| 2. Abdülhamid’in 19. asrın son   çeyreğinde ve 20. asrın başlarında padişah olması tarihimiz açısından bir   şanstır. İmparatorluğun ayakta kalmasının nedenidir. Onun yerinde dirayetsiz   bir padişah olsaydı, Osmanlı 1870lerde yıkılabilirdi ve ondan sonra gelecek   felaketleri de insan tahayyül bile edemiyor.  RÖPORTAJ: TAYFUN SALCI  2. Abdülhamid’le ilgili tek kitabınız değil bu. Abdülhamid’e   verdiğiniz önemin nedeni? 2. Abdülhamid’in 19. asrın son   çeyreğinde ve 20. asrın başlarında padişah olması tarihimiz açısından bir   şanstır. İmparatorluğun ayakta kalmasının nedenidir. Onun yerinde dirayetsiz   bir padişah olsaydı, Osmanlı 1870lerde yıkılabilirdi ve ondan sonra gelecek   felaketleri de insan tahayyül bile edemiyor. Anadolu elimizde kalır mıydı,   kalmaz mıydı şüpheli. O yıllardaki icraatlar çok önemli. Türkiye Cumhuriyeti   bir milli mücadele yaparak kurulma şansını bulduysa, bunda Abdülhamid’in   devleti ayakta tutmak için aldığı tedbirlerin payı vardır. Abdülhamid hem   devlet işleriyle uğraşıyor, hem de hakkında söylenenlerin aksine hayatın o   kadar içinde ki ! İstanbul’la ilgili iradelerini ele aldığım kitapta bu   görülüyor. Bilinmesi ve öğretilmesi gereken şeyler bunlar.  Evet, hakkında birbiriyle bu kadar çelişen hisler beslenen pek az   devlet adamı olsa gerek? Abdülhamid’i bir devlet adamı   olarak, bir de kişi olarak değerlendirmek lazım. İstibdad dönemi denir   dönemine. Müstebid padişah, hatta “kızıl sultan” diye de anılır. Bunlar son   derece abartılı.  2. Abdülhamid   döneminde anayasalı, parlamentolu bir sistem öneren muhalif bir grup var.   İstibdad iddiaları büyük ölçüde bunlardan kaynaklanıyor. Fakat o günkü   dünyanın şartlarına bakmak lazım. Diğer dünya ülkeleri çok mu demokratikti?   19. yy’da İngiltere’de ve Fransa’da biraz demokrasiden söz edilebilir belki   ama o da kendi insanları içindir. Mesela İngiltere geniş bir imparatorluktur   ama yapılan seçimde sadece İngiliz halkı oy kullanıyor, diğer nüfusların oy   hakkı yoktur, hiçbir temsilcileri de seçilemez. Osmanlı 1876’da meşrutiyet   ilan ettiği zaman -ki ilan eden Abdülhamid’dir- oluşan parlamentoya seçilen   milletvekillerine baktığımızda Trablusgarp mebusunu, Yemen mebusunu, Basra   mebusunu görürüz. İngiltere’deki durumun tam tersi yani? Tabii. İmparatorluğun her   yerinden hiçbir ayrımcılık yapmadan milletvekili seçilmiştir. İngiltere bunu   yapmıyordu. Fakat Abdülhamid meşrutiyet taraftarı de değildi? Evet. İmparatorluğun yapısının   bunun için uygun olmadığı düşünüyordu. Zaten çok sıkıntılı bir dönemde başa   geçti. Osmanlı-Rus harbi vardı mesela. Ondan dolayı da 1878’de meclisi   kapattı. İmparatorluk çok çeşitli etnik ve dini yapılardan oluşuyor, bu   nedenle Abdülhamid meşrutiyetin ülkeye istikrar ve refah getirmekten çok   ülkenin parçalanmasına yol açacağını düşünüyor. İlk Osmanlı meclisindeki bazı   konuşmalar da bu endişesini güçlendirmiştir. Gayrı müslim milletvekillerinin   çoğunun Osmanlı milletvekili gibi değil de, mensup olduğu grubun vekili gibi   konuşup davranması bu kaygıları pekiştirmiştir. Kitabınız 2. Abdülhamid’in hususi iradelerine dayanıyor. Bunların   önemi nerden kaynaklanıyor? Ben aslında Abdülhamid’in   uyguladığı sistemi bir tür başkanlık sistemi olarak yorumluyorum.   Abdülhamid’in binlerce hususi iradesini okudum. Kitabım da bunların üzerine   kurulu. Bunlar, padişahın hangi konuda ne düşündüğünü doğrudan görmemize   imkan veren belgelerdir. Her konuda yüzlerce, binlerce emri var. Bu emirleri   incelediğimizde şöyle bir manzara çıkıyor: Kendi bildiği konularda direkt   emir veriyor; fakat bir kimsenin her konuda uzman olması mümkün değil,   dolayısıyla bilmediği konularda meselenin uzmanlar tarafından incelenmesini   istiyor. Sağlıkla ilgili bir karar mı alınacak, uzman bir doktora danışılmasını,   ondan sonra karar verilmesini emrediyor. Yani kararlarını geniş bir   araştırmadan sonra karar veriyor. İstibdaddan ziyade, herkesin fikir   açıklayabildiği ama son kararı padişahın aldığı bir sistem bu. Fakat şu var   tabii: Siyasi bazı düşüncelerin seslendirilmesi gerçekten yasak, bunun da   nedeni dediğim gibi meşrutiyet idaresinin devleti parçalayacağı yönündeki   kaygısı. Meşrutiyet, cumhuriyet gibi bir takım kavramlar bu yasak   çerçevesindedir. Bunun dışında her şey yazılıp çizilebiliyordu. Abdülhamid’in devlet adamlığı ile kişiliğini birbirinden ayırdınız.   Devlet adamlığını beğendiğinizi anlıyorum. Bu ayrımın nedeni kişiliğinde   beğenmediğiniz yönler bulunması mı? Hayır. Kişiliğinin ayrıca   değerlendirilmesi lazım, çünkü orada da ilginç cepheler var. Padişahlığının   ilk yıllarında İstanbul’da biraz dolaşmıştır,    şehzadeliği zamanında ise Avrupa’ya gitmiş, Mısır’ı görmüştür. Yani   dünyayı belli ölçüde bilen bir insandır. Ama amcası Abdülaziz’in başına   gelenlerden, yani tahttan indirilmesi ve öldürülmesinden sonra, kendisi de bu   işi yapanların arkasında olan devlet adamlarınca tahta getirildiği için   kafasında daima şüpheler vardır. Bazı şeylerin kontrol altında tutulması   gerektiğini düşünüyor. O nedenle Dolmabahçe Sarayında oturmadı, Yıldız   Sarayına çekildi ve çok fazla da dışarı çıkmadı. Cuma namazı için Yıldız   camiine gidiyordu, o kadar. Fakat dışarı çıkmamış olması İstanbul’daki,   ülkedeki veya dünyadaki gelişmelerden habersiz olduğu anlamına gelmiyordu.   Her şeyden haberdardı. Bunu da kurduğu, o jurnalcilik olarak görülen ama   aslında bir istihbarat ağı olan sistemle yapıyordu.  Evhamlı olduğu söylenir? Evet, biraz vehimlidir ama bu   da anlaşılabilir. Dediğim gibi, bir kere amcasının tahttan indirilip   öldürülmesine tanık olmuştur. İkincisi, padişahlığının ilk yıllarında kendisi   de iki kere darbe girişmine maruz kaldı. Bunlar doğal olarak onda kendini   koruma mekanizmasını geliştirdi. Abdülhamid yalnız bir adam mı, yoksa ona bu konularda yol gösteren   bir yakını var mı? İstihbarat örgütü kurmaktan, tek başına devleti yönetmeye   kadar… Sait Paşa çok sık kullandığı   devlet adamlarından biridir. Zaman zaman aralarında problemler olur ama Sait   Paşa’dan destek almıştır. Fakat çoğu konuda kendisi karar verir. Abdülhamid   çok da zeki bir insan tabii. İktidar olduğu koşullar çok kolay değildi herhalde? Abdülahmid çok bunalımlı bir   dönemde başa geçti. İmparatorluğu köşeye sıkıştıran ve 93 harbi olarak   bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşının çıkışından Abdülhamid sorumlu   değildi. Mithat Paşa ve meşrutiyet idaresinin kötü politikaları sonucunda   çıktı bu savaş. Neticesi de çok feci bir mağlubiyet oldu. Rus orduları   Yeşilköy’e kadar geldi ve Ayastefanos anlaşmasını dayattılar. Bu anlaşma tam   bir felaketti. Buna göre Karadeniz’den Ege denizine kadar inen bir   Bulgaristan kuruldu. Rusya kontrolünde bir Bulgaristan. Gerçi Osmanlı   devletinin elinde Makedonya ile Adriyatik denizine kadar uzanan bir toprak   kaldı ama araya giren Bulgaristan yüzünden o toprakla bağlantısı koptu.   Ayastefanos işlemeye devam etseydi birkaç sene içinde o topraklar da   gidecekti. Anlaşma çok ağır bir savaş tazminatını da öngörüyordu.  Nasıl bu kadar feci bir yenilgi alındı? Osmanlı devleti 19. yy’da   Rusya’yla tek başına mücadele edemeyecek durumdaydı. O dönemde aslında birçok   dünya gücü de farklı bir durumda değil. Hepsi müttefik ihtiyacı içinde.   İttifak halinde davranıyorlar. Rusya’nın geleneksel bir politikası var, sıcak   denizlere inmek. Balkanlardan ve Kafkaslardan yol arıyor. Mesela Kırım   savaşında Osmanlı Fransa ve İngiltere’yle müttefik olarak Rusya’yla savaştı   ve Rusya mağlup edildi. Fakat 93 harbinde yalnız kaldı. Sonuçta askeri gücü   yetersiz olduğu için de yenildi. Bu yenilgide, savaşa mali olarak iflas   ettiği bir dönemde girmesinin de etkisi var. 1875’de morotoryum ilan   edilmişti. Alacaklı Avrupalı devletler Osmanlı’nın peşindeydi. Abdülaziz   tahttan indirilmiş vs. Tam bir bunalım ortamıydı. Avrupa ülkeleri borçlarını   ödemeyen Osmanlı’yı Rusya aracılığıyla cezalandırmış da oldular. Her şey   aleyhte. Bu savaşın kaybedilmesi çok şaşırtıcı değil. Sonuçta bu durumdan nasıl kurtulundu? Ayastefanos cari kalsaydı,   İstanbul’u korumakta da çok güçlük çekerdik. Burada Abdülhamid çok akıllı bir   politika takip etti. Uluslararası ilişkilerde karşılıklı çıkarları kullandı.   İngiltere en büyük sömürgesi Hindistan’a giden yolu kontrol etmek istiyordu.   Kıbrıs’ı önemsiyor o nedenle. Kıbrıs’a hakim olmak istiyordu. İngiltere   Kıbrıs’ın kontrolünü bize bırakın, biz de Ayastefanos’un şartlarını   değiştirelim teklifini yaptı. Haziran 1877’de Kıbrıs’ın kontrolü İngiltere’ye   bırakıldı, aynı yılda Ayastefanos’un hükümleri iptal edildi ve Berlin   anlaşması yapıldı. Berlin anlaşması çok daha mı iyiydi? Her şeyden önce bir   kere büyük Bulgaristan ortadan kaldırıldı, Osmanlı Balkanlardaki   topraklarıyla bağlantısını kazandı. Nitekim 1910lara kadar Osmanlı’nın   Adriyatik kıyısında toprağı vardır. Bu arada Kıbrıs Osmanlı’nın kalmaya devam   etti, denetimi sadece İngiltere’ye verildi
 
 OSMANLIYI DA PETROL YIKTI
  Abdülhamid döneminde Batıyla ilişkiler nasıldı? 1878 den sonra dünya güçlerinin   Osmanlı’ya bakışı değişti. O güne kadar Rusya karşısında ayakta duran bir   Osmanlı isteniyordu. Soğuk Savaş dönemindeki gibi?... Evet. Tıpkı öyle. O tarihten   itibaren Osmanlı’yı parçalamak, en iyi payı kapmak peşine düştüler. Petrol   bir faktör olarak gündeme gelmişti. Petrol de büyük ölçüde Osmanlı   topraklarındaydı. Yeni petrolün başına bela olduğu ilk ülke Osmanlı’ydı?.. Tabii. 2. Abdülhamid’in özel   bir politikası vardı bu konuda.. Osmanlı, Balkanlarda ve Ortadoğu’da buna   direnmiş, dişe diş mücadele vermiş.
 
 PETROL POLİTİKASI
 2. Abdülhamid döneminde   petrolün önemi iyice ortaya çıkmıştır. İngiltere Basra körfezine hakim olmak   üzere saldırılara da başlamıştır. Hem bölgedeki bazı Arap şeyhleriyle   anlaşıyor, hem de askeri güç kullanıyor. Abdülhamid buna karşı Almanları   devreye sokarak bir rekabet oluşturmuştur.    Petrol bölgelerinin bir takım savaşlar sonunda elinden çıkabileceğini   düşünerek buraları hazineyi hassanın malı, yani kendi şahsi malı yapmıştır.   Savaşla elden çıkan topraklar üzerindeki şahsi haklar devam eder. Nitekim   1920li ve 30lu yıllarda hanedan üyeleri bunun mücadelesini verdi. Varisleri,   buraların kendi dedelerine ait olduğunu iddia ederek mahkemelere başvurdular.   Aslında bu üzerinde araştırma yapılması gereken bir konu. Çünkü sanıyorum   İttihatçılar, Abdülhamid’i devirdikten sonra buraları devletleştirdi,   Vahdettin ise yeniden hazineyi hassaya aldı. Bunun üzerinde durulması lazım.   Bildiğime göre Cumhuriyet hükümeti de 1930lu yıllarda Abdülhamid’in   varisleriyle paralel hareket etti. BATI’NIN SİHİRLİ PARÇALAMA FORMÜLÜ Misyonerler gayrı Müslim teba   arasında bir propaganda mekanizması geliştiriyorlar, Ortodoks ve   Gregoryenleri Katolik ve Protestan yapıyorlar. Sonra da belli devletler   “bunlar benim dinimdendir” diyerek himaye hakkı talep ediyorlar. Konsoloslar   da bu azınlıklar üzerinde propaganda çalışması yapıyorlar. O dönemde bunları   engellemek mümkün değil. Abdülhamid ancak onları izlettirmek suretiyle   zararlı faaliyetlerini önlemeye çalışmıştır. Bunun neticesinde giderek isyana   etmeye hazır roplumlar oluşturuluyor. Dış güçler de bunu kışkırtınca, isyan   başlıyor. Osmanlı isyanlara karşı askeri güç kullanmaya mecbur kalıyor, bu   defa müdahalede bulunup bölgede ıslahat yapın, şu şu tedbirleri alın   diyorlar. Osmanlı direniyor veya direnemiyor, şartlara göre. Islahatı takiben   de muhtariyet, yani özerklik talebi geliyor. Onun sonraki aşaması da   bağımsızlıktır. Batının Osmanlıyı parçalamaktaki sihirli formülü buydu.   Islahat, muhtariyet, bağımsızlık.
 
 ABDÜLHAMİT DENGE SİYASETİ İZLEDİ 2. Abdülhamid o dönemde   uluslararası politikada tek bir ülkeye bağlı kalmayarak hepsini dengede   tutacak bir politika uyguluyor. Daha çok tabii Almanya’yı kendi yanına   çekmiştir, konjoktör onu gerektiriyordu. Ama bütün devletlerin Osmanlı’yı   yıkmaya çalıştığı o ortamda Abdülhmid, onların arasındaki rekabeti her zaman   körükledi. Dolayısıyla hiçbir zaman hepsinin bir arada Osmanlı’ya   saldırmaları mümkün olmadı. Mesela İngiltere Ermenileri desteklerken, Almanya   Osmanlı lehine tutum alıyordu. Bu açıdan Abdülhamid başarılı olmuştur.   HAMİDİYE ALAYLARI
 Hamidiye Alayları neydi? Ermeniler doğu Anadolu’da nüfus   çoğunluğu ele geçirmek için teröre başvurarak katliama giriştiler,  bölgenin yapısı gereği de çoğunlukla   Kürtlere yönelikti bu saldırılar. Abdülhamid Osmanlı güvenlik güçlerini   kullanmanın yanı sıra, bölge halkını da silahlandırdı.  Bugünkü korucu sitemi gibi mi? Korucu sistemi tamamen oradan   örnek alınmıştır. Abdülhamid bölge halkını kullandı, çünkü zaten saldırıya   uğrayan onlar. Güvenlik güçleri yetmiyor, çünkü saldırı yapanlar da birkaç   çeteden ibaret değil; Ermeni halk silahlandırılmış durumda. Yani geniş çaplı   saldırılar söz konusu. O nedenle saldırıya uğrayanların en azından   kendilerini savunabilmeleri gereki
 EN ZENGİN ŞEHZADE
 Abdülhamid para kazanmanın   yollarını bilir ama israfı sevmezdi, tutumlu bir insandı. Şehzadeliği   döneminde aldığı maaşını iyi kullanmıştır. Başka şehzadeler lüks hayatlar   sürdüklerinden, maaşları yetmez, sürekli borçlanırlardı. Abdülhamid ise   devletin verdiği maaşla geçindiği gibi, para da kazanıyordu. Ticaretle   uğraşıyor, borsada oynuyordu. Bu konuda danıştığı uzmanlar da vardır. Mesela   padişah olduktan sonra da hazine-i hassa’nın başına bir Ermeniyi, Mikhail   Portakalyan’ı getirmiştir. Padişahlığındaki ekonomi politikasına da yansıdı   bu. İflas etmiş bir ülke devralmıştı. Osmanlı 1875de borçlarını   ödeyemeyeceğini dünyaya ilan etmişti. Abdülhamid bu ortamda alacaklı   ülkelerle müzakereye oturdu. Bu borcu ödeyemeyeceğimiz kesin, dedi. “Siz   bunda ısrarcı olursanız, genel bir felaket olacak”. Çünkü alacaklı ülkelerin   verdikleri borçlar da, halkların bankalardaki mevduatlarından oluşuyordu.   Bunun üzerine Osmanlı borçlarının %50si silindi. Duyun-u Umumiye idaresi   kuruldu ve bazı Osmanlı gelirlerinin doğrudan bu idareye gidip oradan   borçların ödenmesi uygulaması başladı. Tabii borcun yarısı silinince, meblağ   ödenebilir bir hal aldı. Abdülhamid o ortamda hanedan üyelerinin maaşlarını   yarıya indirdi. Bu sembolik bir jestti ama önemliydi. Topluma mesajdı.  FİLİSTİN “KIRMIZI ÇİZGİ”YDİ.
 Yahudiler 2. Abdülhamid’den Filistin’i satın almak istediler mi?
 O dönemde başta Rusya ve   Romanya olmak üzere birçok ülkede Yahudiler saldırıya uğramaya başladılar. Bu   durumda kalan birçok Yahudi yaşadıkları yerleri terk etti ve bir bakıma   ortada kaldı. Yahudi liderler Abdülhamid’e Filistin’den toprak satması, bunun   karşılığında Osmanlı borçlarının ödenmesi yönünde teklifler getirdiler.   Adülhamid buna asla yanaşmadı ve Filistin’e Yahudi göçü konusunda sıkı bir   biçimde kontrol kurdu. Abdülhamid’in uluslararası politikada bazı kırmızı   çizgileri vardı. Filistin bunlardan biriydi. Yahudi yerleşimine tamamen   karşıydı. Kendi döneminde bunu başarmıştır da.  Abdülhamid’in bazı kırmızı çizgileri İttihat ve Terakki döneminde   pembeleşti mi? Aşağı yukarı öyle.   Abdülahmid’in Filistin’deki tutumu, İttihatçıların döneminde gevşedi, bunu   biliyoruz. Bir başka kırmızı çizgi doğu Anadolu idi: Doğu Anadolu’da her ne   olursa olsun bir Ermenistan kurulmazdı. Nitekim kesin olarak başarmıştır bunu   Abdülhamid. Bir diğeri kutsal topraklarla ilgilidir. Kutsal topraklar   yabancıların eline geçmemelidir, diyordu. Nitekim İngilizler Yemen’e kadar   geldiler, ama onlarla muazzam bir mücadele yapıldı. İçeri girmelerine engel   olundu. Ki İngiltere, 19. yy’ın süper gücüydü, bugünkü ABD’den daha güçlüydü.   
 ABD ÇOK İSTEDİ AMA BÜYÜKELÇİLİK AÇAMADI
 O dönemin güçü devletlerine   düveli muazzama deniyordu. Bunlar İngiltere, Fransa, Avusturya-Macaristan,   Almanya, İtalya, Rusya ve Osmanlı’ydı. ABD daha geri plandaydı. Bu ülkeler   büyükelçi teati ederlerdi. Mesela İstanbul’da hepsinin büyük elçiliği vardı.   ABD de buradaki elçiliğini büyükelçiliğe yükselterek bu düveli muazzama   arasına girmek istiyor. 2. Abdülhamid buna sürekli engelledi. Eğer ABD   büyükelçilik açarsa, uğraşacağımız devletlerin sayısı artar, diye   düşünüyordu. Bunda başarılı da oldu.
 
 BASINI MAAŞA BAĞLAMIŞTI
 Abdülhamid’in basınla   ilişkileri iyi. İki bakımdan. Hem önemli yerli ve yabancı gazetecileri sofrasına   davet eder, kendi düşüncelerini aktarıp yazılmasını sağlardı; hem de   özellikle yabancı gazetecilere maddi menfaat temin edip Osmanlı lehinde   yazılar yazdırırdı. Çok sayıda Avrupalı gazetecinin Osmanlı devletinden para   aldığını biliyoruz.  TARİHİMİZDE KARA SAYFA YOK
 Osmanlı toplumunun yapısını ve   devletinin zihniyetini gösteren bir belge buldum arşivde. 1857’de. Şöyle   diyor: Yük beygirlerinin haftada bir gün tatilleri var. Cuma günleri   çalıştırılmaları yasak. 1857’de bir takım suistimaller olmuş ki bu konuda,   devlet bir hatırlatma ihtiyacı hissetmiş. Diyor ki “Öteden beri yük   beygirlerinin haftanın bir günü tatil yapmaları adet olduğu halde, bazı   kimseler son zamanlarda bu kurala uymuyorlar” . buradan ne anlıyoruz?   Yüzyıllardan beri Osmanlı’da yük hayvanlarının haftada bir gün dinlenme   hakları var. Halbuki 19. yy’da Avrupa’da insanlar günde 16 saat çalışıyor,   madenlerde ölüyorlardı! Osmanlı hayvanlarla ilgili şu tedbiri geliştirdi:   İzin günlerinde bu hayvanlara sahipleri de binmesin diye, semerlerinin çivili   olmasına karar verildi. Yani bizim tarihimizde kara sayfa yok. Hayvanlara   böyle bakan bir toplumun, bir devletin insanlara bakış açısı da çok farklı   olur. 
 |