27 Kasım 2007 Salı

Prof. Vahdettin Engin : 2. Abdülhamit Han dış politikadaki “Kırmızı Çizgileri”ni çiğnetmedi!

Marmara Üniversitesi Tarih BölümüProfesörü Vahdettin Engin:
2. Abdülhamit Han dış politikadaki “Kırmızı Çizgileri”ni çiğnetmedi!


2. Abdülhamid’in 19. asrın son çeyreğinde ve 20. asrın başlarında padişah olması tarihimiz açısından bir şanstır. İmparatorluğun ayakta kalmasının nedenidir. Onun yerinde dirayetsiz bir padişah olsaydı, Osmanlı 1870lerde yıkılabilirdi ve ondan sonra gelecek felaketleri de insan tahayyül bile edemiyor.

RÖPORTAJ: TAYFUN SALCI

2. Abdülhamid’le ilgili tek kitabınız değil bu. Abdülhamid’e verdiğiniz önemin nedeni?

2. Abdülhamid’in 19. asrın son çeyreğinde ve 20. asrın başlarında padişah olması tarihimiz açısından bir şanstır. İmparatorluğun ayakta kalmasının nedenidir. Onun yerinde dirayetsiz bir padişah olsaydı, Osmanlı 1870lerde yıkılabilirdi ve ondan sonra gelecek felaketleri de insan tahayyül bile edemiyor. Anadolu elimizde kalır mıydı, kalmaz mıydı şüpheli. O yıllardaki icraatlar çok önemli. Türkiye Cumhuriyeti bir milli mücadele yaparak kurulma şansını bulduysa, bunda Abdülhamid’in devleti ayakta tutmak için aldığı tedbirlerin payı vardır. Abdülhamid hem devlet işleriyle uğraşıyor, hem de hakkında söylenenlerin aksine hayatın o kadar içinde ki ! İstanbul’la ilgili iradelerini ele aldığım kitapta bu görülüyor. Bilinmesi ve öğretilmesi gereken şeyler bunlar.

Evet, hakkında birbiriyle bu kadar çelişen hisler beslenen pek az devlet adamı olsa gerek?

Abdülhamid’i bir devlet adamı olarak, bir de kişi olarak değerlendirmek lazım. İstibdad dönemi denir dönemine. Müstebid padişah, hatta “kızıl sultan” diye de anılır. Bunlar son derece abartılı. 2. Abdülhamid döneminde anayasalı, parlamentolu bir sistem öneren muhalif bir grup var. İstibdad iddiaları büyük ölçüde bunlardan kaynaklanıyor. Fakat o günkü dünyanın şartlarına bakmak lazım. Diğer dünya ülkeleri çok mu demokratikti? 19. yy’da İngiltere’de ve Fransa’da biraz demokrasiden söz edilebilir belki ama o da kendi insanları içindir. Mesela İngiltere geniş bir imparatorluktur ama yapılan seçimde sadece İngiliz halkı oy kullanıyor, diğer nüfusların oy hakkı yoktur, hiçbir temsilcileri de seçilemez. Osmanlı 1876’da meşrutiyet ilan ettiği zaman -ki ilan eden Abdülhamid’dir- oluşan parlamentoya seçilen milletvekillerine baktığımızda Trablusgarp mebusunu, Yemen mebusunu, Basra mebusunu görürüz.

İngiltere’deki durumun tam tersi yani?

Tabii. İmparatorluğun her yerinden hiçbir ayrımcılık yapmadan milletvekili seçilmiştir. İngiltere bunu yapmıyordu.

Fakat Abdülhamid meşrutiyet taraftarı de değildi?

Evet. İmparatorluğun yapısının bunun için uygun olmadığı düşünüyordu. Zaten çok sıkıntılı bir dönemde başa geçti. Osmanlı-Rus harbi vardı mesela. Ondan dolayı da 1878’de meclisi kapattı. İmparatorluk çok çeşitli etnik ve dini yapılardan oluşuyor, bu nedenle Abdülhamid meşrutiyetin ülkeye istikrar ve refah getirmekten çok ülkenin parçalanmasına yol açacağını düşünüyor. İlk Osmanlı meclisindeki bazı konuşmalar da bu endişesini güçlendirmiştir. Gayrı müslim milletvekillerinin çoğunun Osmanlı milletvekili gibi değil de, mensup olduğu grubun vekili gibi konuşup davranması bu kaygıları pekiştirmiştir.

Kitabınız 2. Abdülhamid’in hususi iradelerine dayanıyor. Bunların önemi nerden kaynaklanıyor?

Ben aslında Abdülhamid’in uyguladığı sistemi bir tür başkanlık sistemi olarak yorumluyorum. Abdülhamid’in binlerce hususi iradesini okudum. Kitabım da bunların üzerine kurulu. Bunlar, padişahın hangi konuda ne düşündüğünü doğrudan görmemize imkan veren belgelerdir. Her konuda yüzlerce, binlerce emri var. Bu emirleri incelediğimizde şöyle bir manzara çıkıyor: Kendi bildiği konularda direkt emir veriyor; fakat bir kimsenin her konuda uzman olması mümkün değil, dolayısıyla bilmediği konularda meselenin uzmanlar tarafından incelenmesini istiyor. Sağlıkla ilgili bir karar mı alınacak, uzman bir doktora danışılmasını, ondan sonra karar verilmesini emrediyor. Yani kararlarını geniş bir araştırmadan sonra karar veriyor. İstibdaddan ziyade, herkesin fikir açıklayabildiği ama son kararı padişahın aldığı bir sistem bu. Fakat şu var tabii: Siyasi bazı düşüncelerin seslendirilmesi gerçekten yasak, bunun da nedeni dediğim gibi meşrutiyet idaresinin devleti parçalayacağı yönündeki kaygısı. Meşrutiyet, cumhuriyet gibi bir takım kavramlar bu yasak çerçevesindedir. Bunun dışında her şey yazılıp çizilebiliyordu.

Abdülhamid’in devlet adamlığı ile kişiliğini birbirinden ayırdınız. Devlet adamlığını beğendiğinizi anlıyorum. Bu ayrımın nedeni kişiliğinde beğenmediğiniz yönler bulunması mı?

Hayır. Kişiliğinin ayrıca değerlendirilmesi lazım, çünkü orada da ilginç cepheler var. Padişahlığının ilk yıllarında İstanbul’da biraz dolaşmıştır, şehzadeliği zamanında ise Avrupa’ya gitmiş, Mısır’ı görmüştür. Yani dünyayı belli ölçüde bilen bir insandır. Ama amcası Abdülaziz’in başına gelenlerden, yani tahttan indirilmesi ve öldürülmesinden sonra, kendisi de bu işi yapanların arkasında olan devlet adamlarınca tahta getirildiği için kafasında daima şüpheler vardır. Bazı şeylerin kontrol altında tutulması gerektiğini düşünüyor. O nedenle Dolmabahçe Sarayında oturmadı, Yıldız Sarayına çekildi ve çok fazla da dışarı çıkmadı. Cuma namazı için Yıldız camiine gidiyordu, o kadar. Fakat dışarı çıkmamış olması İstanbul’daki, ülkedeki veya dünyadaki gelişmelerden habersiz olduğu anlamına gelmiyordu. Her şeyden haberdardı. Bunu da kurduğu, o jurnalcilik olarak görülen ama aslında bir istihbarat ağı olan sistemle yapıyordu.

Evhamlı olduğu söylenir?

Evet, biraz vehimlidir ama bu da anlaşılabilir. Dediğim gibi, bir kere amcasının tahttan indirilip öldürülmesine tanık olmuştur. İkincisi, padişahlığının ilk yıllarında kendisi de iki kere darbe girişmine maruz kaldı. Bunlar doğal olarak onda kendini koruma mekanizmasını geliştirdi.

Abdülhamid yalnız bir adam mı, yoksa ona bu konularda yol gösteren bir yakını var mı? İstihbarat örgütü kurmaktan, tek başına devleti yönetmeye kadar…

Sait Paşa çok sık kullandığı devlet adamlarından biridir. Zaman zaman aralarında problemler olur ama Sait Paşa’dan destek almıştır. Fakat çoğu konuda kendisi karar verir. Abdülhamid çok da zeki bir insan tabii.

İktidar olduğu koşullar çok kolay değildi herhalde?

Abdülahmid çok bunalımlı bir dönemde başa geçti. İmparatorluğu köşeye sıkıştıran ve 93 harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşının çıkışından Abdülhamid sorumlu değildi. Mithat Paşa ve meşrutiyet idaresinin kötü politikaları sonucunda çıktı bu savaş. Neticesi de çok feci bir mağlubiyet oldu. Rus orduları Yeşilköy’e kadar geldi ve Ayastefanos anlaşmasını dayattılar. Bu anlaşma tam bir felaketti. Buna göre Karadeniz’den Ege denizine kadar inen bir Bulgaristan kuruldu. Rusya kontrolünde bir Bulgaristan. Gerçi Osmanlı devletinin elinde Makedonya ile Adriyatik denizine kadar uzanan bir toprak kaldı ama araya giren Bulgaristan yüzünden o toprakla bağlantısı koptu. Ayastefanos işlemeye devam etseydi birkaç sene içinde o topraklar da gidecekti. Anlaşma çok ağır bir savaş tazminatını da öngörüyordu.

Nasıl bu kadar feci bir yenilgi alındı?

Osmanlı devleti 19. yy’da Rusya’yla tek başına mücadele edemeyecek durumdaydı. O dönemde aslında birçok dünya gücü de farklı bir durumda değil. Hepsi müttefik ihtiyacı içinde. İttifak halinde davranıyorlar. Rusya’nın geleneksel bir politikası var, sıcak denizlere inmek. Balkanlardan ve Kafkaslardan yol arıyor. Mesela Kırım savaşında Osmanlı Fransa ve İngiltere’yle müttefik olarak Rusya’yla savaştı ve Rusya mağlup edildi. Fakat 93 harbinde yalnız kaldı. Sonuçta askeri gücü yetersiz olduğu için de yenildi. Bu yenilgide, savaşa mali olarak iflas ettiği bir dönemde girmesinin de etkisi var. 1875’de morotoryum ilan edilmişti. Alacaklı Avrupalı devletler Osmanlı’nın peşindeydi. Abdülaziz tahttan indirilmiş vs. Tam bir bunalım ortamıydı. Avrupa ülkeleri borçlarını ödemeyen Osmanlı’yı Rusya aracılığıyla cezalandırmış da oldular. Her şey aleyhte. Bu savaşın kaybedilmesi çok şaşırtıcı değil.

Sonuçta bu durumdan nasıl kurtulundu?

Ayastefanos cari kalsaydı, İstanbul’u korumakta da çok güçlük çekerdik. Burada Abdülhamid çok akıllı bir politika takip etti. Uluslararası ilişkilerde karşılıklı çıkarları kullandı. İngiltere en büyük sömürgesi Hindistan’a giden yolu kontrol etmek istiyordu. Kıbrıs’ı önemsiyor o nedenle. Kıbrıs’a hakim olmak istiyordu. İngiltere Kıbrıs’ın kontrolünü bize bırakın, biz de Ayastefanos’un şartlarını değiştirelim teklifini yaptı. Haziran 1877’de Kıbrıs’ın kontrolü İngiltere’ye bırakıldı, aynı yılda Ayastefanos’un hükümleri iptal edildi ve Berlin anlaşması yapıldı. Berlin anlaşması çok daha mı iyiydi? Her şeyden önce bir kere büyük Bulgaristan ortadan kaldırıldı, Osmanlı Balkanlardaki topraklarıyla bağlantısını kazandı. Nitekim 1910lara kadar Osmanlı’nın Adriyatik kıyısında toprağı vardır. Bu arada Kıbrıs Osmanlı’nın kalmaya devam etti, denetimi sadece İngiltere’ye verildi


OSMANLIYI DA PETROL YIKTI

Abdülhamid döneminde Batıyla ilişkiler nasıldı?

1878 den sonra dünya güçlerinin Osmanlı’ya bakışı değişti. O güne kadar Rusya karşısında ayakta duran bir Osmanlı isteniyordu.

Soğuk Savaş dönemindeki gibi?...

Evet. Tıpkı öyle. O tarihten itibaren Osmanlı’yı parçalamak, en iyi payı kapmak peşine düştüler. Petrol bir faktör olarak gündeme gelmişti. Petrol de büyük ölçüde Osmanlı topraklarındaydı.

Yeni petrolün başına bela olduğu ilk ülke Osmanlı’ydı?..

Tabii. 2. Abdülhamid’in özel bir politikası vardı bu konuda.. Osmanlı, Balkanlarda ve Ortadoğu’da buna direnmiş, dişe diş mücadele vermiş.


PETROL POLİTİKASI

2. Abdülhamid döneminde petrolün önemi iyice ortaya çıkmıştır. İngiltere Basra körfezine hakim olmak üzere saldırılara da başlamıştır. Hem bölgedeki bazı Arap şeyhleriyle anlaşıyor, hem de askeri güç kullanıyor. Abdülhamid buna karşı Almanları devreye sokarak bir rekabet oluşturmuştur. Petrol bölgelerinin bir takım savaşlar sonunda elinden çıkabileceğini düşünerek buraları hazineyi hassanın malı, yani kendi şahsi malı yapmıştır. Savaşla elden çıkan topraklar üzerindeki şahsi haklar devam eder. Nitekim 1920li ve 30lu yıllarda hanedan üyeleri bunun mücadelesini verdi. Varisleri, buraların kendi dedelerine ait olduğunu iddia ederek mahkemelere başvurdular. Aslında bu üzerinde araştırma yapılması gereken bir konu. Çünkü sanıyorum İttihatçılar, Abdülhamid’i devirdikten sonra buraları devletleştirdi, Vahdettin ise yeniden hazineyi hassaya aldı. Bunun üzerinde durulması lazım. Bildiğime göre Cumhuriyet hükümeti de 1930lu yıllarda Abdülhamid’in varisleriyle paralel hareket etti.

BATI’NIN SİHİRLİ PARÇALAMA FORMÜLÜ

Misyonerler gayrı Müslim teba arasında bir propaganda mekanizması geliştiriyorlar, Ortodoks ve Gregoryenleri Katolik ve Protestan yapıyorlar. Sonra da belli devletler “bunlar benim dinimdendir” diyerek himaye hakkı talep ediyorlar. Konsoloslar da bu azınlıklar üzerinde propaganda çalışması yapıyorlar. O dönemde bunları engellemek mümkün değil. Abdülhamid ancak onları izlettirmek suretiyle zararlı faaliyetlerini önlemeye çalışmıştır. Bunun neticesinde giderek isyana etmeye hazır roplumlar oluşturuluyor. Dış güçler de bunu kışkırtınca, isyan başlıyor. Osmanlı isyanlara karşı askeri güç kullanmaya mecbur kalıyor, bu defa müdahalede bulunup bölgede ıslahat yapın, şu şu tedbirleri alın diyorlar. Osmanlı direniyor veya direnemiyor, şartlara göre. Islahatı takiben de muhtariyet, yani özerklik talebi geliyor. Onun sonraki aşaması da bağımsızlıktır. Batının Osmanlıyı parçalamaktaki sihirli formülü buydu. Islahat, muhtariyet, bağımsızlık.

ABDÜLHAMİT DENGE SİYASETİ İZLEDİ

2. Abdülhamid o dönemde uluslararası politikada tek bir ülkeye bağlı kalmayarak hepsini dengede tutacak bir politika uyguluyor. Daha çok tabii Almanya’yı kendi yanına çekmiştir, konjoktör onu gerektiriyordu. Ama bütün devletlerin Osmanlı’yı yıkmaya çalıştığı o ortamda Abdülhmid, onların arasındaki rekabeti her zaman körükledi. Dolayısıyla hiçbir zaman hepsinin bir arada Osmanlı’ya saldırmaları mümkün olmadı. Mesela İngiltere Ermenileri desteklerken, Almanya Osmanlı lehine tutum alıyordu. Bu açıdan Abdülhamid başarılı olmuştur.


HAMİDİYE ALAYLARI

Hamidiye Alayları neydi?

Ermeniler doğu Anadolu’da nüfus çoğunluğu ele geçirmek için teröre başvurarak katliama giriştiler, bölgenin yapısı gereği de çoğunlukla Kürtlere yönelikti bu saldırılar. Abdülhamid Osmanlı güvenlik güçlerini kullanmanın yanı sıra, bölge halkını da silahlandırdı.

Bugünkü korucu sitemi gibi mi?

Korucu sistemi tamamen oradan örnek alınmıştır. Abdülhamid bölge halkını kullandı, çünkü zaten saldırıya uğrayan onlar. Güvenlik güçleri yetmiyor, çünkü saldırı yapanlar da birkaç çeteden ibaret değil; Ermeni halk silahlandırılmış durumda. Yani geniş çaplı saldırılar söz konusu. O nedenle saldırıya uğrayanların en azından kendilerini savunabilmeleri gereki

EN ZENGİN ŞEHZADE

Abdülhamid para kazanmanın yollarını bilir ama israfı sevmezdi, tutumlu bir insandı. Şehzadeliği döneminde aldığı maaşını iyi kullanmıştır. Başka şehzadeler lüks hayatlar sürdüklerinden, maaşları yetmez, sürekli borçlanırlardı. Abdülhamid ise devletin verdiği maaşla geçindiği gibi, para da kazanıyordu. Ticaretle uğraşıyor, borsada oynuyordu. Bu konuda danıştığı uzmanlar da vardır. Mesela padişah olduktan sonra da hazine-i hassa’nın başına bir Ermeniyi, Mikhail Portakalyan’ı getirmiştir. Padişahlığındaki ekonomi politikasına da yansıdı bu. İflas etmiş bir ülke devralmıştı. Osmanlı 1875de borçlarını ödeyemeyeceğini dünyaya ilan etmişti. Abdülhamid bu ortamda alacaklı ülkelerle müzakereye oturdu. Bu borcu ödeyemeyeceğimiz kesin, dedi. “Siz bunda ısrarcı olursanız, genel bir felaket olacak”. Çünkü alacaklı ülkelerin verdikleri borçlar da, halkların bankalardaki mevduatlarından oluşuyordu. Bunun üzerine Osmanlı borçlarının %50si silindi. Duyun-u Umumiye idaresi kuruldu ve bazı Osmanlı gelirlerinin doğrudan bu idareye gidip oradan borçların ödenmesi uygulaması başladı. Tabii borcun yarısı silinince, meblağ ödenebilir bir hal aldı. Abdülhamid o ortamda hanedan üyelerinin maaşlarını yarıya indirdi. Bu sembolik bir jestti ama önemliydi. Topluma mesajdı.

FİLİSTİN “KIRMIZI ÇİZGİ”YDİ.

Yahudiler 2. Abdülhamid’den Filistin’i satın almak istediler mi?

O dönemde başta Rusya ve Romanya olmak üzere birçok ülkede Yahudiler saldırıya uğramaya başladılar. Bu durumda kalan birçok Yahudi yaşadıkları yerleri terk etti ve bir bakıma ortada kaldı. Yahudi liderler Abdülhamid’e Filistin’den toprak satması, bunun karşılığında Osmanlı borçlarının ödenmesi yönünde teklifler getirdiler. Adülhamid buna asla yanaşmadı ve Filistin’e Yahudi göçü konusunda sıkı bir biçimde kontrol kurdu. Abdülhamid’in uluslararası politikada bazı kırmızı çizgileri vardı. Filistin bunlardan biriydi. Yahudi yerleşimine tamamen karşıydı. Kendi döneminde bunu başarmıştır da.

Abdülhamid’in bazı kırmızı çizgileri İttihat ve Terakki döneminde pembeleşti mi?

Aşağı yukarı öyle. Abdülahmid’in Filistin’deki tutumu, İttihatçıların döneminde gevşedi, bunu biliyoruz. Bir başka kırmızı çizgi doğu Anadolu idi: Doğu Anadolu’da her ne olursa olsun bir Ermenistan kurulmazdı. Nitekim kesin olarak başarmıştır bunu Abdülhamid. Bir diğeri kutsal topraklarla ilgilidir. Kutsal topraklar yabancıların eline geçmemelidir, diyordu. Nitekim İngilizler Yemen’e kadar geldiler, ama onlarla muazzam bir mücadele yapıldı. İçeri girmelerine engel olundu. Ki İngiltere, 19. yy’ın süper gücüydü, bugünkü ABD’den daha güçlüydü.

ABD ÇOK İSTEDİ AMA BÜYÜKELÇİLİK AÇAMADI

O dönemin güçü devletlerine düveli muazzama deniyordu. Bunlar İngiltere, Fransa, Avusturya-Macaristan, Almanya, İtalya, Rusya ve Osmanlı’ydı. ABD daha geri plandaydı. Bu ülkeler büyükelçi teati ederlerdi. Mesela İstanbul’da hepsinin büyük elçiliği vardı. ABD de buradaki elçiliğini büyükelçiliğe yükselterek bu düveli muazzama arasına girmek istiyor. 2. Abdülhamid buna sürekli engelledi. Eğer ABD büyükelçilik açarsa, uğraşacağımız devletlerin sayısı artar, diye düşünüyordu. Bunda başarılı da oldu.


BASINI MAAŞA BAĞLAMIŞTI

Abdülhamid’in basınla ilişkileri iyi. İki bakımdan. Hem önemli yerli ve yabancı gazetecileri sofrasına davet eder, kendi düşüncelerini aktarıp yazılmasını sağlardı; hem de özellikle yabancı gazetecilere maddi menfaat temin edip Osmanlı lehinde yazılar yazdırırdı. Çok sayıda Avrupalı gazetecinin Osmanlı devletinden para aldığını biliyoruz.


TARİHİMİZDE KARA SAYFA YOK

Osmanlı toplumunun yapısını ve devletinin zihniyetini gösteren bir belge buldum arşivde. 1857’de. Şöyle diyor: Yük beygirlerinin haftada bir gün tatilleri var. Cuma günleri çalıştırılmaları yasak. 1857’de bir takım suistimaller olmuş ki bu konuda, devlet bir hatırlatma ihtiyacı hissetmiş. Diyor ki “Öteden beri yük beygirlerinin haftanın bir günü tatil yapmaları adet olduğu halde, bazı kimseler son zamanlarda bu kurala uymuyorlar” . buradan ne anlıyoruz? Yüzyıllardan beri Osmanlı’da yük hayvanlarının haftada bir gün dinlenme hakları var. Halbuki 19. yy’da Avrupa’da insanlar günde 16 saat çalışıyor, madenlerde ölüyorlardı! Osmanlı hayvanlarla ilgili şu tedbiri geliştirdi: İzin günlerinde bu hayvanlara sahipleri de binmesin diye, semerlerinin çivili olmasına karar verildi. Yani bizim tarihimizde kara sayfa yok. Hayvanlara böyle bakan bir toplumun, bir devletin insanlara bakış açısı da çok farklı olur.


Lorem ipsum is simply dummy text of the printing and typesetting industry.

Comments


EmoticonEmoticon