemeye yetecek kadar bilgiye nasıl sahip olabiliriz ki? "Kötü" kelimesini kullanmak, tıpkı karın boşluğuna indirilen yumruk gibi, genellikle bir tartışmayı sona erdirmenin bir yoludur. Tartışma kaldırmadığı düşünülen zevk kavramı gibi bir noktalama, sonlandırma ifadesidir, daha fazla soru sorulmasını yasaklar. İnsan eylemleri, ya açıklanabilirdir ki bu durumda kötü olamazlar ya da kötüdürler ki bu durumda onlarla ilgili söylenebilecek başka bir şey yoktur. Bu kitabın tezi, sözü edilen iki bakış açısının da yanlış olduğudur.

Bugün hiçbir Batılı politikacı toplum içinde, teröristlerin yaptıkları korkunç şeylerin ardında anlaşılır sebepleri olduğunu söylemeye cesaret edemez. Çünkü "anlaşılır" kolaylıkla "övgüye değer" diye algılanabilir. Ancak, genellikle övgüye değer bulunmasa da banka soymak anlaşılmaz bir şey değildir. (Gerçi Bertold Brecht, "Bir banka kurmanın yanında banka soymanın lafı mı olur?" der.) İrlanda Cumhuriyet Ordusu, amaçları uğruna korkunç şeyler yapmışsa da, şüphesiz iyi düşünülmüş bir politik davaya sahipti. Yine de İngiltere medyasında kimileri IRA'cıları psikopat olarak sunmaya çalıştı. Eğer canavarları insanlaştırmak istemiyorsak diyordu kimileri, onların yaptıklarında akıl ve mantık olmamalıdır. Ama asıl gerçek şu ki teröristlerin yaptıklarını korkunç kılan onların insanlar tarafından yapılmış olmasıdır. Teröristler eğer insan olmasaydı yaptıkları bizi hiç şaşırtmazdı.

Belki de teröristlerin yol açtığı korkunç felaketler Alfa Centauri yıldız sisteminde gündelik olaylardır. Polis memurunun "kötü" kavramını kullanması elbette ideolojiktir. Muhtemelen insanların, yaşları sebebiyle zanlılara hoşgörülü davranmalarından korkuyordu ve on yaşındaki çocukların bile ahlaken sorumlu insanlar olduğunu belirtme ihtiyacını duyuyordu. (Aslında kimse çocuklara hoşgörülü davranmadı. Bugün artık polis gözetimi altında olmadıklarına göre öldürülmeleri gerektiğini düşünen insanlar bile var.) Yani "kötü" bu bağlamda, tıpkı zıddı iyilik gibi "yaptıklarından sorumlu" anlamına gelebilir. iyiliğin de bazen toplumsal şartlanmadan bağımsız olduğu düşünülebilir. En önemli modern filozoflardan olan lmmanuel Kant tam da böyle düşünür. Dickens'ın kahramanı Oliver Twist içine itildiği Londra suç dünyasının ahlaksız yaşamında işte bu yüzden kirletilememiştir. Oliver nurlu yüzünü, ahlaki temizliğini ve bir ıslahevinde büyümesine rağmen, gizemli bir şekilde, BBC İngilizcesi konuşma yeteneğini kaybetmemiştir hiç. (Oliver'ın yankesici arkadaşı Artful Dodger ise Windsor Satosu'nda bile büyüse, koyu bir Cockney* aksanıyla konuşurdu diye düşünmeden edemiyor insan.) Oliver bir aziz olduğu için değil bu. Hırsızların, haydutların ve fahişelerin yozlaştırıcı etkisinden muafsa eğer, bunun sebebi Oliver'ın ahlaki üstünlüğünden çok, içindeki iyiliğin bir şekilde genetik olması, tıpkı çevre etkilerine de çillere ve kum rengi saça olduğu kadar dirençli olmasıdır. Ancak Oliver istemsiz bir şekilde iyiyse, o zaman sahip olduğu erdem kulaklarının büyüklüğünden daha takdire şayan değildir. Ayrıca eğer onu yeraltı dünyasının kötülüğünden koruyan şey iradesinin saflığıysa, belki de yeraltı dünyası o kadar da kötü değildir. Gerçekten de kötü olan bir Fagin o iradeyi yozlaştırmakta başarılı olmaz mıydı? Çocuğun su götürmez erdemi, yaşlı serseriyi gayri ihtiyari iyiliğe götürmez miydi?

Oliver'ın dokunulmaz saflığını düşünerek, sınava tabi tutulmamış, zora gelmemiş bir iyiliği gerçekten de takdir edebilir miyiz acaba diye de sorabiliriz kendimize. İyilik, düşmanla çetin savaşında ehliyetini kanıtlamalı ve bunu yaparken düşmanın baştan çıkaran gücüne maruz kalmalıdır, diyen eski moda püriten inançta haklı bir yön var.

Sorumluluk söz konusu olduğunda, Kant ve sağcı tabloid gazete Daily Mail arasında çok ortak yön var. Ahlak açısından her ikisi de yaptıklarımızdan tamamen sorumlu olduğumuza inanır. Aslında böylesi bir öz sorumluluğun ahlakın tam da temeli olduğuna inanılır. Bu açıdan bakıldığında toplumsal şartlara atıfta bulunmak sadece bir bahanedir.

Muhafazakarlara kalırsa pek çok insan, feci toplumsal koşullar altında büyümüşlerdir ama kanunlara saygılı insanlar olmuşlardır. Oysa bazı sigara tiryakileri kanserden ölmedikleri için sigara içen hiç kimsenin kanserden ölmediğini iddia etmek gibidir bu. Amerikan hapishanelerindeki idamlık koğuşlarının nüfusunu artıran bu mutlak öz sorumluluk doktrinidir. İnsanlar tamamen otonom (bu kelimenin motamot anlamı "kendine yönelik bir yasa" demektir) yaratıklar olarak görülmelidir çünkü yaptıkları şeyi sosyal ya da psikolojik şartların etkisine bağlamak, failleri birer zombiye indirgemektir. Soğuk Savaş döneminde bu failleri korkulacak şeylerin en fecisine indirgemekti: bir Sovyet vatandaşına.

Yani zeka yaşı beş olan katiller ve sonunda onları her gün döven kocalarını haklayan kadınlar Goebbels kadar suçlu olmalılar. Bir makine olmaktansa varsın suçlu olsunlar. Ancak etki altında kalmış ile özgür olmak arasında kesin bir fark yoktur. Bir şeyden etkilenmek için öncelikle onu akıl süzgecimizden geçirmemiz gerekir ve yorumlamak sonuçta yaratıcı bir eylemdir. Bizi şekillendiren şey geçmişten çok (bilinçli ya da bilinçsiz olarak) yorumlanmış geçmiştir. Ve her zaman geçmişi farklı şekillerde yorumlayabiliriz. Hem sosyal etkilerden uzak birisi, bir zombi kadar kişiliksiz olurdu. Aslında böyle biri bir insan bile olmazdı. Bağımsız birer aktör olarak davranmamızın tek sebebi böyle bir kavramın anlamlı olduğu ve bu anlayışla hareket etmemize olanak veren bir dünya tarafından şekillendirilmemizdir. Başkalarının gözünü oymak gibi ayırt edici hiçbir insani davranışımız, toplumsal belirlemelerden bağımsız anlamında özgür değildir. Bir yığın sosyal beceri edinmeden işkence edemez, katliam yapamayız. Yalnızlığımız bile bir kömür kovasının ya da Golden Gate Köprüsü'nün yalnızlığı gibi değildir. Sadece ve sadece toplumsal hayvanlar olduğumuz için, içsel hayatımızı başkalarıyla dil sayesinde paylaşabildiğimiz için bağımsızlık ve öz sorumluluk gibi kavramlardan bahsedebiliyoruz. Kulağakaçan böceğini bağlayan kavramlar değildir bunlar. Sorumlu olmak toplumsal etkilerden azade olmak değil, böylesi etkilere belli bir şekilde açık olmak demektir. Onların basit bir kuklası olmanın ötesinde yaşamak demektir. "Canavar", eskil inançların kimilerinde, pek çok şeye ek olarak başkalarından tamamen bağımsız bir yaratık olarak tanımlanır.

İnsanoğlu gerçekten de belli bir derece özerklik elde edebilir. Ancak bunu sadece başka insanlara hissettiği derin bir bağımlılık, onu her şeyden önce bir insan yapan bağımlılık bağlamında elde edebilir. İlerde göreceğimiz üzere, kötünün inkar ettiği işte budur. Katışıksız bağımsızlık kötünün rüyasıdır. Orta sınıf toplumunun en büyük miti de budur. (Bu orta sınıf olmak kötü olmaktır anlamına gelmez. En militan Marksistler bile bu görüşe katılmazlar çünkü zaten kötüye inanmıyorlardır.) Shakespeare tiyatrosunda kendi varoluşlarının tek yetkesi olduklarını iddia ederek sadece kendilerine güvendiklerini söyleyen karakterler hemen her zaman kötüdür. Bir insanın kayıtsız şartsız ahlaki özerkliğinden, bu durumda, sadece onu kötülüğe mahkum etmenin bir yolu olarak bahsedebilirsiniz ama bunu yaparken de kötülerin pek meftun oldukları bir mite hizmet ediyor olursunuz.

Edward Bond'un Saved adlı oyunu. 
http://www.telegraph.co.uk/culture/theatre/theatre-features/8799172/My-play-predicted-the-riots.html
İki çocuğun o bebeği öldürmelerinden yıllar önce, bir başka bebek ölümünün yarattığı galeyan İngiltere'yi bir uçtan diğer uca sarsmıştı. Edward Bond'un Saved adlı oyunu bir ahlak histerisine yol açmıştı çünkü oyunda bir grup yeniyetme arabasında uyuyan bir bebeği taşlayarak öldürüyordu. Bebek taşlama sahnesi, avareliğin her zaman işsiz kişileri kontrolden çıkabileceğine dair eski klişenin yeni bir örneğiydi. Söz konusu sahnenin amacı, kötü olmakla uzaktan yakından ilgisi olmayan, kronik bir şekilde sıkılmış bir grup gencin nasıl böyle korkunç ve acımasız bir suç işlediklerini
adım adım göstermektir. Şeytanın işsiz güçsüzlere musallat olduğu söylenir, bu da garip bir şekilde, eğer kendini savaş suçları mahkemesinde hakimin önünde bulmak istemiyorsan, kendine yapacak bir şeyler bul demek oluyor. Oysa kötülerin sorunu yapacak bir şeyler bulmaktan çok, fazlasıyla meşgul olmalarıdır. Kitabın ilerleyen kısımlarında kötünün yokluk ve anlamsızlık duygusuyla nasıl da haşır neşir olduğunu göreceğiz; ve Edward Bond'un o sahnesinin gösterdiği şeylerden biri, kulağa biraz acımasız bir yorum gibi gelse de, aslında ergen katillerin, kendileri için bir anlam yaratmaya çalışmalarıdır. Her daim ayaklanmaya hazır olan lngiliz toplumunu öfkelendiren eylemin korkunçluğunun kendisi kadar sahnenin sıradanlığıydı. Ağza alınmayacak bir kötülüğün sonuna kadar tanıdık bir şeyden geldiğini görüyorduk ve bu da olayın vahametini azaltıyor gibiydi. Oysa kötünün özel olması gerekiyor, sıradan değil. Kötülük sigara yakmak gibi değildir. Fenalık monoton ve alelade olamaz. Kötülerin de, ironik bir şekilde, bu görüşte olduğunu ilerde göreceğiz.

Zira gerçekten de kötü kişiler ve eylemler vardır, yufka yürekli liberallerin ve çetin Marksistlerin eş derecede yanıldığı nokta işte budur. ikinci gruptan olan Amerikalı Marksist Fredric Jameson "arkaik iyi ve kötü kategorileri'nden bahseder ve biz Jameson'ın sosyalizmin iktidara gelmesinin iyi bir şey olacağı kanısında olmadığını düşünmek zorunda kalırız. İngiliz Marksist Perry Anderson ise "iyi" ve "kötü" gibi kavramların sadece kişisel davranışlarla bağlantılı olduğunu ima eder ki bu durumda hastalık salgınlarıyla uğraşmanın, ırkçılıkla savaşmanın veya nükleer füzeleri imha etmenin iyi bir şey olarak tanımlanmasını anlamakta zorlanıyoruz. Kendi durumumun gösterdiği gibi, Marksistlerin kötülük kavramını reddetmeleri gerekmiyor ama Jameson ve bazı solcu mesai arkadaşları bunu yapıyorlar çünkü ahlakı, ahlakçılıkla karıştırıyorlar. Bu açıdan da, ironiktir, Amerika Ahlaklı Çoğunluk Derneği'nin destekçileriyle benzeşiyorlar. Ahlakçılık, ahlaki yargıların, daha dünyevi konuların oldukça uzağında, kendilerine ait kapalı bir nüfuz alanında var olduğuna inanmaktır. Bazı Marksistlerin etik kavramının kendisinden rahatsız olmalarının sebebi budur. Bu onlara tarih ve politika kavramlarından uzaklaşmak gibi gelir.

Ancak bu bir yanlış anlamadır. Doğru tanımlandığında ahlak düşüncesi bütün bu unsurları beraber inceler. Bu, Aristo'nun ahlak kuramı kadar Hegel'in ve Marx'ın ahlak kuramları için de geçerlidir. Ahlak düşüncesi politik düşüncenin alternatifi değildir. Aristo'ya göre ahlak düşüncesi politik düşüncenin sadece bir parçasıdır. Etik düşüncesi değer, erdem, insani özellikler, insan davranışının doğası ve benzer meseleleri irdelerken, politika böylesi insan davranışlarının gelişmesine ya da bastırılmasına olanak sağlayan kurumlarla ilgilenir. Bu bağlamda özel ve kamusal arasında aşılmaz bir uçurum yoktur. Ne ahlak sadece kişisel hayatla bağlantılıdır, ne de politik olan sadece kamusal hayatla.

İnsanlar kötülük konusunda farklı görüşlere sahiptir. Yakınlarda yapılan bir araştırmaya göre günaha inanç en yaygın Kuzey İrlanda'da (yüzde doksan bir) ve en seyrek Danimarka'da (yüzde yirmi dokuz) görülüyor. Ulster'in büyük bir bölümünü oluşturan ve Kuzey İrlanda diye bilinen patolojik dindar varlıkla yakından tanışık olan hiç kimse birinci bulguya şaşırmayacaktır. Ulster Protestanlarının insanın varoluşuna dair, hazcı Danimarkalılardan çok daha kesif bir anlayışı vardır. Biliyoruz ki gazete okuyan çoğu insan gibi Danimarkalılar da hırsın, çocuk pornografisinin, polis şiddetinin ve ilaç şirketlerini arsız yalanlarının gerçekliğinin farkındadır. Ama onların tek farkı bütün bunlara günah dememeyi tercih etmeleridir. Çünkü muhtemelen günahı, insanlara karşı işlenen bir suçtan çok Tanrı'ya karşı işlenen bir kabahat olarak görüyorlar. Bu İncil'in pek de üzerinde durduğu bir ayrım değildir.

Hortlaklara ve vampirlere düşkünlüklerine rağmen, genelde, postmodern kültürlerin kötülüğe dair söyleyecek çok sözü yoktur. Bu belki de postmodern erkek ve kadının -havalı, bağımsız, kaygısız ve merkezlerinden edilmiş insanın gerçek yıkımın gereksindiği derinlikten yoksun olmasındandır. Postmodemizm için uğruna savaşacak fazla bir şey yoktur. Franz Kafka, Samuel Beckett ve genç T. S. Eliot için bedeli ödenecek gerçekten de çok şey vardır ama artık bunların ne olduğunu söylemek zordur. Beckett'ın metruk, harap dekorlarında nedamet için yalvaran bir dünyanın sureti vardır. Ancak nedamet günahkarlığı beraberinde getirir ve Beckett'ın heba olmuş, içi boşalmış karakterleri orta derecede ahlaksız olmak için bile fazlasıyla duyarsızlığa ve atalete batmışlardır. Masum sivillerle dolu bir köyü ateşe vermek bir yana intihar etmek için bile yeterince güç bulamazlar kendilerinde.

Yine de kötülüğün gerçekliğini kabul etmek, beri yandan, onun bütün açıklamaların ötesinde olduğuna inanmayı gerektirmez. Kökeninin doğaüstü olduğunu düşünmeksizin kötülüğe inanabilirsiniz. Kötülük fikri, keçi ayaklı bir şeytan fikrini varsaymak zorunda değildir. Kaygısız Danimarkalıların yanı sıra bazı liberallerin ve hümanistlerin kötünün varlığını reddettiği doğrudur. Bu, bazı insanların "kötü" kelimesini çoğu kez sadece toplumsal yönden talihsiz olan kişileri şeytan gibi göstermek için kullandıklarını düşünmelerinden kaynaklanıyor. Bu yaklaşıma toplum gönüllüsü ahlak kuramı diyebiliriz. Ahlakı böyle algılamak, daha önce de gördüğümüz üzere, üstünlük taslamaktan başka bir şey olmayabilir. Ama bu sebeple kötülüğü reddetmek, eğer seri katilleri ya da Nazi SS'lerini değil de sosyal konutlarda yaşayan işsiz eroin bağımlılarını düşünürseniz daha anlaşılırdır. SS'leri sadece talihsiz diye düşünmek zordur. Neticede insan, Kızıl Kmerleri, ergen suçluların oturtulduğu kazıktan kurtarmaktan imtina etmelidir.

Bu kitabın argümanının bir parçası da gündelik toplumsal şartların ötesine geçse de kötülüğün tamamen esrarengiz olmadığıdır. Benim anladığım şekliyle kötülük hakikaten de metafiziktir çünkü kötüler sadece şu ya da bu yönde değil, tamamen kötü olmaya yönelik bir tavır benimserler. Kötülük temelde tamamen bozulmaya yöneliktir. Mutlaka doğaüstü olması gerektiğini ya da sebep-sonuç ilişkisinden yoksun olduğunu söylemiyorum. Pek çok şey -sanat ve dil, örneğin- toplumsal şartların basit, istemsiz sonuçları olmanın ötesindedirler ama bu onların gökten düştüğü anlamına da gelmemelidir. Aynı şey genelde insanoğlu için de geçerlidir.

Aşkın ve tarihsel olan arasında bir çatışmanın olması şart değilse, bu tarihin bir özaşkınlık süreci olmasındandır. Tarihsel hayvan kendinin ötesine sürekli geçebilendir. Dolayısıyla "yatay" olduğu kadar "dikey", aşkınlık da varken neden hep "dikey" aşkınlığı düşünüyoruz ki?

Modem çağ, ruhtan egoya geçiş diyebileceğimiz bir oluşuma tanıklık etmiştir. İsterseniz teolojiden psikanalize geçiş de diyebilirsiniz buna. Psikanaliz pek çok yönden teolojinin vekilidir artık. Her ikisi de insan isteklerinin anlatısıdır -ancak dine göre bu istekler Tanrı'nın cennetinde tamama erecekken, psikanalize göre trajik bir şekilde hep bastırılacaklardır. Bu bağlamda psikanaliz insan hoşnutsuzluğunun bilimidir. Öte yandan, din de öyledir. Bastırma ve nevroz, Hıristiyanların Freud'dan beri inanageldikleri ilk günahın rolünü oynamaya başlamıştır. Her iki disiplinde de insanların hastalıklı doğduğuna inanılır. Ancak bu durum onları kefaretten alıkoyacak değildir. Mutluluk bizim ulaşamayacağımız bir yerde değildir; mutluluk için sadece travmatik bir yıkım ve yeniden yapılanma, yani Hıristiyanların dediği gibi, istihale gerekmektedir. Din de psikanaliz de, eninde sonunda insan bilgisinin sınırlarını alt edecek bir fenomeni araştırmaktadır, buna ister esrarengiz bilinçaltı deyin, ister sırrına varılamaz Tanrı. Her ikisinin de  kendini kanıtlama, itiraf ve aforoz töreni vardır ve ikisi de vahşi kan davalarından geçilmez, ikisi de dünyevi, sağduyulu ve gerçekçi olandan alaycı bir şüphecilik yaratmada ustadır.

Bu kitapta ele aldığım kötülük kuramı önemli ölçüde Freud'un görüşlerine, özellikle de ölüm içgüdüsü fikrine dayanmaktadır ama böylesi bir söylemin geleneksel teolojik anlayışın pek çok yönüyle örtüştüğünü de kitap boyunca göstermeyi umuyorum. Yaklaşımımın bir iyiliği son zamanlarda kötülükle ilgili yapılan çalışmalardan daha geniş kapsamlı olması. Bu çalışmaların pek çoğu Yahudi soykırımından ve Kant'tan uzak kalmaya çalışmaktan bitap düşmüştür; oysa Kant'ın bu konuda söyleyecek o kadar çok şeyi vardır ki. Neticede kötülük ölümle ilgilidir -ama kötü kişinin öldürdüğü kadar kötülük yapan kişinin ölümüyle de. Ama bunu anlamak için önce birkaç romana bakmamız lazım.

(*) Londra'da, işçiler ve alt sınıflar arasında kullanılan bir konuşma biçimi.

Kötülük Üzerine Bir Deneme,  Terry Eagleton, iletişim Yayıncılık,  2011/1, lstanbul
s: 6-20
Çeviren: Şenol Bezci


İtalikler, koyu harfler ve görseller bana aittir. DK